4 Eylül 2019 Çarşamba

İslâm’a Dâvet


“Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O hidâyete erenleri de en iyi bilendir” (Nâhl 125).

 

Târih boyunca tebliğ ve dâvetin yapılmadığı bir zaman olmamıştır. Bu dâvet gerek sözlü, gerekse de amel-eylem şeklinde yapılmıştır. Dâvet ya hakka, yada bâtıla olur. Allah ilk baştan beri sürekli olarak hakka yâni İslâm’a dâvet edilmesi için insanlar arasından peygamberler seçmiş ve gönderdiği vahiylerin doğrultusunda insanların hakka dâvet edilmesini emretmiştir. Zîrâ Allah, insanların hak dâveti gönül rızâsıyla kabûl etmesini ister ki, bu da anacak zihinlerin ve kâlplerin, dâveti beğenip kabûl etmesiyle olur. Zâten bu nedenle Allah “dinde zorluk yoktur” der ki bu zorluk, “insanları dîne sokma aşaması”ndadır. İnsanlar dîne gönülsüz olarak zorla sokulduğunda tebliğ ve dâvet işe yaramaz ve blôke olmuş olur. Çünkü zorla olunca “anlamsız” da olur. Tabi, İslâm’ı gönülden kabûl edenler, İslâm’ın, bir “imtihan olarak” sunduğu sorumlulukları ve zorlukları da kabûl etmiş olacaklarından dolayı, zorlamanın olmaması, sâdece “İslâm’ı kabûl aşaması”ndadır.

 

Hakka dâvetin gönül rızâsıyla olması şartken, bâtıla dâvet ise, gerek zorlamayla gerekse de “zorunlu bırakmakla” oluyor. İnsanlar ya zorlamadan, ya cehâletten yada bâtılın ayarttığı nefislerin meylinden dolayı bâtıla olan dâveti seve-seve kabûl etmişlerdir.

 

Târih hakka ve bâtıla yapılan dâvetin târihidir. Fakat bu iki dâvette bir fark vardır. Bâtılın dâveti Dünyâ ile sınırlı olduğundan aslında dâvet, maddeye yapılmaktadır. Bâtılın dâvetinin başarılı(!) olmasının nedeni ise, dâvetin maddeye ve dolayısı ile Dünyâ’ya meyyâl olan nefse uygun olmasındandır. Oysa İslâm’ın dâveti, kâlplerin şifâsı ve huzûrundan başka; zorluğa, sorumluluğa, vazgeçmeye, canlarla ve mallarla bu uğurda cihad etmeye dayanır. Çünkü İslâm sâdece iç-âlemi inşâ eden bir “gönül dîni” olmadığından ve dış-âlemin de İslâmlaştırılmasını hedefleyip emrettiğinden ve de bâtılın da Dünyâ’nın İslâm-merkezli olmasını kabul etmemesinden dolayı bir çatışmanın, bir savaşın olması kaçınılmazdır. Bu da insanların, icâbında her-şeylerini ortaya koymalarını gerektirmektedir. İşte bundan dolayı târih boyunca hakkın dâvetine uyan ve hakkın tarafında olanlar az, bâtılın dâvetine uyarak bâtılın tarafında olanlar ise çok olmuşlardır. Fakat Allah katında ölçü azlık-çokluk değildir. Allah itaate, kâlplere, samîmiyete, gayrete, ehliyet ve liyâkate bakar:

 

“Talût, orduyla birlikte ayrıldığında dedi ki: ‘Doğrusu Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim ondan içerse, artık o benden değildir ve kim de -eliyle bir avuç alanlar hâriç- onu tadmazsa bendendir’. Küçük bir bölümü hâriç (hepsi sudan) içti. O, kendisiyle berâber îman edenlerle (ırmağı) geçince onlar (geride kalanlar): ‘Bugün bizim Calût’a ve ordusuna karşı (koyacak) gücümüz yok’ dediler. (O zaman) Muhakkak Allah’a kavuşacaklarını umanlar (şöyle) dediler: Nice küçük topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah’ın izniyle gâlib gelmiştir; Allah sabredenlerle berâberdir” (Bakara 249).

 

Peygamberimiz’in ve sahabenin zamânını ve mücâdelesini aslâ hafife almıyorum ve hattâ onların ortaya koyduğu ve Kur’ân’ın “güzel örneklik (Ahzâb 21) dediği örnekliğin “aşılamaz bir örneklik” olduğunu savunuyorum. Fakat Dünyâ’da modernite ile birlikte öyle bir değişim oldu ki, insanlık târihinde daha önce böyle bir değişim görülmediği gibi, böyle bir değişimi düşünen de olmamıştı. Zîrâ eski insanlar hiç-bir zaman mutlak anlamda hem dinden hem de “normâl, fıtrî ve doğal olan”dan kopmayı düşünmemişti. Çünkü böyle bir şeyin doğala, normâle ve fıtrata aykırı olduğunun bilincindeydiler ve modern zamanlarda olduğu gibi bir sapmanın, “kendi ayağına kurşun sıkmak” anlamına geleceğinin farkındaydılar.

 

Fakat devran döndü ve öyle bir zaman geldi ki, insanların çoğu doğal, normâl ve fıtrî olandan saptılar. Evet bu bir sapmaydı ve hattâ bu sapma, insanoğlunun târihte gerçekleştirdiği en ağır ve yıkıcı sapmadır. İşte bu sapmanın olduğu Dünyâ artık havaya-suya ve taşa-toprağa da bulaştı ve her-şeyi ifsâd etti. Tabi en çok da, tek bilinç sâhibi varlık olan insanı ifsâd etti. Öyle ki, artık ne tarafa baksanız insandan kaynaklanan bir sapmışlığını yada bu sapmadan kaynaklanan sapıklıkları görürsünüz.

 

İşte bundan dolayı İslâmî bilgi ve bilince sâhip olan kişilerin, çok gayretli, ciddî, samîmi ve özverili bir şekilde ve apaçık olarak, net bir dille ve kesin bir şekilde tebliğ ve dâvette bulunması gerekmektedir ve hattâ bu, “olmazsa-olmaz” bir duruma gelmiştir. Öyle ki, belki de bu gayret ve atak artık müslümanların ve de insanlığın “son şansı” olacaktır. Zîrâ insanlık geri çıkılması imkânsız bir uçuruma doğru hızla yuvarlanmakta ve farkında olmadan kıyâmeti celb-etmektedir. Bu nedenle bahsettiğimiz bilinçli mü’min toplum, “müslümanım” diyenler de dâhil insanların her kesiminden herkesi apaçık bir şekilde İslâm’a dâvet etmesi gerekmektedir. Bu dâvet yazılı, sözlü ve “örneklik” şeklinde her türlü yapılmalıdır...

 

Ateistlere, Deistlere ve Agnostiklere Dâvet

 

Ateistlere; çelişkinin ve kendini aldatmanın en büyük şekli olan inançsızlık inatçılığından vazgeçmelerini ve şu mükemmel düzene sâhip olan kâinâtın, bir Yaratıcı (Allah) olmadan açıklanamayacağı gerçeğini çok net ve apaçık bir şekilde anlatmak-hatırlatmak ve kendilerini hemen bugün ve şu-anda İslâm’a dâvet etmeye başlamak gerekmektedir.

 

Deistlere; Allah’ın hiç-bir zaman amaçsız ve anlamsız bir yaratmada bulunmadığını, Yaratan’ın aslâ yarattıklarını başıboş bırakmayacağını ve yarattıkları üzerinde mutlakâ her an denetim hâlinde olduğunu, hiç kıvırmadan, tâvizsiz ve apaçık bir şekilde ve de kesin bir dille anlatmak, kendilerini hemen bugün ve şu-anda İslâm’a dâvet etmeye başlamak gerekmektedir.

 

Agnostiklere; her-şeyin Allah’a dayandığı ve Allah’ın bize bildirdiği gibi olduğunu, insan aklının almadığı (çünkü aklın da bir sınırı vardır) konularda Allah’a tevekkül etmekten başka yapacak bir şeyin olmadığı, insanın bilemediği şeylerde “bilinemezci” olmayı bırakıp “Allah’ın bildirdiği kadarıyla” yetinmeyi ve bildirmediği konularda da “Allâhuâlem” demeyi ve zâten bilmenin de bu demek olduğunu çok net ve apaçık bir şekilde anlatmak ve vahiy-merkezli bir bilme, bilinç ve amel-eylem yoluna girmeyi anlatmak ve kendilerini hemen bugün ve şu-anda İslâm’a dâvet etmeye başlamak gerekmektedir.

 

Lâik ve Seküler Olanlara Dâvet

 

Lâiklere; Allah’ın sâdece göklerin değil, yeryüzünün ve de insanın da Yaratıcısı olduğu, bu nedenle de, “yaratmak kime âitse hükmetmenin de O’na âit olduğu” gerçeği çok net bir şekilde ve kesin bir dille anlatılmalı, Allah’ın hükmünün sâdece göklerle sınırlı olmadığı ve yeryüzünde de mutlakâ O’nun hükümleriyle hükmetmek gerektiği, aksi-halde sürekli bir kaos içinde yaşamak zorunda kalınacağı; Allah’ı hayâtın her alanında merkeze almak gerektiğinin tebliği apaçık ve çok net bir şekilde yapılmalı, zâten İslâm’ın da bu demek olduğunu söylemek kendilerini hemen bugün ve şu-anda İslâm’a dâvet etmeye başlamak gerekmektedir.

 

Seküler olanlara; varlığın sâdece Dünyâ’dan ve maddeden ibâret olmadığını, insanın mânevî ve meta-fizik bir yönünün de olduğu hatırlatılmalı, insanın “üstün” yanı olan mânevi yönünü yok saymanın varlığın kaosa sürüklenmesine neden olduğunu apaçık anlatmalı; zâten insanı “insan” yapan farkın, bu bilince sâhip olmakla anlam kazanacağını, maddî âlemin, meta-fizik âlemin sâdece bir “dipnotu” kadar bir değeri bulunduğu, Dünyâ’yı madde-merkezlilikten âhiret-merkezliliğe çevirmek gerektiğini kesin ve tâvizsiz bir dille söylemeli, bu gerçeği çok net ifâdelerle anlatmalı ve kendilerini hemen bugün ve şu-anda İslâm’a dâvet etmeye başlamak gerekmektedir.

 

Kapitâlistlere Dâvet

 

Kapitâlistlere; nefsin özlemlerinin ve arzularının yâni ihtirasların sınırsız olmasına rağmen, aslında ihtiyaçların ve Dünyâ’nın bir sınırı olduğu hatırlatılmalı, Dünyâ’da açlığa, susuzluğa, evsizliğe, çıplaklığa ve tüm adâletsizliklere ve de sapıklıklara neden olan şeyin kapitâlist sistem olduğu sert ve kesin bir şekilde söylenmeli, mülkün gerçek sâhibinin Allah olduğu (lehûl mülk) ve Allah’ın bu mülkü tüm insanlar için eşit (Fussilet 10 ve Nâhl 71) yarattığını, bu eşitliğin sağlanmasının ise, “imtihanın gereği olarak” mülkün zenginler aracılığı ile dağıtılarak sağlanması gerektiği, servetin kendilerinde tekelleştiği kişiler, bu serveti Allah’ın emrettiği şekilde dağıtmadıklarında, Dünyâ’da yada Dünyâ’da olmazsa kesin olarak âhirette Kârun misâli “acı bir son” beklediği anlatılmalı, kendilerini hemen bugün ve şu-anda İslâm’a dâvet etmeye başlamak gerekmektedir.

 

Muhâfazakârlara Dâvet

 

Muhâfazakârlara; İslâm’ı atalarından, çok üstün görüp ilahlaştırdıkları birilerinden, Kur’ân ve Sünnet yerine, uydurmalardan ve rivâyetlerden öğrendikleri için büyük yanlışlıklar içinde oldukları, bu nedenle de Dünyâ’da adâletin bir türlü sağlanamadığı, bu durumun sürmesinin muhâfazakârların sâbit bir düşünceye ve amel-eyleme sâhip olmasından kaynaklandığı çok açık ve kesin bir şekilde anlatılmalı; peygamberlerin ilk mücâdele ettikleri kişilerin muhâfazakârlar olduğu ve hattâ Mekke’lilerin de muhâfazakârlar olduğu; statükoyu-sistemi körü-körüne ve kendi çıkarını düşünerek savunmanın adâletsizliği, şirki ve dolayısı ile zulmü açığa çıkarıp sürdürdüğü çok net bir şekilde anlatılmalı, eskide yaşanmış belli bir dönemin özlemiyle ve o günlerin tekrar geleceği umûduyla yaşamanın ve bu düşünceyle hareket etmenin târihte hiç-bir zaman fayda getirmediğini, o güzel günlerin benzerini İslâm-merkezli olarak günümüze taşımak gerektiğini ve bunun için de Kur’ân ve Sünnet temelli bir yola girilmesi gerektiği, eğer İslâm’ın özüne dönülmezse “yanan ateş”in bir gün mutlakâ kendilerini de yakacağını, zâten târihte bunun bir-çok örneğinin olduğu söylenmeli, kendilerini hemen bugün ve şu-anda İslâm’a dâvet etmeye başlamak gerekmektedir.

 

Müslümanlara(!) Dâvet

 

Evet, dâvet en çok da modern müslümanlara yapılmalıdır. Çünkü artık müslümanlar İslâm’ın hayattaki rôlünü yâni İslâm’ın o süper toplumunu, devletini medeniyetini, adâletini unutarak, tam aksi istikâmette, şeytanın vahyettiği ve tâğutların yerel taşeronları da kullanarak tertipleyip düzenlediği modern Dünyâ’nın dayatmalarına göre hareket etmektedirler. Hem de bunu, “İslâm’ın da zâten böyle bir Dünyâ istediği”ni zannederek yapmaktadırlar.

 

Müslüman târikatçılara, tasavvufçulara, cemaatlere, vakıflara, derneklere ve tüm müslüman toplumlara; atalarını, şeyhlerini, lîderlerini, ölmüşleri, bunların yazdığı ve kutsallaştırıp kurallaştırdığı kitapları, dayattıkları kendi hayat-tarzlarını din yapmaktan vazgeçmelerini, sâdece Allah’ın dediği gibi yâni Kur’ân’ın emrettiği ve Peygamber’in gösterdiği gibi düşünmelerini ve buna göre hareket etmeleri gerektiği, yoksa eski kavimlerin sapıklığı gibi; küfre, şirke, adâletsizliğe ve dolayısı zulme düşeceklerini tatlı-sert ama apaçık, çok net ve tâvizsiz bir şekilde anlatmalı, kendilerini hemen bugün ve şu-anda İslâm’a dâvet etmeye başlamak gerekmektedir.

 

Mü’minlere Dâvet

 

Mü’minlere ise, tebliğ ve dâvetin hiç aksamadan devâm etmesi gerektiği, yanlışların düzeltilmesi ve yeni yapılacakların plânları tebliğ edilmeli ve hatırlatılmalı, birlikte ve dayanışma hâlinde üstün gayret göstererek dâvete devâm edilmesi, bu yolda Kur’ân’ı bilgi ve bilincin kaynağı, sünneti ise amel ve eylemin kaynağı olarak merkeze almanın şart olduğu hatırlatması yapılmalı ve mü’min toplum birbirini teşvik ederek şevklendirmelidir. Peygamber’in insanları İslâm’a dâvet etmesi Kur’ân’ın bir emridir. Bu yoldaki metodu ve tarzı ise Sünnet’tir. Bu yolda sonuna kadar gidilmesi ve tebliğ ve dâvetin farklı bir aşamaya geçene kadar canla-başla sürdürülerek çalışmaya devâm edilmesi gerektiği hatırlatılarak Asr Sûresi mü’minler arasında çok okunan, çok düşünülen ve uygulanan bir sûre hâline getirilmelidir. Zîrâ bu yolda en çok ihtiyaç duyulacak şey, “hakkın ve sabrın tavsiyesi” olacaktı.  

 

Bu iş çok kolay bir iş değildir. Fakat imkânsız da değildir. Burada amaç, Allah’ın emrini yerine getirmek ve samîmiyeti-ciddiyeti göstererek îmânı kanıtlamak ve böylece Allah’ın yardımını celb-edebilmektir. Yoksa târih boyunca tebliğ ve dâvet çalışmaları istenilen ve beklenen sonucu vermemiştir. Fakat tebliğ ve dâvet ile nice insanlar dâvete icâbet edecekler, İslâm’ın sunduğu hak yola girecekler ve bu minvâlde hayatlarını sürdürmeye başlayacaklardır. Üstelik gayretli, samîmi, ciddî ve yılmadan yapılan çalışmalarda Allah mutlakâ yardımını ulaştıracaktır. Modern insan, “Allah’ın yardımı”nı hiç hesâba katmamaktadır. Bundan vazgeçilmeli ve Allah’ın her zaman ve her an bizimle olduğu bilinci ve inancı sağlanmalıdır. Çünkü bu, mü’minlere direnç ve güç verecektir.

 

Bu işin sonunda belki de tek bir mağaraya sığacak kadar, tek bir gemiyi dolduracak kadar ve hattâ Hz. İbrâhim örneğinde olduğu gibi, bir-kaç kişilik bir kazanım olacaktır. Fakat Allah’ın emrini yerine getiren insanlar, aynen Peygamberimiz ve sahabe gibi Dünyâ’ya öyle bir iz bırakacak ve belki de Allah’ın izniyle öyle bir inkılap başlatacaklardır ki, Dünyâ yeniden İslâm’ın nûruyla aydınlanacak ve zulmün yerine adâlet ikâme edilecektir. O hâlde tebliğ ve dâvet çalışmaları yeterli sonuç vermese de, Allah bizi “farklı bir yol”a sokana kadar tebliğ ve dâvete devam edilecektir. Aynen Hz. Nûh’un yaptığı gibi:

 

 “Dedi ki: Rabbim, gerçekten kavmimi gece ve gündüz dâvet edip-durdum. Fakat dâvet etmem, bir kaçıştan başkasını arttırmadı. Doğrusu ben, onları bağışlaman için her dâvet edişimde, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, örtülerini başlarına çektiler ve büyüklük tasladıkça büyüklük gösterip-direttiler. Sonra onları açıktan açığa dâvet ettim. Daha sonra (dâvâmı) onlara açıkça îlân ettim ve kendilerine gizli-gizli yollarla yanaşmak istedim” (Nûh 5-9).

 

Kâlpler Allah’ın elindedir ve Allah, İslâm’a, hakka ve hakîkate lâyık bulduğu insanları kendi yoluna ulaştıracaktır. Tabi bunda da mü’minlerri vesîle kılacaktır. Mü’minler tebliğ ve dâveti canla-başla yapacaklar ve modern Dünyâ’da bu işin sonuç verme ihtimâli az olduğu için, “niye uğraşıyorsunuz ki” diyenlere şu âyeti söyleyeceklerdir:

 

“Onlardan bir topluluk: ‘Allah’ın helâk etmek veya şiddetli bir azâba uğratmak istediği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?’ dediğinde; ‘Rabbinize karşı bir özür için ve bir ihtimâl sakınabilirler, diye’ dediler” (A’raf 164).

 

Mü’minlerin şu-an için yapacağı şey; vahiy-merkezli olarak çok üstün gayret ve azim göstermek, bilgi-bilinç ve tebliğ-dâvet süreci başlatmak, zamanla bir İslâm toplumu oluşturmaya çalışmak ve bir “fark” ortaya koymaktır. Dünyâ’yı beşerî ve bâtıl-merkezlilikten “Allah-merkezliliğe” çevirmenin başlangıcı ve yolu budur Allâhuâlem.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2018

 

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder