“Biz yalnızca
Sana ibâdet eder ve yalnızca Sen’den yardım dileriz” (Fâtiha 5).
Lûgatta; “Rabteden, bağlayan, bitiştiren, münâsebet,
alâka, bağlılık, yakınlık, iki şeyi birbirine bağlayan tertip. Nefsini Dünyâ’dan
men edip âhirete, Allah’a bağlanmak. Tertip, sıra, düzen, usûl” anlamına gelen râbıta,
tasavvuf ve târikatçılar tarafından anlamı kaydırılıp saptırılarak çok fazla
istismâr edilmiş ve edilen bir kavramdır.
Râbıta aslında, “nöbet beklemek” demektir. Îmânın
nöbetini beklemek. Bu nöbet öyle bir titizlikle yapılmalıdır ki, araya şirkin
hiç-bir türlüsü ve zerresi bile girmesin. (Râbıta=irtibat=Ribat=nöbet bekleme
yeri. Murâbıt: Nöbet bekleyen). Bu nöbet, “Allah ile irtibatlı olarak
beklenen bir nöbet”tir. Dikkat edin!; başkasıyla değil, “sâdece Allah ile”
irtibatlı olarak beklenen bir nöbettir. Zîrâ kul ile Allah arasına “medet ummak”
anlamında girecek her-şey ve herkes şirke sebep olur. Zâten “Allah ile kul
arasına girilmez” demek budur. Yoksa, “kimse bana karışamaz” anlamında değildir
bu.
Aktarılanlara göre Zemahşerî; “âyetlerde geçen “r.b.t”
kelimesi, insanı sabır, sükûnet ve metânette sâbit kılmak, ona bu duyguyu
vererek itmi’nâna kavuşturmak demektir” der.
“Ey îman
edenler, sabredin ve sabırda yarışın, (sınırlarda) nöbetleşin (râbitû).
Allah’tan korkun. Umulur ki kurtulursunuz” (Âl-i İmran 200).
Âyette de görüldüğü gibi, râbıtanın, târikat ve
tasavvufçuların dediği gibi pasif bir anlamı yoktur. Aktif bir anlamı vardır
râbıtanın. Ramazan Yılmaz:
“Boğazlarına kadar şirke bulaşmış olan târikatçıların anlamını
çarpıttıkları bir başka kavram ise râbıtadır. Târikatçıların örnek verdikleri
ilgili âyette râbıta ile, sabretmek ve direnmek için mutlakâ uyanık olmak ve
diğer müslümanlarla irtibatlı bulunmak gerektiği vurgulanmıştır.
Oysa târikatçılar, bu âyeti şeyhlerine daha çok tapmak ve onu, Allah’ın
konumuna sokmak için çarpıtmaktadırlar. Bunun sonucunda da hem boğazlarına
kadar şirke bulaşmaktadırlar, hem de uyuşuk bir hâle düşmektedirler.
Kur’ân, kıyâmet günü hiç kimsenin kimseye yardım etmeyeceğini, her
nefsin kendi derdine düşeceğini bildirmekte, insanlardan kimilerinin
başkalarına yardım edeceği düşüncesinin şeytandan olduğunu haber vermektedir. O
gün, babanın evlâdına, evlâdın da babasına fayda veremeyeceği bir gündür. Kimsenin
kimseye yardım edemeyeceği gerçeğini en iyi bilen Resûlullah (as)’da bu konuda
kızı Fâtıma (r.anha)’yı uyarıyor ve ona şöyle diyor: “Ey kızım Fâtıma, babam
peygamberdir diye bana güvenme, sen kendi nefsini Allah’tan satın almaya bak”.
Kur’ân’dan gâfil olan ve cehâlet içerisinde yüzen târikatçılar,
şeyhlerini yaptıkları râbıtada yüce Allah (cc) ile kendi aralarına koyarlar. Râbıtada
müritler, yüce Allah’ı düşünür gibi görünürler, ancak onlar, gerçekte yüce
Allah’ı değil şeyhlerini düşünürler ve mutlakâ şeyhlerini devreye sokarlar.
Kesinlikle şeyhsiz râbıta yapmayan müritlerden kimileri de râbıta anında, Allah’ın
nûrunu şeyhlerinin kâlbine yada alnına, oradan da kendi kâlplerine aktığını
düşünürler.
Özellikle râbıta durumunda yüce Allah’ı tamâmen dışlayıp, üçüncü bir
duruma düşüren târikatçılar, şeyhlerini yüce Allah’ın yerine koymakta ve artık
her istediklerini şeyhlerinden istemektedirler. “Yalnız sana kulluk eder ve
yalnız senden yardım isteriz” (Fâtiha 4) âyeti kerimesine ters düşecek
derecede, ‘yalnız şeyhten yardım isteriz ve yalnız ona itaat ederiz’ dercesine,
başlarına gelen bir musîbetin yada kendilerine ulaşan her hayrın şeyhlerinden
olduğunu hemen bütün târikatçılar iddiâ ederler. Çünkü onlara göre şeyh,
onların her hareketlerini görmekte ve düşündükleri her-şeyi bilmektedir” der.
Hayâtında Allah’tan başkasına hiç-bir zaman râbıta
yapmayan Peygamberimizin, râbıtayı destekleyen hadisleri olduğunu söylerler ki
bu hadisler aslında o kişilerin uydurmasından başka bir şey değildir Bu
uydurmaların bâzı şöyledir:
“İbn Abbas (r.a.) Tahiyat’da “Es-selâmü aleyke
eyyühennebiyyü” derken kâlp-gözleri önünde Hz. Peygamber’i canlandırırdı.
Kendisini Hz. Peygamber’e bağlamaya (râbıta’ya) öylesine vermişti ki, aynaya
baktığı böyle bir gün, kendisini değil, Resûlullah’ı görmüştü.
Peygamberimize en candan râbıta yapanların başında
hazreti Ebubekir Radıyallahu anh gelmekteydi. Şöyle ki: O, rûhâniyet hasebiyle
Resûlullah’tan hiç ayrılmadığından, hattâ kazâ-i hacet için bile Efendimiz’den
hâli (boş) bir yer bulamadığından dolayı Peygamberimiz’den çok utanırdı. Bu
durumu Efendimiz’e şikâyet ettiğinde, Peygamber efendimiz O’na ruhsat vermişti.
(Abedst bozarken dâhi gayr-i ihtiyâri bir şekilde Resûlullah’ı
hatırlamasında bir sakınca olmadığını beyan etmiştir) (Risâle-i Halidyye
Tercümesi, Mütercim, Şerif Ahmed İbn-i Ali)”.
İbrâhim Sarmış, râbıta konusunda şunları söyler:
“Râbıta” Arapça “rabt” kökünden türemiş bir kelimedir.
Sözlükte birleştirmek, bitiştirmek, iliştirmek ve bağlamak anlamına gelmektedir.
Tasavvuf kitaplarında râbıta şöyle tanımlanır; “Şuhud ve ıyan makâmına
ulaşmış kâmil bir şeyhe kâlbi bağlamaktan ibârettir. Çünkü kâmil şeyh oluk gibi
olup râbıta eden müridin kâlbine ondan feyiz akar.
İlâhi ve zatî sıfatlarla muttasıf, müşâhede mertebesine ermiş kâmil bir
şeyhe kâlbi bağlayıp huzur ve gıyâbında o şeyhin sûreti, sîreti ve özellikle
rûhâniyetini havâlen kendisi ile birlikte farz-ederek, yanında iken
takındığı tavrı gıyâben de sürdürmeye çalışmak demektir.
Sâlikin kâmil bir şeyhe kâlbini bağlayıp, huzûrunda ve gıyâbında o
şeyhin sûreti, sîreti ve bilhassa rûhâniyetini hayâlinde kendi ile birlikte
muhâfaza ederek, yanında bulunduğu zamanki edebe bürünmesi demektir. Mürid
şeyhine râbıta etmekle onun vâsıtasıyla Resûlullah’a, onun vâsıtasıyla da Hak
Teâlâ’ya râbıta etmiş olmaktadır. Şeyhin vâsıtasıyla Resûlullah'a, onun da
vâsıtasıyla Allah’a râbıta yapmak. Acaba Yüce Allah’ın karşı çıktığı ve şirk
olduğunu belirttiği “aracılarla ibâdet etme şekli” bundan başka bir şey
midir?!. İnsanların her zaman Yüce Allah’ın gözetim ve denetimi altında
oldukları bilinciyle yaşamaları gerektiğini söyleyecekleri yerde, şeyhlerin
gözetim ve denetimi altında yaşadıklarını söylemek acaba İslâm’a ne kadar
uygundur?. Yüce Allah “Nerede olursanız O sizinle berâberdir. Allah yaptıklarınızı
görür” buyururken, onun yerine her-an şeyhlerin rûhâniyetleriyle berâber
olmaya çalışmak İslâm mıdır?.
Râbıtanın kaynağına gelince; Bir-çok târikat kuralları gibi râbıtanın
mayasını Patankalizm’den ve Sankara Felsefesi’nden aldığı hakkında çağımız ilim
adamlarının artık hiç-bir tereddüdü kalmamıştır. Nakşibendi târikatını
Hindistan’dan getirerek Ortadoğuda yaymayı başaran ve müridleri arasında
Mevlâna Halid Zülcenahayn unvânı ile şöhret yapan Halid Bağdâdi râbıta
bidatinin baş-mîmârı sayılır. Onu izleyenler de bu bidati birbirlerinden
devralmışlardır. İzleyenlerin halkalarından biri de Şeyh Abdulhakim Arvasidir.
Onun da râbıta ile ilgili bir-takım târif ve açıklamaları bulunmaktadır. Bir
tarifinde şöyle demektedir:
“Sâlik tarafından kâmil ve mükemmel sıfatlarına lâyık şeyhin
sûretini karşısında tasavvur edip hayâl yolu ile iki kaşı arasına bakmak
ve sûretteki rûhâniyete yönelmektir”.
Hâlbuki namaza dururken şeyh veya bir başka şeye değil, Allah’a
yöneldiğimizi şu âyeti okuyarak başlıyoruz: “Şüphesiz ben yüzümü gökleri ve
yeri yaratana, hanif ve müslüman olarak çevirdim. Ben müşriklerden değilim. “De
ki, namazım, ibâdetlerim, hayâtım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi Allah içindir.
Onun hiç-bir ortağı yoktur. Bana bu emredildi ve ben müslümanların ilkiyim”
(En-âm 161-163).
Şeyhlere yapılan râbıta yetmiyormuş gibi, mezarlara da râbıta
yapılacağını Abdulhakim Arvasi telkin etmekte ve bunun edeplerini
sıralamaktadır”.
Kur’ân’dan ve Peygamberimizin “güzel örnekliği”nden
anlıyoruz ki; her türlü sıkıntı, yardım, musîbet karşısında sâdece Allah’tan
yardım isteyeceğiz ve sâdece O’na râbıta yapacağız. Zîrâ Allah’tan başka
hiç-bir şey ve hiç kimse bize gerçek anlamda yardım edemez.
Bu bağlamda günümüzde yapılan modern râbıtalara da
değinmek gerekir. Modern râbıta, “sürekli yapılan bir râbıta”dır. İnsan hiç boş
bırakılmaz modernizmde çünkü. Modern insan sürekli olarak birilerine yada bir
şeylere râbıta yapar durur. Sâdece insanlara değil, eşyâlara da râbıta yapılır
modern dünyâda. Başı sıkıştığında bir eşyâdan medet umar. Eşyâya haddinden
fazla değer vermek ve onu haddinden fazla önemsemek, o eşyâya râbıta yapmak
demektir. Eşyâya olan aşırı kilitlenme ve odaklanma, o eşyâya yapılan
râbıtadır.
Yine birileri de lîderlere rabıta yapıyorlar. Bu lîderlerin
ölmüş olması yada yaşıyor olması fark etmiyor. Onların tüm sıkıntıları çözeceğini
zannettikleri için “onların bir dediklerini iki etmiyorlar”. Bu nedenle onlara
öyle bir kilitleniyorlar ki, artık onu eleştiremiyor, îtirâz edemiyorlar. O
lîderlerin kânun ve kurallarıyla hayatlarını yaşıyorlar. Her kararlarında
gözlerinin önüne o lîderleri getiriyorlar. Onlara Allah’ın tüm vasıflarını
yüklüyorlar. Onları olduklarından çok farklı konumlara ve makamlara koyuyorlar
ve böylece onları ilahlaştırıp kulluk ediyorlar. Zâten Allah’tan başkasına
yapılan râbıta, “Allah’tan başkalarını ilah edinmek”tir ki, şirk budur.
Yine, İslâm’i düzen dışındaki insan-merkezli
ideolojilere, fikirlere, teorilere, izm’lere aşırı bağlanıyorlar ve o
ideolojilere râbıta yapıyorlar. O ideolojilere sıkıca bağlanıldığında
kurtulacaklarını zannediyorlar. Meselâ demokrasiye aşırı bir bağlılık var. Hâlbuki
hiç-bir yaraya merhem olduğu da yok. Bu nedenle demokrasinin pratiği olan oy
vermek, Allah’tan başkalarına “râbıta yapmak” demektir.
Kur’ân’da bahsedilen râbıta, kişiyi pasifleştirmez,
aksine aktif hâle sokar. Allah’tan başka düzenlere ve kişilere, eleştiri,
îtirâz ve isyân sürecini başlatır. Ashâb-ı Kehf de râbıta yaparak yâni
îmanlarını güçlü tutarak ve birbirleriyle irtibatlı olarak şirke karşı bir kıyâm
gerçekleştirmişlerdi ve şöyle demişlerdi:
“Onların kâlpleri
üzerinde (sabrı ve kararlılığı) rabtetmiştik (rabatnâ); (Krala karşı) kıyâm
ettiklerinde demişlerdi ki: Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbi’dir;
ilah olarak biz O’ndan başkasına kesinlikle tapmayız, (eğer tersini) söyleyecek
olursak, andolsun, gerçeğin dışına çıkarız” (Kehf 14).
Ashâb-ı Kehf’i
bu kıyâma götüren şeydi râbıta idi. Yine râbıta, “kâlpten sabretmek”
anlamındadır:
“Mûsâ’nın
annesi ise, yüreği boşluk içinde sabahladı. Eğer mü’minlerden olması için kâlbi
üzerinde (sabrı ve dayanıklılığı) (rabatnâ) pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse onu(n
durumunu) açığa vuracaktı” (Kasas 10).
“Andolsun,
insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz.
Biz ona şahdamarından daha yakınız”
(Kâf 16).
Âyetin söylediği gibi; Allah bize şahdamarımızdan,
yâni bize bizden daha yakınken, uzaklarda olduğu için hayâlinden-resminden vs.
yardım istemek ve medet beklemek sapıklıktan başka bir şey olmasa gerek.
Evet; râbıta sâdece Allah’a yapılır. Çünkü yazının
başındaki Fâtiha 5. âyette de söylendiği gibi; ibâdet sâdece Allah’a yapılır.
Sâdece Allah’a ibâdet edenler, râbıtayı da sâdece ona yaparlar. Öyleyse, “kime
ibâdet ediyorsanız, râbıtayı da ona yaparsınız” denilebilir. Râbıta, kişinin kimi
ilah edindiğini gösteren apaçık bir göstergedir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Kasım 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder