30 Kasım 2016 Çarşamba

Râbıta Şirki



“Biz yalnızca Sana ibâdet eder ve yalnızca Sen’den yardım dileriz” (Fâtiha 5).

Lûgatta; “Rabteden, bağlayan, bitiştiren, münâsebet, alâka, bağlılık, yakınlık, iki şeyi birbirine bağlayan tertip. Nefsini Dünyâ’dan men edip âhirete, Allah’a bağlanmak. Tertip, sıra, düzen, usûl” anlamına gelen râbıta, tasavvuf ve târikatçılar tarafından anlamı kaydırılıp saptırılarak çok fazla istismâr edilmiş ve edilen bir kavramdır. 

Râbıta aslında, “nöbet beklemek” demektir. Îmânın nöbetini beklemek. Bu nöbet öyle bir titizlikle yapılmalıdır ki, araya şirkin hiç-bir türlüsü ve zerresi bile girmesin. (Râbıta=irtibat=Ribat=nöbet bekleme yeri. Murâbıt: Nöbet bekleyen). Bu nöbet, “Allah ile irtibatlı olarak beklenen bir nöbet”tir. Dikkat edin!; başkasıyla değil, “sâdece Allah ile” irtibatlı olarak beklenen bir nöbettir. Zîrâ kul ile Allah arasına “medet ummak” anlamında girecek her-şey ve herkes şirke sebep olur. Zâten “Allah ile kul arasına girilmez” demek budur. Yoksa, “kimse bana karışamaz” anlamında değildir bu.

Aktarılanlara göre Zemahşerî; “âyetlerde geçen “r.b.t” kelimesi, insanı sabır, sükûnet ve metânette sâbit kılmak, ona bu duyguyu vererek itmi’nâna kavuşturmak demektir” der.

“Ey îman edenler, sabredin ve sabırda yarışın, (sınırlarda) nöbetleşin (râbitû). Allah’tan korkun. Umulur ki kurtulursunuz” (Âl-i İmran 200).

Âyette de görüldüğü gibi, râbıtanın, târikat ve tasavvufçuların dediği gibi pasif bir anlamı yoktur. Aktif bir anlamı vardır râbıtanın. Ramazan Yılmaz:

“Boğazlarına kadar şirke bulaşmış olan târikatçıların anlamını çarpıttıkları bir başka kavram ise râbıtadır. Târikatçıların örnek verdikleri ilgili âyette râbıta ile, sabretmek ve direnmek için mutlakâ uyanık olmak ve diğer müslümanlarla irtibatlı bulunmak gerektiği vurgulanmıştır.

Oysa târikatçılar, bu âyeti şeyhlerine daha çok tapmak ve onu, Allah’ın konumuna sokmak için çarpıtmaktadırlar. Bunun sonucunda da hem boğazlarına kadar şirke bulaşmaktadırlar, hem de uyuşuk bir hâle düşmektedirler.

Kur’ân, kıyâmet günü hiç kimsenin kimseye yardım etmeyeceğini, her nefsin kendi derdine düşeceğini bildirmekte, insanlardan kimilerinin başkalarına yardım edeceği düşüncesinin şeytandan olduğunu haber vermektedir. O gün, babanın evlâdına, evlâdın da babasına fayda veremeyeceği bir gündür. Kimsenin kimseye yardım edemeyeceği gerçeğini en iyi bilen Resûlullah (as)’da bu konuda kızı Fâtıma (r.anha)’yı uyarıyor ve ona şöyle diyor: “Ey kızım Fâtıma, babam peygamberdir diye bana güvenme, sen kendi nefsini Allah’tan satın almaya bak”.

Kur’ân’dan gâfil olan ve cehâlet içerisinde yüzen târikatçılar, şeyhlerini yaptıkları râbıtada yüce Allah (cc) ile kendi aralarına koyarlar. Râbıtada müritler, yüce Allah’ı düşünür gibi görünürler, ancak onlar, gerçekte yüce Allah’ı değil şeyhlerini düşünürler ve mutlakâ şeyhlerini devreye sokarlar. Kesinlikle şeyhsiz râbıta yapmayan müritlerden kimileri de râbıta anında, Allah’ın nûrunu şeyhlerinin kâlbine yada alnına, oradan da kendi kâlplerine aktığını düşünürler.

Özellikle râbıta durumunda yüce Allah’ı tamâmen dışlayıp, üçüncü bir duruma düşüren târikatçılar, şeyhlerini yüce Allah’ın yerine koymakta ve artık her istediklerini şeyhlerinden istemektedirler. “Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım isteriz” (Fâtiha 4) âyeti kerimesine ters düşecek derecede, ‘yalnız şeyhten yardım isteriz ve yalnız ona itaat ederiz’ dercesine, başlarına gelen bir musîbetin yada kendilerine ulaşan her hayrın şeyhlerinden olduğunu hemen bütün târikatçılar iddiâ ederler. Çünkü onlara göre şeyh, onların her hareketlerini görmekte ve düşündükleri her-şeyi bilmektedir” der.

Hayâtında Allah’tan başkasına hiç-bir zaman râbıta yapmayan Peygamberimizin, râbıtayı destekleyen hadisleri olduğunu söylerler ki bu hadisler aslında o kişilerin uydurmasından başka bir şey değildir Bu uydurmaların bâzı şöyledir:

“İbn Abbas (r.a.) Tahiyat’da “Es-selâmü aleyke eyyühennebiyyü” derken kâlp-gözleri önünde Hz. Peygamber’i canlandırırdı. Kendisini Hz. Peygamber’e bağlamaya (râbıta’ya) öylesine vermişti ki, aynaya baktığı böyle bir gün, kendisini değil, Resûlullah’ı görmüştü.

Peygamberimize en candan râbıta yapanların başında hazreti Ebubekir Radıyallahu anh gelmekteydi. Şöyle ki: O, rûhâniyet hasebiyle Resûlullah’tan hiç ayrılmadığından, hattâ kazâ-i hacet için bile Efendimiz’den hâli (boş) bir yer bulamadığından dolayı Peygamberimiz’den çok utanırdı. Bu durumu Efendimiz’e şikâyet ettiğinde, Peygamber efendimiz O’na ruhsat vermişti. (Abedst bozarken dâhi gayr-i ihtiyâri bir şekilde Resûlullah’ı hatırlamasında bir sakınca olmadığını beyan etmiştir) (Risâle-i Halidyye Tercümesi, Mütercim, Şerif Ahmed İbn-i Ali)”.

İbrâhim Sarmış, râbıta konusunda şunları söyler:

“Râbıta” Arapça “rabt” kökünden türemiş bir kelimedir. Sözlükte birleştirmek, bitiştirmek, iliştirmek ve bağlamak anlamına gelmektedir.

Tasavvuf kitaplarında râbıta şöyle tanımlanır; “Şuhud ve ıyan makâmına ulaşmış kâmil bir şeyhe kâlbi bağlamaktan ibârettir. Çünkü kâmil şeyh oluk gibi olup râbıta eden müridin kâlbine ondan feyiz akar.

İlâhi ve zatî sıfatlarla muttasıf, müşâhede mertebesine ermiş kâmil bir şeyhe kâlbi bağlayıp huzur ve gıyâbında o şeyhin sûreti, sîreti ve özellikle rûhâniyetini havâlen kendisi ile birlikte farz-ederek, yanında iken takındığı tavrı gıyâben de sürdürmeye çalışmak demektir.

Sâlikin kâmil bir şeyhe kâlbini bağlayıp, huzûrunda ve gıyâbında o şeyhin sûreti, sîreti ve bilhassa rûhâniyetini hayâlinde kendi ile birlikte muhâfaza ederek, yanında bulunduğu zamanki edebe bürünmesi demektir. Mürid şeyhine râbıta etmekle onun vâsıtasıyla Resûlullah’a, onun vâsıtasıyla da Hak Teâlâ’ya râbıta etmiş olmaktadır. Şeyhin vâsıtasıyla Resûlullah'a, onun da vâsıtasıyla Allah’a râbıta yap­mak. Acaba Yüce Allah’ın karşı çıktığı ve şirk olduğunu belirttiği “aracılarla ibâdet etme şekli” bundan başka bir şey midir?!. İnsanların her zaman Yüce Allah’ın gözetim ve denetimi altında oldukları bilinciyle yaşamaları gerekti­ğini söyleyecekleri yerde, şeyhlerin gözetim ve denetimi altında yaşadıkları­nı söylemek acaba İslâm’a ne kadar uygundur?. Yüce Allah “Nerede olursa­nız O sizinle berâberdir. Allah yaptıklarınızı görür” buyururken, onun ye­rine her-an şeyhlerin rûhâniyetleriyle berâber olmaya çalışmak İslâm mı­dır?.

Râbıtanın kaynağına gelince; Bir-çok târikat kuralları gibi râbıtanın mayasını Patankalizm’den ve Sankara Felsefesi’nden aldığı hakkında çağımız ilim adamlarının artık hiç-bir tereddüdü kalmamıştır. Nakşibendi târikatını Hindistan’dan getirerek Ortadoğuda yaymayı başaran ve müridleri arasında Mevlâna Halid Zülcenahayn unvânı ile şöhret yapan Halid Bağdâdi râbıta bidatinin baş-mîmârı sayılır. Onu izleyenler de bu bidati birbirlerinden devralmışlardır. İzleyenlerin halkalarından biri de Şeyh Abdulhakim Arvasidir. Onun da râbıta ile ilgili bir-takım târif ve açıklamaları bulunmaktadır. Bir tarifinde şöyle demektedir:

“Sâlik tarafından kâmil ve mükemmel sıfatlarına lâyık şeyhin sûretini karşısında tasavvur edip hayâl yolu ile iki kaşı arasına bakmak ve sûretteki rûhâniyete yönelmektir”.

Hâlbuki namaza dururken şeyh veya bir başka şeye değil, Allah’a yöneldiğimizi şu âyeti okuyarak başlıyoruz: “Şüphesiz ben yüzümü gökleri ve yeri yaratana, hanif ve müslüman olarak çevirdim. Ben müşriklerden değilim. “De ki, namazım, ibâdetlerim, hayâtım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi Allah içindir. Onun hiç-bir ortağı yoktur. Bana bu emredildi ve ben müslümanların ilkiyim” (En-âm 161-163).

Şeyhlere yapılan râbıta yetmiyormuş gibi, mezarlara da râbıta yapılacağını Abdulhakim Arvasi telkin etmekte ve bunun edeplerini sıralamaktadır”.

Kur’ân’dan ve Peygamberimizin “güzel örnekliği”nden anlıyoruz ki; her türlü sıkıntı, yardım, musîbet karşısında sâdece Allah’tan yardım isteyeceğiz ve sâdece O’na râbıta yapacağız. Zîrâ Allah’tan başka hiç-bir şey ve hiç kimse bize gerçek anlamda yardım edemez.

Bu bağlamda günümüzde yapılan modern râbıtalara da değinmek gerekir. Modern râbıta, “sürekli yapılan bir râbıta”dır. İnsan hiç boş bırakılmaz modernizmde çünkü. Modern insan sürekli olarak birilerine yada bir şeylere râbıta yapar durur. Sâdece insanlara değil, eşyâlara da râbıta yapılır modern dünyâda. Başı sıkıştığında bir eşyâdan medet umar. Eşyâya haddinden fazla değer vermek ve onu haddinden fazla önemsemek, o eşyâya râbıta yapmak demektir. Eşyâya olan aşırı kilitlenme ve odaklanma, o eşyâya yapılan râbıtadır.

Yine birileri de lîderlere rabıta yapıyorlar. Bu lîderlerin ölmüş olması yada yaşıyor olması fark etmiyor. Onların tüm sıkıntıları çözeceğini zannettikleri için “onların bir dediklerini iki etmiyorlar”. Bu nedenle onlara öyle bir kilitleniyorlar ki, artık onu eleştiremiyor, îtirâz edemiyorlar. O lîderlerin kânun ve kurallarıyla hayatlarını yaşıyorlar. Her kararlarında gözlerinin önüne o lîderleri getiriyorlar. Onlara Allah’ın tüm vasıflarını yüklüyorlar. Onları olduklarından çok farklı konumlara ve makamlara koyuyorlar ve böylece onları ilahlaştırıp kulluk ediyorlar. Zâten Allah’tan başkasına yapılan râbıta, “Allah’tan başkalarını ilah edinmek”tir ki, şirk budur.

Yine, İslâm’i düzen dışındaki insan-merkezli ideolojilere, fikirlere, teorilere, izm’lere aşırı bağlanıyorlar ve o ideolojilere râbıta yapıyorlar. O ideolojilere sıkıca bağlanıldığında kurtulacaklarını zannediyorlar. Meselâ demokrasiye aşırı bir bağlılık var. Hâlbuki hiç-bir yaraya merhem olduğu da yok. Bu nedenle demokrasinin pratiği olan oy vermek, Allah’tan başkalarına “râbıta yapmak” demektir.

Kur’ân’da bahsedilen râbıta, kişiyi pasifleştirmez, aksine aktif hâle sokar. Allah’tan başka düzenlere ve kişilere, eleştiri, îtirâz ve isyân sürecini başlatır. Ashâb-ı Kehf de râbıta yaparak yâni îmanlarını güçlü tutarak ve birbirleriyle irtibatlı olarak şirke karşı bir kıyâm gerçekleştirmişlerdi ve şöyle demişlerdi:

“Onların kâlpleri üzerinde (sabrı ve kararlılığı) rabtetmiştik (rabatnâ); (Krala karşı) kıyâm ettiklerinde demişlerdi ki: Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbi’dir; ilah olarak biz O’ndan başkasına kesinlikle tapmayız, (eğer tersini) söyleyecek olursak, andolsun, gerçeğin dışına çıkarız” (Kehf 14).

 Ashâb-ı Kehf’i bu kıyâma götüren şeydi râbıta idi. Yine râbıta, “kâlpten sabretmek” anlamındadır:

“Mûsâ’nın annesi ise, yüreği boşluk içinde sabahladı. Eğer mü’minlerden olması için kâlbi üzerinde (sabrı ve dayanıklılığı) (rabatnâ) pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse onu(n durumunu) açığa vuracaktı” (Kasas 10).

“Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız” (Kâf 16).

Âyetin söylediği gibi; Allah bize şahdamarımızdan, yâni bize bizden daha yakınken, uzaklarda olduğu için hayâlinden-resminden vs. yardım istemek ve medet beklemek sapıklıktan başka bir şey olmasa gerek.

Evet; râbıta sâdece Allah’a yapılır. Çünkü yazının başındaki Fâtiha 5. âyette de söylendiği gibi; ibâdet sâdece Allah’a yapılır. Sâdece Allah’a ibâdet edenler, râbıtayı da sâdece ona yaparlar. Öyleyse, “kime ibâdet ediyorsanız, râbıtayı da ona yaparsınız” denilebilir. Râbıta, kişinin kimi ilah edindiğini gösteren apaçık bir göstergedir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Kasım 2016


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder