31 Ağustos 2017 Perşembe

Sınırsız Şirk: Vahdet-i Vücûd




“Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlardan ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır” (Nîsâ 116).

Vahdet-i Vücûd; “Yaratan ile yaratılanı -mutlak anlamda- eşitlemek ve bir saymak” demektir. “Varlık içinde her-şey Allah’tır” düşüncesidir. Bu düşünceye göre; “bütün varlıklar Allah’ın bir parçası olarak bizzat O’dur. Yaratan da yaratılan da birdir ve hepsi -mutlak anlamda- O’dur.

Tasavvuf, TDK sözlüğünde; “Tanrı’nın niteliğini ve evrenin oluşumunu varlık birliği (vahdet-i vücûd) anlayışıyla açıklayan dînî ve felsefî akım, İslâm mistisizmi” diye tanımlanır.

Vahdet-i Vücûd yâni varlık birliği, tasavvuf düşüncesinde, yaratanla yaratılanın tek kaynaktan geldiğini ve “bir”=”aynı” olduğunu savunan görüştür.

Câvit Sunar, Vahdet-i Vücûd için şöyle der:

“Tasavvuf demek Vahdet-i Vücûd yâni, Vücûd Birliği demektir. Vücûd Birliği demek de, her-şey ortaklaşa bir-tek Vücûd’a bağlıdır; dolayısıyla , bu bir-tek Vücûd da, zorunlu olarak, Bir Tek Yaratıcı olan Allah’ın Vücûd’undan ibârettir, “vücûd’un asıl sâhibi Allah’tır” demektir. Şu hâlde, Vücûd Birliği demek, “yalnız Allah vardır, O’ndan başka hiç-bir şey yoktur” demektir. Vahdet-i Vücûd, bütünlüğü ile Allah’ta yok olup Allah ile bâki olmanın sonucudur ve bir felsefedir”.

Haçlı Seferleri ile sarsılan İslâm dünyâsı, daha sonra da Moğol akınları ile karşılaşmış ve oldukça yıpranmıştır. Fakat çok sağlam bir temele sâhip olan İslâm ve müslümanlar, vahyin ve sünnetin de yardımıyla kısa zamanda toparlanabilecek potansiyele sâhipti. İşte müslümanların toparlanmasını engellemek ve parçalanmasını hızlandırmak için, sapık bir felsefe olan vahdet-i vücûd düşüncesi, (belki de bir “hristiyan ajanı” olarak gönderilen) Muhyiddin İbn-i Arâbi ile Şam-merkezli yayıldı ve özellikle Anadolu topraklarında merkezîleşti. Muhyiddin İbn-i Arâbi bu sapık düşünceyi, Avrupa’dan; Yunan (yeni eflâtunculuk), Îran ve Hint (İskender) kanalıyla almıştı. Vahdet-i Vücûd düşüncesinde Allah’tan başka “varlık” yoktur ve bu nedenle de her-şey Allah’tır. Her-şey Allah olunca, her-şeyi yapan-eden (lâ fâile illallah) Allah olunca ve -bu düşünceye göre- zâten Allah’tan başka bir varlık da olmadığından (lâ mevcûde illallah), insanlar vahyi de bu felsefeye göre yorumlamaya ve düşünmeye başladılar ve kötü duruma karşı bir şeyler yapmak için bir neden bulamaz hâle geldiler ve bir dirençsizlik oluştu. Çünkü, her-şey ve herkes -hâşâ- Allah olduğunda, kime karşı durulacak ve savaşılacaktı ki?. Toparlanma bağlamında, niye yeni bir fikir üretmek için uğraşılacaktı?. Vahdet-i Vücûd düşüncesi (daha doğrusu sapıklığı), işte insanlardaki ilmî ve fizîki direnci kırınca, “medeniyet” ve “ilim” anlamında bir toparlanma ol(a)madı. Dolayısı ile; bâtıl, İslâm’dan öcünü tasavvuf ve onun en güçlü felsefesi olan vahdet-i vücûd ile almaya başladı.

Vahdet-i Vücûd, yada; panteizm-panenteizm gibi saçma ve sapık fikirler şizofrenik bir durumu ifâde ederler aslında. Zîrâ akıl kârı değildir bu düşünce. Tasavvuftaki “lâ fâile illallah” ve “lâ mevcûde illallah” sözleri vahdet-i vücûd düşüncesinin mottolarıdırlar. Bu sözler sonunda; “lâ mevcûde illâ ene”=(benden başka mevcud yoktur) cümlesine gelir ve kişi -kim olursa-olsun- kendini Allah îlan eder. İnsanların târih boyunca ürettikleri ve söyledikleri en sapık düşünceler ve söylemlerdir bunlar. Üstelik tasavvufun bağlıları bunları, bir akide olarak kabûl ederler ve hattâ vahdet-i vücûd düşüncesini “mutlak tevhid” zannederler. Hâlbuki “sınırsız bir şirk”tir bu düşünce. Öyle ki, şeytan bile böyle bir söz söylemekten hicap duyar. Mehmet Âkif Ersoy, böyleleri için: “Hudâ’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hudâ” der.

Tasavvuf ve vahdet-i vücûd, “yeni Eflatun’culuk”un başarılı bir kopyasıdır. Bu düşünceyi en çok da şu âyeti öne çıkararak savunuyorlar: “Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü; attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı. Mü’minleri kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek için (yaptı). Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir” (Enfâl 17). “Bak gördünüz mü, Peygamberin savurduğu “kum” yada toprak için Allah; “Ben attım diyor” diyorlar.

Bu düşüncedeki ana-yanlış; “Lâ kudrete illallah” tevhid sözü yerine, “lâ fâile illallah” şirkini koymaktır. Oysa sâdece attığı zaman değil; yürüdüğü zaman, uyuduğu zaman, savaştığı zaman.. vel hâsıl kelam, yaptığı tüm şeyleri yaptığı zaman, kudret vererek Allah yaptırıyor kişiye her-şeyi. Kudreti Allah verdiği için “Allah yapmış gibi” oluyor. Fakat bu yapma, vahdet-i vücûd ve tasavvuf müşriklerinin zannettiği gibi değildir. Allah bu yapmaları bizzat ve bil-fiil olarak değil, kudretini vererek yapar-yaptırır. O’nun yapması-yaptırması, yasalarına uygun olarak, sünnetullah gereği kişinin irâdesini gerçekleştirmesine izin vermesidir. Yâni “insanın eyleminin-amelinin kudretini Allah’tan alması” anlamındadır. Yoksa Allah bizzat gelip de düşmana bir şey atacak değildir. Zâten ortada olağan-üstü bir şey de yoktur. Peygamber’in, “o anda içinde bir güç bularak kumu-toprağı fırlatması ve savaşa başlamasıdır” olan şey. Allah zâten mü’minlere üç bin, beş bin melekle yardım etmektedir. Meleklerin gücü yetmedi de bizzat Allah mı geldi Bedir kuyuların yanına?. Allah’ın yardımı, insanın içine meleklerle bir huzur ve güç vermesi, o gücü kullanacak kudreti vermesidir. İşte o anda gelen kudretin bir nişânesidir Peygamber’in atması. Allah diyor ki Peygamber’e; “o attığın şeyi sakın kendinden zannetme, onun güç ve kudreti bendendir”. Yâni “lâ kudrete illallah”. Yâni Peygamber’e diyor ki; sakın olanı kendinden bilip de “lâ fâile illallah” deme!, gücün-kudretin kaynağı olarak Beni bil ve “lâ kudrete illallah” de!. Bu âyetle yaptığım imtihan ancak böyle demekle kazanılır”.

“Lâ fâile illallah” yâni her-şeyi yapıp-edenin Allah olması, Allah’a tevekkül ederek, kudreti ve irâdeyi Allah’a vererek işleri ona havâle etmenin fâsıklaşmış şeklidir. Evet; “Lâ kudrete illallah” ifsâd olunca, “lâ fâile illallah”a dönüyor.

Vahdet-i Vücûd tasavvuftur. Tüm bâtıniliğin söylediği yada söylemek istediği şey, vahdet-i vücûdtur. Bâtıniliğin, tasavvufun, mistisizmin, işrâkiliğin vs. temel ve en güçlü felsefesi ve inancı, vahdet-i vücûdtur. Vahdet-i Vücûd düşüncesini kaldırdığınızda ortada tasavvuf ve diğer bâtıni sapıklıklar da kalmayacaktır. Bu nedenle vahdet-i vücûd; “tek ilah” düşüncesine karşı oluşturulmuş, “genişletilmiş çok tanrıcılık” ve sonunda da “sınırsızlaştırılmış tanrıcılık” diyebileceğimiz sınırsız bir şirk şeklidir. Şirkin zirveleştiği yerdir vahdet-i vücûd. Öyle ki, insanlık, târih boyunca böyle bir şirk üretmemişti. Artık vahdet-i vücûd şirkinin üstüne üretilecek ve küresel anlamda etki edecek bir şirk şekli kalmamıştır. Çünkü vahdet-i vücûd şirki Dünyâ’yı aşıp, tüm kâinâtı da içine almış ve sınırsızlaşmış bir şirktir. Vahdet-i Vücûd İslâm karşıtı bir şirk dînidir. Modern-teknolojik-ideolojik-bilimsel tüm şirkler de, vahdet-i vücûd şirkinin türevleri ve şûbeleridir.

Modern-bilimin vahdet-i vücûdçuluğu da “Big-Bang Teorisi”dir. Bu teoriyle her-şeyi -sözde- açıklayabilmektedirler. “Big-Bang ile her-şey yerli-yerine oturur”; “Big-Bang, varlığın en güçlü açıklamasıdır” gibi laflar her yerde edilip durur ve “elinizi” nereye sallasanız çarpacak olan şey Big-Bang’tir. “Yüzünüzü nereye dönerseniz dönün, Big-Bang’in yüzü oradadır” demeye getirirler. Vahdet-i Vücûdta nasıl ki her-şey Allah’tır; bu teoride de her-şey Big-Bang’tir. İlhâmını vahdet-i vücûdtan almıştır çünkü. Şirk; “her-şeyi, Allah’tan başka bir şeyle açıklamak” demektir.

İnsanlar sapık fikirler de üretebilmişlerdir ve bu fikirleri “güzel” ve felsefî kelimelerle bezeyerek onu hakîkatmiş gibi gösterebilmektedirler. Meselâ Hristiyanların Baba-Oğul-Kutsal Rûh miti, Panteizm-Vahdet-i Vücûd felsefesi gibi. Bu felsefelerin bağlılarına bakarsanız, her-şeyin bu felsefelere tam anlamıyla uygun olduğunu, tam da söylendiği gibi olduğunu, her-şeyin tam açıklamasını yaptığını ve bu felsefelerde hiç-bir çelişkinin olmadığı yalanı söylenir durur. Fakat vahyin penceresinden bakıldığında bu fikirlerin ne kadar sapık ve yanlış fikirler olduğu “âlim”ler için âyan-beyan apaçık bir şekilde görülür. Bir fikrin var olmuş olması onu ille de meşrûlaştırmaz.

Vahdet-i Vücûd felsefesine göre âlem -hâşâ- Allah demek olacağı ve Allah da yok olmayacağı için kâinat ezelîdir. Hâlbuki kâinat “gerçek”tir ama “hakîkat” değildir. Bu nedenle de yok olacaktır ve bunun belirtisi de Termodinamiğin 2. yasası olan entropi kânunudur. Bu kânunun gösterdiği gibi, kâinât bir ölüme yâni yok oluşa doğru gitmektedir. Bu nedenle Allah, kâinâtın hiç-bir yerinde “mutlak varlığı” ile yoktur. Yasalarıyla ve sanatı ile vardır ve yasaları-emirleri ile etki eder âleme.

Varlık “hak”tır fakat “el hak” değildir. Allah, mutlak zatıyla varlığıyla kâinâtın hiç-bir yerinde yoktur. Sanatıyla ve yasalarıyla vardır. Çünkü Allah, ebedî ve ezeli Olan’dır ve fâni olan kâinâtın hiç-bir şeyi de değildir, hiç-bir yerinde de değildir. Aksi-takdirde, kâinât fâni olduğundan ve bir gün mutlakâ yok olacağından, Allah da fâni olurdu.

Muhyiddin ibn-i Arâbi, tasavvuftaki Vahdet-i Vücûd (Panteizm) sapıklığını düzenleyip tertip eden ve en ideâl durumuna getiren kişidir. Der ki: “Mekke-müşrikleri putlara Allah olarak değil de put olarak taptıkları için müşrik oldular, eğer o putlara, (panteizmden mülhemle geliştirdiği vahdet-i vücûd (her-şey Allah’tır) bağlamında) Allah olarak tapsalardı, on numara muvahhid olacaklardı”. Buna benzer bir-çok sapıkça düşünceler ve yorumlar bulursunuz kitaplarında. Bu bağlamda, İbn-i Arabi’nin sıkı izleyicilerinden Abdülkerim el-Ciyli, İnsan-ı Kâmil adlı kitabında aynen şunları kaydetmektedir:

“Kâfirlere gelince, onlar bizzat Allah’a kulluk etmişlerdir. Çünkü, Cenâb-ı Hak bütün varlıkların gerçeği (yâni özü ve ta kendisi) olduğuna göre -ki kâfirler de varlıkların bir bölümüdürler- öyleyse Cenâb-ı Hak onların da gerçeğidir. (Yâni onların da ta kendisidir.) Tabiatıyla O’nun ayrıca bir tanrısı yoktur. Mutlak rab (yâni kesin genel anlamdaki ) ilâh O’dur. Dolayısıyla kâfirler, Allah’ın bizzat kendisi oldukları için varlıklarının kaçınılmaz gereği olarak O’na tapmış oldular”.

İbn-i Arâbi’nin sistemleştirdiği Vahdet-i Vücûd inancı bir şirk ve sapıklıktır. Hattâ şirkin ve sapıklığın kemâlidir. Vahdet-i Vücûd düşüncesi bir sapıklıktır ve bu düşünce üzerine İslâm’a aykırı nice sözler söylendi-söyleniyor ve nice zihinler iğdiş ediliyor.

“Mevcut olan her-şey Allah’tır” (vahdet-i vücûd) düşüncesi bağlamında diyorlar ki; “Allah’tan başka mevcut olan bir şey olsaydı şirk olurdu”. Peki bu şirkten güyâ nasıl kurtuluyorlar da tevhide(!) dönüyorlar?. Şöyle diyerek: “Her-şey Allah’tır. Çünkü ikilik yoktur. Varlık Allah’tır. (panteizm-panentezim). Bunu kabûl etmeyenler müşriktirler”. Tasavvufun pîri olan İbn-i Arâbi diyor ki bu bağlamda: “Şeytanın Âdem’e secde etmemesi en büyük muvahhidliktir. Zîrâ o Allah’tan başkasına secde etmemiş oldu”. Allah’ın “secde et” emrine aykırı davrandığını es geçiyor tabi. Yine aynı zat: “Peygamber zamânındaki müşriklere müşrik denmesinin nedeni, onların o putlara Allah olarak değil de, Allah’tan başka varlıklar olarak tapmalarıydı. Yâni onlar o putları ‘Allah’tan başka varlık’ olarak kabûl ettiler ve şirke düştüler. Hâlbuki onlara Allah olarak tapsalardı muvahhid olurlardı”.

Tasavvufa göre herkes “mecbûren tevhid ehli”dir. Zîrâ şirk bile “tevhid” olarak görülür tasavvufta. Yeter ki “kaliteli uydurmalar” yapılmış olsun. Evet; tasavvufçular iyi uydurukçulardır. Ne lâzımsa uyduruverirler.

Tevhid, tasavvufun dediği gibi, “her-şeyi aynılaştırmak” yâni “her-şeyi bir görmek” demek değildir. Tasavvuftaki vahdet-i vücûd anlayışında tevhid, “her-şeyi Allah kabûl etmek” demektir. “Her şey birlenip Allah îlan edildiğinde tevhid olur” diyorlar. Allah’tan başka bir varlık kabûl etmemeyi (lâ mevcûde illallah) tevhid zannediyorlar. Hâlbuki tevhid, “Allah’tan başka hüküm koyucu, otorite, güç-kudret sâhibi olmaması” anlamındadır. “Allah’ın göklerde olduğu gibi yeryüzünde de ilah yâni hüküm koyucu olması”dır. Göklerin Rabbi olduğu gibi yerin de Rabbi olmasıdır.  “Varlığın toplamı Allah’tır” demekle tevhid ettiğini zannedenler var. Oysa ki bu, en büyük şirktir. Sonsuz ve sınırsız şirk. Tabî ki sonsuz şirkin cezâsı da ebedî cehennem olacaktır.

Evet; tasavvufta yanlış bir “tevhid” düşüncesi vardır. “Tersinden bir tevhid” düşüncesidir bu. İslâm’a göre tevhid; “Allah’ın gökte ilah olduğu gibi yerde de ilah olması” iken; tasavvufa göre tevhid; “yerde ve gökteki her-şeyin Allah olması”dır. “Fâni olan şeylerin de Bâki Olan Allah olduğunu” söylüyorlar ve zırvalıyorlar. Bu zırvalık Vahdet-i Vücûd sapıklığıdır. Tasavvuf zırvalığının dibi, Muhyiddin İbn-i Arâbi’nin panteizmi İslâmîleştirerek son şeklini verdiği Vahdet-i Vücûd düşüncesidir. İbn-i Teymiyye, vahdet-i vücûd felsefesini inançların en eklektiği ve tüm hatâların karışımı olarak görmüştür. Şöyle der:

“Vahdet-i Vücûd görüşü, Dünyâ’daki tüm şerlerin bir buluşmasıdır. Onların hatâlarının başlangıç noktası, mahlûkâtın varlığına benzemez bir yaratıcı varlığı kabûl etmemelerinde yatar. Onlar görüşlerini biraz filozofların öğretilerinden, biraz sahte sûfî ve kelamcıların yanlış öğretilerinden, bir kısmını da Karmati ve Bâtınilerin görüşlerinden meydana getirmişlerdir. Onların çeşitli mezheplerin kapılarına gitmeleri en karışık dönüşü elde etmek içindir”.

İbn-i Arâbi, vahdet-i vücûd düşüncesi bağlamında şu sözleri etmiştir:

“Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, eşyâdan en parlak şekilde görünür ve O, O’nun aynıdır”.

“Şüphesiz yaratıkların sonradan olma varlığı, Yaratıcının varlığının aynıdır. Yaratıcının vücûduyla, yaratıkların vücûdu arasında fark yoktur”.

“Hakk’ı tanıyan kişi gerçekten tanıdığı zaman îtikad sâhibinin îtikâdıyla bağlanmaz. Yâni; hiç-bir dîne veya inanca bağlı olmaz, onun için iyi ve kötü; doğru ve yanlış; îman ve küfür ayırımı yoktur; hepsi bir ve aynı şeydir”.

“Kul Allah’tır, Allah da kuldur. Ya mükellef olan kimdir?. Yâni mükellef diye bir şey yoktur, dolayısıyla din diye bir şey yoktur”.

“Allah hakkında her denen şey doğrudur ve birlik (Vahdet)in ifâdesidir. Çünkü, vücûdta yalnız Allah vardır”.

Tabi bu düşüncelere (şathiye) meftûn olunca insanlar, tüm sorumlulukları da üstünden atmaktadır, atabilmektedir. Üstelik bu düşünceye göre her-şey serbesttir. Çünkü vahdet-i vücûd düşüncesine göre, bir “ikilik”ten bahsedilemeyeceği için bir şeyin zıddı yoktur; günah yoktur, yasak yoktur, kötülük yoktur, çirkinlik yoktur, aldatma yoktur, adâletsizlik yoktur, şerefsizlik yoktur, zulüm yoktur, cennet-cehennem yoktur, hattâ ölüm yoktur, ahlâk-ahlâksızlık yoktur ve en nihâyetinde de din-Kur’ân-Peygamber-âhiret yoktur ve hattâ özel anlamda bir Allah da yoktur. Eğer olsaydı şirk olurdu.

Allah’tan başka mevcut olmadığını söylemek, varlığın “mutlak varlık” olduğunu söylemektir ki, bu bilimsel olarak da yanlıştır. Varlık mecbûren bir bozuluşa ve yok oluşa doğru gider. (Termodinamiğin 2. Kânunu=Entropi). Eğer varlık bizzat Allah olsaydı bozulmaz ve yok oluşa doğru gitmezdi.

Varlığın Allah olmadığını, dolayısı ile vahdet-i vücûd inancının şirk olduğunu kanıtlamak için âyetler ışığında bir mantık kuralım:

“Böylece İbrâhim’e, -kesin bilgiyle inananlardan olması için- göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk. Gece, üstünü örtüp bürüyünce bir yıldız görmüş ve demişti ki: ‘Bu benim rabbimdir’?. Fakat (yıldız) kayboluverince: ‘Ben kaybolup-gidenleri sevmem’ demişti. Ardından Ay’ı, (etrâfa aydınlık saçarak) doğar görünce: ‘Bu benim rabbim?’ demiş, fakat o da kayboluverince: ‘Andolsun’ demişti, ‘Eğer Rabbim beni doğru yola erdirmezse gerçekten sapmışlar topluluğundan olurum’. Sonra Güneş’i (etrâfa ışıklar saçarak) doğar görünce: ‘İşte bu benim rabbim?, bu en büyük’ demişti. Ama o da kayboluverince, kavmine demişti ki: ‘Ey kavmim, doğrusu ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım’. Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim” (En-âm 75-79).

Görüldüğü gibi; Hz. İbrâhim, kavminin de taptığı yıldızları, Ay’ı ve Güneş’i (ki bunlar vahdet-i vücûd felsefesine [daha doğrusu sapıklığına] göre -hâşâ- Allah’tır), “mutlak varlık” olarak değerlendirip-değerlendiremeyeceğinin mantıklı bir muhâsebesini yapmış ve batıp giden, kaybolan ve dolayısı ile “sınırlı” olan bu varlıkların “mutlak varlık” olan Allah olamayacağını ve olmadığını idrâk etmiş ve bu varlıkları ilahlaştırarak, onları Allah gibi gören kavminin dîninden uzaklaşmış ve; “ben sizin şirk koşmakta olduklarınızı kabûl etmiyorum. Bunlar ilah değil, fâni ve sınırlı varlıklardır. Ben yüzümü, bunları ve tüm varlığı yaratan Allah’a çeviriyorum ve O’ndan başka bir ilah tanımıyorum” diyerek tevhîdi bayraklaştırmıştır. Yâni Hz. İbrâhim, vahdet-i vücûdun Allah kabûl ettiği Güneş ve Ay için, “Allah değildir” demiştir. Hz. İbrâhim, Allah’ın dışındaki varlıkların, hem de en büyükleri olanlarının, vahdet-i vücûdçuların zannettiğinin aksine, sınırlı ve fâni olduğunu, dolayısı ile ilah olmadıklarını göstermiştir. “Yıldızlar, Ay ve Güneş Allah değildir” demeye getirmiştir. O hâlde biz de vahdet-i vücûd gibi sapık şirk düşüncelerinden uzak durarak Hz. İbrâhim’i örnek edinmeliyiz. Zîrâ bunu Kur’ân da söylemektedir:

 “İbrâhim ve onunla birlikte olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-inkâr ettik. Sizinle aramızda, Allah’a bir olarak îman edinceye kadar ebedî bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir” (Mümtehine 4).

“Haberiniz olsun; şüphesiz göklerde kim var, yerde kim var, tümü Allah’ındır. Allah’tan başkasına tapanlar bile, şirk koştukları varlıklara ve güçlere (gerçekte) uymazlar. Onlar yalnızca bir zanna uyarlar ve onlar ancak ‘zan ve tahminde bulunarak yalan söylemektedirler” (Yûnus 66).

Vahdet-i Vücûd düşüncesine göre Allah, “yaratan” değil, “vâr olan”dır. Çünkü “O’ndan başak bir şey mevcut değildir” denir. Böyle olunca da yaratma iptâl olmuş olur. 

Vahdet-i Vücûda göre “her şey O’dur. Aslında O’ndan başka bir şey yoktur. Zaten yapıp-eden de O’dur” denir. Fakat:

“Onlara bir musîbet isâbet ettiğinde, derler ki: Biz Allah’a âit (kullar)ız ve şüphesiz O’na dönücüleriz” (Bakara 156).

Bu âyete göre vahdet-i vücûd anlamsızlaşır ve gümler. Çünkü her-şey zâten -hâşâ- Allah ise, Allah’a dönecek bir şey olamaz, olmamalıdır. Çünkü vahdet-i vücûd düşüncesine göre hiç-bir şey Allah’tan kopuk değildir ve aslında Allah’tan ayrılmamıştır, çünkü -hâşâ- her-şey Allah’tır. Bu durumda ney, nereden ve nasıl Allah’a geri dönecektir?. Allah’ın dışında bir varlık mı vardır ki dönüp Allah’a gelsin?. Vahdet-i vücûd böyle derken, Kur’ân ise, “Allah’a dönek”ten söz eder. Böyle bir çelişkide iptâl olup güme gidecek olan şey elbette vahdet-i vücûd sapıklığıdır.

Varlığın her zerresinde Allah’ın sanatının ve yasalarının izleri vardır. “Allah’ın imzâsı” görülür her-şeyde. Fakat böyle olması, o varlıkların “Allah” olması demek değildir. Lâkin vahdet-i vücûd bunu söylemiyor ki!. Açıkça; “vâr olan her-şey Allah’tır” diyor. “Bizzat Allah’tır” diyor. Her-şey “mutlak varlıktır” diyor. “Vahdet-i Vücûd, Allah’ın her varlıkta imzâsının olmasıdır” demekle, vahdet-i vücûd sapıklığını yumuşatıp İslâm’a eklemlemeye çalışmak yanlıştır, şirktir. Şirke aracılık etmek de şirktir çünkü. Dediğimiz gibi; vahdet-i vücûd, her-şeyde Allah’ın imzâsının-sanatının-yasalarının olduğunu değil, apaçık bir şekilde “bizzat her-şeyin Allah olduğunu” söylüyor. Kıvıracak bir durum yok. Mekke’deki putlara Allah demeyenleri ve onlara Allah olarak tapmayanları müşrik îlan ediyorlar.

Şu âyetler, tasavvufçuların-vahdet-i vücûdçuların en çok istismâr ettikleri âyetlerdir:

“O (yâni Allah) evveldir, âhirdir, zâhirdir, bâtındır” (Hadîd 3).

“Maşrık ve Mağrıb, Allah’ındır. Yüzünüzü ne tarafa çevirirseniz Allah’ın yüzü oradadır” (Bakara 115).

“İşlerin hepsi O’na döner” (Hadîd 5).

“Ben insana onun şah-damarından daha yakınım” (Kâf 16).

“Siz nerede iseniz O sizinle berâberdir” (Hadîd 4).

“Ben sizinle berâber işitir ve görürüm” (Tâ-hâ 46).

“Onları siz öldürmediniz ve lâkin Allah öldürdü. Attığın zaman sen atmamıştın ve lâkin Allah atmıştı” (Enfâl 17).

Tek ilah Allah’tır ve O’ndan başka yaratılmış varlıklar fâni olmaları sebebiyle Allah değildirler. Zîrâ Allah fâni değildir. Şu âyetler de bundan bahseder:

“(Yer) üzerindeki her-şey yok olucudur; Celâl ve ikram sâhibi olan Rabbinin yüzü (kendisi) bâki kalacaktır” (Rahmân 26-27).

“O’nun yüzünden (zâtından) başka her-şey helâk olucudur” (Kasas 88).

Panteizm yada İslâm’daki adıyla vahdet-i vücûd öğretisi, “mutlak materyâlizm”dir. Varlığı Allah îlan etmekle maddeye olmayacak şekilde çok büyük bir pâye vermişler ve maddeyi ilahlaştırarak “mutlak” hâle getirmişlerdir. Böylece “mutlak bir materyâlizm” ortaya çıkmıştır.

“De ki: O Allah, birdir. Allah, Samed’dir (her-şey O’na muhtâçtır, dâimdir, hiç-bir şeye ihtiyâcı olmayandır). O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Ve hiç-bir şey O’nun dengi değildir” (İhlâs Sûresi)..

Vahdet-i Vücûd, -Allah ile birlikte her-şeyi ilah yapmak olarak- sınırsız bir şirktir. Bu sapık felsefenin bağlıları her ne kadar kendilerini tevhîdin yolunda görseler de, aslında Allah onları düştükleri bu şirk düşüncesiyle cezâlandırmaktadır:

“Yeryüzünde haksız yere büyüklenenleri âyetlerimden engelleyeceğim. Onlar her âyeti görseler bile ona inanmazlar; dosdoğru yolu (rüşd yolunu) da görseler, yol olarak benimsemezler, azgınlık yolunu gördüklerinde ise onu yol olarak benimserler. Bu, onların âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gâfil olmaları dolayısıyladır” (A’raf 146).

Muhtemelen dıştan gelen etkilerin de teşvikiyle tasavvufçularda; “yegâne vâr olanın Allah olduğu” görüşü vardır. Buradan da “Allah’ın, her-şeyin yegâne hakîkati olduğu” nazariyesine ulaştılar. Eş’ari ve Maturidi kelâmı, -Mu’tezile'ye karşı- “Allah’ın her türlü fiilin fâili olduğunu iddiâ ederek yayılmaya başlayınca, tasavvuf felsefesi vakit geçirmeden bu ilkeye sarıldı. Fakat onu kendi esasları içinde yorumladı ve şu sonuca vardı: “Vârolan yalnız Allah’tır”. İşte Kur’ân’ın Allah’ın vahdâniyeti hakkındaki görüşü, sufilerin kendi dînî  tecrübelerinde uyguladıkları İslâm-dışı metodlar sâyesinde bu şekle dönüştürüldü.

Demek ki Allah’ın “ehadiyet”inden verilen tek bir tâviz, tüm varlığın -hâşâ- Allah olduğu kabûlüne yâni “sınırsız şirk”e kadar götürüyor kişiyi.

Vahdet-i Vücûd sınırsız bir şirktir ve panzehiri ise tevhidtir. Tevhide göre, Allah göklerin ve yerin tek rabbidir. Ondan başka olan her-şey ise, Allah’a muhtâç zavallı fâni varlıklardır.

En doğrusunu sâdece Allah bilir

Hârûn Görmüş
Hazîran 2017









Hiç yorum yok:

Yorum Gönder