11 Ağustos 2016 Perşembe

Laiklik


“Elif, Lâm, Ra. (Bu bir) Kitap’tır (ki,) Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nûra, O güçlü ve övgüye lâyık olanın yoluna çıkarman için sana indirdik” (İbrâhim 1).

 

“Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzûru, millî dayanışma ve adâlet anlayışı içinde, insan-haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyâl bir hukuk devletidir” (Anayasanın 2. maddesi).

 

“Kimse, Devletin sosyâl, ekonomik, siyâsi veya hukûki temel düzenini kısmen de olsa, din-kurallarına dayandırmaz…” (Anayasanın 24. maddesi).

 

Görüldüğü gibi; anayasanın 24. maddesine göre lâik-seküler Türkiye Cumhuriyeti, kânunlarını dîne dayandıramaz. Yâni akıl ve bilimle uygun olduğunu söylediği kânunlara dîni karıştırmaz. İyi de; o zaman din niye lâikliği ve demokrasiyi kendisine karıştırsın ki?. Din, yâni İslâm dîni, -hâşâ- lâikliğin “şamar oğlanı”mı ki?. O hâlde hiç bitmeyecek olan bir savaş vardır: Din ve lâiklik savaşı.

 

“Lâiklik veya laisizm (Fransızca: Laïcisme); “Devlet yönetiminde herhangi bir dînin referans alınmamasını ve devletin dinler karşısında tarafsız olmasını savunan prensip”. Fransızca‘dan Türkçe‘ye geçmiş olan “lâik” sözcüğü, “din-adamı olmayan kimse; din-adamı dışında kalan halk” anlamına gelen Latince “laicus” sözcüğünden gelmektedir. Roma döneminde din-adamlarına “Clerici” din-adamı olmayanlara da “Laici” adı veriliyordu. Aynı terimin İngilizce karşılığı ise secularity olup, din ve devlet işlerinin ayrı tutulması anlamına gelir. Latince bir kelime olan “çağ” anlamına gelen “saeculum” kelimesinden geçmiştir. Sekülerizm Türkçeye lâiklik, çağdaşlaşma veya dünyevileşme olarak üç farklı terimle çevrilebilmektedir. Fransa‘da lâiklik için Laïcité (Laicisme) terimleri kullanılmaktadır. Kavramlar, her iki biçimde de cismi ve bilimsel olan ile soyut ve dinsel olanın birbirine karıştırılmamasını ifâde etmektedirler” (Vikipedi).

 

Yunancada laicus “câhil” demektir, yâni “hiç-bir şeyden anlamayan sokaktaki adam” anlamındadır. Yunancada laïkós, Latincede laicus, Fransızcada laïc şeklindedir. Yunancada laïcité “câhil-cühelâ, hiç-bir şeyden anlamayan man kafa” mânâsına gelir. Lâikler Hristiyanlıkta ruhban olmayan kitledir. Hayâtın her noktasında ve her ânında lâik yâni ruhban olmayan, ruhbana danışmak mecbûriyetindedir. Orta-Çağda bir insan lâikse yâni ruhban değilse, bırakın okumayı, yanında Kitab-ı Mukaddes’i bile taşıyamazdı, çünkü yasaktı. Kitab-ı Mukaddes’i okumakla bir tek râhip yükümlüdür ve sana okur, seni aydınlatır, tenvir eder. Dolayısı ile müslüman coğrafyada lâik olmak zımnen; “Kur’ân’dan uzak durmak” anlamına geliyor. “Uzak durun ve onun ne dediğini bilmeyin ki, böylece vahyin ilâhî kânun ve kurallarına göre değil, seküler devletin beşerî kânun ve kurallarına göre yaşayasınız” demeye getiriyorlar.

 

Yazının başında verdiğimiz âyetin bahsettiği “karanlıklar”, İslâm’î olmayan düşünce, ideoloji, felsefe, eylem, yönetimler vb.’dir. İslâm-merkezli olmayan, vahiy-merkezli olmayan ve sünnet-merkezli işlemeyen tüm izm’ler ve şeyler bâtıldır ve sonu karanlığa çıkar. İnsanlık târihinde ne zaman ki insanlar bu karanlık yollara girmişler ve istikâmetlerini şaşırmışlarsa, Allah merhâmetinden dolayı peygamberler ve vahiyler-kitaplar göndererek insanlığı bu karanlıklardan aydınlığa çağırmış ve sevk-etmiştir. Peygamberimizin vefâtından sonra karanlığın baskılanması -bâzı aksaklık dönemleri olsa da- Hz. Alin’in vefâtına kadar sürdü. Bu târihten sonra ise karanlık dönem Emeviler ile yeniden başlatıldı. Bilindiği gibi kan-emici vampirler ancak karanlıklarda yaşayabilirler. “Aydınlık” onları öldürür, yok eder. “Karanlığa” alışkın olan vampirler Güneş’in o muazzam ziyâsına ve Ay’ın nûruna katlanamazlar ve yok olup giderler. İşte Emeviler ile birlikte yer-altına gizlenmiş olan vampirler, aydınlıklar perdelenip karanlık bir ortam oluşunca hemen ortaya çıkıverdiler. Tabi alttan-alta aydınlığı temsil eden sahih bir damar da her zaman vâr-olagelmiştir. İşte; sözde “aydınlama” denilen karanlık dönem ile birlikte karanlık tüm yeryüzünü yeniden kuşatmaya başlamış ve hâlen bu karanlık devâm etmektedir. Modern dönemin karanlık ideolojisinin adı “lâiklik”tir.  

 

Laisizm, mecbûren karanlığı temsil eder. Onun doğasında karanlık vardır çünkü. Bir şeyin aydınlığı temsil etmesi için, herkesi aydınlatması gerekir. Meselâ Güneş, kimseyi ve hiç-bir şeyi ayırmadan herkesi ve her-şeyi aydınlatır. Laisizmin böyle bir misyonu da gücü de yoktur. Zîrâ vahyin ışığından-nûrundan mahrumdur. İşin ilginç tarafı; bu ideoloji ortaya atılıp uygulanmaya başladığından bêri insanlığın dertlerine bir dermân ol(a)madığı gibi, tam-aksine belâ olmuştur. Lâiklik sâdece; bu karanlığı ortaya atan vampirlerin işine yaramıştır ve yaramaktadır. Şeytan kontrôllü, tâğut işleyişli bu ideoloji, yine şeytana meta-fizik, tâğutlara ve onların uşaklarına ise fizikî hazlar sağlamıştır-sağlamaktadır. Halkın geneline ise, -buna lâikliği savunanlar da dâhil- bir faydası olmamıştır ve onları sâdece avutmuştur-avutmaktadır. Körü-körüne olan bu inanç, insanları hâlen oyalamaktadır. Bu oyun işe yaradığı müddetçe de lâikliği sürdüreceklerdir.

 

Laisizmin târifinde, “din ve devlet işlerinin ayrılması”; “herkese inanç özgürlüğü” gibi laflar edilse de, aslında lâiklik; “devlet işlerine dînin sokulmaması ve devletten uzak tutulması” demektir. İnanç özgürlüğünü getiren lâiklik değildir ki; onu İslâm getirmiş ve 1.000 yıl boyunca en iyi şekilde uygulamıştır. Lâiklik ise, söylediği gibi tüm inançlara eşit davranmaz-davranamaz. Bu tanımlar bu nedenle bir kandırmacadır. Tâğutlar ve uşakları, devlete dîni yâni adâleti, ilâhi kontrôlü, ahlâkı, merhâmeti, vicdânı, dolayısı ile Allah’ı ve Kur’ân’ı sokmayarak, kendi çıkarlarına yönelik istedikleri hükümleri çıkarmışlar, nefislerine göre kânunlar-yasalar hazırlamışlar ve tâğutların emirlerini yerine getirmişlerdir. Devlet işlerine dîni sokmamak demek, ahlâkı sokmamak, adâleti sokmamak, vicdan ve merhâmeti sokmamak, Kur’ân’ı sokmamak, Peygamberi karıştırmamak, Allah’ı dâhil etmemek anlamına gelir. Zîrâ dediğimiz gibi; vahyin nûru kan-emici vampirleri yakar ve yok eder.

 

Merhâmet olmadığında bir şeyden bir yarar ve fayda beklemek abestir. Merhâmet yok ise, merhâmetsizlik vardır. Merhâmetin kaynağı ise maddî değil mânevidir. O hâlde merhâmet demek mâneviyat yâni din demektir. Bu nedenle devlete dîni sokmadığınızda, merhâmeti de sokmamış olursunuz. Devlet işlerine merhâmeti dâhil etmediğinizde adâleti de dâhil edemezsiniz. Çünkü merhâmetsiz adâlet olmaz. Merhâmeti olmayanlar niye adâletli davransınlar ki?. Rûhun karışmadığı ve salt akılla yapılan işlerin sonu, lâikliğin ortaya çıktığı günden bêri yada dînin devlet işlerine karıştırılmadığından bu yana hep zulüm üretmiştir. Sünnetullahın gereği budur. Göklerdeki bir düzenin Dünyâ’da da oluşması için gökleri Düzenleyenin devleti de düzenlemesi gerekir. Aksi-hâlde kaos hiç bitmeyecektir ve sonunda büyük yıkım kaçınılmaz olacaktır:

 

 “O, iş-başına geçti mi (yada sırtını çevirip gitti mi) yer-yüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helâk etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez” (Bakara 205).

 

“Size isâbet eden her musîbet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. (Allah,) Çoğunu da affeder” (Şûrâ 30).

 

İslâm, Allah katındaki tek dindir. “Tüm dinler” dendiği zaman, İslâm’dan başkası bâtıl şirk dinleri olduğundan dolayı, devletin bâtıla ve şirke meydan verdiği anlamı da çıkar. Bu nedenle “lâiklik tüm dinlere aynı mesâfede muâmele eder” demekle, “lâiklik, bâtıl olana da hak olan gibi muâmele eder” denmiş olur ki, bu “bâtıla alan açmak” demektir. Bâtıla alan açmak ise, “zulme alan açılması” anlamına gelir. Lâiklik, İslâm’ı “tek hak din” olarak görmemek demektir. Oysa “Allah katında tek hak din yâni tek geçerli din İslâm’dır. Diğerleri bâtıldır, karanlıktır.

 

Lâiklik, insanın Allah’a; -hâşâ ve sümme hâşâ- “haddini bil” demesidir. “Senin yerin göklerdir. Oradan başkasına karışma” demektir. “Güneş’i tam zamânında doğur ve batır, rüzgarları estir, yağmurları yağdır.. fakat bizim işlerimize sakın karışmaya kalkma!” demektir. İşte Kur’ân’ın baştan sona “affedilmeyecek” dediği günah olan şirk budur. Şirk, işe Allah’ı karıştırmamak demektir. Hattâ şirk, Allah’ı işe, tam anlamıyla karıştırmamak da demektir. Allah’ı işe “az-biraz karıştırmak” da şirktir. Şirk Allah’a îman etmeme, güvenmeme, O’na teslim olmama demektir. Zâten O’na teslim olunmadığında O’ndan başka her-şeye teslim olunmaktadır.  

 

Lâikliğin batı’ya faydası olmuş olabilir. En azında maddî faydası olmuştur. Yoksa batı bir cehâletten, başka bir cehâlete, bir zulümden başka bir zulme dönmüştür lâiklikle. Yâni batı, lâiklikten önce hak üzere değildi ki haktan sapıp da başka bir sapıklık olan lâikliğe geçmiş olsun. Tabî ki lâik olmayanları istisnâ ediyoruz. Lâikliğin, batı’ya maddî bir getirisi olduğundan, batı lâikliği benimsenmiştir. Fakat bu benimseyişin bedeli, ahlâktan vazgeçmek olmuştur. Ahlâktan vazgeçince de yine farklı bir karanlığa düşmüştür. Demek ki lâikliğin başı da sonu da batıldır, karanlıktır. İlk düğme yanlış iliklendiğinde diğerleri de mecbûren yanlış iliklenmektedir. Yûsuf Kaplan:

 

“Şunu bileceksiniz: Lâiklik, bize âit bir tecrübe değildir. Fransa’dan ithâl edilmiş, İngilizler tarafından dayatılmış bir ideolojidir. Bir deli gömleğidir. Toplumun İslâm’la ilişkisini bitirmeyi amaçlayan bir tasma, bir sopadır. Ve yaklaşık bir asırlık süreçte de tasma ve sopa olarak kullanılmıştır” der.

 

Şükrü Hüseyinoğlu ise şöyle der:

 

“Bu tür yanlış anlayış ve inanışlarla insanlar, Yüce Allah’a (hâşâ) had bildirmeye, sınır koymaya kalkışmışlardır. Yoktan yaratmış olduğu insana, yeryüzüne ve tüm varlığa ölçü ve sınır koyan, hükmeden ve belirleyen hâkim bir Allah inancı yerine, insanlar tarafından tanımlanan, insanların kendisi için sınır belirlediği, neye karışıp neye karışmayacağını insanların karara bağladığı mahkûm bir Allah inancı yerleşik hâle getirilmiştir. Bu yanlış inançları şöyle sıralayabiliriz:

 

1-Kâinâtı yaratıp (hâşâ) köşesine çekilmiş, hayâta müdâhil olmayan Allah inancı. Yunan filozoflarının inancı da, bugün onların yolunu sürdüren hâkim batı kültürünün yaklaşımı da budur. Laisizmin kaynağı da bu anlayışa dayanmaktadır. Oysa Rabbimiz, yarattıklarını başıboş bırakmadığını, onları her-an gözetlediğini bildirmekte, peygamberler ve kitaplar göndererek insanlara yol göstermekte ve insanları Hesap Günü Dünyâ’da yapıp-ettiklerinden hesâba çekeceğini bildirmektedir.

 

2-Kendisine kolay ulaşılamayan, uzak olan Allah inancı. Oysa Rabbimiz kendisinin bize şah-damarımızdan da yakın olduğunu bildirmektedir: “Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız” (Kâf 16).

 

3-“Gök Tanrı” inancı. Yâni sâdece gökleri idâre eden bir Allah inancı. Oysa Rabbimiz bir-çok âyet-i kerîmede kendisinin göklerin, yerin ve ikisinin arasındakilerin Rabbi olduğunu beyân etmekte (Bkz.: Sâffât, 37/5; Nebe’, 78/37) ve “Yaratmak da, emretmek de Allah’a âittir” buyurmaktadır. (A’raf 54. âyet).

 

4-Hep affeden, sâdece merhâmet sâhibi olan Allah inancı. Oysa Rabbimizin affı gibi cezâlandırması da olduğunu, Rahman ve Rahim olduğu gibi Kahhar ve Muntakim de olduğunu Kur’ân bize bildirmektedir. Rabbimiz Kur’ân’da kendisini şöyle tanıtmaktadır:

 

“Bilin ki, Allah gerçekten cezâsı pek şiddetli olandır. Ve Allah bağışlayandır, esirgeyendir” (Mâide 98).

 

“Sana söylenen şeyler, senden önceki elçilere söylenenden başkası değildir. Şüphesiz, Rabbin, hem elbette mağfiret sâhibidir, hem de acı bir azab sâhibidir” (Fussilet 43).

 

Bizler, Rabbimizi, Kitab-ı Kerim’inde bize kendisinin tanıttığı gibi tanır, öylece îman ederiz. Yaratmanın olduğu gibi, emretmenin de O’na âit olduğuna îman ederiz. O’nun sâdece göklerin değil, yerlerin de Rabbi olduğunu, sâdece mâbedlerin değil, çarşı-pazarın ve parlamentoların da Rabbi olduğunu biliriz, bu akideyi yeryüzüne hâkim kılmaya çalışırız. Rabbimizin bize şah-damarımızdan da yakın olduğu bilinciyle ancak O’na yönelir, duâda ve ibâdette aslâ aracılara tevessül etmez, hanifler ve muhlisler olarak yüzümüzü ancak O’na doğrulturuz. İzzeti ancak O’nun yanında arar, O’ndan başkasını rabb ve ilah edinmekten titizlikle sakınırız”.

 

Lâiklik, Peygamberi de ara kablosuna çevirip işlevsiz hâle getirir. Hâlbuki Peygamberimiz, “usvet-ül hasene”dir. Yâni güzel örneklik:

 

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde güzel bir örnek vardır” (Ahzab 21).

 

Lâiklik, bu “güzel örnek”ten mahrum kalmak demektir. “Güzel örnekten” mahrum kalanlar, kötü çirkin örnekliklere kapılırlar ve sonuçta da kötülükle ve çirkinlikle karşılaşırlar.

 

“Kur’ân’da lâikliğe aykırı bir âyet var mı” diyorlar. Kur’ân’daki âyetlerin tamâmı lâikliğe aykırıdır. Zîrâ Kur’ân bir hayat kitabıdır. Kur’ân’ın sistemi, “insan-merkezli olana reddiye” şeklinde değildir. Kur’ân ideolojilere karşı bir anti-tez kitabı değildir. O, hakkı ortaya atar ve tüm bâtıllar yok olur gider. Lâiklik de dâhil.

 

“İnsan ile Allah arasında kimse giremez “diyorlar. Bu tanımı nereden alıyorlar?. İnsan ile Allah arasına her-şey girer. Fakat sorun, bu araya girenleri ilahlaştırmaktır. Bu sözü söyleyenlerin Allah ile kendileri arasına sokmadıkları hiç-bir şey yoktur. Bir tek dîni sokmuyorlar. Parlamentodakilerin tamâmı ve parlamentodan çıkan hükümlerin tamâmı Allah ile insan arasındaki aracılardır. Allah ile kul arasına aracı sokmamak hedefi geri teperek, “sonsuz aracılar” olarak tezâhür etmiştir.

 

  Lâiklik hakkında bâzı sözler:

 

“Bir kimse Din ile Devlet işlerinin ayrı olduğuna inanırsa, savunursa, veya onun için çalışırsa; ve bu inanç içinde Allah için Kâbe’ye gidip Hac fârizasını yerine getirirken Kâbe’nin duvarının dibinde ölse bile, o bu inanç sebebiyle ebedî kâfirdir!” (İmam-ı Gazali: el-Minkudu mined-dalâl).

 

“Sizler Allah’ın dâvetine değil de, Allah mı sizin dâvetinize icâbet edecek?. Bu ne kadar safça, bu ne kadar aptalca bir beklen­tidir böyle!” (Mehmed Alagaş).

 

“Din ile devletin ayrılması yahudilik ve müslümanlıkta imkânsızdır. Çünkü her iki din, insanların yirmi dört saatini ayarlar. Sâdece devletle olan ilişkilerini değil, özel hayatlarını, nasıl yiyip-içeceklerini, nasıl temizleneceklerini, karı-koca arasındaki ilişkiyi ve tabî ki devletle olan ilişkiyi belirler” (İlber Ortaylı).

 

“Müslüman bir toplumda dînin devletten ayrıl­ması sâdece diktatörlüğe yol açar. Bu diktatörlük “çağdaş devlet” adı altında yutturulur. Aynı-zamanda bize ideâl olanın dîni devletten ayırmak olduğu­nu öğretenler kendi ülkelerinde öyle yapmamaktadırlar. Meselâ İs­rail… Bu devleti kuranlar peygamberlerinin ismini takmışlardır devletlerine” (Fehmi Şinnâvî).

 

“Eğer ümmet böyle (lâik) bir hükümeti seçip hoşnutlukla kabûllenirse, bana göre kesinlikle dinden çıkar. Bundan [dinden çıkıldığından] şüphe eden de dinden çıkar. Tevbe edip, dînî hüküm ve dînî yönetime dönmedikleri [dönmek gerektiğini kesin olarak kabûl etmedikleri] sürece müslüman sayılmazlar” (Şeyhu’l-İslam Mustafa Sabri Efendi).

 

“Kur’ân ve Sünnet nassları, İslâm dîninin hem Dünyâ hem de âhiret maslahatlarını câmi olduğuna ve bunların ahkâmına açık bir şekilde delâlet etmektedir. Bu îtibarla, dîni devletten ayırmaya çalışmak açıkça küfürdür” (Zâhid el-Kevserî).

 

“Lâisizma, bizzat hristiyanlığa karşı tehdit edici bir engel değil, ruhânî nüfuzdan faydalanarak Dünyâ’yı idâreye kalkan papazların nefslerine karşı bir mâniadır. Bizde ise bunu, doğrudan-doğruya dîni dünyâdan ayırmak mânâsına alıyorlar. Bu işde ne muazzam bir canbazlık yapılıyor. Din, bizzat dünyâ-hükümlerine mâlik olunca onu ya topyekûn red ve nefyetmek, yâhut kabûl etmek mümkündür; herhâlde Dünyâ’dan ayırmak mümkün değildir. Dîni hem kabûl, hem de Dünyâ’dan ayrı mütalâa etmek, bütün mevcutları yaratan Allah’ı tasdik ettikten sonra, onun Dünyâ’ya karışmayacağını iddia etmektir ki, bu da abeslerin ve muhâllerin şâhı olur” (Necip Fazıl Kısakürek).

 

Lâiklik, “din ile devletin ayrılması” değildir. Dînin devlet denetimine alınmasıdır. Bu, dînin bertarâf edilmesi demektir. Oysa İslâm’da devlet; “din-u devlet”tir. Din siyâsete âlet edilmemelidir; tam tersine, siyâset dîne “âlet” edilmelidir. Lâiklik, “dîni millîleştirme” girişimidir ki, meselâ lâiklik kapsamında ezan Türkçeleştirilmiştir. “Türkçe ibâdet” tartışmaları başlatılmıştır. Lâiklik bir “inanç” şeklidir. Seküler inanç şekli.

 

Devlete bağlı olan dinler, devletin yıkılmasıyla yıkılır gider. Din devlete değil, devlet dîne bağlı olmalıdır. Din Allah’ın olduğu için yıkılmaz, bir-çok devlet yıkılsa bile.

 

Allah katında din İslâm’dır. Daha doğrusu tek hak din İslâm’dır: “Hiç şüphesiz din, Allah katında İslâm’dır... (Âl-i İmran 19). Bu yüzden diğerleri mecbûren bâtıldır. Fakat lâiklikle birlikte tek hak din olan İslâm ile, bâtıl olan dinler -sözde- eşit duruma getirilmiştir. Lâiklik, İslâm ile diğer dinleri eşitleyerek hem İslâm’ı aşağılamıştır, hem de “çok dinli” bir yapı kurarak izâfi bir din algısı oluşturmuştur. En ilginci ise, “müslüman” olduğunu söyleyen bâzı kişiler, aynı-zamanda, İslâm’ı diğer dinlerle eşit hâle getiren lâikliği benimseyebilmektedir. Eğer bu durum bir cehâlet değilse, … tir.

 

Lâiklik, aslında “dinleri dışlayarak ve hakir görerek” eşitlemektedir. Bu tür bir eşitliği de “onların saygınlığını korumak” olarak yorumlamaktadır. Fakat en çok da İslâm’ı hakir görür. Zîrâ hayâta karışan yâni lâikliğe kafa tutan tek din İslâm’dır. Bir plân ve proje kapsamında, İslâm’ı “dinlerden bir din” olarak göstermek ve böylece diğer dinlerle aynılaştırmak ister.

 

Bilindiği gibi lâiklik, batı’da ruhbanlara karşı çıkarılmış ve yürürlüğe konmuş bir ideolojidir. İyi de bunu İslâm’a niye uyguluyoruz ki?. İslâm’da ruhbanlık yoktur ki onlara karşı lâikliği ortaya koyarak görece bir düzen oluşsun. Ruhbanlığa karşı îcad edilmiş olan lâiklik batı’da görece bir yarar sağlamış olabilir fakat ruhbanlık kurumu olmayan İslâm’ın lâikliğe ihtiyâcı yoktur ve lâiklik ona zarar verir.

 

Lâikler, Müslümanlara; “dîni kendi çıkarları için kullanıyorlar” diyorlar, tabî ki de dîni kendi çıkarım için kullanacağım. Fakat helâl yönden hem dünyevî çıkarım için hem de âhiretteki çıkarım için. Asıl, onlar lâikliği kendi çıkarları için kullanıyorlar. Lâiklik zâten çıkar için ortaya konmuştur. Fakat “sâdece bâzılarının çıkarları” için. İşte din, bu çıkarların önüne geçer. Vahiy-merkezli din ise, “çıkar-merkezli” kullanılamaz. Sahih din, yâni vahiy/sünnet-merkezli din, “sâdece birilerinin çıkarı için” kullanılmaya müsâit değildir. “Herkesin ortak çıkarı” için gönderilmiştir din.  

 

“Sizin dîniniz size benim dînim banadır” âyeti, “fakat merâk etmeyin, benim dînim iktidâr istemiyor” demek değildir. Bu, “zorla kimseyi dîne sokamayız” demektir. Yoksa İslâm, hayâta hâkim olmak isteyen ve hattâ bunu şart koşan bir dindir.

 

“…İşleri aralarında şûrâ iledir..” (Şûrâ 38) âyeti var. Şimdi bu şûrâya din ve dindarlar-müslümanlar katılamaz m?. Onlar da din-merkezli görüşlerini bildiremezler mi?. Evet; lâikliğe göre bildiremezler. Bildirseler de ve görüşleri muazzam görüşler olsa da yazının başında bahsettiğimiz 24. maddeye göre bu görüşler kâle alınmaz lâiklik gereği. 

 

Lâiklik, Kur’ân’ı kat-kat sarmalayıp yüksek bir yere asmanın moderncesidir. Dînin alanı, lâiklik tarafından sınırlandırılamaz. Hiç-bir şey tarafından sınırlandırılamaz. Aslolan dindir çünkü. Unutulmasın ki Peygamberimiz hem din hem de devlet başkanıydı. Lâikliğin doğasında bir bozukluk vardır. O bakımdan ondan bir hayır gelmez.

 

Hiç kıvırmaya gerek yok; lâiklik, “dinsizlik” demektir. “Çok-dinlilik” de bir çeşit dinsizliktir. Zâten Ziyâ Gökâlp de; Fransızca olan “lâik”in karşılığı için, Türkçe kelime olan “lâ dînî” yâni “dînî olmayan” kelimesini kullanmıştır.

 

Lâiklik “genel bir din düşmanlığı” değil, “koyu bir İslâm düşmanlığı”dır. Tüm dinlere eşit mesâfedeyken, İslâm’ı ise olabildiğince dışlamak ve yok etmek ister.

 

Lâikliğin bir tanımı olarak, “devlet tüm dinlere eşit mesâfededir” sözü İslâm ve müslüman bir ülke açısından yanlıştır. Çünkü Kur’ân’a göre tek hak din İslâm’dır ve zâten peygamberler de bu tek hak din olan İslâm’ı diğer dinlere hâkim kılmak için gönderilmişlerdir:

 

“Hiç şüphesiz din, Allah katında İslâm’dır…” (Âl-i İmran 19).

 

“Ki O, elçilerini hidâyetle ve hak din ile, diğer bütün dinlere karşı üstün kılmak için gönderdi. Şâhid olarak Allah yeter” (Fetih 28).

 

“Elçilerini hidâyet ve hak din üzere gönderen O’dur. Öyle ki onu (hak din olan İslâm’ı) bütün dinlere karşı üstün kılacaktır; müşrikler hoş görmese bile” (Saff 9).

Lâiklik yanlısı olanlarla olmayanlar arasındaki tartışma, “İslâm’ın sâdece şahsî bir din mi yoksa sosyâl ve siyâsî hayâta doğrudan müdâhale eden bir din mi” olduğu sorusunda düğümlenmektedir. Lâiklerin önünde duran en büyük güçlük, imkânsız olan bir şeyi, yâni Hz. Muhammed’in bir kânun koyucu ve siyâsî bir lîder olarak hareket ettiği zaman dînî bir faaliyet göstermediğini ve lâik bir tutum içinde olduğunu ispât etmek zorunda kalışlarıdır. Bunu yapamadıkları için -ki aslâ yapamazlar- Peygamber’in güzel örnekliği olan sünnetini inkâr etmek yoluna girmişlerdir. Lâik olmak için dinden arınmak gerekir. Lâiklik zâten “lâ dînîlik”tir. Ziya Gökalp lâikliği “lâ dînîlik” olarak tanımlar.

 

Lâiklik müslüman Türkiye’ye çok-çok dar gelen bir gömlektir. Buna rağmen giydirilmeye çalışılan bu gömleğin sık-sık düğmeleri kopar ve hattâ yırtılır.

 

Lâiklik, İslâm’ın yokluğu hâlidir. Karanlığın, “aydınlığın yokluğu hâli” olması gibi. İslâm geldiğinde lâiklik orada bulunamaz.

 

Lâiklik, “îman ve amelin birbirinden ayrılması”dır.

 

Lâiklik, “halka rağmen halk için yapılan” şeydir.

 

Lâiklik, Allah’a; -hâşâ- “bu sınırı geçemezsin” diyerek bir sınır çizmektir.

 

Lâiklik; dindarlığın, hayâtın her alanında değil, sâdece câmide yapılabileceğini söyleyen şirk ideolojisidir. 

 

Lâiklik, “taşeronluğunu tâğutların yaptığı şeytanın iktidârı”dır vesselam.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ağustos 2016

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder