28 Şubat
süreci, Necmettin
Erbakan’ın başbakan, Tansu
Çiller’in dış-işleri bakanı olduğu 28
Şubat 1997’de olağan-üstü toplanan Millî Güvenlik Kurulu toplantısı sonucu açıklanan kararlarla başlayan ve irticâya karşı, ordu ve bürokrasi merkezli süreç.
28
Şubat’a neden 1960, 1971 ve 1980’deki gibi direkt “darbe” demiyorlar da “post-modern
darbe” ve “süreç” diyorlar?. Çünkü bu darbe “modern” bir darbedir. Yâni modernlerin
tertiplediği ve yoluna soktuğu bir darbedir. Evet; bu darbe “ülke-içi” olmaktan
ziyâde “ülke-dışı” bir güdümlemeyle yapılmıştır. Modernlerin bu darbeyi plânlayıp
eyleme sokmalarının nedeni, Yeni Dünyâ Düzeni ve Küresellik bağlamında
modernizmin İslâm âlemine yerleştirilmesi ameliyesidir. Modernizmin
yerleştirilmesi için olmazsa-olmaz olan şey, mecbûren “dîne ayar çekmek”tir.
Dolayısı ile bu darbe “dîne ayar çekmek” için yapılmış bir darbedir. Çünkü ancak
bu şekilde batı-merkezli bir sosyo-ekonomik kültür ihrâcı yapılabilecektir. Din,
vahiy; hayat-merkezli olmaktan çıkarılarak, batı-merkezli yapılmadan, batının
sosyo-ekonomik kültürü de ihraç edilemeyecektir zîrâ. Fakat öyle laik-seküler “beyaz
türklerin” zannettiği gibi; dînin bertaraf edilmesi ve hayattan koparılması
için değildir bu plân ve eylem. Tam-aksine; dîni, hayâtın tam da merkezine
koymak fakat, Kur’ân’ın-vahyin târif ettiği gibi değil, modern batının târif ettiği
ve istediği şekle koyduktan sonra hayâtın tam ortasına yerleştirmektir amaç.
Zîrâ batı, dîne karşı açıktan yapılan hareketlerde bir başarı sağlayamadığı
için, yâni onu dıştan yıkamadığı ve yıkamayacağını anladığından, içten bir
çökertmeye mâruz bırakmak düşüncesiyle onu değiştirme amaçlı bir plân
hazırlamış ve yürürlüğe koymuştur. Böylece dîni, daha doğrusu müslümanları
kendi istediği şekle ve düşünceye sokacak ve kendi istediği gibi bir inancın
yerleşmesini sağlayacaktır. Böyle istediği her-türlü ihrâcı yapabileceklerdir.
Plânı
hazırlayan batı, plânın işlemesini elbette ülke içindeki ekonomik, sosyâl ve
fikirsel iş-birlikçileri eliyle gerçekleştirecektir-gerçekleştirmiştir. Zâten
ülke insanlarının kendi iç-dinamikleriyle yaptıkları bir hareket olduğunu
düşünmeleri için böyle yapmak zorundadırlar. Bir-çok kişi, kesim ve kurumun bu darbenin
amacından ve hazırlanışından haberdar olduğu biliniyor. Zâten ülke-içindeki iş-birlikçiler
olmasa, ülkede dışarıdan bir darbe yapılması pek mümkün değildir. Bu yazıda biz
darbenin öncesi, hazırlığı ve şeklinden ziyâde sonuçlarını konuşmak istiyoruz
ki zâten sonuç, bir şeyin sebebini de gösterir. Şöyle ki:
Her
ne kadar Türkiye’de Özal ile birlikte kapitâlizm kendini hissettirmeye
başlamışsa da, müslümanların dinden kaynaklanan iç-enerjileri ve hedefleri
henüz kaybolmamış, kendilerine yapılan en ufak bir müdâhaleye karşı “harekete”
geçebilen bir yapıdadırlar. O dönemlerde bacılarının baş-örtülerine laf
söyletmeyen; okullara alınmadıklarında haklarını güçlü bir şekilde savunan;
ibâdetlerine, görünüşlerine, söylem ve eylemlerine dikkat eden; sohbet-ders
halkalarını daha nitelikli ve disiplinli tâkip eden; Dünyâ’yı da gözetmekle
berâber âhireti unutmayan; kanaatkâr ve hırsın ayyuka çıkmadığı müslümanların
olduğu dönemlerdi kısmen de olsa. RP ile birlikte “bâzı hedefler ve heyecanlar”
da vardı. Bu nedenle de bir “umut” ve bu umûdun vermiş olduğu bir cesâret
vardı. Fakat “düğmeye” basıldı ve “modern darbe” başladı. Müslümanlar çeşitli
kovuşturmalara uğradılar. Dövüldüler, sövüldüler, hapsedildiler, hakârete uğradılar
ve çeşitli baskılara mâruz kaldılar. Tamam, eyvallah; bu baskılar kimi zaman
çok ağır oldu ve katlanması kolay değildi, çok çileler-sıkıntılar yaşandı.
Fakat bu durum dâvânın ve dînin doğasında vardır. Peygamberimiz ve sahabe de
boykot yıllarında bir-çok sıkıntıya mâruz kalmıştı. Bilâl’in, Ammar’ın başına
gelenler mâlûm. Kur’ân’daki şu âyetler konu ile ilgili olan âyetlerdir:
“İnsanlar,
(sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 1).
“Yoksa
sizden önce gelip-geçenlerin hâli başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi
sandınız?. Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve
öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, berâberindeki mü’minlerle; “Allah’ın
yardımı ne zaman?” diyordu. Dikkat edin; şüphesiz Allah’ın yardımı pek yakındır” (Bakara
214).
“Kahrolsun
Ashâb-ı Uhdud. Tutuşturucu-yakıt dolu o ateş. Hani kendileri (ateş hendeğinin)
çevresinde oturmuşlardı. Ve mü’minlere yaptıklarını seyrediyorlardı. Onlardan,
yalnızca ‘üstün ve güçlü olan’, öğülen Allah’a îman ettiklerinden dolayı
intikam alıyorlardı” (Burûc 4-8
Bir rivâyette de Habbab
İbn Eret (ra) şöyle nakleder:
“Müşriklerden gördüğümüz işkenceye
dayanmamız zorlaştığı bir sırada Hz. Peygamber’e (sallallâhu aleyhi ve sellem)
varıp: “Bizim için Allah’tan yardım istemez misiniz?” deyince, o şöyle demişti:
“Sizden önceki ümmetlerde îman eden bir çukura gömülür, testere ile ikiye
biçilir, demir tırmıklarla eti kemiğinden sıyrılırdı da, bu işkenceler onları
dinlerinden döndürmezdi. Allah adına yemin ederim ki Allah bu dîni başa
çıkaracaktır; fakat siz acele ediyorsunuz” (Buhari, Menâkıbu’l-Ensâr).
Evet; 28 Şubat da o zamânın müslümanlarının
bir imtihanıydı. Fakat kısmî direnişlerden başka geniş kitleler bu imtihanı veremediler-vermediler.
İmtihanı veremeyince ne oldu?. Sınıfta kaldılar. Fakat sınıfta kalmaları onları
“ateşleyip” o sınıfı tekrar okuyup geçmeyi düşündürtmedi ve artık “okumayı”
bıraktılar. Okumayı bırakınca “yapmayı” da bıraktılar. Sonuçta da batının iş-birlikçileriyle
birlikte hazırladığı plân dâhilinde şunlar oldu:
Müslümanlar artık “pes ederek” dîni
hayâta aktarma düşüncesinden çok büyük oranda vazgeçtiler. Kişisel, hayâta
yansımayan ve yansıtılmasının düşünülmesi bile yanlış sayılan toplum-cemaat
yapılanmalarına dönüştüler. Bu yapıların adları “cemaat”ken, -batı
adlandırmasıyla- “sivil toplum kuruluşları”na döndü. Kurdukları derneklerde
vahyin hayâta-siyâsete dönük âyetlerini aşırı ya da târihsel yorumlara tâbi
tutarak, zinhar şu-ana hitâp etmeyen yorumlara konu ettiler. “Müslüman zengin
olmalı” sözünü motto yaptılar. Tabi artık din hayâta yansımayacağı ve sâdece
kültürel bir etkinlik ve araştırma-inceleme konusu olduğu için, boş kalan zaman
ve enerjiler maddiyatın arttırılması için sarf-edilir oldu ve müslümanlar bunun
karşılığını gördüler kısa zamanda. 28 Şubat’ın siyâsi netîcesi olan AKP hükûmeti
zâten “kendi zenginini” oluşturmaya başlamıştı bile.
Zenginlik ilk önce giyinişte kendini
gösterir. Daha doğrusu maddî durum kendini ilk önce giyinişte gösterir. Kişi
zenginleştikçe ya da fakirleştikçe kıyâfetleri değişir ilk başta. İşte
müslümanlarda da bu oldu. Önceleri kentlerin büyük çarşı-pazarlarından,
özellikle hanımların han-içi mağazalardan aldıkları tesettüre tam uygun; dikkat
çekmeyen ve ince-dar-kısa-pahalı olmayan kıyâfetler; İslâm’ı (daha doğrusu
müslümanı) kendi zihniyetlerine göre değiştirmek isteyen batının istediği gibi
değiştirildi. Kıyâfetlerin şekli-şemâli değiştirildi ve artık dînin bir emri
olarak tesettür kıyâfeti olarak giyilen (pardösü, baş-örtüsü), elbiseler, hem
çok pahalı ve markalı, hem de vücutların “hatlarını” çıplaklıktan bile daha
fazla belli eden kesim şekline dönüştü. Üstelik kıyâfetlerin markaları da
“düşmanların” ürettikleridir. Fiyatları
çok pahalı olan bu kıyâfetlerin markalarına bakar mısınız?: Vakko, Armine,
Pierre Cardin, Bonasera. Fiyatı 1.000 TL’ye varan baş-örtüleri, İslâm’ın
emrettiği değil, şeytan ve tağutların emrettiği baş-örtüleridir. Zâten sâdece
başları örter, göğüs üzerine salınmaz bu örtüler. (yadribne bihumurihinne alâ cuyûbihin).
Öyle bir duruma gelinmiştir ki, bu markalar
olmadığında tesettüre girmeyi reddedenler bile vardır. İlle de o markalar
dayatılır ve özendirilir.
Yeme-içmede de aşırı özentiler çıkmaya
başlamış ve klâsik yemekler beğenilmez olmuştur. Bir restorana girip de kuru
fasulye-pilav sipârişi vermek, kara çarşaflı ve cüppeli bir müslümana bile ayıp
gelebilmektedir. Marka tesettürlü bir bayanın ağzını yamultarak değişik bir ses
tonuyla “dana karpaçyo istiyorum” demesi nasıl bir özentidir?. Açlıktan ot
kaynatan ve ağaç kabuğu yiyen zulme uğramış müslüman kardeşleri varken ve acı
ve feryatlarla yardım isterlerken, pahalı baş-örtüsü ve kıyâfetleriyle, üstelik
umursamaz-kibirli bir tavırla son model bir jip ile gezmek nasıl bir iğrençlik
ve …tir?. Müslüman kardeşinin yiyemediğini yiyen, giyemediğini giyen
müslümanlar(!) var artık. İçecekleri de değişti tabi. “Dana karpaçyonun yanında
ayran içecek değil ya!. Çok ayıp ve sıradan olur..
Müslümanları paraya yâni maddeye
kitleyen AKP, yandaşları aracılığı ile hâlen bağlılarından ve destekçilerinden
sürekli olarak “parayı tâkip” etmelerini, paranın peşinden gitmelerini alenî
bir şekilde hiç de utanmadan söyleyebiliyor. Müslümanlar artık Kârun gibi
olmanın hayâlini kuruyor. Zâten AKP’nin mânevi destekçileri; “zekatını
verdikten sonra Kârun gibi olma”nın yolunu açmışlar. Bilmiyorlar ki zekat
verildiğinde Kârun gibi olunmaz-olunamaz. Kârun gibi olanlar, zekatlarını
vermedikleri ve infaklarını yapmadıkları için Kârun’laşmışlardır. Tabi böyle
bir durumda ve konumda, kalkıp da her-şeyden vazgeçip Allah’ın en önemli emri
ve vahyin en birinci hedefi olan adâleti gerçekleştirmek için İslâm Devleti’ni
kurmak uğruna bedel ödemeyi göze alabilecek adamlar nasıl çıkacak ortaya?. Zâten
artık bir İslâm Devleti’nden bahsedildiğinde rengi atan müslümanlar korku ve
endişe ile, biraz da “bu adam kim” edâsıyla mal gibi bakıyorlar insanın yüzüne.
Müslüman kardeşlerinin Dünyâ’nın çeşitli yerlerinde yaşadıkları
acı-feryat-ölümleri için ise sâdece para yardımı göndermeyi gündeme alıyorlar. Onu
da “online” olarak yapıyorlar. Çünkü şu âyeti çoktan unutmuşlar:
“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz,
bizi halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sâhib)
gönder, bize katından bir yardım eden yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve
çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nîsâ 75).
Maddî cihad ile başlayan bu savaş, ilmî ve siyâsi bir
şekille sürmelidir ki peygamberin de gönderiliş amacı olan zulmün ber-taraf
edilmesi gerçekleşebilsin. Fakat müslümanlar kafa-konforlarını ve mevcut görece
iyi durumlarını bozmamak için âyetleri aşırı yoruma tâbi tutuyorlar ve olmadık
anlamlar vererek o âyetleri tam da batı’nın ve nefislerinin istediği ölçüde
farklı bir mânâya sokuyorlar. Bu sonuç onların “hareket”e geçmelerini
engelliyor. Onları harekete geçirecek bilinçten bile mahrum bırakıyor ve
neredeyse mazlum ümmeti batının peşine takılmadıkları için suçlayacak hâle
geliyorlar. Belki de bir-çokları suçluyordur. Zâten bu nedenle demokrasiyi İslâm’ın
yerine koyuyorlar ve İslâm Devleti yerine “Adâlet Devleti” denen ahmakça bir söylemde
bulunuyorlar. Sanki İslâm Devleti olmadığında “adâlet devleti” olabilecekmiş
gibi. Adâlet Devleti, İslâm Devleti’dir. Adâlet Devleti, İslâm Devleti’nin
diğer bir adıdır zâten. Bu nedenle adâlet devleti, İslâm Devleti’nde olur ancak
ve sâdece. İslâm’dan neş’et etmeyen bir adâlet olmaz-olamaz.
Kısaca 28 Şubat’tan sonra müslümanlar, haysiyetlerini,
cesâretlerini, azimlerini, hayâllerini, umutlarını kaybetmiş ve batının
kendilerine telkin ve empoze ettiği hayâllere ve umutlara kapılmış durumdadırlar.
Demek istediğimiz o ki, tüm bu anlatılanlar ve anlatılmayan bir-çok olumsuz
durumun nedeni, 28 Şubat sürecidir ve o süreç şu-an tam-gaz devâm etmektedir.
Bakmayın siz öyle: “1.000 yıl sürecek dediler, 3-5 yılda bitirdik” demelerine.
28 Şubat’ın devâm ettiricisi kendileridir. Zâten bu, “görev olarak” verilmiştir
onlara. Sâdece, içeriği yine batı’nın isteğine uygun olarak değiştirilmiş ve
güyâ müslümanlar rahatlatılmıştır. Müslümanların mevcut durumlarına ve
gidişâtına bakılarsa 28 Şubat süreci 1.000 yıl değil, kıyâmete kadar devâm
edecek gibi gözüküyor (mâzallah). Çünkü tünelin sonunda bir “ışık” görünmüyor
ve işin kötüsü de, tünelin ağzı bile kapanmaya yüz tutmuş.
BOP, Küresel Ilımlı İslâm Projesi, Yeni Dünyâ Düzeni,
Küresellik, Demokrasi, Neo-liberâlizm, Kapitâlizm vs. şeytan-tağut işi
ideolojiler Türkiye örnekliği üzerinden tüm İslâm âlemine yayılmak
istenmektedir ve düğmeye çok daha önceden basılmış olmasına rağmen bu süreç
etkin bir şekilde 28 Şubat ile başlamıştır ve hızla devâm ediyor. Müslümanlar görece
mevcut iyi durumlarını göz-önünde tutarak “iyi ki de 28 Şubat oldu” diyecekler
neredeyse. Belki de birileri diyordur. Müslümanlar(!) öyle bir korkmuşlar, öyle
bir ürkmüşler ki; bir daha zinhar 28 Şubat öncesi zihniyete, düşünceye ve
harekete dönmeyi düşünmüyorlar. Birileri de “korkuyla olmaz”, “korkutarak bir
şey değiştirilemez” diyorlardı. O biçim olmuş işte!. İşte bu “korku”dur 28
Şubat’ı başarılı kılan. 28 Şubat’ı başarılı kılan şey, bu korku ve bu
korkunun netîcesinde gerçekleşen; tam da şeytanın/tağutların/küresel
sermâyedarların istediği ve beklediği şekildeki dönüşüm ve değişimdir. Bu
korkudur müslümanı zıvanadan çıkaran ve Dünyâ’ya kilitleyen ve hayrân eden.
İşte bu korkudur müslümanı yâni bizi şeytanın ve tağutların kölesi yapan.
Hâlbuki kölelerin “zincirleri”nden başka kaybedecekleri bir-şeyleri yoktur.
Laik/seküler/kemâlist kesim, yaşam-tarzlarının
ellerinden alınacağı korkusuna kapılmasın boşuna. Tam-aksine müslümanlar
onların yaşam tarzlarına dönüyorlar. Laiklerin asıl korkmaları gereken şey;
1980’lerde başlayan, cumhuriyet sürecinin onlara kazandırmış olduğu maddî
zenginliği müslümanlara(!) kaptırmaktır. Zâten CHP-AKP kapışması da en temelde
bu nedenledir. Çıkar-çatışmasıdır yâni. Kimsenin ideâlleri baş-tâcı yaptığı
falan yok. Sımsıkı bağlı oldukları zannedilen ideolojileri, karşı tarafı yıpratmak
ve yandaşlarını oyalamak için kullanıyorlar sâdece.
Vel hâsıl kelam; 28 Şubat amacına ulaşmış bir darbe
ve ana-hedefine ulaşmak için hızla yol alan bir süreçtir. Bu süreç; müslümanların,
“Allah’ın bir nîmeti olarak” acı azâbı görüp îman etmelerine ve îmanlarına
yaraşır şekilde davranmalarına (amel-i sâlih) kadar devâm edecektir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Mart
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder