“Ey îman
edenler, âdil şâhidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa
olan kîniniz, sizi adâletten alıkoymasın. Adâlet yapın. O, takvâya daha
yakındır. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan
haberi olandır” (Mâide 8).
Türkler dinlerini Araplardan ziyâde Îran’lılardan
öğrenmişlerdir. İslâm Türk’lere, Samâniler aracılığı ile Fars imbiğinden
geçerek ulaşmıştır. Bu nedenle de Türk-İslâm anlayışı, bâtınilik/tasavvuf-merkezlidir.
Zâten Mekke ve Medîne’de tasavvufa-bâtıniliğe rastlayamazsınız. Îran’ın dinleri
ile tasavvuf arasında fazla bir fark yoktur. Hint dîni ile büyük benzerlik
gösteren Îran dinleri, Türklerin kadim dinleri-felsefeleri olan “gök-tanrı” ve “Şamanizm”
ile de büyük benzerlikler gösterir. Bu dinlerin etkileri hâlen de yürürlüktedir
ve halkın din diye peşinden gittiği hurâfeler, Îran dinleri ve
Şamanizm-merkezlidir. Hattâ Türklerin büyük târikat-tasavvuf lîderleri ve âlimleri
olan Bahauddin Nakşıbendi, Abdulkadir Geylâni, Gazzâli, Celâleddin Rûmi vs. hep
Îran ve o bölgelerde yetişen kişilerdir. Bu kişiler, İslâm’ı eski dinlerin
düşüncelerin de bir sentezi ile birlikte getirmişlerdir Türklere ve Türkiye’ye.
Bu nedenle olsa gerek, Türklerin Araplarla pek sıkı ilişkileri olmamıştır. Tabi
Selçuklu ve Osmanlı nedeniyle onları tâbi olarak kabûl etmişlerdir. Zîrâ bu devletler
zamânında İslâm’ın merkez şehirleri olan Mekke ve Medîne bile Osmanlı kontrôlünde
olduğundan, buralar da Osmanlı toprakları olarak görülmüştür.
Fakat 18. yüzyıl ile birlikte batı’nın görece
yükselişe geçtiği zamanlarda bir batı-hayranlığı oluştu ve bu durum Osmanlı’nın
tasfiye edilip batı zihniyeti merkezli Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda ve zâten
başta İngiliz’lerin de bastırmasıyla Arap ve Ortadoğu ile ilişkiler neredeyse
tamâmen kesildi. Cumhuriyetle birlikte doğuya ve ümmete kapanan Türkiye, batı-merkezli
bir düşünce içinde olduğundan, sürekli ihânet gördüğü batı ile ilişki içine
girdi. Bu lâiklik ve demokrasinin oturtulması için şarttı. Fakat dibimizdeki
orta-doğudan uzaklaşmış olduk ve 2010 yılına kadar bir-çok şeyden mahrûm
kaldık.
Araya fitne sokarak Türkleri Araplardan ve doğudan
uzak tutmak isteyen batı’lılar, dîni aynı olan iki toplumu, attıkları iftirâlar
ile iyice uzaklaştırdılar ve artık Türk toplumu da Arap düşmanı oldu çıktı.
Halifeliğin kaldırılması batı’nın isteği ve zorlamasıyla olmuştur. “Çimento”
işlevi gören halifelik kalkınca Osmanlı/Türk’ün müslüman-dünyâ ile ilişkileri
kesilecek, İslâm-dünyâsı zayıflayacak ve sonunda da müslüman-coğrafyada bulunan
yer-altı ve yer-üstü zenginlikler bir baskı ile karşılaşılmadan batı tarafından
kolaylıkla sömürülebilecektir ve de aynen böyle olmuştur. Fakat bu projenin
tutması için milletleri bir-birine düşman etmek gerekiyordu ki bunu da çeşitli
söylemler ile gerçekleştirdiler. Meselâ Türklere: “Arap’lar sizi arkadan
vurdu/vuruyor” derlerken; Araplara da: “Bu Türkler de dinden çıktı ve sizi
kendi hâlinizde savunmasız bıraktı” dediler. Bunu uzun zamandır sünnî-şii
düşmanlığı olarak da devâm ettiriyorlar. İslâm-dışı (seküler) öğretiler ve
kültürle bu düşünceler ve düşmanlıklar çok kolay oluşturulabildi.
İslâm-dünyâsının hâl-i pür melâlinin nedeni budur (birliğin bozulması). Gerisi
hikâye. Şükrü Altın:
“Araplar bizi arkadan’ vurdu söylemi târihi safsatadır. Bunu yönümüzü batı’ya
dönmemiz için söyleyenler ayrıca gaflet içerisindedirler. Bizi arkadan vuran,
vatanımıza, bayrağımıza, toprağımıza, malımıza, nâmusumuza, onurumuza, birliğimize
kast eden her zaman “haçlı batı” olmuştur. Bu târihte de böyleydi, şimdi de
böyle. Batı’lı haydutları dost belleyip Arap kardeşlerimize sırt dönmek târihi
olduğu kadar stratejik de bir hatâdır. İstiklâl harbinde Anadolu insanıyla
berâber düşmana karşı göğüs-göğüse çarpışan Araplar vardı, Çanakkale’yi
geçilmez kılan Araplar vardı, bizlere duâlarını gönderen Arap analarımızın
yanı-sıra maddî anlamda yardım gönderen binlerce Arap kardeşimiz vardı. Bunları
yok sayarak ‘Araplar bizi arkamızdan vurdu’ demek târihi bir söylem değil,
ideolojik bir safsatadan ileriye gitmez” der.
Tek-parti döneminde yaklaşık 25 yıl boyunca haccın
yasaklanması da bu yüzdendir. Lâik kesim bu nedenle hacca uzaktır. Hacca
gitmeyi; “Araplara para yedirmek” olarak görürler. Hâlbuki hac, Allah’ın bir
emridir ve çok eski bir ibâdet şeklidir. Pâris’e gitmeyi hacca gitmekten üstün
görenler nedense “Fransız’lara para yedirdikleri”nden rahatsız olmazlar.
Evet; bu bir zihniyet değişimiydi ve müslümanların
daha önceleri kardeş gibi yaşadıkları ülkelerle ve bu ülkelerin âlimleriyle
arası kopmuştu. İrtibat 70’li yıllardan sonra hızlandı, 80 ile 90 arası da
tavan yaptı. Bu nedenle bu âlimler ve bahsettikleri düşünceler “ithâl” değildirler.
Cumhuriyet ve tek-parti döneminde ilmî alanda da bir
kopuş olmuştur. Ümmet bir zamanlar İslâm’ı yeniden Dünyâ’ya hâkim kılmak için
birlikte çalışmışlardı. Bu nedenle birilerinin zannettiği ve sürekli dile
getirip durduğu gibi İslâm’cılık ithâl değildir. Cumhuriyet’in Arap ve doğu
düşmanlığı nedeniyle uzunca bir süre kopan ilişkinin, bir-süre sonra yeniden
irtibat kurularak canlandırılması ameliyedir. Mevdûdi, Seyyid Kutup, Ali Şeriati
vs. ile “ümmet fikri”nin yeniden canlanması amaçlanmıştır. Hamza Türkmen:
“1980 ihtilâli yapıldığında Devlet, evrensel Kur’ân bütünlüğünde hayâtı
yorumlayacak İslâmî yayınları ‘kökü dışarıda’ olarak nitelendiriyordu. Ama
klâsik, mezhebî, millî dindarlık düzeyindeki yayın faaliyeti herhangi bir
engelle karşılaşmıyordu” der.
Yâni, Seyyid Kutup, Mevdûdi, Şeriati ithâl de; Robinson Crusoe, La
Fontaine, Dostoyevski, Tolstoy vs. ithâl değil mi?. Asıl ithâl olanlar bunlardır.
Bir şeyin yada kişinin ithâl olmasının, öz-güveni sağlam olan İslâm ve müslümanlar
için bir önemi yoktur. Fakat lâik dönemde Arap ve doğu ülkeleriyle irtibâtın
kopartıldığı gibi, bu ülkelerin âlimleri ile de irtibat koparıldı ve din baskılanmış
olduğundan ve zâten 1.000 yıldır kullandığı alfabesi değiştirildiğinden ve halk
bir gecede câhil bırakıldığından dolayı cılız bir İslâm’i anlayış oluşturulmuştu.
İşte 70’li yıllarla birlikte başlayan ve 80’lerin sonunda zirve yapan bu
âlimlerin “İslâm’cılık ve ümmet” düşüncesini anlatan tercüme kitaplar ithâl
değildir. “Ümmet” denildiğinde bir ithâllikten bahsedilmesi abes olur. İlyas
Dönmez:
“Kitaba açlık vardı. Bu kitaplarla Dünyâ’yla irtibat kurduk. Türkiye
içine kapanmıştı. Batı klâsikleri dışında, MEB çevirileri dışında kitap yoktu.
1985-95 yılları arası âdeta altın çağ oldu. Yoğun bir okuma, yoğun bir
yayıncılık faaliyeti vardı” der.
Ümmetin 1/3’ünü oluşturan Araplar da ümmetin bir parçasıdır.
2005 yılından bu yana krizin görece teğet geçmesinin ve Türkiye’deki
zenginlerin ekonomik alanda çok fazla hırpalanmamasının (garibanlar her zaman
ve her şartta hırpalanırlar) nedeni Arap sermâyesidir. Daha önce, Arapların
parasını; petrôlünü yiyenler yiyordu. Çünkü Araplar ilişki hâlinde olmadıkları
Türkiye’de yatırım yapmıyorlardı. Zîrâ batı’lılar bizi Araplardan uzak
tutarlarken, kendileri sıkı-fıkı oluyorlardı ve her türlü ticâri ilişkileri de canlıydı.
Türklerin Araplardan uzak durmayı çabuk
benimsemesinin ve Araplardan uzak durmasının nedeni “din”dir. Bâzı yönden doğru
olmakla birlikte batı tarafından pohpohlanan; “Osmanlı’nın yanlış bir din
inanışı olduğu için batı’dan uzak kaldık ve sonra da yenilgiler yaşadık ve geri
kaldık” düşüncesinde olanlar “günah keçisi” olarak dîni gördü. Dîne düşman olununca
da İslâm dîninin çıkış-yeri ve merkezi olan Mekke ve Medîne-merkezli Arap ve
doğu düşmanlığı da başlamış oldu.
Yine birileri de, Arapların gece-gündüz âlem
yaptıklarını, oryantâl danslar eşliğinde ülkelerini batı’lılara sattıklarını
zannediyorlardı ve bu nedenle Arap gıcıklığını sürdürüyorlardı. İsrâil’in
Filistin işgâlini, “Filistinliler topraklarını onlara sattılar ve topraklar
İsrâillilerin oldu” zannediyorlar. Bu düşünüş aslında, batı’lıların ve İsrâil’in,
başta Türkler olmak üzere müslümanları kandırmak için uydurduğu ve yaptıkları
haksız-hukuksuz işgâllerini gizlemek için uydurdukları palavralardır. İşin
gerçeği İsrâilliler ve batı’lılar, Filistinlileri çok-çok ucuz fiyatlarla
topraklarını İsrâillilere satmaya zorlamışlar ve hattâ onları zorunlu
sürgünlere göndererek topraklarına çökmüşlerdir. Satın alınan topraklar
yüzölçümün 1/1.000 bile değildir ve hiç-bir ülkeye, toprakları satın alınarak
sâhip olunamaz.
Zamânında ehliyet almak için gittiğim sürücü kursunda
birine, Arabistan’da ehliyet nasıl alınıyormuş biliyor musun” diye oradaki
ehliyet alma şeklinden bahsedeceğim sırada, “bana sakın Araplardan bahsetme”
diyerek Arap-düşmanlığını göstermişti. Tabi bu kişinin sol kökenli lâik biri
olduğunu söylemeye gerek yok.
Tüm bu yapılanlar, ümmeti bölmek için uydurulan
şeytan-işi politikaların bir sonucudur ve sâdece Türklerle Araplar arasında
değil, diğer İslâm ülkeleri için de geçerlidir. Hattâ bu ayrışmayı en çok da
mezhepler üzerinden yapmışlardır ve yapmaktadırlar. Bu durum ümmetin parçalanmasına
neden oluyor ve “bizi” zayıflatıyor. Zâten baktığımızda başta müslümanların
ülkeleri işgâl altında bombalanıyor ve en çok da müslümanlar ölüyor. Ümmet
birbirini ayrı ve yabancı gördükçe bu zulüm bitmeyecektir. Ümmet ve insanlar
arasında çeşitli nedenlerden dolayı oluşturulan sûni ayrılıklar Kur’ân’da yasaklanmıştır.
Arapları, Afrika’lıları, doğuluları “uzak durulması gereken yabancılar” olarak
görmek yanlıştır. Zîrâ Kur’ân’da bu farklılıklar “âyet olarak” söylenir:
“Göklerin
ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması, O’nun âyetlerindendir.
Şüphesiz bunda, bilenler için gerçekten âyetler vardır” (Rûm 22).
“Ey
insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve ‘birbirinizi
tanımanız ve tanışmanız’ için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık.
Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk, renk, soy ve
servetçe değil) takvâca (samîmiyet ve sorumluluk bilincinde) en ileride
olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucurât 13).
Bu düşmanlığı ve gıcıklığı ortaya çıkaran şey, ulus-devlet
ve milliyetçilik-ırkçılık düşüncesidir. Bu tutumdan vazgeçmediğimiz müddetçe
her tülü oyuna, sömürüye darbeye vs. açık hâlde kalmaya devâm edeceğiz. Allah
Kur’ân’da bizi bu tür ayrışmalardan şu şekilde sakındırır:
“Allah’a ve
Resûlü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız,
gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 46).
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ağustos
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönderme