“Eğer onlar tevbe edip
namazı kılarlarsa ve zekatı verirlerse, artık onlar sizin dinde kardeşlerinizdir.
Bilen bir topluluk için âyetleri böyle birer-birer açıklarız” (Tevbe 11).
Klâsik görüşe göre îmânın
şartı 6’dır ve; Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, âhiret gününe ve
“hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine îman etmek” şeklindedir fakat “hayrın ve
şerrin Allah’tan geldiği” maddesi Kur’ân’a aykırıdır. Zîrâ Allah’tan sâdece
“iyilik/hayır” gelir ve kötülük/şer ise “insanın kendi yaptıkları yüzünden”dir:
“Sana
iyilikten her ne gelirse Allah’tandır, kötülükten de sana ne gelirse o da
kendindendir. Biz seni
insanlara bir elçi olarak gönderdik; şâhid olarak Allah yeter” (Nîsâ 79).
“Size isâbet
eden her musîbet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. (Allah,) Çoğunu da affeder” (Şûrâ 30).
Tabi
Allah, ısrarla yapılan şerre de “sünnetullah” ve “imtihan” nedeniyle izin verir
ve kötülük/şer açığa çıkar.
İslâm’ın şartı elbette tüm
Kur’ân’dır. Bunun 5’e indirilip formülleştirilmesiyle şu 5 şart ortaya çıkar: Namaz
kılmak, oruç tutmak, zekat vermek, hacca gitmek ve kelime-i şehâdet getirmek.
Bir de “müslümanlığın
şartları” (mü’minliğin-müslimliğin değil) vardır ki, bu şartlar 2’dir: Namaz
kılmak ve zekat vermek.
Kur’ân mü’minlikten ve
müslimlikten bahseder. “Müslüman” kelimesi İslâm toplumuna sonradan yerleşmiş
bir kelimedir ve aslında “İslâm toplumuna üye olmak” anlamındadır. “İslâm
Dîni’nin ortaya koyduğu İslâm devletini ve hâkimiyetini kabûl ederek, onun
şartlarına uymak” demektir. Bu üyeliğin, “Allah’a inanmak ve Peygamber’i kabûl
etmek”ten (kelime-i şehâdet) başka sâdece iki şartı vardır: Namaz kılmak ve zekat
vermek. İslâm’ın diğer emir ve nehiyleri yâni şartları, İslâm toplumuna katılan
insanların zamanla bu şartları benimseyip, kabûl etmesi ve uygulamasıyla müslimliğe
ve mü’minliğe dönüşebilir.
İslâm toplumun bir üyesi
olmak yâni “müslüman olmak”, asgarî olarak namaz ve zekat şartına bağlanmıştır.
Müslüman olmak yâni İslâm toplumuna bağlanmak, namaz kılmayı ve zekat vermeyi
gerektirir. Çünkü zâten kişinin diğer ibâdetleri ve emir-nehiyleri yapıp-yapmadığını
bilmek her zaman mümkün olmaz. Zekat, kayıt altında verildiği için onu veren-vermeyen
hemen belli olur. Namaz ise, günlük namazların kılınıp-kılınmadığı çok belirlenemese
de, İslâm toplumunda kişinin haftalık Cum’a namazına gitmesi mecbûridir. Çünkü
Cum’a sâdece namaz değil, İslâm toplumunun ve toplanma, görüşüp-konuşma (istişâre)
ve hutbede yeni şeylerin dile getirilmesi ve topluma hem çeki-düzen verilmesi
hem de yeni duyuruların yapılması içindir.
İşte bu iki şey
“müslümanlığın şartları”dır. Müslüman olmuşsanız yâni İslâm toplumunun hâkimiyetini
kabûl edip o topluma üye olmuşsanız, bu asgarî iki şartı yerine getirmeniz
gereklidir ve bu iki şart olmazsa-olmazdır. Bu iki şarttan aslâ tâviz verilmez.
Peygamberimiz’in vefâtından
sonra Yemen ve Necid’li müslümanların; “artık Peygamber öldüğü için biz bundan
sonra zekat vermeyeceğiz” demeleri nedeniyle Halife Hz. Ebubekir’in onların bu
tavrını, müslümanlıktan yâni İslâm toplumuna bağlılıktan uzaklaşmak/ayrılmak,
dolayısı ile “ihânet ve isyân” olarak görmesi nedeniyle üzerlerine ordu
göndererek savaş ile tehdit etmesi ve onları yeniden zekata iknâ etmesinin
ardında yatan sebep budur. Zâten âyet de bunu emretmektedir:
“Ve eğer antlaşmalardan
sonra, yine yeminlerini bozarlarsa ve dîninize hınç besleyip-saldırırlarsa, bu
durumda küfrün önderleriyle çarpışın. Çünkü onlar, yeminleri olmayan
kimselerdir; belki cayarlar” (Tevbe
12).
Namazı kılıp zekatı vermek
yâni “müslüman olmak”, İslâm’a teslim olup boyun bükmek (esleme) demektir.
İslâm’ın sosyâl, ekonomik, toplumsal, siyâsî, kânûnî, hukûkî vs. her alanda
üstünlüğünü kabûl edip bağlanmak ve bu bağlılık nedeniyle asgarî şartlar olan
“namazı kılmak ve zekatı vermekle yükümlü olmak” demektir. Ehl-i kitaptan
farkları vardır ve cizye yerine zekat verirler ve namaz kılarlar. Tabi bu
şartları yerine getirdikleri için İslâm toplumunun tüm imkânlarından faydalanırlar.
Bu kişilerin İslâm devletine ve toplumuna bağlılıkları namaz ve zekat üzerinden
belli olur. “Namaz kılmayacağız” dememelerine rağmen zekatı vermeyeceklerini
söylemeleri, Ebu Bekir’in onlara savaş açmasına neden olmuştur. Çünkü İslâm’ın
tek bir emrini bile reddetmek “İslâm’ın tümünü reddetmek” ve “mürted olmak”
anlamına geliyordu. Mürted olmak demek ise, isyân edip devlete başkaldırmak” olarak
görülüyordu. Yoksa mürted sâdece “dînin emirlerini mantıksız buluyorum, ilk
başta bilmeden kabûl ettim ama şimdi kabûl etmiyorum” demek değildir. Mürted
olmak, siyâsî/hukûkî bir meseledir. Bu nedenle de mürted olmak yâni İslâm’ın
asgarî de olsa şartlarından vazgeçmek, İslâm devletine isyân etmek anlamına
gelir. Bir yazıda bu konuda şunlar söylenir:
“Hz. Ebû Bekir zekât vermek istemeyenlerle savaşırken şu âyete
dayanmıştır: ‘Haram aylar çıkınca müşrikleri nerede bulursanız öldürün,
yakalayın, hapsedin ve bütün geçit başlarını tutun!. Eğer tevbe eder, namazı
dosdoğru kılar, zekâtı da verirlerse artık yollarını serbest bırakın. Allah
Ğafûr’dur, Rahîm’dir’ (Tevbe 5). Bu
âyette müşriklerin kendi hâllerine bırakılması, tevbe, namaz ve zekât şartına
bağlanmıştır. Aksi-hâlde kendileriyle savaşılacaktır. İlk devrin meşhûr
müfessirlerinden İbn Zeyd şöyle der: ‘Allah Teâlâ namazı ancak zekâtla
kabûl edeceğini ısrarla haber verdi’. İbn Zeyd, ‘namaz ile zekât birlikte farz
kılındı ve onların arası ayrılmadı’ dedikten sonra şu âyeti delil getirir: ‘Fakat
tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse, artık onlar dinde
kardeşlerinizdir. Biz, bilen bir kavme âyetlerimizi böyle açıklıyoruz’ (Tevbe 11).
İbn
Ömer’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştu: ‘Allah’tan
başka ilâh olmadığına, Muhammed’in, Allah’ın elçisi olduğuna şehâdet edinceye,
namazı kılıp zekâtı verinceye kadar insanlarla savaşmam bana emrolundu. Bunları
yaparlarsa, -İslâm’ın hakkı olan hadler hâriç- canlarını, mallarını benden
korumuş olurlar. Gerçek durumlarının hesâbını görmek ise Allah’a kalmıştır’ (Buhârî, Îmân, 17; Müslim, Îmân, 36; İbn Mâce,
Mukaddime, 9/71. Ayrıca bkz. Ahmed, II, 345). Bu rivâyette
insanlarla savaşın terk edilmesi için zekât vermeleri şart koşulmaktadır. Yine
Ebû Nuaym’ın Enes’ten rivâyetine göre Resûlullah; ‘Allah, zekâtını
ödemeyen kişinin namazını kabûl etmez, tâ ki bu ikisini birleştirinceye kadar.
Allah Teâlâ onları birleştirmiştir, siz de onların arasını ayırmayın!’ buyurmuştur” (Ebû Nuaym, Hilye, IX, 250).
Bir hadiste Peygamberimiz, Muaz’a şöyle der: “Ehli
Kitaptan bir kavimle karşılaşacaksın. Onlarla buluştuğun zaman onları Allah'ın
birliğine ve Muhammed’in Allah’ın peygamberi olduğuna şehâdet etmeye çağır.
Bunu kabûl ederlerse Cenâb-ı Hakk’ın beş vakit namazı emrettiğini haber ver.
İtaat ederlerse Cenâb-ı Hakk’ın zekatı emrettiğini, zenginlerin mallarından
alınacak sadakanın fakirlere verileceğini bildir. İtaat ederlerse mallarına
tecâvüz etmekten sakın, mazlumun bedduâsından uzak dur. Çünkü mazlum ile büyük
Zat arasında hiç-bir engel yoktur”. Allah’ı ve Peygamber’i kabûl ettikten sonra
namaz ve zekat olmak üzere iki şart öne çıkarılıyor. Bunlar “müslümanlığın” iki
şartıdır.
İslâm’ın tüm emir ve nehiylerini kabûl ettiğini
söylemesine rağmen, sâdece namaz ve zekattan müteşekkil olan şartları yerine getiren
müslümanlar, İslâm toplumundan sayılır. Fakat zekat vermemek, “İslâm devletine
başkaldırı” demek olduğundan ve bir mürtedlik durumu ortaya çıktığından dolayı,
“ölüme kadar gidebilen bir cezâlandırma” olabiliyordu. Mürtedlik günümüzde “vatan
hâinliği” yada “isyân” ayarında bir suçtur. “Siyâsal düzene karşı çıkmak”
anlamına gelir. Modern devletlerin böyle bir suçu affetmemesi nasıl normâl
olarak görülüyor ve kabûl ediliyor ise, “mürtedlik” olarak bilinen suç da,
İslâm’ın hâkim olduğu bir devlette affedilmez.
Müslümanlık ile mü’minlik
aynı şey değildir. Mü’min olmak, İslâm’ın her emrine-nehyine kayıtsız-şartsız
uymak” anlamındayken, müslümanlık ise sâdece “namaz ve zekat ile mükellef
olmak” anlamındadır. Kur’ân bu ayırımı şu şekilde yapar:
“Bedeviler, dedi ki:
‘Îman ettik’. De ki: Siz îman etmediniz; ancak İslâm (müslüman veyâ teslim)
olduk deyin. Îman henüz kâlplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Resûlü’ne
itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç-bir şeyi eksiltmez. Şüphesiz
Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Hucurât 14).
“Dinde zorlama yoktur”
âyeti, “kişiyi dîne dâhil etme” noktasındadır. Yoksa dîni benimseyerek ve kabûl
ederek dâhil olan kişiye din bâzı sorumluluklar yükler, bu da görece bir zorluk
demektir. İşte kâlpten-gönülden kabûl etmese de, siyâsî-sosyâl-toplumsal anlamda
İslâm’ın hâkimiyetini kabûl edip İslâm toplumuna dâhil olmak demek olan
müslümanlığın iki şartı vardır; namaz ve zekat. Allah müslüman olanlara bu iki
şartı zorunlu kılar. Bu aynen, “Avrupa’lı olmasa da Avrupa Birliği’ne katılmak
ve birliğin şartlarını kabûl edip yerine getirmek” gibidir.
Peki modern müslümanlara ne
demeli?. Kime sorsanız “el-hamdulillah müslümanım” diyor fakat bırakın İslâm’ın
Kur’ân’da belirlenen emir ve yasaklarını, Allah’a inanıp Peygamber’i kabûl
ettikten (kelime-i şehâdet) sonra, namaz ve zekat şartlarını yâni “İslâm
toplumuna siyâseten bağlı olmak” demek olan müslümanlığın asgarî şartlarını bile
yerine getirmiyorlar. Buna rağmen niçin yine de müslüman sayılıyorlar?. Hayır!;
bu kişiler mü’min-müslim olmadıkları gibi, “müslüman” da değildirler yâni
aslında İslâm toplumundan da değillerdir. Allah’a, Peygamber’e ve gayba îman
etmiş olabilirler ve Allah, şirk koşulmadığı takdirde îmanları zâyi etmez,
fakat bu kişilerin inançları-îmanları olsa da İslâm ile bağları yoktur. Zîrâ
İslâm hakkında bilgileri olmadıktan başka İslâm’ın hiç-bir şartını yerine
getirmemektedirler ve sâdece “îman ettim” demekle on numara mü’min olduklarını
zannetmektedirler. Fakat İslâm diğer bâtıl dinlerden farklıdır ve “sâdece
inanç” işi değildir. İslâm’ın sosyâl, siyâsal ve toplumsal yönü de vardır ve
İslâm’ın îmandan sonra sosyâl, toplumsal, siyâsî, askerî, hukûkî, kânûnî
yönlerini de kabûl etmek şarttır.
Evet; İslâm’da mü’minler
vardır ki bunlar “örnek insanlar” olan peygamberler ve onların samîmi tâkipçileridirler.
İkincisi, İslâm hakkında yanılgıları olmasına rağmen İslâm’ı öğrenmeye ve şartlarını
yerine getirmeye çalışanlar vardır ve bunlar da “müslimler”dir ve mü’minlik
yolundadırlar. Fakat bir de İslâm toplumundan olduğunu kabûl eden çoğunluk vardır
ki bunlara “müslüman” denir. İşte “müslümanlık” denen bu şeyin iki şartı vardır:
Namaz ve zekat. Şimdi; bu iki şartı bile
yerine getirmeyenler İslâm’ın nesi olur?. Onların, Allah’a ve gayba inanıyor
olsalar da, hiç-bir şartı yerine getirmedikleri için İslâm ile alâkaları
yoktur. Çünkü ne İslâm’ı öğrenmekte ne de İslâm’ın emir-nehiylerini
uygulamaktadırlar ve hattâ asgarî şart olan namaz ve zekatı bile ikâme etmemektedirler.
Bu nedenle de onlar kanımca, klâsik yada modern anlamda kendi kabûl ettikleri
ve uyguladıkları din/yol üzeredirler. Lâkin İslâm toplumundan değildirler. Mü’min
ve müslim olmadıkları gibi “İslâm toplumuna bağlı olan kişi” demek olan “müslüman”
değildirler. Zîrâ İslâm’a göre sâdece “îman ettim” demekle iş bitmez:
“İnsanlar, (sâdece) ‘îman
ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).
İslâm’ın asgarî iki şartını
bile kabûl edip benimsemek ve uygulamak, mü’min, müslim ve müslümanları en
azından sosyâl, siyâsî, askerî, ekonomik ve hukûkî anlamda birleştirebilecek ve
bir güç oluşturabilecektir. Bu birleşme Dünyâ’daki şirki, küfrü, adâletsizliği,
eşitsizliği, haksızlığı, adâletsizliği ve zulmü ber-tarâf edip hakkı-hakîkati
getirebilir. O-hâlde en azından müslümanlığın iki şartı olan namaz ve zekatı
yerine getirmek şarttır. Allah’ın rahmetiyle, bunun arkası da çoğu kişi için
gelecektir.
Tüm müslüman coğrafyaya
yayılacak ve uygulanacak olan namaz ve zekat “Dünyâ’yı düzeltebilecek iki
şey”dir. Zîrâ namaz iç-âlemi, zekat ise dış-âlemi düzeltir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Hazîran 2022
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder