“Mü’minlerden, özür olmaksızın oturanlar ile, Allah
yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit değildir. Allah, mallarıyla
ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır.
Tümüne güzelliği (cenneti) va’detmiştir; ancak Allah, cihad edenleri oturanlara
göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır” (Nîsâ 95).
İslâm sâdece anlatılmaz,
yaşanır. Aslında yaşanarak anlatılır en iyi şekilde. Buna göre, din; oturulup durulan
yerde hakkıyla hem anlaşılamaz-idrâk edilemez, hem de hakkıyla anlatılamaz. Çünkü
ilk başta okuyarak dinleyerek bilgi edinilse de, İslâm salt bir felsefî sistem
olmadığı ve bir hayat-dîni olduğundan, onu en iyi şekilde hayâtın tam ortasında
amel-eylem hâlindeyken idrâk edebilir ve amel-eylem ile örneklik sergileyebilirsiniz.
Hem zâten bu din sâdece okuma-yazma bilenlere, üstün zekâlılara, dâhilere, cins
kafalılara gelmemiştir ki. Okuma-yazma bile bilmeyen, aklı fazla almayan
kişilere de gelmiştir ve bu kişiler okumaktan-dinlemekten daha çok, amel ve eylemlerle
idrâk ederler ve tatmin olurlar. Zâten Peygamberimiz de, Kur’ân’ın âyet-âyet,
kelime-kelime bir tefsirini yapmamış, onu “sünnet” dediğimiz amel-eylem
şeklinde “güzel bir örneklik” olarak ortaya koymuştur ve bu örneklik toplumun -kâfirler
dâhil- tüm kesimleri tarafından idrâk edilmiştir. Ortada gizli-kapalı bir şey
kalmamıştır ve Peygamberimizin “vedâ hutbesi”nde “tebliğimi en iyi şekilde
yaptım mı?” sorusuna tüm cemaat hep bir ağızdan “evet” cevâbını vermiştir.
Demek ki tebliğin en iyi şekilde yapılması, işin ilmî yönünden daha çok, amel-eylem
yönü ile ilgilidir.
Modern zamanlarda müslümanların
(İslâm’ın değil) yenilgisi ve batı’nın hâkimiyeti ile birlikte, müslümanlar
amel-eylemden tamâmıyla uzaklaşmışlar ve lâik-seküler-liberâl-demokratik batı
değerleri doğrultusunda dîni ilgilere yönelmişlerdir. Bu aslında batı’nın
müslümanlara; “sakın masa-başından kalkmayın” tâlimâtıdır. Bu ideolojilerin
istediği din-ilgisi şekli, zinhar amele-eyleme dönmeyen ve dönmeyi düşünmeyen
ve dînin sâdece bilgiyle, kültürle canını çıkarırcasına uğraşmak ve bu uğraşın
içinde boğulmak şeklindedir. Hâlbuki müslümanları Dünyâ’ya hâkim olmaktan
uzaklaştıran şey amelden-eylemden ayrılmaları olmuştur. Bu nedenle amele-eyleme
daha fazla ağırlık vererek yeniden dünyâ-hâkimiyeti için çalışacaklarına, tam da
tağutların istediği gibi; toplumsal hiç-bir görünümü olmayan düşüncelere
yönelmişler ve sâdece kişisel gelişim ile ilgili olmuşlar, fakat kişisel
gelişimi de toplumda örneklik sergileyemeyecek şekilde tâli alanlara has kılmışlar
ve onların içinde boğulmaktadırlar. Bu tutumlarıyla mecbûren Peygamber
örnekliğini blôke etmektedirler ve zâten Peygamber örnekliğini aşırı yorumlarla
hayattan uzaklaştırmaktadırlar.
Şükrü Hüseyinoğlu:
“İslâm’i hareketin yegâne örnekliğini teşkil eden
Nebevî hareket metodundan söz edildiğinde, konuyu, “bunu program hâline
getirmek lâzım, yoksa soyut olmaktan öteye geçmez” şeklinde değerlendirmek ne
kadar sıhhatlidir?.
Nebevî hareket metodu, bizzat yaşanmış somut bir
sürecin ifâdesidir ve hayâtın içinde pratize edilmiş canlı bir örnekliğin
adıdır. Bugün yapılması gereken de, oturup program üreteceğim diye teoriye
boğulmak yerine, bizzat hayâtın içinde, mücâdele alanında Kur’ân’i ilkelerin şâhidliğini
yapmak, Nebevî yolu izlemekten başka bir şey olmamalıdır. Hayâtın içinde,
mücâdele ortamında bulunulduğunda, zâten Kur’ânî ilkelerden ve Nebevî
örneklikten neşet eden bir program vardır ve bu programın yeniden üretilmesi,
çağın idrâkine söyletilmesi mümkün olacaktır.
Kur’ân’ın insanoğlu için şifâ olduğunda kuşku yoktur.
(Bkz. Fussilet 44, İsrâ 82, Yûnus 57). Lâkin Kur’ân’ın şifâ oluşu, onun
hükümlerinin gereğinin yapılmasına bağlıdır. O, âlemlerin Rabbinin insanoğlu
için bildirdiği reçetedir. Bu reçete gereği yapılmayıp, evlere, boyunlara vs.
asılmakla kimseye şifâ olmaz. Unutmamak gerekir ki sorunların çözümü, ancak Kur’ân’ın
sunduğu çözümlerin hayâta geçirilmesiyle mümkün olabilir. Yoksa âyetleri
yalnızca okumak veya ezberlemekle sorunlar çözülmez” der.
Sürekli masa-başında
okuma-anlama (“okuduktan sonra anlama” ne demekse), Kur’ân’ın canını
çıkarırcasına didiklemekle yaptıkları iş, Nasreddin Hoca’nın; “Koyunların
yünleri çalılara takılacak, sonra onları toplayıp ip yapacağım, sonra da bu
ipleri pazarda satıp sana borcumu ödeyeceğim” demesine benziyor. Bu hiç-bir
zaman gerçekleşmeyecek olan bir hayâldir.
Çok ilginçtir ki; masa-başında
otururlarken Kur’ân’ın açık amel-eylem âyetlerini okuyorlar ve buna rağmen
sıradaki diğer âyete geçip Kur’ân’ı okumaya devâm ediyorlar da amele-eyleme
geçmeyi düşünmüyorlar ve amel-eylem ile ilgili âyetleri aşırı yoruma boğuyorlar.
İyi de ameli ne zaman yapacaksınız?. Amel-eylemi, ilgili âyeti okuduğunuz anda
yapmıyorsanız, diğer zamanlarda niye yapasınız ki?.
Din, masa-başı olunca sözün
gücünün temsilciliği değil de, gücün sözünün temsilciliği yapılmaya başlanır.
Çünkü amelde-eylemde olunmadığından, kendilerinin herhangi bir güçleri
olmayacaktır. Hattâ hareket edecek mecâlleri bile bulunmayacaktır. Okuduktan
sonra, ibâdetten sonra eyleme geçildiğinde güç toplanabilecektir ancak. Yoksa
bilgi biriktirmek amelsiz olunca bir güç oluşturmaz. Amelsiz olunca o şeyin
ameleliği yapılır ancak.
Atasoy Müftüoğlu:
“İslâm’i düşünce, biriktirilen bir
düşünce değildir” der.
Mehmet Âkif Ersoy:
“Hayâta geçirmek var ya?. İşte bütün
mesele orada” der.
Aliya İzzetbegoviç:
“Kur’ân edebiyat değil, hayattır” der.
Yapılan şey sürekli “geviş
getirmek”tir. Fakat unutulmasın ki geviş getirmek “inek”lere mahsustur.
“Güzel
söz O’na yükselir, onu da sâlih amel/faydalı iş yükseltir” (Fâtır 10).
Eylem ile gerçeklik aynı
şeydir. Eylemi olmayan söylemlerin gerçekliği olmadığı için, doğruluğu da
sonsuz şekilde tartışmalıdır.
Kardeşlerim!, masa-başında yaptığınız
şeyler işe yaramıyor. Masa-başında Kur’ân’ın kelimelerinin analizini yaparak,
insanları-Dünyâ’yı mazlûmiyetten-perişanlıktan kurtarmayı düşünmek
zavallılıktır.
“Görmedin mi; onlar, her bir vâdide vehmedip
duruyorlar ve gerçekten onlar, yapmayacakları şeyleri söylüyorlar/konuşuyorlar” (Şuârâ 225-226).
Din/İslâm, neyin söylendiği
ile değil, neyin göze alındığı ile ilgilenir. Seyyid Kutup:
“Şurası bir gerçektir ki, bu
dînin hakîkatini, amelî metodundan ayırmak imkân hâricidir. Allah’a yemin
olsun ki, binlerce konferans, milyonlarca vaaz, yüzlerce kitap, milyonlarca
dergi, gazete, broşür aslâ İslâm’ın yaşandığı ve hâkim olduğu ufak bir mahalle
kadar etkili olamaz” der.
1.400 yıl sonra hâlâ “masa-başı
Kur’ân’ı anlama çalışmaları” yapılmasının nedeni, gerçekle yüzleşmekten
korkulmasıdır. Amele-eyleme dönmekten korkulmasıdır. Sürekli masa-başında
olmak, kişiyi korkaklaştırır zîrâ.
Kur’ân, hayâtın kesintisiz akışkanlığı ve dinamikliği
içinde nâzil olduğu için, onu masa-başında “yazılmış bir metin” gibi algılama
ve bu algıyla okuyup doğru anlama imkânı pek yoktur.
Kur’ân eyleme dönmediğinde
dile vurur vesselam.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Ağustos 2016
Selamun aleykum. Sizinla Allah rızası için görüşmem gerek. Bana lütfen https://www.facebook.com/serdarakka adresinden ulaşın. Allah razı olsun.
YanıtlaSilAleyküm selam.. Serdar kardeşim, facebook'um yok. Hotmail adresim: a_harun1974@hotmail.com. Vesselam.
SilELBETTE, KURANI KERİMİ OKUMAK doğru anlamak ve anlatmak istediği manaları yaşama yazmaktır.
YanıtlaSilhttps://www.facebook.com/photo.php?fbid=1680609905561463&set=a.1428438134111976.1073741827.100008374086757&type=3&theater
ONLAR YAŞAMLARIYLA ŞEHADET ETMEKTEDİR YA BİZ https://www.facebook.com/photo.php?fbid=1605910343031420&set=a.1428438134111976.1073741827.100008374086757&type=3&theater
YanıtlaSil