“Lâiklik veya lâisizm (Fransızca:
Laïcisme); devlet yönetiminde herhangi bir dînin referans alınmamasını ve
devletin dinler karşısında tarafsız olmasını savunan prensip. Fransızca‘dan
Türkçe‘ye geçmiş olan “lâik” sözcüğü, “din-adamı olmayan kimse; din-adamı
dışında kalan halk” anlamına gelen Latince “laicus” sözcüğünden gelmektedir.
Roma döneminde din-adamlarına “Clerici” din-adamı olmayanlara da “Laici” adı
veriliyordu. Aynı terimin İngilizce karşılığı ise secularity olup, din ve
devlet işlerinin ayrı tutulması anlamına gelir. Latince bir kelime olan
“çağ” anlamına gelen “saeculum” kelimesinden geçmiştir. Sekülerizm Türkçe’ye
lâiklik, çağdaşlaşma veya dünyevileşme olarak üç farklı terimle
çevrilebilmektedir. Fransa‘da lâiklik için Laïcité (Laicisme) terimleri
kullanılmaktadır. Kavramlar, her iki biçimde de cismi ve bilimsel olan ile
soyut ve dinsel olanın birbirine karıştırılmamasını ifâde etmektedirler”
(Vikipedi).
“Muhâfazakârlık, ‘geleneksel sosyâl etmenlerin muhâfaza
edilmesini destekleyen politik ve sosyâl
felsefe’dir. Daha belirgin bir anlamda;
‘ilgili toplumun içinde bulunduğu çağın gereklerini göz-ardı etmeksizin,
geçmişten gelen târihi, kültürel ve medenî birikimlerini kaybetmeden, kısaca öz
dinamiklerinin değişmesine karşı direnç gösteren, toplumsal-kültürel değerlerin
korunmasını savunan siyâsi bir görüş’tür” (Vikipedi).
Laisizmin târifinde, “din ve devlet işlerinin
ayrılması”; “herkese inanç özgürlüğü” gibi laflar edilse de, aslında lâiklik;
“devlet işlerine dînin sokulmaması ve devletten uzak tutulması” demektir. İnanç
özgürlüğünü getiren lâiklik değildir ki; onu İslâm getirmiş ve 1.000 yıl
boyunca en iyi şekilde uygulamıştır. Lâiklik ise, söylediği gibi tüm inançlara
eşit davran(a)maz. Bu tanımlar bu nedenle bir kandırmacadır. Tâğutlar ve
uşakları, devlete dîni yâni adâleti, ilâhi kontrôlü, ahlâkı, merhâmeti, vicdânı,
dolayısı ile Allah’ı ve Kur’ân’ı sokmayarak, kendi çıkarlarına yönelik
istedikleri hükümleri çıkarmışlar, nefislerine göre kânunlar-yasalar
hazırlamışlar ve şeytanın emirlerini yerine getirmişlerdir. Devlet işlerine
dîni sokmamak demek; “ahlâkı sokmamak, adâleti sokmamak, vicdan ve merhâmeti
sokmamak, Kur’ân’ı sokmamak, Peygamberi karıştırmamak, Allah’ı dâhil etmemek”
anlamına gelir. Zîrâ, dediğimiz gibi; vahyin nûru kan-emici vampirleri yakar ve
yok eder.
Lâiklik, insanın Allah’a; -hâşâ ve sümme hâşâ-
“haddini bil” demesidir. “Senin yerin göklerdir. Oradan başkasına karışma”
demektir. “Güneş’i tam zamânında doğur ve batır, rüzgarları estir, yağmurları
yağdır.. fakat bizim işlerimize sakın karışmaya kalkma!” demektir. İşte
Kur’ân’ın baştan sona “affedilmeyecek” dediği günah olan şirk budur. Şirk,
işe Allah’ı karıştırmamak demektir. Hattâ şirk, “Allah’ı işe, tam anlamıyla
karıştırmamak” da demektir. Allah’ı işe “biraz karıştırmak” da şirktir.
Şirk Allah’a îman etmeme, güvenmeme, O’na teslim olmama demektir. Zâten O’na
teslim olunmadığında O’ndan başka her-şeye teslim olunmaktadır.
Lâiklik, “din ile devletin ayrılması” değildir. Dînin
devlet denetimine alınmasıdır. Bu, “dînin
bertarâf edilmesi” demektir. Oysa İslâm’da devlet; “din-u devlet”tir. Bu nedenle
de devlet, dîni değil; din, devleti denetim altına alması gerekir.
Muhâfazakârlık ise -ki buna “neo muhâfazakârlık”
demek gerekir-, “bâtıl batı paradigmasının etkisinde kalan ve bu paradigma
(sistem) içinde kalarak İslâm’ı yaşamak isteyen muhâfazakârlıktır” ki böyle bir
şey istemek samîmi bir müslümanlık değildir ve batı paradigması/düşüncesi-merkezli
bir İslâm’cılık, mecbûren “sınırlı bir İslâm” olacağından, Kur’ân bu tarz
düşünceleri “azap nedeni” olarak görür:
“Sonra (yine) siz, bir-birinizi öldürüyor, bir
bölümünüzü yurtlarından sürüp-çıkarıyor ve günah ve düşmanlıkla aleyhlerinde
ittifaklar kuruyor ve size esir olarak geldiklerinde onlarla fidyeleşiyorsunuz.
Oysa onları çıkarmanız size haram kılınmıştı. Yoksa siz, Kitabın bir
bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle
yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet
gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah,
yaptıklarınızdan habersiz değildir”
(Bakara 85).
Evet; muhâfazakârlıkta, yâni batı’lı zihniyetten en
azından teknoloji-ideoloji anlamında ayrılmadan oluşturulacağı sanılan
düşüncede, Kur’ân’ın tamâmı hayatta hâkim olamaz ve hattâ görünür bile
kılınamaz.
Bir zamanlar siyâseti ele geçirme hayâlini kuran
muhâfazakârlar, siyâseti güyâ ele geçirmelerinden sonra “İslâm kişiseldir,
devlet lâiktir”; “kişiler değil, devlet lâik olur” düşüncesini, inanarak ve
savunarak İslâm’i anlamda anlaşılamayacak bir düşünce ve inanç içerisine
girmişlerdir. Böylelikle İslâm hayattan da uzaklaştırılmış ve sâdece
şekle-görünüme indirgenmiştir. Muhâfazakârlar devlete-siyâsete aslında İslâm’i
anlamda sâhip olmamışlardır, sâdece “seküler anlamda” sâhip olmuşlardır yada
muhâfazakârlara bu doğrultuda görev verilmiştir. Çünkü “değiştirilemez maddeler”
aynı şekilde orada duruyor ve Kemalist devrimin maddeleri aynen geçerliliğini
korumaktadır. Yâni İslâm’i anlamda değişen bir şey olmamıştır. İslâm-dışı=bâtıl
bir ideolojiyi müslüman(!) olan yada namaz kılanların yönetmesiyle, gayr-i
müslim yada ateist olanların yönetmesi arasında fark yoktur. Zîrâ seküler-lâik-kapitâlist-liberâl
düzen devâm etmektedir. Zâten küresel emperyâlizm ve tâğutizm onlara ancak bu
koşullarda bir siyâsi “iş-başılık” görevi vermiştir. Küresellik kapsamında
böyle bir yapılanma işlerine geliyor çünkü. Yeni Dünyâ Düzeni’nde böyle bir
yapıya ihtiyaç vardı ve oluşturuldu. İşte bir “izin” kapsamında iş-başına geçirilen
muhâfazakârlar, bu nedenlerle İslâm’i anlamda bir “değişiklik” yapamazlar ve
zâten artık böyle bir düşünceleri kalmamıştır ve hattâ bu tür düşüncelere
düşmanlık derecesinde karşı olmuş durumdadırlar. Bu neo-muhâfazakârların
“İslâm’ı yeniden diriltip hayâta hâkim kılma” düşünceleri yoktur artık.
Muhâfazakâr diye isimlendirdiğimiz kişiler aslında
İslâm’cı değildirler. O nedenle onlara İslâm’cı yerine “muhâfazakâr milliyetçi”
demek daha uygun olur. Mü’minler, İslâm’ı-Kur’ân’ı hayâta hâkim kılmak, Allah’ın
sözünü hayâta hâkim kılarak Asr-ı Saadeti yeniden diriltmeyi amaçlayan ve
hak ve adâleti yeniden ortaya koymak için çalışan kişilerdir.
Kur’ân ve sünnet merkezli düşünenler sistemin zulmüne
eleştiri ve îtirâz edip, adâlet-eşitlik-merkezli ve Allah’ın sözünün Dünyâ’ya hâkim
oluğu bir Dünyâ kurmak için çabalamaktadırlar fakat bu çabaları lâikler ve
muhâfazakârlar yüzünden akim kalmaktadır. Zîrâ tebliğ ve dâvetlerine lâikler ve
muhâfazakârlar tarafından yeterli bir destek gelmediği gibi, tam-aksine;
lâikler ve muhâfazakârlar mü’minlerin “İslâm’i hareket”lerine karşı çıkarak “çomak”
sokmaktadırlar. Böyle olunca da Dünyâ’da zulmü ber-tarâf edip de adâleti ikâme
edecek adâlet-merkezli yâni İslâm-merkezli bir devlet-medeniyet kurulmasının
ilk adımı atılamamakta, sonuçta da iş sâdece ilmî yönde mesâi harcamaya
dönmekte ve bu durum zamanla din hâline gelmektedir. Öyle bir hâle gelinmiştir
ki, iletişimin-bilginin her yerden taştığı ve çeşitli kanallarla iletilebildiği
bir zamanda artık ümmetin fertlerinin nerdeyse tamâmı âlim olmuş,
yazıp-çizmeyen bir müslüman kalmamıştır. Öyle ki, yazdıkları şeyler de hep “altı
çizilecek” özellikte ve değerde olan yazılardır. Fakat buna rağmen yine de
ümmetin hâli içler acısıdır ve durum her geçen gün de kötüye gitmektedir. Oysa
sahabeden yalnızca bir-kaç yazar-çizer kişi vardı ama o sahabe toplumu Dünyâ’da
büyük bir devrim gerçekleşmişlerdi ve İslâm-merkezli bir devlet kurup
medeniyeti başlatabilmişlerdi. Böylece zulüm ber-tarâf edilerek çok büyük
oranda adâlet ikâme edilebilmişti.
Peki aradaki fark neydi?. Aradaki fark şuydu ki;
başta Peygamberimiz olmak üzere sahabe, işin sâdece ilmî yönüne değil, amelî
yönüne de ağırlık veriyorlardı. Bu bağlamda kendilerini İslâm’a adayabiliyorlardı.
Oysa şimdi ilmî yolda mesâi harcamaktan ve bir tarafta lâiklerle diğer tarafta
da muhâfazakârlarla ilmî alanda uğraşmaktan dolayı amele-eyleme bir türlü
geçilemiyor ve amel-eylem akim kalıyor. Sonuçta da ne nefsi anlamda bir düzelme
oluyor ne de ümmete ve mazluma yapılan zulme engel olunabiliyor. Böyle olunca
da ümmettin durumunda bir değişim ve dönüşüm olmadığı gibi, durum giderek daha
da kötü bir hâl almaktadır. Demek ki “altı çizilecek nitelikte yazılar”dan
ziyâde, “altı çizilecek nitelikte amel-eylemde bulunmak” daha önemlidir. Altı
çizilecek nitelikte yazılar yazanların ve bilinç-idrâk ortaya koyanların, “altı
çizilecek amel ve eylemlerde de bulunmaları ve İslâm’ın bir amel-eylem dîni
olduğunu herkese hatırlatmaları ve göstermeleri gerekmektedir. İşte bu durumun
bilincinde olan müslümanların önündeki en büyük engel, lâiklerle ve lâik söylem
ile, muhâfazkârlar ve muhâfazakâr söylemdir ki ikisi aslında siyâsi alanda
birleşmektedirler. Birlik olup da sahte-uydurulan-uyutucu yada modernist
yorumlara boğulmuş dîni öne çıkarıyorlar ve Kur’ân/sünnet-merkezli din
arka-plânda kalıyor. Böylece insanı, ümmeti ve Dünyâ’yı değiştirecek sözler
edilemiyor ve amel-eylemlerde bulunulamıyor. Bunun gerçekleşmesinin önündeki en
büyük engel lâikler ve muhâfazakârlar oluyor. Lâikler ve muhâfazakârlar ile
uğraşmak, vahyi nefse ve hayâta hâkim kılmanın önüne geçiyor.
Dindarlıkla sekülerlik arasında yâni muhâfazakârlıkla
lâiklik arasında bocalayan mü’minler, ne kendilerini ne de ümmetin mazlumlarını
değiştirebiliyor ve kurtarabiliyorlar. Böyle olunca da yâni bir amel-eylem
ortaya koyamayınca da Kur’ân ve Sünnet’in amele-eyleme dönük apaçık âyetleri ve
uygulamaları aşırı yorumlamaya tâbi kılınıyor ve sonuçta müslümanlar, yapılan
aşırı yorumlara göre düşünüyor, yaşıyor ve bu tutum ile vicdanlar baskılanıp
kâlpler ve zihinler rahatlatılıyor.
“Müslümanım!” demelerine rağmen muhâfazakâr ve lâiklik
yolunda gidenler, kendi yollarını “mutlak doğru yol” zannettiklerinden, artık
Peygamber-örnekliği ile sâbit olan “Kur’ân-İslâm hâkimiyeti” kurulamıyor.
Ey müslümanlar!. Aç bi-ilaç olana, mazlum olana,
evsize, nâmusu kirletilmiş olana, yerinden-yurdundan kovulmuşa, ezilen
garibana.. ne lâiklik adına; “kendileri gibi birilerini önder ve lîder kabûl
ederek yâni lâikliğe sâhip çıktıklarında kurtulacaklarını” söylemek; ne de
efendi, şeyh, lîder, vatan-millet edebiyatıyla ilmî anlamda bir şeyler söylemek
kâr eder. Zîrâ mevcut durum bir kader değildir ve artık bu kötü ve utanç verici
aşağılık durumdan kurtulmak için belki de “ağır bedeller” ödemekten başka yapacak
bir şey yoktur. Bu nedenle de lâikleri lâiklikten vazgeçirmekle ve
muhâfazakârları muhâfazakârlıktan vazgeçirmekle değil; İslâm’ı, “ilmî ve amelî
şekilde birlikte ortaya koyarak” bu sıkışmışlıktan kurtulmak ve hakkı görünür
kılmak için çalışmak tek çâredir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ocak
2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder