Lâik-seküler-liberâl-kapitâlist-demokratik-modernist-bireyci-konformist
dünyâ-görüşü, müslümanları da büyük oranda etkileyerek onların düşünce ve
davranış yapısını değiştirdi ve müslümanların
sabır-tahammül-sebat-özveri-vazgeçme seviyesi düştü. Artık diğer tüm insanlar
gibi müslümanlar da “hayatta bir sıkıntı duymadan yaşamak” isteyen “ortalama
insanlar” oldular ve daha da kötüsü artık bu durumdan bir rahatsızlık da duymadıkları
gibi, mevcut durum hoşlarına bile gidiyor. Hâlbuki müslümanlar için nasıl bir
hayat yaşaması gerektiği Kur’ân ve Sünnette açıkça belirtiliyor ve görülüyor ki
bu hayat-şekli, mücâhede (mücâdele değil), tahammül, sabır, gayret, cihad
şeklinde olan bir hayat-şeklidir. Çünkü içinde yaşadığımız Dünyâ ve kâinat, İslâmî
düşünceye göre geçici bir hayattır ve bu hayattan sonra, çok-çok daha fazla
memnun olacağımız ve seveceğimiz bir cennet-hayâtı olacaktır (inşaallah). Bu
Dünyâ bir imtihan alanıdır ve bu nedenle de bu Dünyâ’dan ziyâde âhiret yâni cennet-hayâtına
odaklanmak daha doğrudur bir müslüman ve inançlı bir insan için.
Fakat artık
yukarıda söylediğimiz ideoloji ve hayat-tarzları nedeniyle İslâm’ın bu temel
düşüncesi dumura (körelme) uğramış, artık insanlar/müslümanlar başta Allah’ın
rahmetine-merhâmetine güvenerek “ne de olsa affolunuruz” düşüncesiyle ve de
îmandaki azalma ve inançtaki samîmiyetin gerilemesi nedeniyle söylenen; “âhiret
kesin değil”, “olmayabilir de”, “çok zor”, “gerek de yok”, “Allah Dünyâ’da da
iyi yaşayın diyor” gibi bir müslümana yakışmayacak sözlerle kendilerini
kandırarak (daha doğrusu Şeytan’ın kandırmasına yol vererek) kendilerini
zorlamaktan, riske girmekten, “elini taşın altına koymak”tan yâni Allah için
kendilerini adamaktan vazgeçmişlerdir. Fakat şu bilinsin ki, bâtıl taraf hiç
boş durmuyor ve müslümanların bu sözleri-düşünceleri ve tutumu onların işlerine
geliyor, hattâ onların hayat-kaynağı oluyor.
Müslümanların bu
tutumları nasıl bir engelleme yapıyor İslâm düşüncesine ve hareketine?. Şöyle
bir hikâye ile merâmımızı anlatmaya çalışalım:
Bir zaman, İslâm’a
gönül ve gayret vermiş bir müslüman (Ahmet), Kur’ân’a yenilerde dâhil olmuş iyi
bir kişi (Mehmet) ile tanışır. Ahmet biraz sert-sinirli fakat çok gayretli,
çalışkan, projeleri olan, müslümanların mevcut şartlarından çok rahatsız, titiz
ve okuyan-yazan birisidir. Mehmet ise yumuşak, sevecen, biraz tembel, iyi
niyetli, temiz bir kişidir. Mehmet, klâsik İslâmî bilgi sâhibidir. Mehmet, bir
vesileyle tanıştığı Ahmet’e bilgilerinden bahseder. Ahmet, bu bilgilerin
müslümanların klâsik bilgileri olduğunu, bunların içinde doğrular olduğu fakat çok
fazla yanlışlar da bulunduğunu; vahiyden daha çok, örf ve gelenekle ilgili
bilgiler olduğunu söyler. Bunun yerine Kur’ân-Vahiy merkezli bilgi ve Sünnet
merkezli eylemden bahseder ve bu Mehmet’in çok hoşuna gider. Zamanla daha sık
görüşürler ve Mehmet de Ahmet’in, ilgilendiği bilgi-türünü öğrenir ve bu yolda
ilerler. Zamanla -âilecek görüşmeler dâhil- görüşmeler artar ve dost olunur.
Fakat bir zaman
sonra Ahmet’in okumaya-düşünmeye-yazmaya çok fazla zaman ayırmasından dolayı
süratle artan bilgisine Mehmet yetişemez. Yetişememesinin gerçek nedeni aslında
bilginin niceliği değil, niteliği ile ilgilidir. Çünkü artık Ahmet’in bilgisi
zihne-dönük olmaktan çok, eyleme-dönük olan bilgi türüdür. Zihne dönük bilgi
tarzında kişinin hayâtında çok da fazla bir değişiklik yapmasına gerek
olmadığından pek bir sorun çıkmaz ve arkadaşlık ilişkisi aktif bir şekilde devâm
eder. Ama eyleme dönük olan bilgi türünde artık yaşam-şeklinin, hayat-tarzının
değişmesi gerekmektedir. Hattâ bu değişme sâdece bireysel alanda değil, âileyi
de kapsayacak şekilde olmalıdır. Ahmet zâten otoriter bir yapıya sâhip olduğu
ve baştan bêri bu otoriteyi sürdürdüğü için evde bu değişim olumsuz bir durum
oluşturmaz. Zâten eşini de ona göre seçmiş olduğundan, bu değişimde pek de bir
zorluk yaşanmaz. Fakat Mehmet öyle değildir. Mehmet’in âilesi bu değişime hem
hazır değildir hem de böyle bir değişiklik de istememektedir. Normâl “yurdum
müslümanı” olarak yaşamak ister Mehmet’in âilesi. Yâni “müslümanlık” aynı
seviyede kalacak fakat “Dünyâ’lık” artarak devâm edecektir. Bu, normâl “türk-müslüman
İslâm anlayışı”dır.
İşte sorun bu
aşamada ortaya çıkmıştır. Aslında Mehmet’te İslâmî heyecan vardır ve eyleme
dönük olmayan bilgi-türünü idrâk etme anlamında potansiyeli vardır. Fakat âilesi
ve sosyo-kültürel yapısı, eyleme dönük bilgi-türünü anlamakta zorlanmasına
neden olmaya başlamıştır. Çünkü eyleme dönük bilgi-türünde zihinden ziyâde,
eylem durumu önemlidir. Zîrâ o bilgi-türü, “değiştirilmiş yeni hayat-tarzı”nda
kavranılıp idrâk edilebiliyor ancak. Yâni kendini ve âilesini, yâni sosyo-kültürel
hattâ sosyo-ekonomik yapısını değiştirmeyenler idrâk edemiyor bu bilgiyi ve
dolayısı ile eyleme-amele de geçemiyorlar. Mehmet artık Ahmet’in üst-sınırı
zorlayan sözlerini anlamamaya ve hattâ Ahmet’in bâzı fikirleri Mehmet’e ters
gelmeye başlıyor. Tabi bir-birlerine olan sevgi-saygıları ve geçmişteki anıları
küsmelerini gerektirmiyor ve bu durum bir ayrılık doğurmuyor. Fakat Ahmet ile
Mehmet’in sohbet kalitesi düşüyor doğal olarak. Hattâ Ahmet artık İslâmî
konulardan ziyâde dünyevî konuları konuşmaya başlıyor Mehmet ile. Mehmet bu
durumun farkında ve diyor ki; “artık eskisi gibi sohbetler edemiyoruz”. Ahmet
bunun nedenini biliyor ama Mehmet’e bahsetmek istemiyor. “Bir zaman sonra ne de
olsa konuşulur” diye düşünüyor.
Artık Ahmet ile
Mehmet’in sohbetleri, Mehmet’in eyleme dönük bilginin idrâk edilebilmesi için
olmazsa-olmaz şart olan genel değişimi gerçekleştirmediği için yatay-seyirde
devâm ediyor. Mehmet’in dikey seyri durmuştur artık. Zâten hayat şartları da bunu
zorlamıştır. Üstelik bu fark Ahmet’in gayretlerinin her geçen gün artmasıyla
daha fazla açılmıştır. Mehmet’in doğal yapısı, âilevi durumu, sosyo-kültürel
ortamı üst-sınırı zorlamaya müsâit de değildir zâten. Bu nedenle Mehmet ancak
belli bir dikeyliğe kadar yükselmiş ve bu seviyede yatay-seyir yapmaya başlamıştır.
Artık Mehmet o üst-sınırı aşacak durumda değildir. Çünkü İslâm’ın kendisinden o
seviyede beklediği göze alması gereken “risk”leri ve vazgeçişleri göze alacak
durum pek gözükmemektedir. Bu nedenle de mevcut seviyedeki yatay seyrine devâm
etmektedir. (Bilindiği gibi İslâm, kişiden seviyesine göre yâni güç
yetirebildiği oranda sosyâl-kültürel-ekonomik vazgeçişler bekler). Tabi bu durum
çok da kötü bir durum değildir ve Ahmet ile olan ilişkide çok da fazla bir
kopukluk yapmamıştır. Bilgi seviyesi farklılaşmıştır daha çok. Tabi Mehmet, Ahmet’in
eyleme dönük fikirlerini dinlediğinde, kendine bakıyor ve o sınıra uygun
olmadığını gördüğü için sohbetin seviyesi düşüyor ve iyi sohbetler çıkmıyor
artık. Çünkü Mehmet o sınırı bırakın aşmayı, zorlamaya bile hem çekiniyor hem
de korkuyor. Ahmet ise sürekli üst-sınırı zorlayarak aşmaya çalışıyor ve tüm
gayreti bu yönde.
Üst-sınır Allah’ın kişiye
koyduğu bir sınır değil, kişinin kendine koyduğu sınırdır. Böylece üst-sınırına
gelmiş olanlar yatay-seyire devâm ederler fakat İslâm’ın formatı sürekli olarak
yatay-seyirde kalmaya uygun olmadığı için yatay-seyirde kalanların, süreç
içinde Dünyâ lehine seviyesi düşer. Sonuçta da kişinin takvâsı, azmi, gayreti
ve dirâyeti azalır.
O üst-sınırda bir delik var,
oradan geçilerek yukarıya doğru devâm edilebiliyor fakat o delikten geçip
yukarıya doğru ilerleyebilmek için kişinin bâzen kolunu-bacağını bile kesip
atması gerekebiliyor. Yâni bâzı şeylerden vazgeçmesi gerekebiliyor. Çünkü
kesmediğinde/vazgeçmediğinde oradan ileriye geçilemiyor. O koldan (sevdiği
şeyden) vazgeçmedikçe o delik onun hep “üst-sınırı” olarak kalıyor.
Bu durum arkadaşların
ilişkilerini bir nebze sarssa da bozulmasına neden olmamalıdır. Üst seviyedeki
kişi bir-kaç basamak inip yatay-seyirde gezinen kişi ile sohbet edebilmelidir.
Ne de olsa herkesin kabı-kapasitesi aynı değildir. Herkesin sabrı, tahammülü, âilevi
durumu, sosyo-kültürel yapısı, cesâreti, “göze alma” derecesi aynı değildir. Zâten
Allah da, üst-sınırı zorlamayı herkese emretmez ve sâdece belli bir topluluğun
bunu yapmasının yeterli olacağını söyler:
“Mü’minlerin top-yekûn sefere çıkmaları
gerekmez. Bunun yerine her kabîleden bir grup, dînin özünü öğrenmek ve
kötülüklerden kaçınırlar umudu ile soydaşlarını uyarmak için sefere çıkmalıdır” (Tevbe 122).
Evet; üst-sınırı
zorlayacak ve bilinci, dirilişi ve değişimi başlatacak bir topluluğun olması
şarttır. Fakat sünnetullah gereği herkes bu zorlanmaya katlanamaz. Bu nedenle
buna gücü yetenler üst-sınırı zorlamaya devâm edecek ve bu topluluk Allah’ın
dilediği bir zaman sonra bilinci-değişimi-dönüşümü başlatacak, yatay-seyir
yapanlar da onlara kendi seviyelerinden destek vereceklerdir.
“Allah kişiye ancak kapasitesi kadar yükler. Herkesin
kazandığı iyilik kendi yarârına, kazandığı kötülükse kendi zarârınadır.
"Rabbimiz, unutur yahut yanılırsak bizi sorumlu tutma!. Rabbimiz, bizden
öncekilere yüklediğin gibi bize ağır sorumluluk yükleme!. Rabbimiz, gücümüzün
yetmeyeceği şeyleri bize yükletme!. Bizi hoş gör, bizi bağışla ve bize acı!.
Sensin bizim Mevla’mız (efendimiz ve egemenimiz). Kâfirler topluluğuna karşı
bize yardım et!” (Bakara 286).
En doğrusunu sâdece
Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Aralık 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder