24 Mayıs 2018 Perşembe

Kur’ân’da “Her-şey” Var Mı?


“Yeryüzünde hiç-bir canlı ve iki kanadıyla uçan hiç-bir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler olmasın. Biz Kitap’ta hiç-bir şeyi noksan bırakmadık, sonra onlar Rablerine toplanacaklardır” (En-âm 38).

 

Modernizm, hayâtiyetini, klâsik olanı aşağılayarak sürdürür. Zâten “modern” demek, “klâsik olandan, ‘eski’ olandan vazgeçmek, ona aslâ geri dönmemek ve hattâ ondan nefret etmek” demektir. (Hemen bir-öncesi bile modernizm için eskimiştir). Zîrâ aksi-hâlde “modern” olamaz. Modernizm son 200 yıldır Dünyâ’ya hâkim olmuş durumdadır ve klâsik olan her-şeyi aşağılamakta ve düşük, ilkel ve kötü olarak görerek bunu tüm Dünyâ’ya yaymakta ve de dayatmaktadır. Cihangir devletlerini ve medeniyetlerini kaybeden müslümanlar da yaklaşık 150 yıldır bu furyaya kapılmış durumdadırlar. Hele ki 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra ve post-modernizm ile birlikte iş kopma noktasına gelmiştir. Artık moderne göre tasavvur etmekte, moderne göre düşünmekte, moderne göre amel-eylemde bulunmakta, moderne göre yiyip-içip-giyinmekte ve moderne göre konuşup moderne göre hâl ve tavırlar sergilemektedirler.

 

Modernizm etkisini sâdece dünyevî olan üzerinde değil, mânevî olan üzerinde de sürdürmektedir ve kendi sistemine uymayan düşünceleri, yorumları ve amel-eylemleri kabûl etmemekte ve hattâ aşağılamaktadır. Üstelik anti-modern eylemleri ve bu eylemlerin sâhiplerini, terörizm ve terörist olarak fişlemekte ve îlân etmektedir. İşte bundan dolayı müslümanlar, dînî anlayışlarını da moderne uydurmaya başlamışlar ve bu yüzden de modern olmayan okumaları ve yorumları kabûl etmemekte ve bunları savunanları “müşrik” ve “kâfir” olarak suçlamaktadırlar. Zamanla buna o kadar alıştılar ve inandıklar ki, kendileri gibi düşünmeyenlere karşı çok sıkı bir gard almakta, kendilerine karşı gâyet mantıklı ve nâzik konuşanlara karşı bile katı ve kaba konuşmakta, ağır ithamlarda bulunmakta ve aşağılamaktadırlar. Yâni modernizme çok sıkı bir şekilde uymaktadırlar.

 

Modern müslümanlar Kur’ân’ın en doğru anlamının modern-merkezli olacağını düşünmekte ve bu nedenle de moderne uygun olmayan yorumları kabûl etmemektedirler. Netîcede de modern-öncesi klâsik dönemin düşüncelerini, yazılarını, kitaplarını, tümden reddederek inkâr etmektedirler. Bu dönemin olumlu yönlerini ortaya koyanlara iftirâ da  atarak, onları olmadıkları şekilde suçlamaktadırlar. Tabî ki klâsik İslâm döneminde bir-çok uydurmalar yapılmış ve zırvalıklar da üretilmiştir. Fakat bu, “Peygamberimiz’in bizzat ettiği sözler ve bizzat yaptığı davranışlar”ın olmadığı anlamına gelmez. Zâten Peygamberimiz’in yaptıkları da mutlakâ Kur’ân’a uygun olan sözler ve eylemlerdir, çünkü bunlar Kur’ân’ın tebliği-beyânı ve Kur’ân’ın emirlerini yerine getirmek için söylediği sözler ve yaptığı uygulamalardır.

 

Peygamberimiz’in sözlerini ve eylemlerini (sünnet) kaydedenler, bu kayıtları bir-çok uydurmalarla birlikte karıştırarak kayda geçirmişlerdir. Bu uydurmalara bakanlar uydurmalarla birlikte sahih olanı da inkâr etmişler ve yaşla birlikte kuruyu da yakmışlar ve yakmaktadırlar. Oysa İslâm Târihi ve Siyer kitaplarının ciddî bir incelemesi ile Peygamberimiz’in bizzat ağzından çıkan sözler ve bizzat yaptıkları amel-eylemler ortaya konabilir. Bu konuda en büyük yardımcımız, “Peygamberimiz’in ahlâkı Kur’ân” olduğu için, bahsedilen kitaplarda bulduklarımızı Kur’ân süzgecinden geçirerek ayıklamak olacaktır. Oysa bu yapılmamakta ve “Kur’ân’cılık” yapılarak, “Allah Kur’ân’da her-şeyi bildirmiştir ve eksik bırakmamıştır. Allah’ın söylemediği şeyi mi söyleyeceğiz?. Allah’ın dînine ilâve mi yapacağız?. Allah’a din mi öğreteceğiz?” şeklinde “çok bilmiş” bir edayla Kur’ân’ın pratik yönü yok sayılarak sâdece sözlü tarafı baş-tâcı edilmekte ve hattâ -açık konuşalım-; Kur’ân’a tapılmakta ve Allah’a Kur’ân’la şirk koşulmaktadır.

 

Bu durum Kur’ân’ın bir türlü pratiğe dön(e)memesine ve hayâtı şekillendirememesine neden oluyor. Zîrâ “Kur’ân’da her-şey var” diyenler ve “Kur’ân’dan başka kaynağa gerek yok” diyenler, Kur’ân’ı okuyorlar ama vahyin dediğinden bambaşka sonuçlara ulaşıyorlar. Öyle ki, Kur’ân’ın apaçık muhkem âyetlerini bir kısmı kabûl ederken, diğer kısım kabûl etmiyor ve meselâ “Kur’ân’da namaz, oruç, zekât, hac, kurban, baş-örtüsü vs. gibi âyetler-emirler yoktur” diyorlar. Neden böyle bir sonuca varıyorlar ve bir türlü uzlaşamıyorlar?. Çünkü “usvetun hasenetun” olan “güzel örnekliğimiz” Peygamberimiz’in, Kur’ân’ı nasıl anladığına ve anladıklarını hayâta nasıl geçirdiğine bakmıyorlar.

 

Elbette Kur’ân bilgi ve bilincin tek ve sahih kaynağıdır. Fakat amel ve eylemin kaynağı da, Peygamberimiz’in Kur’ân’ı anlama ve uygulama tarzı olan “güzel örneklik” denilen sünnetidir. Peygamberimiz’in Kur’ân’ı nasıl anladığı ve uyguladığı çok önemlidir. Çünkü peygamberliğin bir özelliği olarak, peygamberler kendilerine gelen vahiyleri “Allah kontrôlünde” en doğru şekilde anlarlar ve de uygularlar. Eğer arada bir hâtâ yaparlarsa -ki “insan” oldukları için mutlakâ yapmışlardır-, Allah hemen olaya yine vahiyle müdâhale eder ve hatâyı düzeltir-düzeltmiştir. Böylece Peygamberlerin “peygamber” (resûl-nebî) olarak yaptıkları, en ideâl ve hatâsız bir uygulama olarak ortaya konmuştur. Bu nedenle de peygamberlerin Kur’ân’ın en ideâl uygulaması olan sünnetleri yâni “güzel örneklik”leri evrenselleşerek, bizim amel-eylem kaynağımız hâline gelmiştir ve tüm zamanlarda “bağlayıcı” olmuştur. Zâten Kur’ân da, onların hayatlarını “örnek” olarak göstermiştir. Ahmet Kılıçkaya:

 

Kur’ân’ın; hidâyet rehberi, şer’î delil, her-şey için açıklama ve düşüncenin ve çözümün kaynağı olmasının anlamı; insanların Allah’a kulluk sınavı ile ilgili tüm soru ve sorunlarının açıklaması, çözümü ve doğru hükmünün Kur’ân’da aranmasıdır. Zîrâ bunların hepsi Kur’ân’da ya doğrudan mevcuttur, yada Kur’ân Resûlullah’ın örnekliğine atıfta bulunarak bunlar hakkında çözüm yolu göstermektedir. Dolayısıyla Mü’minler için kulluk sınavı ile ilgili olarak Kur’ân’da çözümü olmayan, hiç-bir soru ve sorun yoktur. Onun için Kur’ân, mü’minlerin sıkıntılarını gideren şifâdır, rahmettir” der.

 

“Hayır; o (Kitap), ‘şerefli-üstün’ olan bir Kur’ân'dır; Levh-i Mahfûz’dadır” (Burûc 21-22).

 

“Kitapta her-şey var” derken, aslında içinde her-şey olan kitap, “el kitâb” olan “levh-i mahfûz”dur. Levh-i mahfûz ise, Allahuâlem, “kâinat kitabı”dır. İşte bu Kitap’ta yâni Allah katında olan levh-i mahfûz’da iğneden-ipliğe hiç-bir şey aslâ eksik değildir. Fakat “levh-i mahfûz’dan bir kitap olan Kur’ân”, gerçek bir zamâna, gerçek bir târihe ve mekâna, gerçek insanların yaşadığı bir ortama ve gerçek bir sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel yönleri olan bir topluma inmiştir. Hayâta inmiştir. Üstelik akıl ve irâde sâhibi olanlara gelmiştir. Buna göre, Kur’ân’ın bir ansiklopedi gibi her-şeyi inceden-inceye açıklamasına gerek yoktur ve de bilinen ve uygulana-gelen şeyleri yeniden kitaba alma gereği duymamıştır:

 

“Apaçık Kitab’a andolsun; Gerçekten Biz onu, belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir Kur’ân kıldık. Şüphesiz o, Bizim katımızda olan “Ana Kitap”tadır (Levh-i Mahfûz); çok yücedir, hüküm ve hikmet doludur” (Zuhrûf 2-4).

 

“Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi?. Onlar, tâğuta ve cibt’e inanıyorlar ve diğer inkâr edenler için: ‘Bunlar, îman edenlerden daha doğru bir yoldadır’ diyorlar” (Nîsâ 51).

 

Âyette “kendilerine Kitap’tan pay verilenler “ derken hangi kitaptan bahsediliyor?. Buradan anlaşılan şey, her-şeyin bilgisini içeren “ana-kitap” olan Levh-i Mahfûz”dur. Peygamberlere gelen vahiyler, işte bu “ana kitap” olan Levh-i Mahfûz’dan bir “pay”dır.

 

“Biz Kitab’ı sana, her-şeyin (li külli şey) açıklayıcısı, müslümanlara bir hidâyet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik” (Nâhl 89) âyetiyle dile getirilen kitap “Ümmû’l Kitap” yâni Levh-i Mahfûz değil de Kur’ân olsa bile, her-şeyden maksat, “bildik anlamda, zerreden-kürreye her-şey” değildir. “Kur’ân’da her-şey var” sözü bildiğimiz-bilmediğimiz her şeyden bahsediyorsa eğer, o zaman:

 

Süleyman, Dâvud’a mîrasçı oldu ve dedi ki: Ey insanlar!; bize kuşların konuşma-dili öğretildi ve bize her-şeyden (min külli şey) (bol bir nîmet) verildi. Gerçekten bu, açık bir üstünlüktür(Neml 16) ve: “Gerçekten ben, onlara hükmetmekte olan bir kadın buldum ki, ona her-şeyden (min külli şey) (bolca) verilmiştir ve büyük bir tahtı var” (Neml 23). âyetinde bahsedilen “her-şey” kelimesinden de, “bildiğimiz-bilemediğimiz, zerreden-kürreye her şey”i anlamamız gerekir. Fakat böyle bir şey imkânsız olduğu için söz-konusu değildir. Bol çeşit eşyâ dükkanlarında “her-şey var denildiği gibi bir “her-şeydir bu.  

 

Kur’ân ateistlere değil, kendilerinin Hz. İbrâhim ve Hz. İsmâil’in dîni üzere olduklarını söyleyenlere gelmiştir. Yâni inançlı bir topluma gelmiştir. Bu toplum zâten bahsettiğimiz peygamberlere uyduklarından dolayı, ibâdetlerini yapıyorlar ama bu ibadetler, hem bozuk toplumsal-ekonomik hayatları nedeniyle ifsâd olmuş, hem de yine bu nedenle yozlaşmıştır. İşte Kur’ân, yeni bir ibâdet getirmekten ziyâde, mevcut ibâdetleri, emir, yasa ve uygulamaları düzenlemiş ve düzeltmiştir. Yâni aslına döndürmüştür. Meselâ namazı “el çırpma” şeklinde değil de, Allah karşısında esaslı bir duruşla ve samîmi bir şekilde kılınmasını istemiş ve emretmiştir.

 

O hâlde “Kur’ân’da her-şey var” demek, “iğneden-ipliğe her-şey var” demek değil; “Dünyâ’yı ve hayâtı Allah’ın istediği ve emrettiği gibi düzenleyebilecek ve İslâm’ı hayâta hâkim kılacak potansiyel olarak her-şey var” demektir. Aksi-hâlde, eğer Kur’ân’da “kâinât bazında her-şey” olsaydı, insanların sorumluluğu da sonsuz olurdu ve kendilerine -hâşâ- “Allah’lık görevi” verilmiş olurdu. Oysa insanın, gökleri, Dünyâ’yı, Dünyâ’nın doğal işleyişini ve hattâ insanın kendi varlığında dahli olmayan yaratılışını hep Allah düzenler ve buna hiç kimseyi karıştırmaz ve ortak etmez. Zâten bu düzenlemeyi insanın yapması, hem aklının hem de gücünün yetersizliğinden dolayı imkânsızdır. Geriye bir tek, “imtihanın bir gereği olarak” “Dünyâ’yı aynen göklerdeki gibi güzelce îmar etmek” görevinden başka, yine göklerdeki uyuma benzer şekilde tam da Allah’ın emrettiği gibi inşâ etmek kalır ki, bu da ancak Allah’ın Kur’ân’da emrettiği şekilde yapılarak olur. Yâni insan, sosyal ve siyâsal olarak tam da Allah’ın istediği gibi bir dünyânın kurulmasıyla ve “Allah’ın göklerin Rabbi olduğu gibi, yeryüzünün de Rabbi yapılması”yla yada bunun îlan edilip gerçekleştirilmesiyle görevlidir. İnsanın imtihanı da zâten bunun üzerinden olur.

 

“Her-şey”den maksat, “tüm her-şey” demek değildir. “Genel bir ifâde ile özel bir durumun anlatılmasıdır” yapılan. Meselâ âyette şöyle denir:

 

“Derken, onu (azâbı) vâdilerine doğru yönelerek gelen bir bulut şeklinde gördükleri zaman, ‘bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur’ dediler. Hayır, o kendisi için acele ettiğiniz şeydir. Bir rüzgâr; onda acı bir azab vardır. Rabbinin emriyle her-şeyi yerle-bir eder. Böylece meskenlerinden başka, hiç-bir şey(leri) görünemez duruma düştüler. İşte biz suçlu-günahkâr bir kavmi böyle cezâlandırırız” (Ahkâf 24-25).

 

Şimdi bu âyetin bahsettiği rüzgâr, Dünyâ’daki ve hattâ kâinattaki her-şeyi yerle-bir mi etmiştir yâni?. Çünkü “her-şeyi” deniyor. Tabî ki de hayır!. Sâdece o bölgeyi yerle-bir edip altını üstüne getirmiştir. “Sâdece Kur’ân” diyenler Kur’ân’a çok mekanik yaklaşıyorlar. Bu nedenle de Kur’ân’ın bir “hayat kitabı” olduğu, “insanlara” geldiği unutuluyor. Kur’ân’a sanki bir “bilgisayar programı” ve bir “işletim sistemi” gibi yaklaşıyorlar ve o şekilde anlama yoluna gidiyorlar. Yâni ona doğal ve normâl bir yaklaşım ve okuma yok. Kur’ân’ın, insanın yaşamına ve diline göre olduğu göz-ardı ediliyor.

 

Her-şeyden kasıt “tüm her-şey” olarak alındığında, o zaman Kur’ân’a da gerek kalmaz. Zîrâ daha önce Allah Hz. Mûsâ’ya vahyin yazılı olduğu Levhalar’ı (Tevrat) vermişti ve o Levhalar’da “her-şeyden bir öğüt ve her-şeyin yeterli bir açıklaması” vardı:

 

“Biz ona Levhalar’da her-şeyden bir öğüt ve her-şeyin yeterli bir açıklamasını yazdık. (Ve:) ‘Şimdi bunlara sıkıca sarıl ve kavmine de emret ki en güzeliyle (buna) sarılsınlar. Size fâsıkların yurdunu pek yakında göstereceğim’ (dedik)” (A’raf 145).

 

Tüm peygamberlere gönderilen vahiyler, onlar için gerekli olan her-şeyin açıklamasını içermiştir. Vahiy ve peygamberlik bunu gerektirir:

 

“Her ümmet içinde kendi nefislerinden üzerlerine bir şâhid getirdiğimiz gün, seni de onlar üzerinde bir şâhid olarak getireceğiz. Biz Kitab’ı sana, her-şeyin açıklayıcısı, müslümanlara bir hidâyet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik” (Nâhl 89).

 

Tüm vahiyler Levh-i Mahfûz’dandır. Levh-i Mahfûz, hiç-bir şeyi geride bırakmayacak şekilde tüm her-şeyin bilgisini ve açıklamasını içerir: 

 

“Gaybın anahtarları O’nun katındadır, O’ndan başka hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve denizde olanların tümünü O bilir, O, bilmeksizin bir yaprak dâhi düşmez; yerin karanlıklarındaki bir tâne, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve her-şey) apaçık bir kitapta (Levh- Mahfûz’da yazılı)dır” (En-âm 59).

 

“Gerçekten Biz onu, belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir Kur’ân kıldık. Şüphesiz o, Bizim katımızda olan Ana Kitap’tadır (Levh-i Mahfûz); çok yücedir, hüküm ve hikmet doludur” (Zuhrûf 3-4).

 

Murat Sülün bu konuda şunları söyler:

 

“Fıkhın temel kaynağı olan Kur’ân’ın her-şeyin hükmünü içerip-içermediği mes’elesi işlenirken, ‘Kur’ân’ın her-şeyi açıklayıcı olarak indirildiği’ (16/89) âyeti, genelde, olduğu gibi alınarak ‘yaş-kuru ne varsa içeren kitâb-ı mübîn’ terkibi Kur’ân olarak anlaşılmıştır. Bu terkibin Kur’ân olarak tefsiri o kadar yaygınlaşmıştır ki Kur’ân-ı Kerim’de her-şeyin bulunabileceği zannedilmiş; hatta ‘devemi kaybetsem onu bile Kur’ân’da bulurum’ gibi abartılı (te’vîli gerekli) söylemler geliştirilmiştir. Bu kapı bir kez açıldıktan sonra, Kur’ân’ın artık bütün bilimlerin kaynağı olduğu, hattâ ‘kâinatın yaratılış plânı olduğu’na ilişkin yazılar yazılmış; ‘Kur’ân’ın, -Tanrı-Îsâ ilişkisinde iddiâ edildiği gibi Tanrı’nın inkarnasyonu (insan şekline bürünmesi) değil- inlibrasyonu (metin hâline bürünmesi)’ olduğu iddia edilmiştir’. (Bkz. Murad W. Hofmann, Kur’ân, İstanbul: Çağn Yayınlan, 2005).

 

Kur’ân’ı bunca yüceltmenin sebeplerinden biri, ‘Kur’ân-ı Kerim’in, inzâl devri Arap kavmi için ifâde ettiği müthiş anlam’dır: Arapların genelde okuması-yazması yoktu; îman nedir, kitap nedir bilmezlerdi. İşte ‘kitap’ nâmına sâdece Kur’ân’ı gören böyle bir topluma, 114 süreli, 6236 âyetli Kur’ân-ı Kerim dev bir külliyat gibi görünmüş olmalıdır. Ama okur-yazar kesimin bir terkibi yanlış yorumlayarak işi abartması halkta çok daha büyük mâkes bulmakta gecikmemiştir. Oysa gerek bu âyetin içeriğinden, gerekse Neml Sûresi’nin 75. ve Fâtır sûresinin 11. âyetindeki ifadelerden kitâb-ı mübîn ve imâm-ı mübîn terkiplerinin Levh-i Mahfuz’u kasdettiği anlaşılıyor. Kaldı ki ünlü Muâz hadisinde, Hazret-i Peygamber’in ‘peki Kur’ân’da da bulamazsan?’ şeklindeki sorusu dikkat çekicidir. Yâni, daha o çağda bile Kur’ân’ın cevaplamadığı hususlar söz-konusudur. Gerçekten de Kur’ân beşeriyetin gelmiş-geçmiş bütün tekâmül safhalarını barındıran, her devrin her sahadaki ihtiyaçlarına cevap veren bir Kitap’tır. Ancak bu, Kur’ân’da her-şeyin öz ve esâsının bulunduğu, fakat bu şeylerin ayrıntılarının bulunmadığı şeklinde anlaşılmalıdır.

 

Gerek Kur’ân-ı Kerim’in gerekse Tevrat’ın her-şeye çözüm sunduğunu belirten âyetlerin mânâsı budur: ‘Her-şey’ ifâdesinin hem Tevrat’ın (A’râf 7/145) hem de Kur’ân’ın (Nâhl 16/89) içeriği hakkında kullanılmış olması şunu gösterir ki; Tevrat nasıl her-şeyin hükmünü içermiyorsa, -aksi takdirde Kur’ân’ın vahyedilmesine gerek kalmazdı- Kur’ân da içermemektedir. Ama her ikisi de her-şeye küllî çözümler sunmakta birleşmektedir. Hâsılı; Kur’ân Allah’ın kelâmı olmakla birlikte, İlahî kelâmı tüketmiş değildir; Allah’ın kelâmı tıpkı yaratması gibi kesintisiz bir özelliktir. O’nun kelimeleri ne yazmakla biter ne de saymakla. Kelimenin ilk anlamıyla; te’vilsiz- ‘Kur’ân’da her-şey vardır’ demek; ‘akla, bilime, hattâ Peygamber’in Sünnet’ine de gerek yoktur’ demekle aynı kapıya çıkar. Kur’ân’la ilgili bu tür abartılı yaklaşımlar yüce Allah ile Kur’ân arasındaki ilişkiyi rayına oturtamamaktan ileri gelmektedir”.

 

Yâni yaş-kuru, iğneden-ipliğe, inceden-inceye vâr olan hiç-bir şey eksik bırakılmadan her-şeyin bilgisinin ve açıklamasının bulunduğu Kitap Levh-i Mahfûzdur. Kur’ân da Levh-i Mahfûz’dandır. O hâlde şöyle anlamak gerekir: Biz, Levh-i Mahfuz’da hiç-bir şeyi eksik bırakmamışızdır. Sizin için gerekli olan ve Kur’ân’ın formatına uygun olan her-şeyin açıklamasını da Levh-i Mahfûz’dan Kur’ân’a aktarıyoruz”. 

 

“De ki: ‘Bana vahyolunanlar içinde, yiyen bir kimsenin yiyeceği (şeyler) için, ölü-eti, dökülen kan, domuz eti -ki bu gerçekten murdardır- yada Allah’tan başkası adına kesilmiş bir fısk dışında, haram kılınmış bir şey bulmuyorum. Kim kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı-karşıya kalırsa, -saldırmamak ve haddi aşmamak şartıyla- (bu sayılanlardan ölmeyecek kadar yiyebilir). Şüphesiz Rabbin bağışlayandır, esirgeyendir” (En-âm 145).

 

Şimdi; domuzun eti pistir ve bu nedenle haramdır da, domuzun eti dışındaki yerleri, yâni derisi, kılı-tüyü, tırnağı, yağı da haram değil midir?. Eti pis ve haram olanın diğer taraflarının da pis ve haram olmaması düşünülebilir mi?. Diyorlar ki, “eğer domuzun eti dışındaki yerler de pis ve haram olsaydı Allah bunu söylerdi. Kur’ân’a ilâve yapmak yanlıştır”. Oysa Kur’ân hakkındaki bu düşünce “modern” bir düşüncedir ve fitne üretmektedir. “Kur’ân’da her-şey söylenmiştir” düşüncesiyle irtibatlandırılarak domuz ürünleri hakkında böyle bir yargıya varılıyor. Oysa Kur’ân’ın “her-şey” dediği, “tüm her-şey” değildir. Bir âyetle bu konuyu açalım:

 

“Ey îman edenler!, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın). Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın (arkasından çekiştirmesin.) Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini (meyteten) yemeyi sever mi?. İşte, bundan tiksindiniz. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, tevbeleri kabûl edendir, çok esirgeyendir” (Hucûrat 12).

 

Allah, gıybet yapmayı, kişinin ölmüş olan kardeşinin etini (yada leşini) yemesine benzetiyor. Peki buradan, “kardeşin ölüsünün sâdece etini yeme”ği mi anlamalıyız?. Meselâ saçlarını, derisini, tırnaklarını, yağlarını, kemiklerini yemeyi anlamayacak mıyız?. Tüm bunlar da “leş”in parçaları değil midir?. Ölen kardeşin eti tiksindiricidir de diğer tarafları tiksindirici değil midir?. Öyleyse Allah -hâşâ- diğer taraflarını söylememekle, yâni ayrıntı verip, ölen kardeşin; “etini, tırnakları, saçlarını, kemiklerini yemek gibidir” demeyerek bir eksiklik mi yapmıştır?. Allah’ın kitabı olan Kur’ân, aptallara ve akılsızlara mı gelmiştir ki her ayrıntıyı detayıyla versin!. İnsan “leb” deyince leblebiyi anlayabilecek bir varlıktır. Akıl-akletmek yetisi buna yarar zâten.

 

Nûr sûresinin 31. âyetindeki “humur” (çoğulu “humur”, tekili “hımar”) kelimesinin “baş-örtüsü” anlamına gelmediği söyleniyor. “Baş-örtüsü anlamına gelmesi için, -yanlış ve komik bir şekilde- ‘humurun rass’ şeklinde yazılıp okunması gerekir” diyorlar ve ekliyorlar: “Kur’ân’daki “hımar” kelimesi ‘herhangi bir örtü’ anlamındadır, ‘başörtüsü’ anlamında değil”. Hımar’ın “başörtüsü” anlamına gelmesi için “humurun-ras” (“baş hımar”ı) şeklinde yazılması gerekiyormuş. Bu mantıkla, Türklerin de şapkaya; “baş şapkası” demeleri gerekir. Fakat bu çok komik olur. Çünkü şapka zâten kafaya-başa takılan bir eşyâdır. Bere, yazma, kasket, eşarp vs. gibi baş için kullanıldığı apaçık olan eşyâlar için de geçerlidir bu. Hiç kimse baş için üretildiği kesin olan bir eşyâyı başka bir yerine takacak değildir. İşte “hımar” da bu eşyâlar gibidir ve Araplar ve Ortadoğu’lular 4.000 yıldır hımar’ı başlarına takarlar-örterler ve zâten baş için üretmişlerdir. Artık hımar, “başa özel örtü” olmuştur ve adı da “baş”a gerek olmadan, sâdece “hımar”dır. Herkesin, baş için kullanıldığını görüp bildiği bir örtüdür hımar. Bu nedenle ayrıca başa bir vurgunun yapılması gerekmez. Çünkü bu, “başörtünü başına tak” demek gibi komik ve yanlış olur. Birisine; “çöpleri çöp tenekesine mi götürüyorsun?” demek nasıl saçma ise, “başörtüsünü (hımar) başına mı takacaksın?”, yada; “başörtüsü baş için midir?” demek de saçma olur. Başörtüsü tabî ki de başa takılacaktır. Başörtüsünü belimize takacak değiliz ya!. Meselâ kemeri boynumuza değil de belimize takarız, hem de “bel kemeri” demeden. Yine, çorabı da elimize değil de ayağımıza giyeriz ve çoraba “ayak çorabı” demeyiz. Hımar yâni başörtüsü de aynen bunun gibidir. Araplar için hımar’a ayrıca “baş” ifâdesinin eklenmesi ancak bir esprinin konusu olabilir.  

 

Kur’ân aptallara yada iki yaşındaki çocuklara hitâp etmiyor ki onlara; “Bak bu örtü=hımar, bu baş=rass içindir” diye ayrıntı kullansın. Arapçada “şapka” kelimesi “qabea” olarak söylenir. Fakat Araplar “gabea” kelimesini, “gabea-un ras” şeklinde söylemezler ki!. İşte “hımar” da böyledir. Hımar’ı, “hımar-un ras” şeklinde söylemek dil açısından hem yanlış hem de komiktir. Çünkü “rass” ile “hımar”, aynı yere yâni “baş”a atıf yapar. Bu apaçık gerçeğe rağmen müslümanların içinden, hem de Kur’ân ile haşır-neşir olanların hâlâ; “Kur’ân’da başörtüsü yoktur”, “hımar başörtüsü değil, sâdece örtü anlamındadır, çünkü ‘baş’ ifâdesi geçmiyor” demeleri, 1.400 yıl önceki Mekke-Medîne ortamının-kültürünün ve 23 yıllık “yaşanmışlığın” yok sayılmasından ve inkâr edilmesinden kaynaklanan bir hezeyandır. Kur’ân, gerçek bir hayâta inmiştir. Vahyin ilk muhâtapları “hımar” deyince onun ne olduğunu ânında anlıyorlardı. Bu nedenle de “Kur’ân’da her-şey vardır ve eksik yoktur. Eğer “hımar” baş-örtüsü olsaydı “ras”=”baş” kelimesi de eklenerek kullanılırdı” gibi gülünç bir mantık yürütmek yanlıştır.  

 

“Gerçek şu ki, Allah katında ayların sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah’ın kitabında on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte dosdoğru olan hesap (din) budur. Öyleyse bunlarda kendinize zulmetmeyin ve onların sizlerle topluca savaşması gibi siz de müşriklerle topluca savaşın. Ve bilin ki Allah, takvâ sâhipleriyle berâberdir” (Tevbe 36).

 

Kur’ân eksiksiz ise ve Kur’ân’da her-şey var ise, bu âyetin bahsettiği “haram aylar” hangileridir?. Kur’ân hem “ayların dört tânesi haram aydır” diyecek de bu ayların hangileri olduğunu söylemeyecek midir?. Şimdi Kur’ân eksik bir ifâde mi kullanmıştır yâni?. Tabî ki de hayır!. Kur’ân gerçek bir hayâta ve yaşanmışlığı indiği için, haram olan bu dört ayın hangisi olduğunu herkes bilmektedir zâten. Bu nedenle bu ayların adlarını yeniden söylemesinin bir anlamı yoktur. Günümüzde bu ayların hangileri olduğunu açıklayan bir-çok kaynak vardır ve bu kaynaklar birbiriyle çelişkili değildir. Bu dört haram ay herkesin bildiği gibi, Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Receb aylarıdır. Yine; “hac ayları” da böyledir. “Hac bilinen aylardadır” (Bakara 197) deniyor. Peki bu ayların hangileri olduğu Kur’ân’da yazmadığına göre, bu ayların hangileri olduğu nereden öğrenilecektir?. Tabî ki de târihten. Târihe bakınca bu ayların; Şevvâl, Zilkâde ayları ve Zilhicce’nin ilk on günüdür. E tabi, “sâdece Kur’ân” ve “Kur’ân’da her-şey var” diyenler klâsik târihe ve 1.400 yıl öncesine ve hele de “Arapların” uygulamalarına modernizmden kaynaklanan travmadan sebebiyle düşman olduklarından dolayı bak(a)mayınca, böyle apışıp kalıyorlar.

 

Kur’ân’da her-şeyin inceden-inceye ayrıntısıyla anlatılmasına gerek yoktur. Zîrâ Kur’ân, bir yaşamın ve yaşanmışlığın olduğu bir mekâna ve etli-kemikli olan yaşayan insanlara inmiştir. Bu nedenle de meselâ; ezanın nasıl olduğunu, namazın rekât sayılarını, zekât oranını, “nikâh yapın” demesine rağmen nikahın nasıl yapılacağını ve haram ayların isimlerini vermez. Zîrâ mâlûmu îlan etmeye gerek yoktur.

 

Şâtıbi, “Kur’ân’da her-şey var mı” sorusu bağlamında şunları söyler:

 

“Pek-çok insan. Kur’ân’a yaklaşımlarında haddi aşmış ve tabiat bilimleri, matematik, mantık, ilm-i huruf vb. gibi akla gelebilecek tüm ilimleri Kur’ân’a mâl-etmiştir. Daha önce zikredilen (şeriatın ve ilk muhâtaplarının ümmiliği) prensibi nazarı dikkate alındığında bu yaklaşımın sağlıklı olmadığı anlaşılır. Kaldı ki, sahabe, tabiin ve onları tâkip eden nesillerden oluşan selef âlimleri, Kur’ân’ı ve Kur’ân’daki ilimlerin inceliklerini en iyi bilen insanlardı. Ne ki, hiç-bir selef âliminden bu tür bir iddiâ bize intikâl etmemiştir. Eğer onlar ‘Kur’ân’da her-şeyin bilgisi mevcuttur’ şeklinde bir iddiada bulunmuş olsalardı, bir şekilde bize intikâl ederdi. Kuşkusuz, Kur’ân bir-takım ilimler içermektedir; fakat bunlar (nüzûl dönemi) Araplarının bildikleri ilimlerdir. Söz-konusu iddiânın sâhipleri, muhtemelen, ‘Biz sana her*şeyi açıklayıcı Kitab’ı indirdik’ (Nâhl 89); ‘Kitap’ta hiç-bir şeyi eksik bırakmadık’ (6. (En-âm 38) meâlindeki âyetleri delil göstermektedirler. Hâlbuki müfessirlere göre bu âyetlerde kastedilen anlam, yükümlülük ve Allah’a karşı kulluğu yerine getirmede gerekli olan hususlardır. Ayrıca ilgili âyetlerde zikri geçen ‘kitap’ lafzı da, (elimizdeki Kur’ân metnine değil) Levh-i Mahfûz’a delâlet etmektedir”.

 

Mebzûl miktarda tekrarlanıp duran; “Kur’ân bize yeter” sözü, eğer “salt Kur’ân”dan bahsediliyorsa yanlıştır. Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı iken, amel ve eylemin kaynağı ise Sünnet’tir. Kur’ân’ın “eksiksiz” oluşu, onun pratikte de tezâhür etmesiyle tamamlanır. O hâlde bize “yetecek olan” ne “sâdece Kur’ân”, ne de “sâdece Sünnet”tir. İkisi birliktedir. Modern zamanlarda müslümanların perişân hâllerinin nedeni, Kur’ân’ı okuyup da sünnet denilen Peygamber örnekliği ile amelde-eylemde bulunmamaktır. Bir kesim, “hadisçilik-sünnetçilik” yaparak ve Kur’ân’ı yok sayarak işlevsiz bırakırken, diğer kısım da sünneti ve hadisleri “tümden” yok sayarak Kur’ân’ı işlevsiz bırakmaktadırlar.

 

“Biz ona Levhalar’da her-şeyden bir öğüt ve her-şeyin yeterli bir açıklamasını yazdık. (Ve:) ‘Şimdi bunlara sıkıca sarıl ve kavmine de emret ki en güzeliyle (buna) sarılsınlar. Size fâsıkların yurdunu pek yakında göstereceğim’ (dedik)” (A’raf 145).

 

Âyet, “Tevrat’ta da her-şey vardır” diyor. Yâni Tevratta da her-şey vardır. Kur’ân’da her-şey var ama Tevrat’ta da var. Şimdi, “Kur’ân’da her-şey var, o zaman niye Sünnetten bahsediyorsun diyenlere, “Tevrat’ta da her-şey var, o zaman niçin Kur’ân geldi ve niçin Peygamberimiz gönderildi” demek gerekir.

 

“Kur’ân’da her-şey var” ve “Kur’ân bize yeter” ise, neden yetmiyor da müslümanlar olarak perişân ve sefil bir hâlde yaşıyoruz?. Müslümanlar, son yıllarda sürekli Kur’ân okumasına ve “sâdece Kur’ân” demesine rağmen Dünyâ’daki maddî-mânevî hâl-i pür melâlinin nedeni nedir?. Kur’ân okunup durulmasına ve “tek kaynak” denilmesine rağmen iyilik adına herhangi bir değişme ve gelişme var mıdır?. Bir düzelme var mıdır?. Yoksa “sâdece Kur’ân”, sâdece gönülleri-zihinleri mi inşâ eder ve bunun için mi inmiştir?. Oysa “hayat kitabı” olan Kur’ân, iç-âlemlerden sonra hayâtı da inşâ etmesi için gelmiştir. Böyle bir hedefi vardır Kur’ân’ın. Hayâtı Kur’ân’la inşâ etmek, onun aynen Peygamber gibi okuyup hayâta geçirmekle olabilir. Peygamberin böyle bir örnekliği vardır ve tüm peygamberler gibi Peygamberimiz’in geliş nedeni de zâten budur:

 

“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ‘ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) “Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin” direktifini sizin için bir “hayat düsturu” olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

 

Evet; Kur’ân aptallara gelmediği için, 2+2’nin sonucunu söylemesine gerek yoktur. Aklı başında olan ve “modernizm” denen sapık ideolojiyle “akıl-travması” yaşamayan herkes, -Kur’ân söylemese de- 2+2’nin 4 olduğunu bilir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2018

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder