“İnsanlardan
kimi, Allah’a bir ucundan ibâdet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa,
bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isâbet edecek olursa yüzü-üstü
dönüverir. O, Dünyâ’yı kaybetmiştir, âhireti de. İşte bu, apaçık bir
kayıptır” (Hac 11).
Müslüman doğmak ile müslüman olmak arasında çok büyük
fark vardır. İnsanlar müslüman bir ana-babadan doğduklarında otomatikman
kendilerinin de müslüman olduklarını sanıyorlar. Gerçi her insan İslâm fıtratı
ile doğar, ancak fıtrat, İslâm’ı seçmeye uygun olan potansiyeldir sâdece. Hâlbuki
müslüman olmak bir “seçim” işidir ve bu seçim bulûğ çağında başlar tercihini
yapmaya. Doğuştan müslüman olunmaz yâni. Fakat müslüman bir ana-babadan doğup İslâm’i
bir ortamda yaşamanın potansiyel avantajları vardır.
Rûhun bir cinsiyeti, ırkı, dili, vs. yoktur. Bu
nedenle de doğuştan ana-babasının dîninden olunmaz. Doğuştan ırklı olunur. Ana-babanın
ırkından olunur. Meselâ doğuştan Türk, Arap, Fars, Alman, Fransız vs.
olunabilir. Çünkü anne-babası da o ırktandır ve bunlar et-kemik-kan ve kültür
ile alâkalıdır. Yâni bedenle alâkalıdır. Fakat din insanın her yönünü kapsar.
Bu nedenle de dindar olmak için, meselâ müslüman olmak için o dîni bilmek, onu
anlayıp idrâk etmek ve kabûl ettiğinde de emirlerini-nehiylerini uygulamak
gerekir. Müslüman ülkelerde yaşayan insanlar “doğuştan müslüman” oldukları için
hiç-bir emri ve nehyi yapmasalar da cennetlik olduklarını düşündüklerinden, dînin-İslâm’ın
özüne inip de vahyi incelemezler ve onu tam anlamıyla idrâk edip de o yolda eylemde
bulunmazlar. Yâni sâdece ucundan-kıyısından tutunurlar dîne. Hâlbuki Kur’ân
bunu yeterli bulmuyor ve diyor ki:
“Ancak îman
edip sâlih amellerde bulunanlar, bir-birlerine hakkı tavsiye edenler ve
bir-birlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr 3).
Kur’ân; “ey îman edenler ve sâlih amel işleyenler”
der ve sonra ekler; “bir-birlerine sabrı ve hakkı tavsiye edenler”. Yâni, îman
edip sâlih amel yolunda giderken sabırlı olup hakka uygun yol alınması tavsiye
edilerek destekleşenler. Demek ki sâdece “îman ettim” demekle olmuyor. Sonra sâlih
amel işlenilmeli ve bu yolda giderken “sabır ve hakkı tavsiye” unutulmamalıdır.
Yine diğer bir âyette:
“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek,
sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2) denir.
Bu nedenle âyetin de dediği gibi, sâdece
“elhamdulillah müslümanım” demenin öyle çok da önemli bir yanı yoktur. Müslüman
olunduğu söz ile olmaktan çok eylem ile gösterilmelidir ve dîne
ucundan-kıyısından bağlı olanlar için bu çok büyük zorluktur. Din eylem ile
ortaya konulmuşsa söz ile söylenmese de olur. İslâm’i eylemde bulunan kişilerin
bir de “müslümanım” demesine gerek yoktur. Namaz kılan, oruç tutan, zekat veren
insanın “müslümanım” demesine gerek yoktur aslında. Dilsiz olan yâni konuşamayan
biri bunu yapamaz meselâ. Zâten “müslümanım” demek bir iddiâdır ve tüm iddiâlar
ispat ister. İspâtın kendisi delile gerek bırakmaz. Bu ispâtın nasıl olacağını
Kur’ân şöyle târif eder:
“Yüzlerinizi
doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah'a, âhiret
gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere îman eden; mala olan sevgisine
rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene
ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde
ahidlerine vefâ gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı
zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru
olanlardır ve müttakî olanlar da bunlardır” (Bakara 177).
Görüldüğü gibi âyette “müslüman olduğunu söyleyen”
gibi bir ifâde kullanılmıyor. İyi bir müslümanın târifi eylem ve davranış
üzerinden yapılıyor. Müslümanların çok büyük bölümü pasif ve “kültürel müslüman”dırlar.
“Sözde müslüman”dırlar yâni. Bunu tümden kötü olarak görmüyoruz ve en azından o
kültürde bulunmanın bile önemli olduğunu biliyoruz. Fakat İslâm aktif bir din
olduğu için, bağlılarından da aktif olmalarını bekler. Aktif-iyi olmalarını
bekler. Aktif-iyi olunmadığında pasiflik ve zamanla da kötülük oluşur zîrâ.
Aktiflik, “aktif iyilik” demektir ki bedeli vardır. İşte o bedeli göze
almaktır İslâm. Eylemi-ameli göze almaktır. Müslüman, “zor olana” tâlip
olandır. O zorluk bâzen acıtıcıdır. Bâzen varını-yoğunu isteyebilir kişiden.
Bâzen de hayâtını. Bu nedenle de dîne ucundan-kıyısından tutunanlar en ufak bir
bedelle karşılaştıklarında imtihanı kaybederler. Ucundan-kıyısından îman etmek
çok risklidir ve böyle bir îman bu kadar riski kaldırmaz. Çünkü ucundan-kıyısından îman
etmek bir çeşit samîmiyetsizliktir ve samîmiyetsizlikle îmânın bir-arada
bulunması imkânsızdır. Zâten böyle bir şey varsa, orada bir müslümandan değil,
bir münâfıktan bahsediliyor demektir. Îman adamın belini büker, saçlarını
beyazlatır. İşte bir ayet ve hadis:
O belini kıran yükü omuzlanmak..
“Ancak o,
sarp yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir?. Bir
boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir; Ya da açlık gününde doyurmaktır,
Yakın olan bir yetimi, Veyâ sürünen bir yoksulu. Sonra îman edenlerden, sabrı
bir-birlerine tavsiye edenlerden, merhâmeti bir-birlerine tavsiye edenlerden
olmak. İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meymene)” (Beled 11-18).
Saçların ağarması…
Hz. Ebû Bekir (r.a.), Allah
Rasûlü’ne sorar: “Yâ Rasûlullah!. Saçınızda ak görüyorum. Birden-bire
ihtiyarladınız; bir derdiniz mi var?”. Ve iki cihan serveri cevap verir: “Beni
Hûd, Vâkıa, Mürselât Sûreleri ihtiyarlattı” (Tirmizî, Tefsir 57).
O
yükün altına girilmediğinde bir samîmiyetten bahsedilemez. Rûhundan başka
bedenine de etki etmeyen şey İslâm değildir. Hiç-bir peygamber göbeğini kaşıya-kaşıya
peygamberlik yapmamıştır. Peygamberimiz de nice zorluklara katlanmış, aç ve
açıkta kalmış, savaşmış ve yaralanmıştır. Bu uğurda vatanını-yurdunu terk
etmiştir. Sahabe de aynı şekilde; büyük fedâkârlıklara katlanmıştır. Öyle ki
ana-babasını, kardeşlerini, kavmini, malını-mülkünü bile terk edebilmiştir din
ve îmânı uğruna. Bunlar ucundan-kıyısından îman etmekle olacak şey midir?. Ya
şimdiki müslümanlar olarak biz?.. Neyden vazgeçebiliyoruz?. Nasıl bir fedâkârlıkta
bulunabiliyoruz?. Bu dînin kurucuları göze aldıkları ve bedelini ödedikleri
zorluklara boşu-boşuna mı katlanmışlardı?. Tabî ki de hayır!. O hâlde biz neye
güvenerek, îman ettiğimizi söylediğimiz hâlde ufak-tefek şeyler için bile
mızmızlanıyoruz?. Neye güveniyoruz?. Bir garantimiz mi var?. Cennetle mi
müjdelendik?. Hristiyanlar gibi peygamberimiz bizim bedellerimizi ödedi de
günahsız mı olduk?.
Hüseyin Alan:
“Mekke'de müslüman olmak; sıradan bir insan olarak, sıradan işlerle
uğraşarak, sıradan hedeflere koşturarak sıradanlaşmaktan çıkıp, halife olduğunu
hatırlamak, anılmaya değer olmak, kendinin farkında olmak, Rabb’inin
büyüklüğünü tanıyıp yalnızca ona teslim olmak, büyük bir değişim yaşayarak
büyük bir sevdâya, büyük bir dâvâya ve gerçek bir izzete sâhip olmak demekti.
Geçmişte de ve bu-gün de kalabalıkların arasında müslüman olanlar,
olduğunu sananlar ve teslimiyetten karîneler gösterenler, kolayına veya
öylesine müslümandırlar!. Önlerinde buldukları İslâm’a, hazırdan kondukları
İslâm’a ve çevresine tâbî’dirler. Müslümanlıkları zorlu bir değişimin sonucu,
kararlı bir tercihin sonucu, bir çabanın, bir gayretin, bir emeğin ve uğraşının
dolayısı ile bir şeylerden vazgeçişin sonucu değil ve o nedenle bir şeye
karşılık da değildir. Bunun içindir ki kolayına tartışıyor, kolayına uzlaşıyor,
kolayına karıştırıyor, kolayına vaz geçiyor ve kolayına satıyor. Kolay elde
ettiği dîninden, kolayına da ayrılıyor. Tıpkı elçinin gerçekten de yiğit olan
dostları ve ilklerine (Allah selâmı cümlesinin üzerine olsun) rağmen, ardından
gelen ve saptıran, sapan nicelerinin de yaptıkları gibi” der.
Din/İslâm, neyin söylendiği ile değil, neyin göze
alındığı ile ilgilenir. Ölmeyi bile göze almış birine kimse bir şey yapamaz.
Onu hiç-bir şeyle korkutamaz. Hak olanı bilip-bilmemekten ziyâde, hak olanın,
kişinin işine gelip-gelmemesi önemlidir. Hakkı göze alıp-alamama önemlidir. Hak
uğruna ödenecek bedelleri göze almak önemlidir. Eğer göze alamıyorsanız.. bırakın
gitsin!.
Îman, “gabya yâni Allah’a-meleklere-vahye-âhirete
îman”dır ve peygambere itaâttir:
“Hayır öyle
değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp
sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç-bir sıkıntı duymaksızın, tam bir
teslimiyetle teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar” (Nîsâ 65).
İşte mü’minin dilinden düşürmemesi ve eyleme dökmesi
gereken âyet:
“O’nun
hiç-bir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman olanların ilkiyim.
De ki: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayâtım ve ölümüm âlemlerin Rabbi
olan Allah’ındır” (En-am 162-163).
Ey müslümanlık iddiâsında bulunanlar!; İslâm,
“işinize gelmeyen” şeylerle çevrilidir; İslâm, göze alamadığınız şeylerin
toplamıdır.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Mart
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder