12 Ağustos 2016 Cuma

İnkılâp Mı, İhtilâl Mi?


“Ancak îman edenler, sâlih amellerde bulunanlar ve Allah’ı çokça zikredenler ile zulme uğratıldıktan sonra zafer kazananlar (veyâ öclerini alanlar) başka. Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılâba uğrayıp (bir ihtilâlle) devrileceklerini pek yakında bileceklerdir” (Şuârâ 227).

“Kendilerine zulmedilmesi dolayısıyla, onlara karşı savaş açılana (mü’minlere, savaşma) izni verildi. Şüphesiz Allah, onlara yardım etmeye güç yetirendir. Onlar, yalnızca; ‘Rabbimiz Allah’tır’ demelerinden dolayı, haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıkarıldılar. Eğer Allah’ın, insanların kimini kimiyle defetmesi (yenilgiye uğratması) olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın isminin çokça anıldığı mescidler, muhakkak yıkılır giderdi. Allah kendi (dîni)ne yardım edenlere kesin olarak yardım eder. Şüphesiz Allah güçlüdür, üstündür. Onlar ki, yeryüzünde kendilerini yerleştirir, iktidâr sâhibi kılarsak, dosdoğru namazı kılarlar, zekatı verirler, ma’rufu emrederler, münkerden sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah’a âittir” (Hac 39-41).

İnkılâp: “Bir durumdan başka bir duruma geçiş, dönüşüm” (TDK).

İhtilâl: “Bir devletin siyâsî, sosyâl ve iktisâdî yapısını veya yönetim düzenini değiştirmek amacıyla hukuk kurallarına ve kânunlara uymaksızın cebir ve kuvvet kullanarak yapılan geniş halk hareketi, devrim” (TDK).

“Öyle tepeden-inmeyle olmaz” diyorlar. Niye olmuyor?. Bunu diyenler şunu unutuyor; Şu-an yaşadığımız ülke bir ihtilâl ülkesidir. Osmanlı’ya karşı yaptığı bir ihtilâl ile yâni tepeden-inmeyle hâkim olmuştur ülkeye ve ilkelerini ve kânunlarını tepeden-inme olarak ve zorlayarak uygulamıştır. Zîrâ Türkiye’de devrimler ve demokrasi uzlaşma ile değil, (demokrasiye de aykırı olarak) askerî-siyâsi baskılarla dayatılmıştır. Bilindiği gibi bir-çok kânun, meclisin kapalı olduğu bir zamanda Takrîr-i Sükûn kânunu ile resmîleşmiştir. Yâni Türkiye Cumhuriyeti bir ihtilâl devletidir. Zâten bunu yine Fransız İhtilâli’nden mülhemle yapmışlardır. Evet, şu-anda “tepeden-inme” bir ideolojinin baskısı altındayız. Bu ideoloji aşağıdan-yukarıya kurulacak bir ideoloji değildi Türkiye’de İslâm’dan dolayı.

İhsan Aktaş:

“Türkiye devleti, bürokratik elitler tarafından kurulmuş bir devlettir. Halk eliyle kurulmuş bir devlet değildir” der.

Zâten cumhuriyetçilerin İslâm’ın yerine koyacakları “kendilerine has” ne kültürleri, ne düşünceleri-ideolojileri nede kânun-taslakları vardı. Bu nedenle kültürlerini İslâm-öncesini Türklerden; siyâsi düşüncelerini ve ideolojilerini batı’dan; kânunlarını da yine batı’dan İtalya-Fransa-İsviçre-Almanya’dan almak zorunda kaldılar. Bu, cumhuriyetin aşağıdan-yukarıya değil, yukarıdan-aşağıya, ihtilâl ile oluşmuş bir sistem olduğunu gösterir.

Türkiye Cumhuriyeti, inkılâbi bir süreç ile kurulmuş bir devlet değildir. Demokratik yoldan da kurulmamıştır. Eğer demokrasi yâni halkın irâdesi ile kurulmuş olsaydı, halk kendi aleyhine kânunlar çıkarılmasına izin vermezdi. Halk kendi ayağına kurşun sıkmaz çünkü. Ali Karahasanoğlu bu konuda şunları söyler:

“Cumhuriyet halk eliyle kurulmuş ise, halkın başında olmayan şapka, niye kânunla mecbûri giysi hâline getirilmiştir?. Bütün inkılâplar için aynı soruyu sorabiliriz. Harf inkılâbı için; Tevhid-i Tedrisat Kânunu için.. Halk bir cumhuriyet kurdu ise, halk kendi hayâtı ne ise, kânunları da ona göre düzenlenmeli değil miydi?. Tam-aksi oluyor. Halkın hayâtı bambaşka bir noktada. Çıkarılan kânunlar ise bambaşka bir “tepeden-inme”ci konumda.

Türkiye Devleti, medenî kânunu İsviçre’den; cezâ kânununu İtalya’dan; ticâret kânununu Almanya’dan iktibâs ederken, Türkiye’deki halk yerine, İsviçre’den, Almanya’dan, İtalya’dan halk mı gelmişti ki onların kânunlarını birebir iktibâs etti?. Veyâ soruyu şöyle formüle edelim: “Halk eliyle kurulan cumhuriyet” denirken, “halk”tan kastınız nedir?. İtalyan halkı mı?. Alman halkı mı?. İsviçre halkı mı?. Yoksa Türk halkının, hayâtının hiç-bir döneminde örneğini bile görmediği İsviçre halkının medeni kânununu (“tepeden-inmeci” bir “oldu-bitti” ile kendisine dikte edilmemiş olsa) kabûllenmesi mümkün mü?. Ne olmuştur da, 1923’e kadar iki farklı görüşten temsilcilerin bulunduğu meclis, 1923’te birden-bire muhâlif grup buharlaşıvererek tek görüşlü meclis hâline dönüvermiştir?. Ve hemen akabinde, ver elini Avrupa kânunları; ver elini bambaşka bir hayat. Ver elini batı dünyâsı”.

Yeni devletin tepeden-inme bir ihtilâl ile kurulduğunun delîli, Mustafa Kemâl Atatürk’ün şu sözleridir:  

“Benim elime büyük yetki ve güç geçerse ben sosyâl hayâtımızda istenilen inkılâbı bir-anda bir coup (darbe) ile yapacağımı zannederim. Zîrâ ben, bâzıları gibi halkı ve ulemâyı yavaş-yavaş benim görüşlerimin derecesinde görmeye ve düşündürmeye alıştırmak sûretiyle bu işin yapılabileceğini kabûl etmiyorum ve böyle harekete karşı rûhum isyân ediyor. Ben, bu kadar yıllık yüksek öğrenim gördükten, sosyâl ve uygar hayâtı inceledikten sonra neden halk seviyesine ineyim?. Onları kendi seviyeme çıkarırım. Ben onlar gibi değil, onlar benim gibi olsunlar; “Hocaları memnun edelim, İslâm âlimlerini memnun edelim, herkesi memnun edelim” dersek biz, maksadı sağlamış olamayız. İdâre-i maslahatçılar esaslı inkılâp yapamaz. Bugünkü sefâlet ve rezâlet içinde esâsen kimseyi memnun etmeye imkân yoktur. Yurt îmar edildiği gün, millet zengin olduğu zaman herkes memnun olur”.

Atatürk bu düşüncesini büyük ölçüde Durkheim’den almışa benziyor. Teoride “doğru” gibi gözüken bu düşünce “pratikte” büyük oranda gerçekleşmiyor ve bu nedenle de “şiddet” açığa çıkıyor. Yâni küçük bir kesim dışında kimse memnun olmuyor. Zîrâ bu sistem “tepeden-inme”dir. Hâlbuki İslâmî düşüncede, ilk-başta bir inkılâp, bir bilinç-süreci yaşanır ve bu süreç büyük bir imtihan olarak en azından kurucu unsuru ve toplumun bir kısmını İslâm’i anlamda inşâ eder. Dolayısı ile, nihâyetteki ihtilâlde şiddet belirleyici etken olmaz. Mekke’nin fethi buna örnektir. Mekke’nin fethi bir ihtilâldir ve bu ihtilâlde küçük-çaplı çatışmalar çıkmış ve sâdece bir-kaç kişi ölmüştür.

Yine Mustafa Kemâl, Nutuk’ta şöyle der:

“Hâkimiyet ve saltanat hiç-kimse tarafından hiç-kimseye, “ilim icâbıdır” diye müzâkereyle, münâkaşa ile verilemez. Hâkimiyet ve saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk milletinin hâkimiyet ve saltanâtına zorla el koymuşlardı. Bu tasallutlarını altı asırdan bêri idâme eylemişlerdir. Şimdi de, Türk milleti bu mütecâvizlerin hadlerini ihtâr ederek, hâkimiyet ve saltanâtını isyân ederek kendi eline bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emrivâkidir. Mevzubahis olan, “millete saltanâtını, hâkimiyetini bırakacak mıyız?, bırakmayacak mıyız?” meselesi değildir. Mesele, zâten emrivâki olmuş bir hakîkati ifâdeden ibârettir. Bu behemehâl (ne olursa-olsun) olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce muvâfık olur. Aksi-takdirde, yine hakîkat usûlü dâiresinde ifâde olunacaktır. Fakat ihtimâl, bâzı kafalar kesilecektir” (Nutuk, cild II, sayfa 690-691).

Evet, Mustafa Kemâl doğru söylüyor. Gayr-i İslâm’i bir düzen, “müslümanlara rağmen” ülkenin sistemi olamazdı. Aynen bunun gibi; İslâm’i bir düzen de, -sekülerizme rağmen- ülkenin sistemi olamaz. Bu sistem ancak (seküler sistemlerden farklı olarak) bir inkılâbi süreçten sonra ihtilâl ile kurulabilir. Salt inkılâp ile olmaz. Seküler sistemlerin küresel hâle geldiği bir dünyâda salt inkılâpla gerçekleşecek bir yapı mı kurabileceğinizi zannediyorsunuz?. Meselâ demokratik bir yapı içinde kalarak zulmü bertarâf edebileceğinizi ve İslâm’ın hakkıyla yaşanabileceği adâletli bir toplum mu kurabileceğinizi sanıyorsunuz?. Aslâ!.

Türkiye’de 1923-1938 târihleri, bir ihtilâlin arkasından, kendi inancı ve ideolojisi doğrultusunda bir inkılâp yapma sürecidir. Tabi bu, bâtıl bir süreçtir.

Saltanattan cumhûriyete geçiş, mecliste 101 milletvekilinin bulunmadığı ve istifâ ettiğinden dolayı bir hükümetin de olmadığı bir zamanda yapılmıştı. Cumhûriyet îlan edildiği gün, o anda mecliste bulunan çoğu milletvekilinin böyle bir şeyden haberi bile yoktu. Sâdece 158 milletvekilinin oyuyla-onayıyla kabûl edilen cumhûriyetten, kabûl edilene kadar halkın ve ileri gelen bir-çok kişinin haberi yoktu. Yâni Türkiye’de cumhûriyete geçiş bir süreç sonunda değil, “tepeden-inme” olarak bir-anda yapılmıştır. Hattâ çoğu gazetede cumhûriyetin bir “oldu-bitti”ye getirildiği yazılmıştı. Türkiye’de cumhûriyet ideolojisi, birilerinin, düşünce ve plânlarını 1-2 ay içinde bir “oldu bitti”yle dayatmasıdır.

İhtilâlciler, “karşı-ihtilâlleri” (karşı devrim) ve ihtilâlcileri sevmezler ve karşı bir ihtilâl yapılmaması için çok ciddî(!) önlemler alırlar. Bu doğrultuda “sistem”e laf söyletmezler. İsmet İnönü, Amiral Bristol’a; “Bu memlekette “muhâlefet” demek, “ihtilâl” demektir” demişti. Hâlen de öyledir. “Sistem”e yapılacak eleştiri ve îtirâzlar akla hemen bir ihtilâli getirir.

İnkılâp ilk başta zihinlerde yâni soyutta gerçekleşir, onun somuta döndürmek ise, bir ihtilâl, bir devrim ile yâni köklü bir değişim ile olur ancak. Başka türlü olmaz-olamaz-olmuyor. “Demokratik yollardan İslâm’ı hâkim kılma” düşüncesi bir espri ve cehâlet değilse, bir şerefsizliktir. Çürük temelin üstüne sağlam bir yapı kurmayı düşünmek bir çeşit münâfıklıktır çünkü. İslâm, gayr-ı İslâm’i eski yapıyı yıkar ve yerine kendi sağlam yapısını kurar. Eski çürük temeller üzerine kurmaz yapısını. Çürük ve bâtıl temel, İslâm yapısını taşıyamaz zâten. Bu nedenle İslâm’da “yapmak”, “yıktıktan sonra yapmak”tır. İslâm; inkılâp süreci ile ezberleri bozarak zihinleri değiştirir ve yeniden inşâ eder. İhtilâl ile yıkar ve İslâm’i bir devrim ile de yeniden yapar.

İnkılâbi bir süreç ile, halkın büyük çoğunluğu üzerinde kesin ve net bir değişim-dönüşüm gerçekleştiremezsiniz. Zâten halkın geneli inkılâbi sürece uyum sağlayamaz ve o süreçte yol alamaz. İnkılâbi süreç daha çok, “kurucu cemaat” ve âlim kesim için geçerlidir.

Bir-anda  ihtilâlle olan değişimleri toplumlar kolay sindiremezler ama bu, İslâm’i bir değişim olursa o zaman farklı olur. Zîrâ İslâm ile insan fıtratı uyumludur-aynıdır. Böylece halk, İslâm’i ihtilâli kolay benimser. Yapılacak İslâm ihtilâli, diğer bâtıl ihtilâller gibi halk tarafından çok zor bir şekilde kabûllenmeyle karşılaşmayacaktır. Zîrâ dediğimiz gibi, İslâm’ın kânunları fıtratla bire-bir uygundur ve fıtratını şeytanlaştırmış olanlar hâriç diğerlerine bu kânunları-değişikliği kabûllenmek zor gelmeyecektir. Tabi bir-kısım halk da daha sonra kabûl edecektir. İnkılâbi süreçten geçenler daha çabuk kabûl edebilirlerken, İslâm’a mesâfeli olanlar, mânevi açıdan olmasa da adâlet açısından bu değişikliği çok da uzun olmayan bir süre sonra benimseyebileceklerdir. Çünkü adâlet fıtrî bir duygudur ve bu nedenle tüm insanlar tarafından özlem duyulan ve istenen bir şeydir. Aynı düşüncede olmayan insanlar bile adâletli insana saygı duyar ve onu destekler.

Bâzı uydurma rivâyetlerde (hadis değil) ihtilâlin yasak olduğundan bahsedilerek şunlar söylenir:

“Peygamberimiz; “Benden sonra benim doğru yolumdan gitmeyen ve benim sünnetimle amel etmeyen hükümdarlar olacaktır” dedi. Orada bulunan kişi; “ben buna yetişirsem ne yapayım yâ Resûlullah?” diye sordum. Peygamberimiz de; “Dinler ve itaat edersin. Sırtın dövülse ve malın alınsa bile yine dinle ve itaat et” diye buyurdular” (Tac, III/44-45).

“Her kim emîrin yapmış olduğu bir şeyi kötü görürse sabretsin (isyânla hareket etmesin). Çünkü her kim sultâna (itaatten) bir arşın ayrılırsa câhiliyet ölümü ile ölür” (Buhârî, Kitabü’l-Fiten).

 Yâni zâlim de olsa devlet başkanına itaat edecekmişiz. Osman Ünlü: “Müslümanlar ihtilâl yapmaz, fitne ve fesat çıkarmaz. Zâlim olan hükümete ve devlete isyân etmek günahtır” diyerek bu düşünceyi savunur. Zâlime itaat etmenin mazluma zulm etmek demek olduğunu düşünemiyor. Hâlbuki âyette:

“Ey îman edenler; Allah’a itaat edin; elçiye itaat edin ve sizden olan emir-sâhiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah’a ve elçisine döndürün. Şâyet Allah’a ve âhiret gününe îman ediyorsanız. Bu, hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir” (Nîsâ 59) denir.

Âyette, “zâlim olanlara” değil, “sizden olanlara”, yâni “âdil ve mü’min olan emirlere itaat edin” diyor. Bir ayırım yapılıyor. Ölçü Kur’ân’dan değil de bağlı olunan kişi-mezhep-târikattan alınırsa böyle yanlış sonuçlara varılır. Zâten Peygamberimiz, yukarıdakiler gibi uydurma olmayan sahih bir hadisinde:

Peygamber (s.a.v.)’e “cihadın hangisi efdâldir?” diye sorulunca: “Zâlim sultana karşı hakkı söylemektir” diye cevap vermiştir. (Ahmed bin Hanbel, 5/251; İbn Mâce, Fiten 20, hadis no: 4011-4012; Tirmizî, Fiten 13, hadis no: 2175; Ebu Dâvud, Melâhim 17).

Ehl-i sünnetin; “hükümdar zâlim de olsa itaat edilmelidir” düşüncesinin temelinde; eski Türk’lerde ve başka kavimlerin inanışında, “hükümdârın ‘ilâhi olan’ tarafından hükümdar kılındığı”na inanılması ve bu nedenle de, “hükümdâra yapılacak itaatsizliğin ilaha yapılmış sayılacağı” düşüncesi vardır. Araplar bu düşünceyi, bu düşünceye sâhip olan Îran’lılardan almışlardı. Türk’lerde de olan bu inanış, İslâm ile sentezlenmiştir ve ehl-i sünnet düşüncesinde açığa çıkmıştır.

Her gece kılınan vitr namazının sonunda okunan Kunut Duâsı’nda şöyle diyoruz:

“Allâhumme inna nesteînuke ve nesteğfiruke ve nestehdîke ve nu’minu bike ve netûbu ileyke ve netevekkelu aleyke ve nusnî aleykel-hayra kullehû neşkuruke velâ nekfuruk ve nahla’u ve netruku men-yefcuruk”…

“Allah’ım!. Senden yardım isteriz ve senden günahlarımızı bağışlamanı isteriz, râzı olduğun şeylere hidâyet etmeni isteriz. Sana inanırız ve sana tevbe ederiz. Sana tevekkül ederiz. Bize verdiğin bütün nîmetleri bilerek seni hayır ile överiz. Sana şükrederiz. Hiç-bir nîmetini inkâr etmez ve onları başkasından bilmeyiz. Nîmetlerini inkâr eden ve sana karşı geleni bırakırız. “Hâl’ederiz”. (nahlû)” denir. (“Hâl etmek” “ihtilâl yapmak” demektir: “Hâl”=”hâlel”=ihtilâl).

Bu duâda “ve nahlâu ve netrukü men yefcuruk” diye Allah’a söz veriyoruz. Yâni diyoruz ki: “(Ey Allah’ım!) Biz Sana isyân eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi (yönetimden, lîderlikten) hâl’edip al-aşağı ederiz, onu kendi hâline terk ederiz”. Böyle söz veriyor, geceyi bu sözle kapatıyoruz. İsyân eden, fâcirlik ve fâsıklık yapan kişileri makamlarından indirme sözü veriyoruz da, ya milyonlarca insanı cehenneme doğru sürükleyen, onların şirke girmesine, Allah’a isyân etmesine sebep olan ve hattâ bunu dayatan tâğutlara ve “sistem”e karşı ne yapmamız gerektiğini düşünmek zorunda değil miyiz?.

Sâlih Mirzabeyoğlu:

“Baskı ve cebirle ahâliye dikte edilen mevcut hayat-tarzına karşı bambaşka değer ölçülerine hâiz bir insan ve toplum hayâli gören her aksiyoncu seciye, Dünyâ’ya ihtilâlci bir perspektifle bakar. Kumandanın ifâdesiyle: “Hayâta hâkim kılınmak istenen bir düşünceye mensup olanların, bunun tabî bir sonucu olarak iktidâra tâlip olduklarını söylemeye gerek yok. Öyleyse “iktidâr ve düzen değişimi nasıl gerçekleştirilecek?” sorusunun muhâtabıyız” der.

Seyyid Kutup:

“Müslümanlar ihtilâlci olur, ihtilâlle başa geçer. Zulüm ve haksızlık yapan hükümete-devlete karşı ihtilâl yapar. Bu ihtilâlin muvaffak olmasını sağlamak için, müslümanlara cihadın farz kılınması zarûrî idi” der.

Şunu da söyleyelim ki; Ra’d 11. âyet bir inkılâptan bahsetmiyor. Zâten kurulmuş ve iyi hâldeki bir devletin bozulmamasının yolunu gösteriyor:

 “Onun (insanın) önünden ve arkasından izleyenleri (tâkipçileri) vardır, onu Allah’ın emriyle gözetip-koruyorlar. Gerçekten Allah, kendi nefis (öz)lerinde olanı değiştirip bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip-bozmaz. Allah bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onu geri çevirmeye hiç-bir (biçimde imkân) yoktur; onlar için O’ndan başka bir veli yoktur” (Ra’d 11).

Âyet diyor ki; “durumunuzu bir şekilde düzelttiğinizde, o mevcut durumunuzu bozmayın ki (yugayyur), Ben de sizin durumunuzu yasalarım gereği bozmayayım”.

“Kur’ân’ın Kur’ân’ı tefsiri” sadedinde bu âyetin tefsiri şu âyettir:

“Düzene konulması (ıslah)ından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarmayın; O’na korkarak ve umut taşıyarak duâ edin. Doğrusu Allah’ın rahmeti iyilik yapanlara pek yakındır” (A’raf 56).

Peki bu değişim kanlı mı olur kansız mı? sorusuna; “inşallah kansız olur” diyoruz. Fakat kandan çok korkanlar neden sâdece İslâm’ın akıttığı-akıtacağı kandan söz ediyorlar ve rahatsız oluyorlar?. Neden İslâm deyince akıllarına hemen “kan” geliyor?. İslâm, adından anlaşılacağı gibi “barış dîni”dir. Neden insanlar gayr-i İslâm’i yapıların döktükleri kanları konuşmuyorlar da müslümanların yaptığı savaşlarda dökülen kanları konuşmaktan büyük bir zevk alıyorlar?. Rivâyetlere göre Peygamberimizin 23 yılda yaptığı onca savaşta sâdece 250 kişi ölmüştü. Fakat 1. ve 2. Dünyâ savaşlarında 100 milyondan fazla insan öldü. Yoksa, Allah’ı ve dîni işe karıştırmak istemeyenler; “adam öldürülecekse onu da biz öldürürüz” mü diyorlar?.

Soru şu: İslâm’ın yöntemi inkılâpla mıdır yoksa ihtilâlle mi?. Yada; İslâm aşağıdan-yukarıya doğru mu, yukarıdan-aşağıya doğru mu seyir izleyerek hâkimiyet kurar?.

İnsanlar monarşiden, Marksizm’den ve komünizmden çok çabuk vazgeçtiler; kapitâlizm-liberâlizm ve demokrasiden de çok çabuk vazgeçebilirler. Zîrâ bu ideolojiler fıtratlara aykırıdır. Fıtratlar İslâm ile uyumludur ve bu nedenle İslâm hayâta hâkim olmalıdır. Mesele, İslâm’ın hayâta hangi yoldan hâkim olacağıdır.   

İslâm’ın hayâta hâkim olma yöntemi mutlak anlamda ne merhâle-merhâle inkılâp ile; ne de “tepeden-inme” ihtilâl iledir. Yâni tek-tek ikisi de değildir. İkisi birliktedir. Süreç ilk başta inkılâp ile başlatılır ve toplum zihnen-kâlben ve amel-eylem olarak değişir; sonra da askerî-siyâsi hareket ile yâni ihtilâl ile süreç tamamlanır. “Toplumsal dönüşüm” ve “siyâsi değişim” şeklindedir İslâm’ın yöntemi. “Sâdece biridir” demek yanlıştır, zîrâ “sâdece biri” eksik olur. Mekke ve Medîne’yi birlikte düşünmek gerekir. Peygamberimiz Mekke’de inkılâp, Medîne’de ihtilâl yapmıştır.

İhtilâl, bir “inkılâp süreci”nden geçenlere nasip olur. Bu süreçten geçmeden yapılacak ihtilâller alt-yapı sorunu yaşayacağından dolayı yarı-yolda kalarak bir-süre sonra sistem-merkezli değişime uğrarlar. İhtilâl hedefli inkılâbi bir süreç olmadığında ise “hasat”, zamânında yapılmayacağı için çürüme kaçınılmaz olur ve bu sefer de üst-yapı eksikliği sorunu nedeniyle hem inkılâp yarı-yolda kalır, hem de yine “sistem”e eklemlenme ortaya çıkar.

İnkılâp-süreci mutlakâ yaşanmalıdır. Yâni Peygamberimizi kocatan Hûd Sûresi bizi de kocatmadan olmaz. Fakat İslâm’ın bir hedefi de vardır ve İslâm salt bir “inkılâp dîni” değildir. İslâm’ın hedefi Kur’ân’da şöyle gösterilir:

“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara va’detmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl “güç ve iktidâr sâhibi” kıldıysa, onları da yeryüzünde “güç ve iktidâr sâhibi” kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

“İhtilâl, ‘halka rağmen halk yararına’ işler yapmaktır” sözü vardır. İslâm’i ihtilâl de tabî ki “mevcut kânunlara rağmen”, “mevcut halk zihniyetine rağmen” yapılan şeydir. Bâtıldan farkı, bir inkılâp sürecinden sonra olmasıdır. Halkın bir kısmı bu inkılâbı tanır ve kabûl eder. Halkın tamâmen hepsini memnun edemezsiniz zâten, fakat bir şekilde iknâ olabilirler. En ufak ve önemsiz bir konuda bile anlaşamayan bir toplumun “aşağıdan-yukarıya” tam anlamıyla düzeltilebileceğini düşünmek, cehâlet değilse bir çeşit ciddiyetsizliktir.

Tabî ki İslâm’i ihtilâl, halkın bir kısmına ve lâik kânunlara rağmen olacaktır. Zâten lâik-seküler-demokratik(!) cumhuriyet de, İslâm’â rağmen oluşturulmuştu.

Bir sistem var; “câhiliye sistemi”. Bu sistem insanların genelinin içine işlemiş durumda. Bu sistem İslâm’i bir inkılâpla değişmedikçe yapılacak olan ihtilâller sonuçsuz ve etkisiz kalır ve yok olur gider. Mehmet Pamak; “sistemler inkılâpla değişir” der. “İnkılâpla değişir fakat inkılâpla tamamlanmaz, son noktayı da ihtilâl koyar” diyoruz. Zîrâ İslâm sâdece gönüllere-zihinlere hitâp eden bir değildir. Hayâtın-siyâsetin tam ortasında yaşanması için son noktanın yâni ihtilâlin de olması gerekir. İşte  o zaman insanlar fevc-fevc Allah’ın dînine katılırlar ve bu katılım “gerçek bir katılım” olur. Süreç “Mekke’nin fethi” ile tamamlanır ve yeni bir aşamaya geçer. Ancak o zaman putlar zâhiri anlamda da yıkılır gider.

“İhtilâl ile değişimleri halka kabûl ettiremezsiniz” deniliyor; fakat öyleyse modern değişimler nasıl kabûl edildi ve ortaya konan değişimler nasıl bu kadar güçlü bir şekilde benimsenmektedir?. Çünkü “tepeden-inme” modern değişimler öyle bir kanıksandı ki, insanlar bunlara en ufak bir laf bile söylemiyor-söyletmiyorlar. Zâten tüm ideolojiler de “tepeden-inme”dir. Liberâlizm ve komünizm de “tepeden-inme” ideolojilerdir. Biri yaklaşık 100 yıl Dünyâ’nın yarısına hâkim olduktan sonra dağılmış; diğeri ise hâlen Dünyâ’ya hâkim durumdadır. Yâni şu-anda Dünyâ’ya “tepeden-inme” bir ideoloji hâkimdir ve hemen herkes de bu ideolojiye hayranlık derecesinde meftûndur.

Sekülerizm tepeden-inmedir, demokrasi tepeden-inmedir ve zâten günümüzde batı, ideolojilerini tepeden-inme olarak kabûl etmeyenlerle savaşıyor. İslâm dünyâsında yaşanan mazlûmiyetler, mazlum coğrafyadaki müslümanların tepeden-inme gayr-i İslâm’i düzeni kabûl etmedikleri için tepeden-in(dir)me bombalar nedeniyle yaşanıyor. Şimdi bu mazlûmiyeti yaşayanlar, diğer bâzılarının yaptıkları gibi; tağutların tepeden-inme direktiflerini ve ideolojilerini hiç karşı çıkmadan kabûl mü etsinler, yoksa vahiy/sünnet-merkezli tasavvur ve inanışları merkezinde karşı mı çıksınlar?. İslâm-Kur’ân buna direnilmesini emrediyor. Peygamber örnekliği de bu yöndedir. Lâik-seküler-demokratik-liberâl-kapitâlist-adâletsiz-merhâmetsiz-vicdansız-korkak ve batı-yalakası kişiler ise, karşı çıkılmadan onursuzca bir kabûlün olmasını istiyorlar. Hem de çok bilmişçesine ve ne kadar da sefil ve alçak durumda olduklarına bakmadan ve bilmeden. Unutulmasın ki bu direnişin bitmesi demek, artık o insanlarda-toplumda ve ülkede İslâm’ın bitmesi anlamına gelir. İslâm vicdanlara hapsedilerek yarım-yamalak yaşanılacak bir din değildir zîrâ.

Devletler genelde ihtilâl ile kurulur. Entelektüellerin, filozofların ve uzmanların bir inkılâp süreci sonunda kurdukları bir devlet var mıdır?. Bir tek İslâm devleti; inkılâp ile alt-yapısı hazırlanan ve ihtilâl ile kurulan ve sonra da ıslahat ile devâm eden devlettir. İslâm devletinin ayrıcalığı budur.

Avrupa ve modernizm de “tepeden-inme”dir. Bakmayın siz; Rönesans, Aydınlanma, Sanâyileşme vs. dediklerine. 500 yıl önce yaptıkları “büyük soygun”dan sonra bir-anda değişim başladı. Osmanlı’dan tir-tir titrerlerken bir-anda iş değişti. Çünkü “yeni Dünyâ”dan çaldıklarıyla bir-anda dönüştüler. Şeytan’ın “tepeden-inme” fısıltılarıyla bir-anda farklı düşünmeye başladılar. Şu-anda bile Dünyâ hâkimiyetlerini “tepeden-in(dir)me yâni uçaklardan attıkları bombalarla sürdürüyorlar. “Tepeden-inme” olana alışmışlar çünkü. Bu nedenle sürekli yıkıyorlar ve iki taşı üst-üste koydukları vâki değil.

An îtibâriyle modern dünyâda “sonuna kadar” İslâm’i inkılâbı sürdürecek bir ortam yoktur. Zîrâ İslâm’i bir alan yoktur. İslâm daha çok bir “uygulama dîni”dir ve uygulama olmadığında eksik olacağından, inkılâp da eksik kalır ve İslâm hiç-bir zaman hâkim duruma gelemez. Bu nedenle İslâm’ın metodu, “inkılâp-ihtilâl-inkılâp/ıslahat” sürecidir. Peygamberimiz Kur’ân’ın daha yarısı inmeden hicret ile başlattığı ve vahiy-merkezli yeni bir anlayışla oluşturduğu İslâm devletini kurmuştur, yâni ihtilâli yapmıştır ve sonra da inkılâbi süreç devâm etmiştir. Zâten bu bağlamda inkılâbi süreç kıyâmete kadar devâm eden bir süreçtir.

İslâm devletinde kendi içinde bir darbe-devrim girişimi olmaz. 20. yüzyılın başlarına kadar İslâm ülkelerinde darbe olsa da bir devrim-ihtilâl olmamıştır. Zîrâ müslümanlar devrimi kime ve ne için yapacaklardı ki?. Zâten bir İslâm devleti ve Kur’ân merkezli yada en azından vahye aykırı olmayan kânunlarla yönetilen devlet(ler) vardı. İslâm devleti olduğunda devrime gerek yoktur. İsyân olsa da devrim olmaz. Çünkü neyle değiştirilecek ki?.

İhtilâllerin bâzen, “toplumun gizli beklentisi” olduğu ortaya çıkar. İhtilâl olunca toplumun büyük kesimi îtirâz etmez. Çünkü böyle bir değişim aslında zihinlerinin bir köşesinde durmaktadır fakat halk böyle bir değişimi beklemedikleri için daha önce bu düşüncelerini açığa vurmamışlardır. İhtilâl gerçekleşince ihtilâlin getirdiği ve önerdiği düşüncelere sâhip olan toplumlar tarafından ihtilâl desteklenir. Zîrâ onlar, içlerinde bastırdıkları îtirazları açığa vuramıyorlardı. Bâtıl tarafından büyülenmiş ve kuşatılmış hâldeydiler.

Hem; Dünyâ’nın çeşitli yerlerinde işkenceler, acılar, feryatlar, ölümler, sömürüler, haysiyetsizleştirmeler yaşayan müslümanların yıllarca sürecek bir inkılâp bekleyecek sabırları da dirençleri de yoktur. Zâten “tek hak yol” olan Kur’ân ve sünnet bellidir. Kur’ân ve sünnetin çok uzun olmayan bir sürede sistemleştirilmesiyle inkılâp süreci tamamlanmalı ve bir ihtilâl ile İslâm yeryüzünde hâkim olmalı yada en azından müslümanlar “yeryüzünün lânetlisi” görülmekten kurtulmalıdır. Zîrâ yerin demir, göğün bakır olduğu bir dünyâda “kökten bir çözüm” olmadan bir adâlet sağlanması mümkün değildir. Sağlansa sağlanırdı zâten. Tam tersine; İslâm hayâta hâkim olmadığından dolayı gün geçtikçe durum daha da kötüye gidiyor. Hem de sâdece müslümanlar açısından değil, genel dünyâ-halkı için de. Zulmün her türlüsünün ayyuka çıktığı böyle bir dünyâda bir ihtilâl-devrim yapmanın yanlış olduğunu söyleyerek, sâdece basit sözlerle ve bu zulme neden olan sistemleri-ideolojileri ve onların işleticisi olanları desteklemek, arada da bâzı sohbetler yaparak Kur’ân’ın analizini, kelimesini, kökünü, yapısını vs. araştırmakla ve anlatmakla bu zulmün bertarâf edilebileceğini düşünmek, bir aymazlık ve vurdumduymazlık değilse, modern bir hastalık olsa gerek.

Vahiy de “tepeden-inme” yâni bir ihtilâldir. Fakat fâsılalı olarak indiği için, inkılâbi süreci içlerinde taşırlar ve vahiy tamamlandığında inkılâp da, ihtilâl de tamamlanmış olur-olmalıdır. Fakat modern müslümanlar bu inkılâbi süreci bir-türlü bitirip de ihtilâl yapamıyorlar ve bu nedenle de Dünyâ’da sözleri geçmiyor. Sonuçta müslümanların en az yarısı zulm içinde çok zor bir hayat yaşıyor.

İhtilâl derken hükûmeti alaşağı etmekten söz etmiyoruz. Hükûmete karşı darbe yapılır. Fakat bir “değişim” isteniyorsa devlete yâni “sisteme” karşı bir ihtilâl yapılmalıdır. İslâm’i bir inkılâp sürecinden sonra İslâm’i bir ihtilâl. Yoksa başka türlü “devlet paradigması”nı değiştiremezsiniz. Bu paradigma içinde kalarak sâdece kişisel zihnî değişimler yapabilirsiniz ki yaptığınız bu değişimler seküler devlet paradigması içinde olacağından, İslâm’ı hayâta dökmek ve tam anlamıyla ya sınırlı olur yada hiç olmaz. Seküler devlet paradigması buna izin vermez zîrâ.

Seküler bir sistemin içinde inkılâp yarı-yolda kalır. Sistem inkılâbın tamamlanmasına izin vermeyeceğinden dolayı seküler devlet paradigması ihtilâl olmadan değişemez. İslâm’ın hedefi hükümet değişimi değil, “devlet paradigması değişimi”dir. Fakat İslâm’ın yöntemi salt ihtilâl yöntemi olmadığından, Peygamberimiz de ilk başta “zihinlerin inkılâbı”yla başlamıştır işe.

Peki inkılâp olmadan direkt olarak ihtilâl ve sonra inkılâp olmaz mı?. Bu soruya; “İslâm’ın iktidârı için bir inkılâp süreci olmadan olmaz, fakat ihtilâl ile ele geçirilen devletin başına kimin ve kimlerin geçeceğine göre de değişir” cevâbını veriyoruz. Yönetimi ihtilâl ile kimin ele geçirdiği önemlidir yâni. Herkes de şerefsiz değil ya!. Ne yâni; şu-andaki Türkiye ihtilâlle ele geçirilmiş olsa ve yönetimin başına da Peygamberimiz geçse, yine de yanlış mı yapılmış olacak ve sonu kötü mü bitecek?. Yâni ihtilâli yapan kişi Peygamberimiz olsa da yine de sonuçsuz ve kötü mü olacaktır?. Direkt olarak “yukarıdan-aşağı” yâni bir ihtilâlle olan düzelme ve düzeltmelerin de bâzı zorluklarla birlikte başarılı olabileceğini düşünüyoruz.

Peygamberimiz daha Kur’ân’ın tamâmı inmeden devleti kurmuş ve anayasayı yapmıştı. Bu anayasa aşama-aşama gerçekleştirilmiş bir anayasa değildi. İmtihanın (Mekke) başarı ile verildiği ve hicret ile tamamlandığı süreçten sonra başta Abdullah bin Ubey olmak üzere toplumun bir kesiminin bunu istememesine rağmen Medîne’de devleti kurmuş ve aslında tatlı-sert bir ihtilâl yapmıştı. Zâten hicret, inkılâp ile ihtilâl arasındaki imtihandır. Bir-süre sonra Mekke’ye de sirâyet eden değişim, daha sonra da tüm Dünyâ’ya yayılmıştı.  

Nasıl ki bataklığı kurutmadan sivrisineklerle başa çıkılamazsa ve bataklığı kurutmadıkça sivrisineklerle mücâdele sürekli devâm ederse; ihtilâlle tamamlanmayan inkılâp da sonuca ulaşamaz. Fitnenin kol gezdiği gayr-i İslâm’i bir ortam içinde inkılâbi süreç tam başarılı olamaz. Bu nedenle inkılâp süreciyle bir zaman sonra “hicret” gerçekleştirilip hak ile bâtıl ayrılmalı ve süreç “devlet” ile sonuçlanmalıdır ve inkılâp artık bu aşamada devâm etmelidir:

“Melekler, kendi nefislerine zulmedenlerin hayâtına son verecekleri zaman derler ki: ‘Nerde idiniz?’. Onlar: ‘Biz, yeryüzünde zayıf bırakılmışlar (müstaz’aflar) idik’. derler. (Melekler de:) ‘Hicret etmeniz için Allah’ın arzı geniş değil miydi?’ derler. İşte onların barınma yeri cehennemdir. Ne kötü yataktır o?” (Nîsâ 97).

Nevin Abdülhalık Mustafa:
 
“İntisâr” terimini kullanan âyetler, kötülüğü düzeltme ve sona erdirme, zulmü, taşkınlığı ve istibdâdı önleme anlamında “devrim”i destekleyen bir delil niteliği taşır. Bu destek, “intisâr”, mü’min kişinin önemli niteliklerinden biri olunca zirvesine ulaşır. Mü’minin zulüm, istibdât ve baskı karşısında hak için “yardımcı” (müntesir) olması gerekir, yâni mü’min hak için ve zulme karşı çıkmak uğruna devrimci ve harekete geçen biridir” der.

İnkılâp hak ile bâtılın arasını ayırır; ihtilâl ise bâtılı yok ederek hakkı hâkim kılar. Kur’ân’ın nüzûl süreci; eleştiri, îtirâz  ve isyân sürecidir. İnkılâp eleştiri ve îtîraz; ihtilâl ise isyândır. Allah’tan başka olan düzenlere isyân. Tabî ki ihtilâl için meşrû bir neden olmalıdır ve ihtilâl, gerekçesini ve metodunu Kur’ân’dan almalıdır. Aksi-takdirde “şeytan işi bir pislik” olur ve sonunda rezâlet ayyuka çıkar.  

İhtilâlin neyi baz alınarak yapıldığı, ihtilâlin meşrûluğu yada gayr-ı meşrûluğunu gösterir. İslâm/vahiy-merkezli ihtilâlin, bir inkılâp sürecinden sonra ortaya konması Allah’ın emridir.  

“Hükümdar: ‘Ben (rüyâmda) yedi besili inek görüyorum, onları yedi zayıf inek yiyor; bir de yedi yeşil başak ve diğerleri ise kupkuru. Ey önde gelen (kâhin-bilginler,) eğer rüyâ yorumluyorsanız benim bu rüyâmı çözüverin’ dedi” (Yûsuf 43).

“Dedi ki: ‘Siz yedi yıl, önceleri (ektiğiniz) gibi ekin ekin, yediğinizin az bir kısmı dışında (kalanını) biçtiklerinizi başağında bırakın. Sonra bunun arkasından (kuraklığı) zorlu yedi yıl gelecektir, sakladığınız az bir miktar dışında, daha önce biriktirdiğinizi yiyip bitirecektir. Sonra bunun arkasından bir yıl gelecektir ki, insanlar onda bol-bol yağmura kavuşturulacak ve onda sıkıp-sağacaklar” (Yûsuf 46-48).

Hz. Yûsuf, Melik’in rüyâsını; “yedi yıllık zorlu bir inkılâp süreci”nden sonra bir ihtilâl ile her şeyin alt-üst olması olarak yorumlamıştır. Zayıf görülen inek, yedi yıllık bir inkılâp sürecinden sonra “şişman ineği” yemiştir. Hz. Yûsuf, Mısır’da câri olan ilkel kapitâlist ideolojiyi bir inkılâp süreci ve nihâyetinde de bir ihtilâl ile çökertmiştir. Zîrâ toplumda aşırı uçlar vardı ve toplumun büyük kesimi “köle” olmuştu. İşte Hz. Yûsuf bunu bir inkılâp-ihtilâl süreciyle değiştirmiştir. Hz. Yûsuf bunu, vahyin gücüyle yapmıştı tabî ki. Bu güç, Mısır’da câri olan dinde, ideolojide ve önde gelen siyâsilerde ve dînî önderlerde yoktu. Yedi yıllık İslâm’i inkılâp süreci, sonunda da İslâm’i ihtilâl ile adâletin resmîleşip yayılması sağlanmıştır.

İnkılâbi süreç bir zaman sonra ihtilâlle tamamlanıp kıyâmete kadar sürecek olan inkılâp gerçek anlamda hayâtın tam ortasında ortaya konup yaşanmazsa, inkılâbi süreç çok da uzun olmayan bir süre sonra yozlaşmaya başlayıp, tam da zâlimlerin istediği yörüngeye girmeye başlayacaktır. “Hasat” zamânında yapılmalıdır bu nedenle. Zamânında yapılmayan tövbe bile bir işe yaramaz ve “son dakîkada yapılan tövbe ve îman” geçersizdir:

“Tevbe; ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: ‘Ben şimdi gerçekten tevbe ettim’ diyenler, ne de kâfir olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azab hazırlamışızdır” (Nîsâ 18).

İnkılâp “iyiliği emretmek” iken, ihtilâl ise “kötülüğü def etmek”tir. Böylece “emr-i bil mâruf ve nehyi anil münker” tamamlanır. Söylemeye hiç gerek yoktur ki kötülüğü bir kuvvet olmadan, bir gürültü-patırtı çıkarmadan yapmak imkânsızdır ve insanlık târihinde bunun örneği (belki sâdece Hz. Yûnus kavmi hâriç) yoktur.

Peygamberimiz: “Sizden bir kötülüğü gören onu eliyle düzeltsin, gücü yetmezse diliyle düzeltsin, buna da gücü yetmezse kâlbiyle buğz etsin, fakat bu îmânın en zayıfıdır” (Müslim, İman, 20; Tirmizî, Fiten, 12. bkz. Nevevî) der.

Dikkat edilirse kötülüğün ilk önce elle düzeltilmesi gerektiğinden bahsediliyor, imkân yetmezse dille-sözle düzeltme mücâdelesi içinde olunması söyleniyor.

Müslümanlar gerektiğinde ve zamânında inkılâbi sürecin bir aşamasında ihtilâlle yeni bir süreç başlatmazlarsa, bunu tağutların uşakları yapmaya başlarlar.

Vahiy/sünnet-merkezli inkılâbi süreç zorunlu ve olmazsa-olmazdır. Zîrâ mü’minler, ihtilâli; kendi benliklerini İslâm’i bir inşâ ile değiştirmeden yaptıklarında, yerinden ettikleri kişilerin yaptıklarının aynısını bir-süre sonra kendileri de yapmaya başlarlar. Bu nedenle ancak İslâm’i bir inkılâp süreciyle zihinleri, kâlpleri ve vicdanları değişen toplumlar ihtilâlle hayırlı bir “son nokta”yı koyabilirler. Zâten ihtilâl, inkılâbın bir uzantısıdır. İkisi bir noktada aynı anlama gelir. Belli bir seviyede değişmiş olan zihin, artık ihtilâli zorlar-ister. Dolayısı ile İslâm’da değişim süreci; “inkılâp-ihtilâl-inkılâp” sürecidir. Belli bir yapı oluştuktan sonra da sürekli bir “ıslahat” olur. “Sâlih amel” budur.

Bir düşüncenin, ideolojinin ve dînin yozlaşmadan benimsenebilmesi, ancak, bir inkılâp sürecinden sonraki devrim ile ihtilâl ile olur. Salt inkılâp ile sâdece bir grubun düşüncesi-tasavvuru değişse bile çoğu kişi bu düşünceyi-tasavvuru-dîni yozlaştırmadan değiştirmez. Çünkü onlar şirk koşmadan inanmazlar: “Onların pek-çoğu Allah’a ortak koşmaksızın îman etmezler” (Yûsuf 106).

Alexis Carrel:

“Birey, kendi çevresine sımsıkı bağlıdır, bağımsız bir varlığı yoktur. Onu yenilememiz ancak etrâfını çevreleyen âlemi değiştirebildiğimiz nispette mümkün olacaktır. Demek ki, maddî ve zihinsel çerçevemizi yeniden yapmamız gerekiyor. Fakat toplumun kuralları katıdır. Onları hemen değiştiremeyiz. Bununla berâber hayâtın bugünkü şartları altında insanın yeniden yapılanmasına derhâl başlanmalıdır. Modern toplumu derin bir şekilde değiştirmek için çok kalabalık muhâlif bir gruba ihtiyaç olmayacaktır. Disiplinin insanlara büyük bir kuvvet kazandırdığı eski bir gözlem verisidir. Asetik ve mistik bir azınlık, keyfine düşmüş ve irâdesiz bir çoğunluk zerinde çabucak karşı konulamaz bir güç kazanabilir. Bu azınlık iknâ yoluyla, belki kuvvetle, ona başka hayat tarzlarını kabûl ettirebilir. Modern toplumun dogmalarından hiç-biri yıkılmaz bir güçte değildir. Ne dev fabrikalar, ne gökdelenlerdeki ofisler, ne öldürücü büyük şehirler, ne endüstri ahlâkı, ne de üretim mistiği ilerlememiz için vazgeçilmezdir. Başka bir medeniyet ve yaşayış tarzları pekâlâ mümkündür.

Modern toplum, bütün entelektüel kültür, mânevî cesâret, fazîlet ve cüret kaynaklarını kurutmuş değildir. Meşâle sönmemiştir. Demek ki, hastalık çâresiz değildir. Fakat fertlerin yenileşmesi modern hayat şartlarının yenileşmesini gerektiriyor. Bu ise ihtilâlsiz mümkün değildir. Demek ki, değişmenin gerekliliğini anlamak ve bunu gerçekleştirmek için ilmî vâsıtalara sâhip olmak yeterli değildir. Teknolojik medeniyet kendiliğinden yıkılırken, böyle bir değişiklik için şiddet ile uyarı ve ikâzları da berâberinde getirmesi lâzımdır. Modern insan, para müstesnâ, her-şeye karşı kayıtsızlık içindedir. Fakat yine de ümit etmek için sebep vardır” der.

“İnsanların geneli”, ancak bir ihtilâl gördüklerinde iknâ olabilirler. İhtilâl aynı-zamanda teskin edicidir. Mekke’nin fethinden sonra insanlar bölük-bölük Allah’ın dînine girmişlerdir: “Allah’ın yardımı ve fetih geldiği zaman, insanların Allah’ın dînine dalga-dalga girdiklerini gördüğünde..” (Nasr 1-2). Tabî ki “Allah’ın yardımı” (ihtilâl) durduk yerde gelmez. Onu celb-edecek bir inkılâp ve imtihan sürecini başarıyla geçirmiş olanlara gelir bu yardım.

Bir tohum saçıldığında onu hasat etmek için bile elbette bir zaman/süreç geçmesi gerekir. Bir fidan dikildiğinde onun ağaç olup meyve/ürün vermesi için belli bir zaman geçmesi gerekiyor. Bu gerçeği ıskalamıyoruz ve bir sürecin olması gerektiğini biliyoruz ve biz de söylüyoruz. Fakat, “hasat”ın da zamânında yapılması gerekir. Hasat, zamânında yapılmadığında “çürüme” kaçınılmaz olur. O şey artık başka bir şey olur. Meyve-ürün olgunlaştığında artık hasat yapılmalıdır. Yan-bahçedeki meyvelerin de olgunlaşmasını beklemeye yok. Çünkü bir şeyi zamânında yapmamak zulümdür.

İnkılâp süreciyle belki “hükûmet” olunabilir ama “iktidâr” olunamaz. İktidâr olabilmek için mutlakâ ihtilâl gerekir. Fakat Mekke yaşanmadan Medîne olmaz. İnkılâp (Mekke) teori iken, ihtilâl (Medîne) ise pratiktir.

Tabi ki acelecilikten de kaçınmak gerekir. Amel-eylem, ortaya çıkmak için kendini zorlayacak seviyeye gelmelidir enfüste ve âfakta. Seyyid Kutub:

“İslam nizâmını tatbike koymak ve Allah’ın emirleriyle hükmetmek âcil olan ilk hedef değildir. Zîrâ toplumun tamâmını veya amme hayâtında ağırlık sâhibi sağlam bir kısmını, önce İslâm akîdesini, sonra da İslâm nizâmını doğru anlayabilecek seviyeye getirmeden bunun gerçekleştirilmesi mümkün değildir. Tevhid temeli yerleşmeden girişilecek uygulamalarda, sistem şeklen İslâm’i görünse bile, câhili âdetler yaşamaya devâm edecektir” der.

Tabi bu süreç çok zorlu bir süreçtir ve aceleye de gelmez:

“(Ey mü'minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçmiş kavimlerin başlarına gelenler sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?. Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokundu ve öyle sarsıldılar ki Peygamber ve onunla berâber îman edenler nihâyet “Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?” dediler. İşte o zaman (onlara), ‘Şüphesiz Allah'ın yardımı yakın’ (denildi)” (Bakara 214).

Bir rivâyette Habbab İbn Eret (ra) şöyle nakleder:

“Müşriklerden gördüğümüz işkenceye dayanmamız zorlaştığı bir sırada Hz. Peygamber’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) varıp: “Bizim için Allah’tan yardım istemez misiniz?” deyince, o şöyle demişti: “Sizden önceki ümmetlerde îman eden bir çukura gömülür, testere ile ikiye biçilir, demir tırmıklarla eti kemiğinden sıyrılırdı da, bu işkenceler onları dinlerinden döndürmezdi. Allah adına yemin ederim ki Allah bu dîni başa çıkaracaktır; fakat siz acele ediyorsunuz” (Buhari, Menâkıbu’l-Ensâr).

İnkılâp dıştan-kenardan merkeze doğru bir seyir izlerken; ihtilâl, içten dışa doğru bir seyir izler. Fakat İslâm’i sistem ikisini de kullanır. İlk önce kenara tebliğ-dâvet yapar. Sonra da merkezden dışa doğru ihtilâl ile bir seyir izlediğinde kenardan bir direniş görmez. Dıştan içe doğru olan seyir, bir sıçrama belli bir noktadan sonra merkezi ele geçirip etrâfa yayılır. Doğada da izlenir bu durum. Denize-göle atılan taş, “merkezden etrâfa doğru” yayılır, içten dışa doğru yâni. Dıştan içe-merkeze doğru değil. Merkezden etrâfa yayılan dalga, taşın suya ulaşma sürecinden (inkılâp) bağımsız değildir. Taşı denize-göle ulaştırma süreci, inkılâp sürecidir.

İnkılâp süreci yâni “dâvet etmek”, “zorluk karşısında sabır”, “direniş” vs. bunlar çok zorlu süreçlerdir. Zâten bu süreçlerden başarıyla geç(e)meyenlerin yaptıkları ihtilâl zulme dönüşür. İslâm’i bir inkılâp olmadığında yapılacak ihtilâl bir zulümden başkasını getirmez. İsterse ihtilâli yapanlar müslüman(!) olsun. Bu nedenle ihtilâli, inkılâp zorlamalıdır.

İnkılâp “hâmilelik” süreci iken; İhtilâl ise “doğum”dur.

Evet; Ne inkılâpsız ihtilâl olmalıdır; ne de ihtilâl olmadan inkılâp tamamlanabilir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ağustos 2016

















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder