“Gerçek şu
ki, Allah, Âdem’i, Nûh’u, İbrâhim âilesini ve İmran âilesini âlemler üzerine
seçti” (Âl-i İmran 33).
Âyette söylenen İbrâhim âilesi ve İmran âilesi bizim “örnek
âilelerimiz”dir. Allah bize bu örnek âileleri göstermektedir ve zımnen; “bu âileler
gibi olun” demektedir. Zîrâ ancak bu tarz âilelerde şahsiyetli insanlar
yetişebilir ve Dünyâ’yı İslâm-merkezli değiştirebilecek önderler çıkar. Çünkü
bu âileler “adanmış âileler”dir ve adanmışlık olmadığında Dünyâ’yı değiştirecek
ve toplumları peşinden sürükleyecek şahsiyetlerin çıkması hayâldir. İslâm bir
yönden de bir “adanmışlık dîni”dir. Toplumları peşinden sürükleyecek ve Dünyâ’daki
zulmü ber-tarâf edip Dünyâ’yı Dâr-ül İslâm’a çevirecek olan şahsiyetler,
mutlakâ adanmışların içinden çıkar, “adanmış âileler”in içinden. Hz. Yûsuf ve
Hz. Îsâ, adanmış âilelerin yetiştirdiği şahsiyetlerdir. Hattâ bu Peygamberler,
adanmanın silsile hâlinde tekrâr etmesinin bir sonuçlarıdır. Dünyâ’da
hak-merkezli büyük izler bırakmak için adanmış âilelerin olması çok önemlidir. Bu
âilelerin ataları, bir zamanlar müşrik-zâlim âilelerinden ve toplumlarından
kopmuş olanlardır genelde. Bu kopuşun ve hicretin sonucu çok da uzak olmayan
bir zaman sonra “örnek şahsiyetler” olarak verir meyvesini. Zâten o örnek
şahsiyetler kâlpten yapılmış bir duânın netîcesidirler. Eylemden sonra yapılmış
duânın:
“(İbrâhim) Rabbim, beni namazı(nda) sürekli
kıl, soyumdan olanları da. Rabbimiz, duâmı kabûl buyur” (İbrâhim 40).
“(İsmâil'le
birlikte Evin (Kâbe'nin) sütunlarını yükselttiğinde (ikisi şöyle duâ etmişti):
“Rabbimiz bizden (bunu) kabûl et. Şüphesiz, Sen işiten ve bilensin. Rabbimiz,
ikimizi sana teslim olmuş (müslümanlar) kıl ve soyumuzdan sana teslim olmuş
(müslüman) bir ümmet (ver). Bize ibâdet yöntemlerini (yer veyâ ilkelerini)
göster ve tevbemizi kabûl et. Şüphesiz, Sen tevbeleri kabûl eden ve
esirgeyensin. Rabbimiz, içlerinden onlara bir elçi gönder, onlara âyetlerini
okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları arındırsın. Şüphesiz, Sen
güçlü ve üstün olansın, hüküm ve hikmet sâhibisin” (Bakara 127-129).
“Hani
İmran’ın karısı: “Rabbim, karnımda olanı, her türlü bağımlılıktan özgürlüğe
kavuşturulmuş olarak Sana adadım, benden kabul et. Şüphesiz işiten bilen Sensin
Sen” demişti. Fakat onu doğurduğunda -Allah onun ne doğurduğunu daha iyi
bilirken- dedi ki: Rabbim, doğrusu bir kız (çocuğu) doğurdum. Erkek ise, kız
gibi değildir. Ona Meryem adını koydum. Ben onu ve soyunu o kovulmuş şeytandan
Sana sığındırırım. Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabûlle kabûl etti ve
onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriyâ’yı ondan sorumlu kıldı.
Zekeriya her ne zaman mihrâba girdiyse, yanında bir yiyecek buldu: Meryem, bu
sana nereden geldi? deyince, Bu, Allah katındandır. Şüphesiz Allah, dilediğine “hesapsız
rızık” verendir dedi. Orada Zekeriya Rabbine duâ etti: “Rabbim, bana
katından tertemiz bir soy armağan et. Doğrusu Sen, duaları işitensin” dedi” (Âl-i imran 35-38).
Allah böyle adamaları ve adanmaları görmedikçe nitelikli
şahsiyetleri nasip etmez. Allah, adanmışlığa çok destek verir. Peygamberimiz de
bir adanmışlığın netîcesiydi. Babası Abdullah’ı kurbân olmaktan kurtaran şey,
dedesi Abdulmuttalib’in 100 deveyi adamasıydı. Bir adak sonucunda Abdullah
kurbân olmaktan kurtuldu ve Âmine ile evlenince Peygamberimiz Hz. Muhammed
Dünyâ’ya geldi.
Modern zamanlarda böyle âilelere ve dolayısı ile önder
şahsiyetlere ve nitelikli toplumlara ulaşmak, en nihâyetinde de Dünyâ’yı Dâr-ül
İslâm’a çevirmek çok zor gözüküyor. Mü’minlerin bundan umûdunu kesmemesi
gerekir fakat mevcut Dünyâ’ya bakınca böyle bir umut taşımak kolay da değil. Zîrâ
yozlaşma had safhadadır. Dünyâ’yı Dâr-ül İslâm’a çevirmek için gereken lîder
şahsiyetler ve nitelikli toplumların oluşması için ilk başta âileleri
İslâm-merkezli inşâ etmek gerekir. İşte zâten büyük sorun buradadır. Çünkü
şeytanın fısıldamalarıyla hareket eden tâğutlar ve uşakları, âileyi “çekirdek âile”
ve kişileri “bireyler” olarak öyle bir parçalayıp dağıtmışlar ki, yeniden
toplayıp bir-araya getirmek ne mümkün!. Toplumun “yakın akrabâlar” olarak bile
bir-araya gelip, âyette söylenen ve örnek gösterilen âileler gibi âileler
kurmaları mümkün olmuyor.
Eskiden bilindiği gibi, genişçe bir arsa üzerine
kurulmuş, büyükçe bir kapıdan girilen ve içeride koca bir avlusu bulunan,
mutfak ve salonu ortak kullanılan fakat odaları ve evleri ayrı olan büyük âilelerin
yaşadığı mekânlar vardı. Dede-nine, ana-baba ve kardeşler, gelinler-damatlar bu
büyük evde “geniş âile” olarak yaşarlar ve hem bir bereket hâsıl olurdu hem de âile
içinde bir denetleme mekanizması işlerdi. İşler birlikte yapılır, yemekler berâber
yenir, büyüklerin tecrübeleri kâle alınır, evdeki yaşlılar hem çocuklara
göz-kulak olurlar hem de tecrübelerini aktararak onları yetiştirirlerdi. İslâm
ve Türk târihinde görüleceği üzere yaşayışlar genelde böyleydi ve târih boyunca
nice şahsiyetli insanlar yetişmişti bu evlerde.
Peki zamânımızda ne oldu?. Modern zamanlarda ilk önce
memlekette homojen olarak dağılmış olan insanlar, “özellikle seçilmiş” ve târih
boyunca öne çıkmış olan şehirlere yönlendirildiler çeşitli politikalarla.
Eskiden yeten, artık yetmemeye başlamıştı. Çünkü tarım politikaları küresel şeytâni
siyâsetin sonucu olarak değiştirilmişti ve çiftçi ve zanaatkâr artık bulunduğu
memleketinde geçinememeye başlamıştı. Buna bir de teknoloji ve medyanın etkisi
tuz-biber ekmişti. Nefsi hedef alan modernizm, insanları bir şekilde modern köleliklerin
yapıldığı modern kentlere göçmeye hem mecbûr bırakmış hem de iknâ etmişti. Tabi
modern kentlerde (şehir değil) eskisi gibi öyle büyük evler ve âileler ol(a)mazdı.
İlk başta ana-babalar ve kardeşler 3-5 katlı evler yaparak yine bir-arada
oturdular ve eskisi gibi olmasa da yine benzer yardımlaşmalar ve denetimlerini
devâm ettirebildiler. Fakat bu, eskisi kadar etkili değildi. Zamanla kentler
daha da büyüdükçe günümüzde görüldüğü üzere “kentsel dönüşüm” (kentsel dönüşüm,
şehirden kente dönüşümdür) kapsamında yüksek ve çok-katlı, içlerinde küçük
dâirelerin olduğu binâlar yapılmaya başlandı ve 3-5 katlı evlerde birlikte
oturan âileler de çoğunlukla dağıldı ve ayrı-ayrı yerlere taşındılar ve birbirleriyle
haftada, ayda ve hattâ yılda bir görüşmeye başladılar. Böylece hem yardımlaşma
hem de âile-içi denetim kayboldu. Zamanla artık birbirlerinden maddî yardım
bile istememeye ve bu yardım için bankalara koşturmaya başladılar. Zâten bu kent
yaşamını oluşturanlar da bu bankalar ve benzer kurumların sâhipleriydi.
Bu ayrışma kısa-zamanda âile-içi ayrışmalara kadar
gitti ve en sonunda “yalnız yaşamlar” başladı. Şeytan en başta yalnız
yaşayanlar olmak üzere küçük âileleri istediği gibi elinde oynatır. Hem de
fitneyi ve vesveseyi daha kolay verir ve etkili olur. Yıllarca birlikte yaşarlârken
nerdeyse hiç sorun yaşamayan âileler, ayrıldıklarından ve hattâ birbirlerine
uzak yerlerde yaşamalarına rağmen geçinememeye başladılar. Çünkü maddî farklılıkları
oldu. Zîrâ işleri ve gelirleri farklıydı. Kardeşlerden biri asgari ücretle
çalışırken, diğeri onun 3-5 kat fazla maaş alabiliyordu ve zamanla bu
gelir-farkı nedeniyle makas daha da fazla açılıyordu. Evler ortak değildi ki
gelirler de ortak olsun. Sonuçta düşünceler ve yaşam şekilleri de değişiyordu. En
önemlisi de bu durum herkes tarafından normâl görülmeye başlandı. Maslow’un
teorisinde olduğu gibi; “insanlar maddiyatlarına göre düşünürler ve
davranırlar”dı.
Evet, bu modern bir projeydi. Parçalayınca daha kolay
ve istedikleri gibi yönetebiliyorlardı insanları şeytanın o uşakları.
Parçalanınca, kölelik “modernlik” olarak görülmeye başlıyordu. Kardeşlerden,
akrabâlardan birinin geliri diğerinden 3-5 kat fazla oluyordu ve bu durum nefs-sâhibi
olan insanın şeytan tarafından fitneye düşürülmesini kolaylaştırıyordu. Artık
insanlar ana-babası ile, kardeşleri ile ve hattâ çocukları ile kolayca küsebiliyorlardı
ve hayatlarını böyle bitirebiliyorlardı. Bir insanın ana-babasına, çocuklarına,
kardeşlerine, akrabalarına; “ne ölüme ne ölüne” demesi nasıl açıklanabilir
Allah aşkına?. Bu nasıl bir ayrışmadır ve nasıl bir kindir?. İşte demek ki
maddî ayrışma, kâlplerin de kolayca ayrışmasına neden oluyor. Maddî uçurumlar,
düşüncelerin ve tavırların da bâriz şekilde ayrışmasına neden oluyor.
Artık çekirdek âile hâline gelen âilelerin “çekirdek
kadar” irâdeleri, “çekirdek kadar” düşünceleri, tavırları ve “çekirdek kadar”
hedefleri oluyor. Çekirdek âilelerin hedefleri ile şeytanın hedefleri
örtüşüyor. Çekirdek âilelerde tecrübe para etmiyor. Çekirdek âileler çocuklarını
kreşe gönderdiklerinden, ileride de çocukları onları huzur-evlerine gönderiyor.
Zamânında ana-babalar çocuklarını kreşe göndererek onların “sıkıntılarından”
uzaklaşmak yoluna girdikleri gibi; çocuklar da hayatlarını “engel” olmadan
yaşamak için ana-babalarını huzur-evlerine yerleştiriyorlar ve bakıyorlar
keyiflerine. Eeee, ne ekersen onu biçersin. Kreş eken huzur-evi biçer.
Çekirdek âilede baba işe, anne işe, çocuk kreşe gider. Bu ileride; “çocuklar
işe, anne-babalar huzur-evine gider” şeklinde tezâhür ediyor.
Bu tarz âilelerden (pardon, birlikteliklerden) nasıl
nesiller çıkmasını bekliyordunuz ki?. Böyle birlikteliklerden (âilelerden
değil, çünkü onlar âile değil) “niteliksiz, tembel, pasif, korkak ama acımasız,
maddeye kilitlenmiş, vicdan ve merhâmetten yoksun, dinden uzak, mânevi
hedefleri olmayan, değerlerden uzak nesiller”den başka bir şey çıkmaz. Zâten
anne-babalar da çocuklarının niteliğe dönük değil, niceliğe dönük işlere
yönelmelerini ve tâbir-i câizse, “domuz gibi” tüketebilecek paralar
kazanabilecek işler yapmalarını istiyorlar ve bu uğurda çok fazla çaba sarf-ediyorlar.
Kimse çocuğunu “adamayı” düşünmüyor ve istemiyor ki!. Böyle olunca “adanmış
şahsiyetler” çıkmıyor. Dirâyetli ve lîder olabilecek şahsiyetler yetişmeyince
de nitelikli toplumlar oluşmuyor. “Dünyâ’yı maddî anlamda ıskalamamak” en büyük
hedef oluyor. Fakat böyle olmanın bir cezâsı var; Böyle toplumlar, maddî
birikimi daha fazla olan toplumların güdümüne girerler ve onlara “modern
kölelik” yaparlar. Üstelik köle olduklarının farkına bile var(a)mazlar. Köle
olduklarına bakmadan efendi olduklarını zannederler ve böylece günlerini gün
ettikleri zannıyla aslında günlerini heder edip giderler. Fakat unutulmasın ki,
salt maddî zevk ve haz-merkezli olarak gününü gün edenler, görece Dünyâ’larını,
ama kesinlikle âhiretlerini cehennem ederler.
Evet; Tabaklar-bardaklar ayrılmaya başlayınca bu
ayrılmanın önüne kimse geçemedi. Ayrılış parçalanmaya dönüştü ve parçalar
bile daha da parçalarına ayrılma yolunda. Çekirdek âile demek, sorumluluğu
olmayan yada çok az olan âile demektir. Artık bu sorumsuzluk sonucunda çekirdek
âileler bile dağılmaya ve modern hayatta âdet hâline geldiği gibi “yalnız
hayatlar” yaşanmaya, üstelik de yalnız yaşayanlar kıskanılmaya başlandı. Hâlbuki
insan yalnız olmaya programlı değildir ve fıtratı buna müsâit de değildir. Bu
yüzden İslâm’da bekâr ve yalnız olmak yasaktır. Tek kalmak yasaktır. İslâm’da “nikâh
altında ölmek” düşüncesi ve uygulaması da vardır. Çünkü sâdece Allah’tır tek
olan. Teklik Allah’a mahsustur. Yalnızlık sâdece Allah’a mahsustur.
Vel hâsıl kelam; çekirdek âile îcat edildi, mertlik
bozuldu.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ağustos
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder