Pragmatizm, modern insanı tutuklamış olan bir felsefedir.
Öyle ki, modern insan sonunda bir fayda-haz duymadığı şey ile ilgilenmiyor
artık. O şey, ancak başarıyla sonuçlanacağı kesin ise ilgisini çekiyor. Riskli
olan ile hem ilgilenmiyor hem de riskli olandan çok korkuyor. Fakat unuttuğu
şey şudur ki, sünnetullah gereği hiç-bir şey, ilk denemede başarılı olmaz. Mutlakâ
bir eksiği-gediği kalır. Bu, kulun Allah olmadığını görmesi içindir. Zîrâ mükemmeli
bir-anda ancak Allah yapabilir. Yâni insan ilk denemede mutlak olarak başarılı
olamaz. Bir şey ancak, en azından bir-kaç aşamadan-denemeden sonra en ideâl
duruma gelebilir. Zâten işin bedeli de budur. Bu bedel uğruna çekilen
sıkıntılardır nihâyetinde başarıyı getiren. Allah o azmi gördüğünde başarıyı
verir. Bu durum her alanda olduğu gibi dîni alanda da aynıdır.
Dîni alanda; “zafer değil sefer odaklı olmak gerekir”
sözü doğru ama eksiktir. Bir şeyin başarılı sonuç vermesi insanı sevindirir
ama, dindeki amaç sâdece; “tek dünyâlı olanların mutlak başarı hedefi” gibi
değildir. İslâm, amaca giden yolları da, sonu başarısız olsa da bir başarı ve
artı-değer olarak görür. “Hâkim hükmünde isâbet ederse iki sevap, yanılırsa tek
sevap kazanır” denir. Yâni bir konuda kişinin niyeti samîmi ise, yanıldığında
bile Allah onu artı bir değer olarak kabûl ediyor. Fakat İslâm’ın bir hedefi
vardır ve Allah bu hedefe ulaşılmasını ister. Kur’ân bir hedefe ulaşmada hem
hedefi söyler, hem de metodu açıklar:
“Allah,
içinizden îmân edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vaâdetmiştir: Hiç
şüphesiz onlardan öncekileri nasıl güç ve iktidâr sâhibi kıldıysa, onları da
yer-yüzünde güç ve iktidâr sâhibi kılacak, kendileri için seçip beğendiği
dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından
sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve
bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır.
Dosdoğru namazı kılın, zekatı verin ve elçiye itaat edin. Umulur ki, rahmete
kavuşturulmuş olursunuz” (Nûr
55-56).
Modern müslümanlar, sürekli sefer hâlinde kalmayı
yeğlemeye başladılar. Bu durum, gayr-i İslâmî olana alan açıyor. Sürekli sefer
hâlinde olunmalıdır fakat sürekli sefer hâlinde kalınmamalıdır. Sürekli sefer
hâlinde kalmanın da bir anlamı yoktur. Zîrâ sürekli sefer hâlindeyken yâni
hedefe ulaşılmamışken, hedefin gerekçesi sürer gider. Belki birileri henüz
hedefe ulaşılmamış olduğundan dolayı çeşitli sıkıntılar çekmektedir. “Ancak
hedefe ulaşıldığında giderilebilecek” iyiliğe geç kalınmış olur.
İslâm bir oyun ve oyalanmaca değildir ki “hedef” (sonuç)
küçük görülsün ve “biz sürekli sefer (ilke) hâlinde kalalım da”.. gibi laflar
edilsin. Sürekli sefer hâlinde olmak, sürekli bir hedefe kilitlenilmiş olmak
demektir. O hedefi yakalamak seferin gâyesidir. Seferde olmanın bir gâyesi
vardır yâni. Zâten peygamberler de bu hedefi (sonuç) gözeterek mücâdele etmişlerdir.
Yoksa İslâm, bâzı dinler-felsefeler gibi hedefi ve bir amacı olmayan “boş
laflar dîni” değildir. Peygamberlerin toplumlarıyla zıtlaşmalarının nedeni de
budur zâten. Zîrâ peygamberler hem kişisel anlamda hem de toplumsal anlamda bir
“değişiklik” için gönderilmişlerdir. Allah, peygamberini gönderdiği toplumun
gidişâtından râzı olmadığından peygamberini göndermiştir ve orada bir değişiklik
istemektedir. O hâlde bir hedef vardır. O hedefe ulaşılmaya çalışılmalıdır. Tüm
peygamberler bu nedenle gönderilmişlerdir. Tabi bâzıları hedeflerine
ulaşabilirlerken bâzıları da ulaşamamışlardır. Hedeflerine ulaşamayanlar,
işlerini savsakladıklarından ve seferde olmadıklarından değil, toplumsal
nedenlerden dolayı hedeflerine ulaşamamışlardır. Fakat o hedef doğrultusunda
tüm gayretleriyle çalıştıkları için Allah onları başarılı saymış ve hedefe
ulaşamamış olan peygamberlerinin de Kur’ân’da zikredilmesini istemiştir. Onların
yaptıklarından örnekler vermiştir. O hâlde bir hedef vardır ve o hedefe
ulaşılması için gereken her-şey yapılmalıdır. Fakat yine de hedefe
ulaşılamıyorsa başarısız olunmuş olmaz. Şu da var ki, hedefe ulaşanlar, o hedef
peşinde olanlardır, yâni seferde olanlardır. Zafere ancak seferde olanlar
ulaşabilir.
Hz. İbrâhim için yakılan ateşi söndürmek gâyesiyle su
taşıyan karıncanın-kuşun hikâyesi çok meşhûrdur:
“Nemrud, ona karşı gelen Hz İbrâhim Peygamber’in ateşte yakılması emrini vermiş.
Meydanda odunlardan büyük bir yığın yapıp odunları tutuşturmuşlar. O kadar
büyük bir alevmiş ki bulutlara kadar yükselmiş. Bütün hayvanlar ateşten korkmuş
kaçmış. Nemrud, ne güçlü bir kral olduğunu herkes anlasın, görsün istemiş.
Nemrud’un askerleri İbrâhim Peygamber’i mancınıkla ateşin tam orta yerine
atacaklarmış. Bu sırada göklere kadar varan ateşe doğru bir karınca ağzında
küçücük bir damla su ile telaşla gidiyormuş. Başka bir karınca onun bu
telâşını görüp sormuş:
-Acele ile nereye gidiyorsun?.
-Telaşla
yetişmeye çalışan karınca, ağzındaki bir damla suyu ellerinin arasına alıp
cevap vermiş:
-Haberin
yok mu?. Nemrud, İbrâhim Peygamber’i ateşe atacakmış. Meydana ateşin
olduğu yere su götürüyorum.
Diğer karınca kahkahalarla
gülerek demiş ki:
Senin yanan büyük ateşten
haberin yok mu?. Ateşe hiç bakmadın mı?. Ne kadar büyük, senin bir damla
suyun ateşe ne yapabilir ki?.
Bir damla su taşıyan karınca:
Olsun, hiç olmazsa hangi
taraftan olduğum anlaşılır”.
İslâm’da hedef önemlidir ve peygamberler bu amaçla gönderilirler.
Fakat buradan İslâm’ın pragmatist bir din olduğu anlaşılmamalıdır. İslâm salt
faydacı bir din değil, zulmü bertarâf edip, her iki âlemde de insanların
mutluluğunu-huzûrunu amaçlayan bir dindir.
Zafer-odaklı değil, sefer-odaklı sözü doğru fakat
eksiktir. Zafere ulaşılmadığında İslâm’i hareketin değerinde bir düşüş olmaz,
fakat zafere ulaşılırsa değeri artar. “Zafer hedefli bir sefer” İslâm’ın
metodudur. Yolda bâzen yenilgiler ve başarısızlıklar da olur fakat yenilgi ve
başarısızlıkla biten bir şey hedeflenmez. Kur’ân da böyle bir şey emretmez. İslâm
ve müslümanlar-mazlumlar bu Dünyâ’ya rezil olmak için gelmemişlerdir.
İlk başta önemli olan şey, tâğutun reddedilmesi,
şirkten uzak durulmasıdır. Fakat bunun için İslâmî bir alanın da olması
zorunludur en nihâyetinde. O hâlde İslâmî bir ortam hedeflenmelidir. Salt sonuç-odaklı
olunca da âhiret bilinci zarar görür. Çünkü Dünyâ’ya gereğinden fazla değer
atfedilmiş olur. Salt sonuç-odaklı olduğunda bir-çok tâvizler de veriliyor. Sonuçta
ilke-milke kalmıyor ortada. Görece zafere ulaşılmış olsa bile o zafer(!) İslâm’ın
zaferi olmuyor. Tevhid-merkezli İslâm dîninde tâviz olmaz çünkü.
Hedefe ulaşılamıyor diye seferden vazgeçmek de olmaz.
Sefer de bir hedeftir çünkü. İlke de bir hedeftir ve Allah kullarının ilkeli
olmasını ister. Yılmaz Çakır:
“…İlkeli olmanın maddî karşılıklarının hemen görülmemesi,
belki de hiç görülmeyecek olması, cenneti satın almaları istenenler için pek
bir şey ifâde etmese gerektir” der.
Hedef zaferdir fakat zafere ulaşılmıyor diye seferden
vazgeçilemez. Zafere ulaşılmıyor ise sefere de mi ulaşılmıyor?. Biz her dâim
sefer üzere olalım ki bu damar sürüp gitsin ve biz göremesek de birileri zafere
ulaşsın.
“Allah, insanın elinin dolu olup-olmadığına bakmaz;
insanın elinin temiz olup olmadığına bakar” denir. Yâni niyetler önemlidir ve
ameller niyetlere göredir. Allah bizim gayretimize bakar. Niyetimizin sahih
olup-olmadığına bakar. Eğer niyetimiz sahih ve samîmi ise, başarısız olsak da
başarılı olmuş gibi muâmele eder.
Evet; Mekke’nin fethi hedefi ile, bu yolda Bedir de
yaşanabilir Uhud da. Şehâdet bir zaferdir zâten. Gâzilik ise canlı bir
örneklik. Mü’minin gerçek hedefi ise, Allah’ın rızâsı ve cennettir. Bu hedef üzere
olmaktır.
İslâm hem sefer (ilke) hem de zafer (sonuç) odaklı
bir dindir vesselam.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ağustos
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder