“Onlara: ‘Allah’ın
indirdiğine ve elçiye gelin’ denildiğinde, ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey
bize yeter’ derler. (Peki,) ya ataları bir şey bilmiyor ve hidâyete ermiyor
idilerse?” (Mâide 104).
Ataları körü-körüne izlemek;
aklı, düşünceyi ve davranışı yozlaştırıyor, donuklaştırıyor, durağanlaştırıyor
ve ataların yanlışını aynen sürdürüyor. Fakat “ataları bilinçli olarak izlemek”,
“tecrübelerinden faydalanmak” anlamında yararlı olabilir. Bir şey körü-körüne
izlendiğinde, artık “düşünce”ye gerek kalmaz ve böylece söylenen sözler olsun
yapılan işler olsun, ezbere ve körü-körüne yapılmaya başlanır. Öyle ki, söylenen
sözün ve yapılan işin kötü sonucu bir-zaman sonra ortaya çıkınca bile yine de
ders alınmaz da körü-körüne bağlılıklar artar ve kişiler aynı şeyleri yapmaya
devâm ederler.
Körü-körüne söylemenin yada
yapmanın bir bedeli yoktur. O yüzden körü-körüne yapmak kolay olur. Çünkü kafa-konforu
bozulup da o şey üzerinde düşünülmemiştir. Duyduğunu-gördüğünü, üzerinde
düşünmeden ve tahlil etmeden söylemek ve yapmak, o şeyi körü-körüne yapmaktır.
Körü-körüne olunca, yakın-uzak vâdede genelde olumsuz sonuçlar ortaya çıkar.
Körü-körüne bağlılıklar
bilinci blôke eder. Böylece kişi artık doğru ve tutarlı düşünemez hâle gelir ve
körü-körüne bağlı olduğu şeyi ölümüne savunmaya devâm eder. Bir kişiye yada
kuruma olan körü-körüne ve aşırı bağlılık, o kişinin yada kurumun
günahlarını-kötülüklerini görmeyi blôke eder. Böylece körü-körüne bağlılıklar
devâm eder durur. Bu durum zamanla körü-körüneliği arttırır. Tâ ki bir
uyarıcıyla karşılaşana yada bir zaman gelip de “acı azap” ile karşılaşıncaya
kadar.
Bâtıla meftûn olmuş çağımız insanı-müslümanı,
doğrulardan rahatsız oluyor. Öyle ki, körü-körüne aşırı bağlı olduğu yapıyı
eleştirmek için “doğru” bir söz söylenince yüzünün rengi atıyor. Körü-körüne
üzerinde olduğu inancı bozmak istemiyor. Çünkü kafa-konforunu bozmak istemiyor.
Kafa-konforunu bozmak ve düşünmek kolay bir iş değildir. İnsanı yorar. Oysa
körü-körüne olunca ve her-şey belli bir süre yolunda gidince ne de güzeldir ve
ne de kolaydır.
Körü-körünelik bir
cehâlettir ama bu cehâlet “tahsilli olmak”la çok da alâkalı değildir. Niceleri
vardır ki okul bitirmiş ve diploma sâhibidir ama körü-körüne tâkip ettikleri
yada bağlı oldukları kişiler yada kurumlar vardır. Bu kişiler bir yanlış gördüklerinde
yada duyduklarında, aslında kendilerine ters gelse de yine de o yapıya
bağlılıklarını sürdürürler. Çünkü körü-körüne olan bağlılıklar doğruyu ve hakkı
boğar ve o kişiden gizler. Böylece artık körü-körüne olan bağlılıklar çoğalmaya
başlar. Kimileri “ata”ya, kimileri atalara, kimileri lîderlere, kimileri
bilim-adamlarına, kimileri ünlülere, kimileri ideolojilere ve bâtıl sistemlere
ve hattâ tâğutlara ve şeytana bile körü-körüne bağlanırlar. Nice sapık lîderlere
bağlanılmıştır da onlar insanları uçuruma sürüklemiştir. Fakat gelin görün ki
bir-kaç iyi ve doğru gibi gözüken noktalar nedeniyle o siyâsilere ve lîderlere olan
bağlılıklar kısmen de olsa devâm eder.
Mürcie; devleti ve lîderi
aşırı yüceltmenin ve ona körü-körüne tâbi olmanın bir sonucudur. Zamânımızda
mürcie modern bir şekilde devâm etmektedir. Güce meftûn ve râm olanlar “modern
mürcie”dirler. Çünkü ne olursa-olsun bağlandıkları yapıya olan bağlılıklarını
körü-körüne sürdürmeye devâm etmektedirler. Hattâ bu bağlılık, kendini,
ana-babayı, çoluk-çocuğu aşağılamak ve bağlandığı kişiye fedâ etmek şeklinde
bile olmaktadır. Yine söyleyelim ki biz burada, körü-körüne olan ve düşünmeyi
blôke eden bağlılıklardan bahsediyoruz. Batıl bağlılıklardan..
Dîn zannedilenlere, hiç
sorgulamadan-araştırmadan, yâni körü-körüne bağlanmak nasıl ki “dogma” ise;
lâik-seküler-demokratik-liberâl-kemalist-kapitâlist-liberâl-konformist-feminist-emperyâl-modern
sistemlere de hiç sorgulamadan körü-körüne bağlanmak dogmadır. İnandığınız
şeyin ne olduğunu bilmiyorsanız, o inanç körü-körüne olan bir inanç ve bağlılıktır.
İnanmayacak olana delil yetmez; körü-körüne inanacak olana da hurâfe yetmez.
Körü-körüne bağlanmak aklı ve bilinci blôke eder, düşünceyi durdurur ve kişiyi
mankurtlaştırır.
Başta şeytana olmak üzere,
tâğutlara, küresel materyâlist sisteme, lâik-seküler-demokratik-liberâl-kapitâlist-emperyâl-modern
sisteme bağlananların anlayışları da azalır ve düşünemez hâle gelirler. Bâtıl,
potansiyel olarak “düşünceyi durdurma ve etkisizleştirme” potansiyeline
sâhiptir. Bâtıla saplananlar beyinlerini ve ruhlarını kilitlemiş olurlar. Bu
aslında bir cezâdır. Zîrâ bu kişiler “sâdece Allah’a” bağlanmaz ve Peygamber’i
örnek almazlar. Aslında körü-körüne bağlılık, “sâdece Allah’a” bağlanmamanın,
Kur’ân’a göre bilgilenip-bilinçlenerek ona göre amel-eylemde bulunmamanın ve
Peygamber’i örnek almamanın bir cezâsıdır. Bilinçli bir şekilde “sâdece Allah’a”
bağlanmamanın cezâsı, “körü-körüne her-şeye bağlanmak” olur. Meselâ modern insanlar
ve de müslümanlar maddeye meftûn ve râm olmuşlar ve bunun sonucunda da bu
bağlılık maddeye körü-körüne bir bağlılık hâline gelmiştir. Maddeye olan
bağlılık “bağımlılık” şekline dönüşmüştür.
Körü-körüne bağlılık,
kişiyi, bağlı olduğunun lehine aşırı yoruma zorlar. Bu yorum haksızlıklarla ve
yanlışlıklarla dolu olacaktır. Bir keresinde, uzun zaman önce bir kahvehanede
bulunuyorken, televizyonda büyük takımlardan ikisinin birbirleriyle yaptıkları
“derbi” denen maç yayınlanıyor ve kahvedekiler de dikkatle izliyordu. Bir-ara
bir gürültü koptu ve baktığımda takımlardan birinin futbolcusuna sarı kart gösteriliyordu.
Faûl yapan takımın taraftârı olan bir adam, (daha doğrusu bağ(ım)lısı) “ne var
orda, bir şey yok ki” diye yüksek sesle bağırdı. Pozisyon ağır çekimde
gösterilince yapılan faûlün çok net olduğu belli oldu. Adamın hemen yanındaki
arkadaşı, “sizin oyuncu ne biçim dirsek atmış, sarı değil kırmızı kartı
hakkediyordu” dedi, ki gerçekten de kırmızı kartlık bir hareketti. Faûl
karârının ve kartın doğru olduğunu gören ve içten-içe kabûl eden o takımın
taraftârı, körü-körüne olan bağlılığının sonucunda aynen şunu dedi: “Tamam dirsek
attı ama diğer takımın oyuncusu kim bilir ne demiştir de dirsek atmıştır”. Yâni
tuttuğu takıma o kadar bağ(ım)lı ki, takımından bir oyuncunun yaptığı bâriz bir
faûle bile varsayımsal bir mâzeret gösterebiliyor. Çünkü körü-körüne bağlı ve
artık bağımlı olmuş. Körü-körüne olan bağlılık, kişiyi bağlı olduğu şeye
“bağımlı” yapar. Körü-körüne bağlı olduğu için bir eleştiri ve îtiraz kabûl
edemiyor. Laf ettirmiyor takımına ve takımın oyuncusuna. O hâlde körü-körüne
bağlılığın “nefsî” bir yanı da vardır.
Fetö’nün 15 Temmuz 2016’da
yaptığı, daha doğrusu kendisine körü-körüne bağlı olanlara yaptırdığı bir “kalkışma”
var. Burada körü-körüne bağlılığın çok bâriz bir örneği vardır. Sözde okumuş,
okulu yüksek derecelerle bitirmiş, iyi matematik çözen, asker ve uçak pilotu
olmuş olanlar, bir emirle F-16 savaş uçaklarını havalandırıyor ve o anda ne
olduğunu bile tam anlamayan mâsum halkın üzerine bombayı atıyor ve çekip
gidiyor. Onlarca kişiyi öldürüyor bir emirle. Peki niçin?. Çünkü bir emir
alıyor ve emri veren, körü-körüne bağlı ve bağımlı olduğu kişi ve yapıdır. Sözde
dînî bir yapıdır ama Kur’ân ve Sünnet’e göre bir bilgi, bilinç ve düşünme olmadığı
için, geriye yaptığı şeyi “körü-körüne bağlılıktan dolayı” yapmak kalıyor.
Suçsuz mâsum insanların üzerine hiç acımadan bombayı atıyor ve onları
öldürüyor. Belki de bu yaptığı şey için övünüyordur. İşte bu, körü-körüne olan
bir bağlılık ve bağımlılıktır ve bu yapıya bağlı olanlar bilinçlerini ve
şuurlarını yitirmişler ve artık düşünemez hâle gelmişlerdir. Çünkü kendilerini
müslüman ve dindar olarak görmelerine rağmen Allah’ın emrettiği gibi değil,
Feto’nun emrettiğine gibi düşünüp eylemde bulunuyorlar. İşte bu şirktir,
küfürdür, zâlimliktir ve ebedî cehennemi hak etmektir. Demek ki körü-körüne
bağlılıklar, insanı küfre, şirke ve adâletsizliğe sevk edebiliyor. Hâlbuki
bırakın Feto’yu, -hâşâ- Hz. Muhammed bile böyle bir emir verse yerine getirilemez.
Târikatlar ve tasavvufta
olan bağlılıklar, körü-körüne bağlılığın zirve hâlidir. Şeyhin önünde “gassalın
önündeki meyyit gibi olmak” sözü vardır ki bu, şeyhe kayıtsız-şartsız olan bir
bağlılıktır. Oysa böyle bir bağlılık ancak Allah için olabilir. Târikat ve
tasavvuf önderlerinin söyledikleri ve yazdıkları genelde, incir çekirdeğini bile
doldurmayacak boş şeylerdir. Yâni söyledikleri ve yazdıklarından etkilenerek
oluşan bir bağlılık yoktur. Çok konuşan ama kayda değer bir şey söylemeyenlerdir
bunlar. Bu kişiler ve kurumlar, “ne kadar çok ve yoğun şekilde yâni körü-körüne
bağlılık olursa o kadar “iyi müslüman” olunacağının telkinini yapıp dururlar.
Körü-körüne bağlı oldukları bu kişiler, -sözde- kâinâtı ellerinde tespih gibi sallarlar
ve kâinâtın tüm kontrôlü de bunların elindedir (kutup gavs) fakat gelin görün
ki işe yarayacak bir söz bile etmezler ve edemezler. Yine, bir zorluğu
gideremezler ve hattâ kendilerinde olan bir sıkıntıyı bile (meselâ bâsur)
giderecek çâreden yoksundurlar. Bir keresinde, hastâneye gitmeyi yanlış sayan
târikat müridi olan bir tanıdığım, şeyhi hastalandığında en pahalı ve lüks bir hastâneye
gidip ameliyat olmasını, “aslında gitmese de olurdu ve himmet göstererek de
tedâvisini kendisi yapardı ama tevâzudan dolayı yapmadı” demişti. Körü-körüne
olunca mantıksız laf etmek normâlleşir.
Bir keresinde de hurdacılık
yapan târikat müridi bir tanıdığım, Ağustos ayında el arabasını zorlukla
taşırken şapka giymediği için kafası sıcaktan yanınca ve ben de ona “bi şapka
giyseydin” dediğimde, “âbiler şapka giymenin doğru olmadığını söylediler, o
yüzden giymiyorum” demişti. Bu durum ona iyi bir şey yaptığını düşündürüyor ve onu
mutlu ediyor olabilir ama mesele şu ki, o âbiler dediği kişiler, kendilerine
gelince kıllarına zarar verecek bir şeyi bile yapmazlar ve bırakın Güneş’in
altında el arabasıyla hurda taşımayı, klimalı ortamdan çıkmayı bile göze alamazlar.
Yine bir keresinde Türkiye’deki
cemaatlerden birinin üyeleri, şehirde kitap tanıtımı-satışı ve yardım toplamak
amacıyla Ramazan ayında esnafı ziyârete giderlerken, tanıdığım birine, “gel sen
de yardım et” demişler. Tanıdığım kişi de “hadi Allah rızâsı için gideyim”
demiş ve oruçlu bir şekilde Ağustos sıcağında başlamışlar gezmeye ve ayrı-ayrı
yerlere dağılarak kitap tanıtımı-satışı ve yardım toplamaya. Fakat öğlen olunca
sıcak çok artmış ve benim tanıdık “biraz dinleneyim” diye bir gölgeye oturmuş.
Oturduğu yer de sandviç vs. satan bir dükkanın yanıymış. Bir-ara bir bakmış,
yanında onunla birlikte gelen kişi, yarım ekmek döner yaptırmış, bir de kola almış
ve yumulmuş yiyip-içiyor. Benim tanıdık hemen yanına gidip demiş ki, “sen oruçlu
değil misin, ne bu?”; diğeri cevap vermiş, “yok âbi ne orucu, bu sıcakta oruç
mu tutulur?”. Allah rızâsı için sarıklı-cübbeli bir şekilde yardım (teberrû) toplamaya
gidenler Allah’ın apaçık farz olan emrini yerine getirmiyorlar. Tabi bizim
tanıdık bir daha adımını bile atmamış ve muhâtap olmamış onlarla. Peki bu kişi
oruç tutmamayı neye dayanarak yapıyor?. Çünkü bir sağlık sorunu falan yok.
Mutlakâ âbilerinden birini, aynısını yaparken görmüştür. Çünkü cübbe ve sarıklı
bir kıyâfetle oruçlu tutmamak pek mümkün değildir. Demek ki körü-körüne olan
bağlılık Allah’ın âyetlerini bile yerine getirmekten uzaklaştırabiliyor kişiyi.
Hem de “Allah rızâsı” için.
Birileri de, kendi sınırlı
akıllarıyla ortaya koydukları mezheplerini-meşreplerini vahiyden üstün
görüyorlar ve diyorlar ki, “bizim mezhebimize-meşrebimize uymayan âyetler
neshedilmiştir, hükmü kaldırılmıştır”. Yâni, “bizim aklımız vahiyden üstündür”
demeye getiriyorlar. Sâdece âyetler de değil, hadislerin de mensuh kabûl
edileceğini söylüyorlar. Böylece akıllarını; “Gerçekten sen, pek büyük bir
ahlâk üzeresin” (Kalem 4) ve “Biz seni âlemler için yalnızca bir rahmet
olarak gönderdik” (Enbiyâ 107) denilen Peygamber’den de üstün tutuyorlar.
Mezheplerine aykırı olan âyetleri ve hadisleri, ya te’vil ederek kabûl
edeceklerini, yada mensuh (hükmü kaldırılmış) olduklarını söylüyorlar. Bu
bağlamda El-Kerhi aynen şöyle der: “Mezhep
imamımızın ve arkadaşlarının görüşüne ters düşen her âyet ve hadis, ya te’vil
edilir yahut mensuh kabul edilir” (Risâle fi’l-Fusûl). Kendi mezhebine körü-körüne
öylesine bağlanmış ki, Allah’ın âyetlerini bile inkâr edecek duruma gelmiş.
Siyâsette de körü-körüne
bağlılıklar çok görülmektedir. Meselâ bâzılarının Türkiye’nin şu-anki lîderine
ve lîderin partisine olan bağlılıkları çok da normâl değildir. Zîrâ neredeyse
hiç-bir eleştirileri yok ve hiç-bir îtirazda da bulunmuyorlar da desteklemeye
devam ediyorlar. Ne yâni, bunların hiç mi yanlışı yok!. Fakat bir yanlış
görseler bile destekleyebiliyorlar. Çünkü bağlılıkları körü-körüne bir
bağlılıktır. Bağlılıklarının nedeni, hemen bir-önceki kötü yönetim yada “dökülen
asfaltların ve atılan betonların çokluğu”dur. Hâlbuki siyâsetin ve siyâsilerin değerlendirmesi
bu şekilde yapılmaz. Şöyle ki; Başbakanlık İnsan Hakları Kurulu’nun 2010
yılında yaptığı bir araştırma var. Bu araştırma ve sonuçları mecliste ateşli
bir şekilde tartışılmıştı. Buna göre; 2002 yılında 25.000 (yirmibeşbin) olan “hayat
kadını” sayısı 2010 yılında 100.000’i geçmiş durumdadır. “Ekonomide pembe
tablolar çizmek, rakamlara takla attırmak, gittikçe artan fuhuş sektörünün bu
hükûmet döneminde ulaştığı zirveyi gizlemeye yetmiyor” deniyor. Daha da vahimi,
40.000 kadın da vesîka alabilmek için genelevlerin kapısında bekliyor. Bunlar resmî
veriler. Bu rakamlar devletin telaffuz ettiği rakamlar. Ekonomi bozuldukça “hayat
kadını” sayısı da artmış.
Mevcut hükûmetin başa geldiği 2002 yılında ülke nüfusu 68-69
milyon iken, vesîkalı hayat-kadını (fâhişe) sayısı 25.000 idi. 2014 yılında
nüfus 78 milyona ulaşmasına yâni %12-13 civârında artmasına rağmen, 2014
yılında vesîkalı hayat-kadını sayısı %400 artarak 100.000 sayısını ulaşmıştır.
Bu rakam gayr-ı resmî olarak 300.000’dir. Bu kadınlar sâdece zevk nedeniyle mi
bu işi yapıyorlar?. Tabî ki de hayır!. İnsanlar ya kıyas yaptıkları görece iyi
yaşama ulaşmak için bu seviyesiz işi yapıyorlar ve yapmak zorunda
bırakılıyorlar yada ahlâksızlık çok artmıştır. Bir kadının fâhişelik yapmasının
iki nedeni olabilir; ya ahlâkı bozulmuş ve mâlûm yollara düşmüştür, yada geçim
zorluğuna düşmüş ve mecbûren o yola girmiştir veyâ düşürülmüştür. Eğer hükûmet,
iffet kavramına otoyol, demiryolu, gökdelen yapımı kadar önem vermiş olsaydı,
şüphesiz tablo bu denli vahim olmayacaktı”.
İşte
değerlendirme böyle yapılır ve memleketin gerçekten ne hâlde olduğu böyle
anlaşılır. Bir ülkede ahlâk bozulmuşsa, her-şey bozuk demektir. Ahlâkın bozuk
olduğu bir toplumda ve ülkede hiç-bir şey iyi ve düzgün değildir.
Körü-körüne târih bilgisi ve
anlayışı insanların yanlış düşünmelerine ve yanlış inanmalarına neden oluyor. Bir
kişiye, belli bir târihe yada kuruma-ideolojiye körü-körüne bağlıysanız, artık
bağlı olduğunuz kişiyi yada kurumu öven târihi, uydurulmuş da olsa baş-tâcı
yapıp alkışlarsınız fakat cehâletten kurtulmuş olmazsınız.
Körü-körüne bağlılıklar nice
efsâneleri, destanları, mitolojiyi ve modern yalanları insanların kabûl
etmesini sağlar. Körü-körüne inanınca artık o yalanlar insanların gözünde gerçek
ve doğru gibi görülür.
Bilim bile bir-çok konuda
körü-körüne inançlara ve bağlılıklara sâhiptir ve tâkipçilerinden de bunu
bekler. Zîrâ modern-bilim eleştirisi yok denecek kadar azdır. Aslında bilim-adamları
teorilerini bağlı oldukları kişilere, ideolojilere ve düşüncelere göre yaparlar.
Yâni onlar da birlerine körü-körüne bağlıdırlar. Bu nedenle modern-bilim çok da
“bilimsel” değildir. “Her-şeyin en doğrusunu modern-bilim ve bilim-adamları
bilir” sözüne bağlıysanız, artık modern-bilime körü-körüne bağlanmışsınız ve
modern-bilim sizin için “din” hâline gelmiş demektir. Modern-bilim ve bilim-adamları
ne derse onları dinler, teknoloji ne üretirse ona hayrân olup, modern-bilim ve
teknolojiyi “en uç gelişmişlik” olarak kabûl edersiniz. Hâlbuki nice insan,
modern-bilim ve teknoloji yüzünde perişân olmakta, mâsum ve mazlum hâle
getirilmekte yada hayâtını kaybetmektedir.
Sahabeler Peygamber’e
körü-körüne bağlı değillerdi ve vahyî-dîni olmayan konularda görüş belirtiyor
ve Peygamber’in aldığı bir karar için; “bu doğru değil” diyebiliyorlardı.
Mesela Bedir’de ordunun duracağı yer konusunda Peygamber, sahabeden bâzıları
konuşlanılan yeri uygun bulmadığı için görüşünü değiştirmiş ve yeni fikre ve
tavsiyeye göre hareket etmiştir. Çünkü Peygamber kendisine körü-körüne
bağlanılmasını kabûl etmiyor ve izin vermiyordu. “Beni Yûnus bin Metta’dan
farklı görmeyin” diyordu. Zâten Allah da Kur’ân’da Peygamber’ine istişâreyi
(şûrâ) emrediyordu. O hâlde İslâm’ın hükümleri körü-körüne olmadığı gibi,
Peygamber de kendisine körü-körüne uyulacak bir kişi değildir. İslâm’da sâdece
gayb ve vahiy konusunda “koşulsuz îman etmek” vardır ki bu da “îmâna taâllûk
ettiği için” kişide sorun oluşturmaz. Çünkü kendisinden beklenen şey, îman
sâhibi olduğu için sorun teşkil etmez.
Körü-körüne olan
bağlılıkların sonu, kısa bir zaman sonra “körü-körüne düşmanlıklar”a dönüşür.
Körü-körüne olan bağlılıkla, körü-körüne olan düşmanlık arasında “cehâlet”
bakımından fark yoktur.
Bağlılık yada düşmanlık
körü-körüne olunca, hak ve hakîkattan yana olmak ya ertelenir yada iptâl olur.
Bağlılıklar yada düşmanlıklar körü-körüne olunca kişinin gözünü kör, kulağını
da sağır eder. Artık o hiç-bir şeyi göremez ve hiç-bir şeyi duyamaz.
İnsanlık târihi, hak ve
hakîkat yolunda olmak yerine târih boyunca körü-körüne bağlılıkların târihi
olmuştur.
Körü körüne bağlılıkların
panzehiri, İslâm’a olan bilinçli-şuurlu ve kayıtsız-şartsız bağlılıktır.
Körü-körüne bağlananlar “gözleri
kör olanlar” değil, “kâlpleri kör olanlar”dır:
“Yeryüzünde gezip
dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kâlpleri ve
işitebilecek kulakları olsun?. Çünkü doğrusu, gözler kör olmaz, ancak
sînelerdeki kâlpler körelir” (Hac46).
O hâlde kâlpler körelince,
körü-körüne bir bağ(ım)lılık başlar ve kişi artık düşünerek hareket edemez hâle
gelir. Kâlpler aydınlandıkça körü-körünelik biter ve Vahye, Sünnet’e ve
akla-mantığa göre hareket edilir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder