“Rabbin,
O’ndan başkasına kulluk etmemenizi ve anne-babaya iyilikle-davranmayı emretti.
Şâyet onlardan biri veya ikisi yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara: “Öf” bile
deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara acıyarak alçak-gönüllülük
kanadını ger ve de ki: “Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse Sen
de onları esirge” (İsrâ
23-24).
Allah, ana-babaya o kadar çok değer
veriyor ki, “Kendisinden başkasına kulluk etmeme” emrinden sonra ikinci sıraya,
“ana-babaya iyilik yapma”yı koyuyor. “Şirke düşürecek sözleri ve tavsiyeleri
hâriç, onlara tam itaat edilmesini emrediyor: Esma Bintu Ebî Bekr anlatıyor: “Henüz
müşrik olan annem yanıma geldi. (Nasıl davranmam gerekeceği hususunda) Hz. Peygamber’den
sorarak: “Annem yanıma geldi, benimle (görüşüp konuşmak) arzu ediyor, anneme
iyi davranayım mı?” dedim. “Evet” dedi, ona gereken hürmeti göster” (Buhârî,
Hibe 28, Edeb 8; Zekat 50 (1003); Ebu Dâvud, Zekât, 34, (1668).
Çünkü yaratmayı tabî ki Allah yapar fakat
bu yaratma, ana-baba vesilesiyle olur. Anne-baba, tüm hayatları boyunca
çocuklarına olağan-üstü bir sevgi ve merhâmet gösterir ve bu uğurda çocukları için
her-şeyi göze alır ve tüm fedâkârlıklara katlanabilirler. Daha doğduğu andan
îtibâren canlarından bir parça olan çocukları için onların her türlü
ihtiyaçlarını, hem de büyük bir zevkle yerine getirirler. Onları yedirip içirir,
altlarını (bokunu) temizler, kusmuğunu siler, kötü koktuklarında olumsuz bir
tepki vermezler, onların ağlamalarına, yanlış konuşmalarına, hattâ yemek yerken
ağızlarını şapırdatmalarına vs. her türlü durumlarına hiç-bir sıkıntı duymadan
katlanabilirler. Bir de şöyle bir şey var ki; anne-babaların çocuklarına
duydukları sevgi ve merhâmet, onların sâdece çocukluk dönemlerinde değil, büyüdüklerinde
de sürüyor ve anne-baba hayatta olduğu müddetçe çocuklarına olan sevgi ve merhâmetlerinde
hiç-bir eksilme olmuyor ve onlardan ne tiksiniyor, ne yüksünüyor, ne de onların
iyiliğini düşünmekten vazgeçiyor.
Peki anne-babalar bu özveriye rağmen
nasıl bir karşılık görüyorlar?. (İstisnâları nâdide bir köşeye ayırıyor ve bu “istisnâlar”dan
Allah râzı olsun diyoruz). Genelde çocuklar büyüdüklerinde, evlendiklerinde ve
kendi başlarının çâresine bakabilmeye başladıklarında, anne-babalara olan sevgi
ve merhâmetlerinde azalma oluyor ve hattâ onlara karşı çeşitli sıkıntılar duymaya
başlıyorlar. Onları artık ayak-bağı olarak görmeye başlıyorlar. Onlardan şu
şekilde sıkıntılar duymaya başlıyorlar ve şikâyet ediyorlar:
1-Yemek yerken ağızlarını çok
şapırdatmaları. (Buna “takma dişleri” neden olabiliyor).
2-Zorlandıkları için daha nâdir banyo
yapıyorlar, bu nedenle ana-babaların kokularından rahatsız oluyorlar.
3-Giyinişlerini beğenmiyorlar.
4-Konuşmalarını beğenmiyorlar.
5-Yapmaktan zevk aldıkları şeyleri
anlamsız bularak beğenmiyorlar.
6-Anne-babanın yaşamlarında başarısız
olduklarını düşünüyorlar. (Meselâ “fırsatları” iyi değerlendirmediklerini
söyleyip duruyorlar).
7-Çağa ayak uyduramadıklarını ve geri-kafalı
olduklarını düşünüyorlar. (Oysa çağa ayak uydurmaları gibi bir zorunlulukları
yok).
8-Duyu organlarının iyi çalışmaması
nedeniyle (meselâ az duyma, koku almama, görme kaybı gibi) olan sıkıntılarına
katlanamıyorlar.
9-Torunlarına karşı yanlış
davrandıklarını ve onları şımarttıklarını düşünüyorlar.
10-Kendilerini çok fazla düşünmelerine
sinir oluyorlar.
İşte biz de diyoruz ki; anne-babalara
karşı evlatlarda oluşan bütün bu olumsuz duyguların nedeni, anne-babalarına
karşı duydukları sevgi ve merhâmetin azalmasıdır. Hem de anne-babanın evlatlarına
duydukları sevgi ve merhâmette herhangi bir azalma olmamasına rağmen. Çünkü
artık evlatlar büyümüşler, evlenmişler, işleri-güçleri var, kendi çocukları
var, kendilerine göre bir hayatları var. Fakat aslında bunlar “gerçek mâzeretler”
değil, “modern mâzeretler”. Modern mimârinin, hayat-tarzının, kapitâlist
zihniyetin, çekirdek âile yapısının, liberâl-bireyci düşüncenin, modern tüketim
kültürünün vs. mâzeretleridir. Eski zamanlarda bu tür mâzeretler büyük oranda
yoktu. Çünkü aynı hayatlar aynı mekânlarda yaşanıyordu ve hayat iç-içeydi.
Âile, anne-babayla tamamlanıyordu. Bununla ilgili bir-çok doğal, fıtrî, güzel
örnekler gösterilebilir. İslâm medeniyetinde bu örnekleri şahâne bir şekilde
anlatan külliyatlar mevcuttur.
Evlatların anne-babaya karşı olumsuz tutumlarının
“sevgi ve merhâmet eksikliği”nden olduğunu delillendiren mantıkî açıklama
şudur:
Anne-babalarına olumsuz davranan
evlatların, kendi çocukları olduğunda; Çocuklarının yemek yerken çıkardığı
seslerden; temizledikleri çiş, kaka ve terinden oluşan kokulardan;
üstünü-başını kirletmesinden; doğru-düzgün konuşamamalarından; kendi başlarına
istediklerini yapmalarından; kendilerine vuruvermelerinden; ağlamalarından,
bağırmalarından, isteklerinden vs. vs. ve biraz büyüdüklerinde kendilerini düşünmelerinden
ve endişe duymalarından hiç rahatsız olmuyorlar, tam-aksine çok mutlu
olabiliyorlar ve zevk alıyorlar. Çocukların (hastalık hâriç) hayatları ve doğal
ve normâl gidişatları onlara neşe-mutluluk-haz veriyor. Onların büyümelerini
seyretmek onlar için mutluluk kaynağı. Çünkü onlara karşı sonsuz sevgi ve merhâmetleri
var. (Fakat anne-babalarının yaşlanmalarını seyretmek sıkıntı kaynağı oluyor.
Hâlbuki büyümek kadar yaşlanmak da doğal ve normâl bir durumdur). İşte
çocuklarının bütün bu istek-sıkıntı vs. durumlarına, onlara karşı duydukları
büyük sevgi ve merhâmetleri sâyesinde katlanabiliyorlar. Bu sevgi ve
merhâmet, anne-babalarından esirgedikleri sevgi ve merhâmetin aynısıdır.
Anne-babalarına olan sevgi ve merhâmetlerinde bir azalma olmasaydı (bâzı evlatlarda
olduğu gibi) onlara karşı yukarıda saydığımız şikâyetleri olmayacaktı. Çok
ilginç ki, anne-babalar evlatlarının, çocuklarına karşı duydukları sevgi ve
merhâmetten de bir rahatsızlık duymadıkları gibi, bu durum onları çok mutlu
eder.
Evet; bir anne-baba 10 çocuğa bakabiliyor
ve katlanabiliyor da, 10 çocuk bir anne-babaya bakamıyor ve katlanamıyor. Evlatlar
onların kadr-i kıymetini bilmiyorlar. Tâ ki “kıymet bildiren en büyük etken
olan ölüm” gelene kadar. İşte ancak o zaman vicdanları (en azından bir
süreliğine kadar) onlara yaptıkları kötü davranışları hatırlatıp pişmân olmalarına
neden olacaktır.
Ana-babalarına (gelin ve damatların da
etkisiyle) artık katlanamayacak duruma gelen evlatlardan bâzıları, anne-babalarını
“huzur-evleri”ne (aslında “huzursuzluk evleri”) atıp, onları yalnızlıklarıyla
baş-başa bırakıyorlar ki bizce ana-babayı en çok perişân eden şey budur. Bu
durum aynı-zamanda evlatlar için de bir şerefsizliktir. İslâm medeniyetindeki
özellikle mimâri yapı ve ahlâki tutum nedeniyle bu tarz şeyler olmamış ve böyle
kurumlar da oluşmamıştır.
Sevgi ve merhâmet yokluğu durumunda
evlatlar ana-babalarına daha neler-neler yapıyorlar ki, bunun örneklerini
yazmaya gerek yok. Zâten her gün haberlerde bu örnekleri mebzul (çok bol) ve mîde
bulandıracak miktarda seyredebiliyoruz.
Peygamberimizin anne-babaya iyi
davranmakla ilgili hadisleri şöyledir:
“Üç kişi vardır, cennete girmeyecektir:
Anne-babasının hukûkuna riâyet etmeyen kimse; içki düşkünü olan kimse;
verdiğini başa kakan kimse” (Nesâî, Zekat 69, (5, 81).
Ebu Hüreyre anlatıyor: Bir adam gelerek: “Ey
Allah’ın Resûlü, iyi davranıp hoş sohbette bulunmama en ziyâde kim hak
sâhibidir?” diye sordu. Hz. Peygamber: “Annen!” diye cevap verdi. Adam: “Sonra
kim?” dedi, Resûlullah, “Annen!” diye cevap verdi. Adam tekrar: “Sonra kim?”
dedi, Resûlullah yine: “Annen!” diye cevap verdi. Adam tekrar sordu: Sonra kim?.
Resûlullah bu dördüncüyü: “Baban!” diye cevapladı” (Buhârî, Edeb 2; Müslim,
Birr 1, (2548).
Muâviye İbnu Câhime’nin anlattığına göre;
Câhime, Hz. Peygamber’e gelir ve: “Ey Allah’ın Resûlü, ben gazveye (cihad)
katılmak istiyorum, bu konuda sizinle istişâre etmeye geldim” der. Resûlullah: “Annen
var mı?” diye sorar. “Evet” deyince, “Öyleyse ondan ayrılma, zîrâ cennet
onun ayağının altındadır” buyurur” (Nesâî, Cihad 6, (6, 11).
Ebu Bekre anlatıyor: “Resûlullah: “Size
büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi?” buyurmuş ve bunu üç kere tekrar
etmişlerdi. Biz: “Evet!” deyince: “Allah’a şirk koşmak, anne ve baba haklarına
riâyetsizlik, cana kıymak!” buyurdular” (Buhâri, Şehâdât 10, Edeb 6, İsti’zân
35, İstitâbe 1; Müslim, İmân 143, (87); Tirmizi, Şehâdât 3, (2302).
Ebu Hureyre anlatıyor: “Resûlullah buyurdular
ki: “Ramazan girip çıktığı hâlde günahları affedilmemiş olan insanın burnu
sürtülsün. Anne ve babasına veya bunlardan birine yetişip de onlar sâyesinde
cennete girmeyen kimsenin de burnu sürtülsün” (Tirmizi, Da’avât 110,
(3539).
“Biz
insana, “anne ve babasına” iyilikle davranmasını tavsiye ettik. Annesi onu
güçlükle taşıdı ve güçlükle doğurdu. Onun (hâmilelikte) taşınması ve sütten
kesilmesi, otuz aydır. Nihâyet güçlü (erginlik) çağına erip kırk yıl (yaşın)a
ulaşınca dedi ki: “Rabbim, bana, anne ve babama verdiğin nîmete şükretmemi ve
senin râzı olacağın sâlih bir amelde bulunmamı bana ilhâm et; benim için soyuma
da salahı ver. Gerçekten ben tevbe edip Sana yöneldim ve gerçekten ben
müslümanlardanım” (Ahkâf
15).
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Aralık 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder