8 Mart 2016 Salı

Sessizliğin İki Ucu


İnsanlar genelde sessiz ortamları severler. Hattâ bunun için bâzen şehirden epeyce uzak yerlere bile giderler yarım günlüğüne de olsa. Çünkü sessizlik “doğal” olandır ve insanı ancak doğal olan tam mânâsıyla rahatlatabilir. İnsan doğal olana ayarlıdır zîrâ. Doğal olan kendi başına bir huzur kaynağıdır. Öyle ki insanlar bâzen sessiz olmayan ortamlarda bulunduklarında bile rahatlamak için sessiz ortamları hayâl ederler ve o bile işe yarar ve kısmî bir rahatlama sağlar. Sessizliğin düşüncesi bile mutlu eder insanları.

Hele ki modern zamanlarda aşırı kalabalıklaşmış şehirlerde oluşan gürültü-kirliliği nedeniyle oluşan stresten ve huzursuzluktan, ancak sessiz ve doğal olan yerlerde kurtulunabilir. Aslında insanı rahatsız eden sesler “doğal olmayan” seslerdir. Zîrâ karga dâhil hiç-bir kuş-sesi (eğer kulağın dibinde değilse) insanı rahatsız etmez, aksine rahatlatır. Rüzgârın ve yağmurun sesi ne kadar da dinlendiricidir. Bir çakışta tüm şehri aydınlatan ve gürültüye boğan şimşek-yıldırım bile insanı ilk-başta korkutsa da, doğal olmayan sesler gibi rahatsız edici değildir.

Günümüzde modern kentler o kadar çok gürültülü hâle geldi ki, zâten doğru-düzgün iletişim kuramayan insanlar ve âile fertleri, gürültüden dolayı bir-birlerini iyi duyamıyorlar. Her-yer gürültülü çünkü. Bu nedenle de bir-birlerine bağırıyorlar. Üstüne bir de televizyon-bilgisayar sesleri eklenince herkes kendi gürültüsü içinde kayboluyor. Modern evlerde bu gürültülerden kurtulmak için PVC pencereler, çift camlar, yalıtımlar yapılıyor ve en azından evlerde huzurlu olmak isteniyor fakat burada da televizyonun gürültüsü sessizliğe izin vermiyor. İnsanların sessizlikten mahrum olması bir çok rahatsızlığı berâberinde getiriyor.

Sesli ortamlarda insan bir yere sığamıyor. Sesten kaçamıyor çünkü. Dar geliyor ona her-şey ve zamânın da bir bereketi kalmıyor. Gürültülü ortamlarda zaman çok çabuk geçiyor. Bu nedenle de modern ketlerde zamânın nasıl akıp gittiği hissedilemiyor. Bereketsizlik böyle oluşuyor.

Kemâl Sayar:

“Sessizlik mekânı genişletir ve zamânı yavaşlatır” der.

Aslında “ses” doğal olandır. Doğal olmayansa gürültüdür. Modern zamanlarda gürültüsüz bir yer bulunamıyor kentlerde. Kentli adam gürültüden dolayı konsantre olup da kendi içine dönemiyor ve kendini dinleyemiyor. Gürültü izin vermiyor çünkü. Peki gürültüden nasıl kurtulabiliriz?. Hiç öyle; “Arabaların kornalarına basmamalıyız; televizyon ve elektronik cihazların sesini fazla açmamalıyız; çok yüksek sesle konuşmamalıyız; falan denilmesin. Bunlar kısmi ve geçici çözüm(süzlük)ler. Yapılması gereken şey, mekânın değiştirilmesidir. Kentlerin şehirlere çevrilmesidir. Nüfûsu bir-kaç kente sıkıştırmaktan vazgeçmeli ve tüm ülkeye orantılı dağılmalıdır. Böylece sessizliğin doğal huzûru sağlanabilsin.

Ortamın sessizliğinin çözümlerini modernizmle birlikte sağlamak pek mümkün görünmüyor. Zâten bunun için çalışan kişiler de var.

Farklı bir açıdan bakarsak; sessizlik her zaman huzur verir mi?. Açıkçası bir sessizlik türü var ki bu sessizlik benim huzûrumu çok kaçırıyor. Bu sessizlik devâm ettikçe moralim bozuluyor. Kendimi bir paçavra gibi hissediyorum. Bu nedenle de bu sessizlik türünden kurtulmak için doğal sessiz alanlara kaçmak istiyorum. En azından “gözün görmediğine gönül katlanır” misâli. Peygamberimiz de aynısını yapmamış mıydı?. Onca zulme, acıya, çirkefliğe rağmen sessiz kalan insanların o boğucu sessizliğinden kurtulmak için, o çirkin sessizliğin ulaşamadığı Hira mağarasının doğal sessizliğine sığınmamış mıydı?. Bir sessizlikten başka bir sessizliğe kaçmamış mıydı?. Evet; kendisini çıldırtan o çirkef sessizlikten, Hira’nın buz gibi doğal sessizliğine kaçıyordu. Fakat bu geçici bir kurtuluştu. Çünkü o berbat sessizlik aşağıda hâlen devâm ediyordu. Peygamberi en çok üzen ve yıpratan şey ise, bu sessizliğe nasıl bir ses vermesi gerektiğini bilmemesiydi:

“Ve seni yol bilmez iken, doğru yola yöneltip iletmedi mi?” (Duha 7).

Allah o mâlûm sessizliğe karşı Hira’nın doğal sessizliğinde seslendi ona: Oku!; ya da duyur, bildir; dolayısı ile ses çıkar, gürültü yap!. Peygamberimiz: “Ben okuma bilmem” dedi, Yâni “nasıl farklı bir ses çıkaracağımı bilmiyorum” dedi. Zâten onu bir kat daha fazla hüzünlendiren şey de buydu. Bu uğursuz sessizliğe nasıl bir ses çıkartması gerektiği. Tüm bu sessizlik içinde gelen ve iliklerine işleyen bu sesle irkildi ve hemen ayrıldı oradan. Evine gidip örtüsünün altına girdi. Belki de örtüsünün altında bir sessizlik arıyordu. Fakat bu sessizlikten râzı olmayan Allah:

“Ey bürünüp örtünen, kalk (ve) bundan böyle uyar” (Müddesir 1-2) diyerek bu sessizliği bozmasını emretti. Peygamber artık nasıl bir ses çıkartacağını öğrenmiş oldu. Tüm Dünyâ’yı titretecek ve tüm diğer sesleri bastıracak bir ses-kaynağı bulmuştu. Bundan böyle Cebrâil ona seslendi, o da kavmi üzerinden tüm Dünyâ’ya. O ses öyle bir çınladı ki, Dünyâ’nın her yerine yayıldı. O sesle-sözle aydınlandı Dünyâ 1.000 yıl boyunca.

Şeytanın ve uşakları olan tağutların bu sesi çeşitli şekillerde bastırma deneyimleri en sonunda netîce verdi ve ürettikleri sûni sesler ile baskı altına aldılar bu sesi. Gerçi bu ses potansiyel olarak aynı güçte duruyordu. Ancak müslümanların sesi kısıldı. Müslümanlar o sûni sese karşı ses çıkaramaz oldular ve bir-zaman sonra artık o sese alıştılar, alışınca da o sûni sesi sevdiler ve onlar da aynı sesi çıkarmaya başladılar. Artık o sesin sâhiplerinin seslerini tekrâr etmekten başka bir şey yapamaz hâle geldiler. Allah’ın müslümanlara gönderdiği vahyin sesini sâdece melodik olarak, enstrümantâl olarak kulandılar-kullanıyorlar. Sesi duyulsa da sözü duyulmuyor artık Kur’ân’ın. Başka sesler ve sözlerle oyalanıyor müslümanlar.

Dillerinde vahyin sesi-sözü olmadığından, ellerinde de sünnetin gücü yok. Bir-türlü sesleri çıkmıyor. Karşı tarafın sesini bastıracak bir söz edemiyorlar. Onca gürültünün sesin arasında sessiz kalıyorlar. Sesi ve sözü ellerinde tutanlar, gücü de ellerinde tutuyorlar. Gücü ellerinde tutanlar vicdansız-merhâmetsiz olduklarından, sessiz kalanların üzerine çullanıyorlar ve eziyorlar onları ses çıkarmadıkları ve çıkarmayı düşünmedikleri için. Sessiz kalanlar da artık diğer sessiz kalanların feryatlarını bile duyamıyor. Hattâ  o feryatları da “doğal sesler” zannediyorlar. Dolayısı ile karşı bir ses vermiyorlar.

Sesleri kulakları tırmalayanlar sessizlerin üzerine her-türlü yükü yüklüyorlar da sessizlerin bu ağır yükten dolayı sesleri hattâ “gık”ları bile çıkmıyor. Gün geçtikçe yükleri artıyor. Ama “artık yeter!” bile diyemiyorlar. Eşek gibi yükleniyorlar yükü ve o yükün altındayken sesleri daha da bir kısılıyor. Yükleri arttıkça sesleri kısılıyor.

Oysa bizim 7 kat göklerden inmiş bir sözümüz var. Dağları bile yerinden oynatıp paramparça edecek güçte olan bir sesi var bu sözün:

“Şâyet biz bu Kur’ân’ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, andolsun onu Allah korkusundan saygı ile baş eğmiş, parça-parça olmuş görürdün. İşte Biz, belki düşünürler diye, insanlara böyle örnekler veririz” (Haşr 21).

Ne duruyoruz o zaman?. Dağları yerlerinden sökecek sözün sesini kullansak ya!. Bir “Allâhuekber!” deyip de başlasak.. Yeniden hakkın sesi yükselse dağlarda, denizlerde, çöllerde ve şehir-merkezlerinde. Şeytanın sesinin, tağutların seslerinin bastırılmasının zamânı gelmedi mi daha?. Bir-şeyleri değiştirmek için ilk önce bir söz ve ses lâzım. O söz ve ses bize Allah tarafından gönderilmiş olarak duruyor. Muhtaç olduğumuz ses (kudret) 7 kat semâdan inmiş olan Kur’ân’da mevcuttur. O sesi ve sözü kullanmazsak hiç-bir şey değişmeyecek.

Malcom X:

“Hayâtımın erken dönemlerinde öğrendim ki eğer bir şeyi istiyorsan, biraz gürültü yapsan iyi olur” der.

O ilk ses, İkra! sözüyle başlayacak. Sonra çoğalacak ve tüm Dünyâ’yı saracak. O doğal sessizliğe, o huzurlu sessizliğe ulaşmak büyük seslenişlerle başlayacak. En nihâyetinde de (Allah’ın izniyle) sesin-sözün olmadığı o mutlak huzur diyârına (cennet) gideceğiz. Orayı kazanmak için bu Dünyâ’da biraz ses çıkaracağız ve gürültü yapacağız; eleştireceğiz; îtiraz edeceğiz; isyân edeceğiz; kıyâma kalkacağız. Bâtılın sesine karşı hakkın sesini haykıracağız. Huzur, sessizlik ve cennet istiyorsak biraz ses çıkarmamız gerekiyor vesselam.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mart 2016



















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder