Âlemlerin Rabbi Allah’ın, melek Cebrâil vâsıtasıyla,
âlemlere Rahmet Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (sav) “yedi kat gökler”den gelen
kitabımız Kur’ân-ı Kerim’in bir bilgiden bahsetmemesi; bir anlam-idrâk-bilinç
ortaya koymaması düşünülemez. Çünkü Kur’ân, bir soyut sezgi-duygu değil, zihne-kâlbe-hayâta
hitâp eden somut bir kitaptır ve içindeki sözler-mesajlar da kişinin
zihnine-irdâkine ve kâlbine hitâp eden mesajlar taşır. Bu mesajların, kendini
“îman eden” olarak tanımlayan tüm mü’minlerce okunup incelenmesi ve onu idrâk
ederek bir bilince ulaşılması istenir: “Neden
Kur’ân'ı araştırıp incelemezler? Yoksa kâlpleri-beyinleri üzerinde kilitler mi
var?” (Muhammed 24). İşte, âyetin de belirttiği gibi, mü’minlerin, Kur’ân’ı
okuyup incelemeleri, bir bilgi ve bilince ulaşmaları îman etmiş olmanın ya da
sağlam bir îmâna ulaşmanın olmazsa-olmaz şartıdır. Okuma-yazması bulunmayanlar
bu bilgi-bilince birilerini ya da bir şeyleri dinleyerek ulaşacaklardır. İnsanlar,
bilgi olmadan sâdece duygularıyla-güdüleriyle hareket edebilecek bir varlık
değildir zîrâ. İnsanı diğer varlıklardan ayıran etken de budur zâten.
İşte bu nedenlerden dolayı insanlar târih boyunca
ister dînî, isterse dînî olmayan konularda bilgilenmeye ve hayatlarını bu bilgiye
göre düzenlemeye çalışmışlardır. Dînî alanda eski zamanlarda insanların çoğu
okuma-yazma bilmediği için, bir “bilen” etrâfında toplanmış, bilgiyi o kişiyi
dinleyerek almışlardır. Okuma-yazmayı bilmeyen günümüz insanı bu bilgilenmeyi
artık televizyon-radyo gibi araçlarla sağlayabilmektedir. Zâten post-modern
zamanlarda bu tür cihazlar-aletler o kadar çoğaldı ve gelişti ki, bilgiye
ulaşmak artık işten bile değildir. Günümüzde bilgisayar-internet ve hattâ cep
telefonundan bile insanlar artık bilgiye kolayca ulaşabiliyor.
Fakat bir sorun var… Bilgiye ulaşmak, bilince de
ulaşmak demek değildir. Bilgili olmak tek-başına
yetmez, “bilgelik” lâzım. İnsanlar kuru bilgiye ulaşmayı çok matah bir
şey zannediyorlar ve özellikle sosyâl medyada bu bilgileri paylaşarak (ya da doğru
ifâdeyle, bilgiyi piç ederek) kendilerini tatmin (ya da orgazm) etme yoluna
kapılıyorlar. Bu bilgiler “harekete geçirmeyen bilgiler” olduğu için hiç-bir
sorumluluğu da yok. Artık cihazın ve internetin hızı-sınırı onların bilgi
derecesini gösteriyor.
Kur’ân, işte bu mevcut bilgilenme şekline îtirâz
ederek, bilince ve dolayısıyla eyleme dönecek olan bilgi-türüyle geliyor ve
insanların bu kitaptaki bilgilerden sorumlu olduğunu söylüyor. Bilgiden sorumlu
olmak, o bilgiyi üretmeyi ve dolayısı ile bilince dönüştürmeyi ve hem diğer
insanlara hem de hayâta aktarmayı gerektirir. Kur’ân’ın değerini bilmeyenler ve
o bilgiye-bilince îtibâr etmeyenler modern bilgi çöplüğünde oyalana-dursunlar;
bizim mahâllenin çocukları olan müslümanlar da bu tarz bilgilenme şekline
adapte olup, “salt bilgilenmeyi amaç edinme”ye başladılar. Sürekli bilgi
biriktiriyorlar. Biriktirdikleri bilgi eğer zihinlerinde-kâlplerinde birikse bu
iyi bir şey olabilirdi, bir-gün açığa çıkma umûdu olarak değerli olabilirdi,
fakat biriktirdikleri bilgileri elektronik hâfızlardaki gibi sâdece
biriktiriyorlar ya da harddisklere kopyalıyorlar. Bu nedenle de bilgilerinin
çokluğu harddisklerin hacmiyle orantılı oluyor. Fakat buradaki bilgiler
bir-türlü bilince dönüşüp eyleme geçmiyor. Zâten harddiskten bir bilinç-eylem
ortaya koyması da beklenemez. Bilince dönüşen bilginin eyleme geçmemesi
düşünülemez. Bilinç eyleme zorlar zîrâ. Bilince geçmemesinin nedeni,
bilgisini bilince geçiren kişinin ön-hissetmesi (apriori) olarak bildiği, değiştirmek
zorunda kalacağı hayat-tarzıdır. Bu, büyük vaz-geçişleri de berâberinde
getirir. Tabi bu, büyük bir zorluk taşır. Bu zorluğu hissedenler ve dolayısıyla
göze alamayanlar bu vaz-geçişleri yapamazlar.
Modern müslümanlar da özellikle 2. Dünyâ-savaşından
sonra bir “furya” başlattılar. Salt bilgilenme furyası. Haftalık
toplantılar, dernekler, sohbetler vs. ile bir bilgilenme sürecine girdiler.
Yine söyleyelim ki bilgilenme, arkasından bilinç ve eylemi getiriyorsa sorun
yok ve hattâ olması gereken şey budur. Fakat bu iş öyle bir duruma geldi ki,
bilgilenme sâdece “salt bilgilenme” için, “bilgi-merkezli” yapılmaya başlandı.
Bir yemeği “yemek için” yapabilirsiniz ama, bilgiyi sâdece bilgilenmek için
yapamazsınız. Çünkü vahyin bilgisi, bir
amaca mâtuf olan bilgidir. Tüketip atılacak bir şey değildir. Müslümanların
başlattığı bilgilenme tarzı, zamanla kitap-sünnetten de kopmaya başladı ve sekülerleşti
ve bu durum hızla çığırından çıktı-çıkıyor. O kadar bilgilenmeye rağmen değişen
bir şeyin olmaması, yapılan şeyin değersizliğini-başarısızlığını ve bir işe
yaramadığını-yaramayacağını gösteriyor. Allah bize: “Bilgi biriktirin, olanca
gücünüzle bilgi biriktirin ki Ben kimin bilgisi daha fazla ise o kişiyi en üst
cennete koyacağım, az ya da hiç bilgisi olmayanlar ise ebedî cehenneme
gideceklerdir” demiyor ki!. Aynı şey, sonu gelmez ve beş para etmez sohbetler-muhabbetler
için de geçerlidir. Bilgilene-bilgilene, sohbet ede-sohbet ede, dernek
kura-dernek kura cennete girileceğini zanneden aptallarla doldu İslâm âlemi. Oysa İslâm dünyâsında toplumsal yaşamın nabzı camide atar.
İslâm’i hareketin kâlbi târih boyunca hep mescid olmuştur. Bu dernekler, “sivil
toplum kuruluşu”dur ki direkt devlete bağlıdır. Bu nedenle de devletin borusunu
öttürürler. Farklı sesler çıkarttığında da devlet hemen keser ve susturur bu
sesleri. Bu kadar çirkefliğin içindeyken bile böyle düşünmeleri,
yaptıklarını çok doğru görüp iyi bir şey yaptıklarını zannetmeleri acınası bir
durumdur. Allah da bu durumu şöyle eleştirir: “De ki: "Davranış (ameller) bakımından
en çok hüsrâna uğrayacak olanları size haber vereyim mi?" Onların,
dünyâ-hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar” (Kehf
103-104). Bilgilenme sürecinden sonra bilince ve dolayısı ile eyleme geçemeyen 2. dünyâ-savaşı
sonrası müslümanları, Allah’ın sünnetullahı ve bir cezâsı olarak, İslâm düşmanı
toplumların, tağutların ideolojilerine entegre olarak eklemlendiler ve artık
onların güdümünde düşünüyor, konuşuyor, edip-eyliyorlar. Onların ilahlığında
yaşıyorlar yâni. Çünkü Allah’ın belirlediğine göre değil de tağutun
belirlediğine göre yaşamak, “onun gösterdiği yolda yürümek” demektir ki, bu, o
mercînin ilahlaşması demektir.
Peki modern müslümanlar ne yapıyorlar? Hemen
söyleyelim ki; yapılması gereken şeyleri yapmayanlar, yapılmaması gereken
şeyleri yapmaya başlarlar. İşte post-modern müslümanlar da bu şekilde boş
işlerle uğraşıyorlar. Hiç-bir yaraya merhem olmayacak işler için heyecanlanıyorlar.
Uğraştıkları işler, müfredatlar, hedefler, zannettiklerinin aksine İslâm’ın uğraşları-işleri-müfredatları
değildir. Yâni yaptıkları şeyler İslâm-merkezli ve kökenli değildir. Peygamber
örnekliği de yoktur yaptıklarında. Yaptıkları çalışma şekli olan seküler (din-dışı)
batı-merkezli çalışmaları İslâm’i çalışmalar zannediyorlar. “Bu yaptığınız işin
İslâm’i dayanağı nedir” diye sorduğunuzda Kur’ân’dan ya da Sünnetten bir örnek
de getiremiyorlar. Çünkü yaptıkları çalışmalar İslâm’i değil, batı-merkezli,
laik/seküler/demokratik/liberâl/kapitâlist/konformist/modernist/parti-merkezli
çalışmalardır. Müfredatlarını İslâm-Kur’ân değil, bu modern görüşler belirliyor
çünkü.
Meselâ ne yapıyorlar? Bir-türlü anlayamadığım ve
kaynağını İslâm’da bulamadığım bir şey yapıyorlar: Çocuk ve kadın eğitimi için
özel günlerde özel sohbetler, özel dersler. Peki Kur’ân’da böyle bir emir,
böyle bir istek ve öneri mi var? Ya sünnette? Kadınların ricâsını kıramayan
Peygamberimiz, haftanın bir gününde kadınlara öğütler anlamında bir zaman sohbetler
yapmıştır fakat bunu İslâm’i bir yükümlülük olarak yapmamıştır. Çünkü Peygamberin hedef kitlesi içinde kadınlar ve çocuklar yoktur.
İslâm’da aslolan; erkeğin kişisel ve grup olarak çok gayretli, bir-çok
şeyden fedâkârlık yaparak başlattığı ve yürüttüğü bilgilenme-bilinçlenme
sürecini, âilesi yâni eşi ve çocukları ile paylaşması, onları da
bilgilendirmesi ve bilinçlendirmesi ve bunu bir ömür sürdürmesidir. İslâm’da
bulûğ çağına gelmiş gençler çocuk olarak kabul edilmediği için bu yaştan önceki
çocuklar, hanımlar ve diğer âile üyeleri için yapılması gereken şey budur: “Ey îman edenler, kendinizi ve yakınlarınızı
ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır” (Tahrîm 6). Bulûğ
çağındaki gençler ise bu bilgi-bilinç çalışmasına bizzat katılmakla
mükelleftirler. İslâm’da özel anlamda çocuk ve kadın
eğitimi emri yoktur. Bu, yahudilerde vardır. “Çocukları 7 yaşına kadar bize
verin, biz eğitelim, ondan sonra nereye isterseniz gönderin” derler. Çünkü
verilere göre çocuklar 6-7 yaşlarında karakterini kazanır. Ondan sonra kendi
içinde büyük devrimler yapamazsa değişemez artık. Tabi kadınlar kendi
komşularıyla bir-araya gelerek bilgilerini paylaşabilirler ve sohbet
edebilirler. Fakat günümüzdeki gibi; bir kadının gecenin bir yarısında, şehrin
bir ucundan kalkıp diğer ucuna sohbet-ders yapmak için çoluğu-çocuğu bırakarak
gitmesi de ne demek? Bunun İslâm’daki örneği nedir ki? Allah kadınlara böyle bir
emir mi vermiş? Kadının böyle bir sorumluluğu yoktur: “Ey peygamberin ve mü’minlerin kadınları!,
siz kadınlardan her-hangi biri (gibi) değilsiniz; eğer sakınıyorsanız, artık
sözü çekicilikle söylemeyin ki, sonra kâlbinde hastalık bulunan kimse tamah
eder. Sözü kırıtarak değil, mâruf bir tarzda söyleyin. Evlerinizde
vakarla-oturun (evlerinizi karargah edinin), ilk câhiliye (kadınları)nın
süslerini açığa vurması gibi, siz de süslerinizi açığa vurmayın; namazı
dosdoğru kılın, zekatı verin, Allah'a ve elçisine itaat edin. Ey Peygamber âilesi-ümmeti!,
gerçekten Allah, sizden kiri (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz
kılmak ister. Evlerinizde okunmakta olan Allah'ın âyetlerini ve hikmeti
hatırlayın. Şüphesiz Allah, latiftir, haberdar olandır” (Ahzab 32-34).
Kendinden büyük ferâgat ve fedâkârlıklar ederek bilgi
ve bilinç edinme zorluğuna katlanamayan tembel-pısırık-ilkesiz anne-babalar, kendileri
zahmete girmeden yâni bir bedel ödemeden, çocuklarını “bir yerlere” göndererek
bu bilgiye ulaşmaları için neredeyse kendilerini yırtacaklar. Ünlü ve popüler
merkezlere çocuklarını gönderebilmek için yapılan torpiller, ricâlar ise zâten
mîde bulandırıcı olduğu için ona girmek bile istemiyorum. Hele ki birilerinin
çocukları oralara gidemezken diğer birilerinin gitmesi zâten müslümanlıkla alâkalı
değildir. O merkezlere çocuklarını gönderebilenlerin bir de çıkıp, o merkezin
“olağan-üstülüğünü” ballandıra-ballandıra anlatmaları yok mu… İşte fitnenin
başladığı yer orası. O merkezler artık “farklı bir sapmanın merkezleri” olmaya
başlıyor.
Özellikle post-modern müslüman kadın, bu furyaya öyle
bir kapıldı ki.. düşman başına. Bu kadınlardan birisi şöyle demişti: “Çocukları
eğitmek için, haftalarca ev işlerini yapmadım, ortalığı toplamadım, evi leş
götürdü ama ben yine de çocukların eğitimi ile ilgilendim”. İyi de bu-arada
çocuklara dağınıklığı, pisliği, pasaklılığı da öğretmiş oldun. Onları dengesiz
besledin. Bu çocuk artık, pis-dağınık olmanın çok da kötü bir şey olmadığını
öğrenmiş oldu ve tüm yaşamında da buna göre yaşamaya başladı. Bu kişi iş hayâtında
da bu şekilde davranacağı için bir-çok kişiyi tertipli-düzenli bir iş
yapmamasından dolayı mağdur edecek. Bunu da öğrettin çocuklara? Hem ne öğrettin
ki bu kadar? Kur’ân’daki peygamber isimleri; Kur’ânda geçen meyve isimleri; en
kısa-uzun âyet vs. vs. mi? Bu-arada hayâtı ıskaladıklarını kaçırdın ama. Aşırı
pohpohlanıp dikte edilen “eğitme” işi kadınlara iyi bir annelik yapmaktan daha
câzip hâle geldi. Akşam işten gelecek kocasına, okuldan gelecek çocuğuna yemek
yapmayan kadın; evini pislikten bok götüren kadın, iş %90 zırvalıktan
bahsedilen sohbetlerin yapıldığı evlere-derneklere gitmeye gelince âdeta uçarak
gidiyor. Bunu Allah mı emretti? Bu mu Allah’ı murâdı?. Toplum böyle mi
kurtarılacak?. Yoksa bu da, kadını evden nefret ettirip sokağa çıkarmanın başka
bir yolu ve taktiği mi?.. Yâni Allah’ın değil de tağutların (Şeytan uşağı)
emrimi bu?.
"Biz
de Mûsâ ve kardeşine; “Kavminiz için Mısır'da evler hazırlayın ve evlerinizi
yönelinecek kıble (karargâh), namaz kılınacak yerler yapın, namazlarınızı da
dosdoğru kılın. (Ey Mûsâ, size uyan) mü'minleri (zaferle) müjdele!” diye
vahyettik" (Yûnus
87).
Ahmet Kalkan bu âyet bağlamında eğitim
konusunda şunları söyler:
“Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, Firavunların hâkim olduğu
yerlerde, evlere sâhip çıkılması, evleri hem bir sığınak, hem birer kale
edinmek, tüm fonksiyonlarıyla mescid hâline getirip kurumlaştırmak şarttır.
Mekke döneminde, İslâm'ın tebliği ve hâkimiyetine yönelik
faâliyet alanı olarak tek kurum vardı: "Erkam'ın evi." Bu ev, tüm
fonksiyonlarıyla mescit ve mektep görevi yapıyordu. Kâfirlerin müdâhalesinden,
hattâ bilgi ve kontrolünden tümüyle uzak bu özgür kurum, insanı hem nefsinin hevâsına
kul olmaktan ve hem de değişik tâğutların kulu-kölesi hâline gelmekten koruyan
bir kale idi.
Hem Firavunlar çağında, hem Mekke döneminde müslümanlar,
evlerini ihyâ etmeleri ve evlerinin kendilerini ve çevrelerini ihyâ etmesi için
oraları Allah'ın evi hâline getirmeleri Kur'ânî bir gereklilik ve nebevî bir
tavır olmaktadır.
Bunca şikâyet edilecek ortam, bizim ellerimizle
yaptıklarımızın uhrevî cezâsının dünyevî avansıdır. Kendimizi kaybetmeye
başladığımız, nesillerimizi kaybettiğimizden belli. Vatan dediğin bir
toprak parçası; evlât ise toprağın gülü; o yüzden vatanla ilgili meşhûr beyti
şöyle değiştirebiliriz: "Sâhipsiz nesillerin çalınması haktır; Sen sâhip
çıkarsan bu çocuklar çalınmayacaktır!" Evlerimizi ihmâl etmenin
cezâsını çekiyoruz. Demek ki, işe namazdan ve evden başlamak gerekiyor.
Evlere kapanıp o mekânları mezar hâline getirmenin tam zıddıdır bu. Namazı
kılınıverip ondan kurtulmak değil; namazı ikâme edip onunla kurtulmak, evi otel
ve lokanta hâlinden çıkarıp nefsin hevâsını tatminden önce, ruhları doyurup
huzûra kavuşmanın yoludur bu.
Evlerden iyi alternatif mi olur? Ev, yöneticiliğin okulu
olduğu gibi, İslâm’ı öğrenip öğreteceğimiz ve hâkim kılacağımız alanlardır,
yâni mescidlerimizdir, okullarımızdır, cephelerimizdir, kalelerimizdir.
Kitle imhâ silâhlarıyla evler devamlı bombardımana tâbi
tutulmakta, evler işgâle uğramakta, evlerin kıblesini televizyonlar tâyin
etmektedir. Müslümanların evleri, mescide ve okula hiç benzemiyor. Çağdaş
evler, daha çok sinemaya, gazinoya, stadyuma, kahveye, otel ve lokantaya
benziyor. Herhangi bir sahâbînin evi ile günümüzdeki müslümanın evi o kadar
farklı ki!... Günümüzdeki bir müslümanın evi ile bir kâfirinkini ayırdetmek çok
mu çok zor. Bu kadar yabancı işgâlin içinde âile bireylerinin bir-birleriyle
sağlıklı iletişim içinde olabilecekleri mümkün mü? Bilgisayarın başında
binlerce kilometre uzaktakilerle kolayca iletişim kurabilen insan, ev içindeki
yakınlarıyla devamlı uzaklaşmakta.
Her şeyin kolayını, basitini seçen günümüz insanı, görev
bilincini yitirmiş, sâdece hak ve özgürlüklerinin peşinde sonu gelmeyen koşu
içinde yıpranıyor. Müslüman olmanın gereğini düşünmeyen kişi, cennetin ucuz,
hattâ bedâva geleceğini umuyor. Hiç-bir bedel ödemeden Allah'ın rızâsına tâlip
oluyor. Birinin eteğine yapışarak cenneti garantiye almak, çocuğunu başkalarına
emânet ederek kolay yoldan yetişmesini beklemek bunun göstergesi. Kendisiyle
birlikte ateşten koruması gereken evlâdını başkalarına havâle ederek
sorumluluktan kurtulacağını düşünüyor. Canavarın eline teslim edilen kuzu
türünden, çocuğunu kimlerin eline bıraktığını bile düşünmüyor.
Âile, toplum eğitimi yaptırarak, kişiyi toplum hayâtına
hazırlayan sevgi, saygı, şefkat, fedakârlık ve birlik ocağıdır. Âile yuvası
okuldur, mesciddir; huzur-evi ve çocuk-yuvasıdır. Ham-madde hâlindeki küçük
yavruların her yönden büyümesini sağlayan, onların şahsiyet sâhibi bir insan,
Allah'a kulluk bilincine ulaşan bir müslüman ve İslâm toplumunun sağlıklı bir
üyesi olmaları için onları yetiştirip geliştiren bir fabrikadır. Daha doğrusu,
böyle olmalıdır. Anne-sütünün yerini hiç-bir mamanın tutamadığı gibi, gerçek
ananın öğretmenliğinin yerini de, hiç-bir anaokulundaki öğretmen tutamaz.
“Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk-çocuğunuzu
cehennem ateşinden koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır” (Tahrîm 6).
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden (idâre ettiğiniz
kimselerden) sorumlusunuz” (Buhâri, Cum'a 11; Müslim, İmâre 20)
İnançlar, değerler, gelenekler ve iyi alışkanlıklar, daha
çok âile içinde kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini kazandığı devre, âile
içinde geçer. Çağdaş tüm pedagoglar, "altı yaşa kadar çocuğun karakteri
nasılsa, ondan sonraki yaşantısında fazla ekleme yapılmadan aynı izler devâm
eder" görüşünde birleşirler. Bu sebeple, ilk yıllardaki eğitim ve terbiye,
hayâtî ve hayat-boyu önem taşır. Çocuğun en çok sevdiği, inandığı, güvendiği ve
özendiği ideâl tip, anne ve babadır. Sağlam bir îman ve ahlâk düzeninin
hâkim olduğu âilenin çocuklarına verdiğini hiç-bir okul ve kurum veremez.
"Dünyâ’ya gelen her insan, (İslâm) fıtrat(ı) üzere
doğar; sonra anne ve babası onu yahûdi, hristiyan, mecûsi (farklı bir rivâyete
göre veya müşrik) yapar" (Buhârî, Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25,
İman 264). (Bunu, laik, kemalist,
seküler, kapitâlist, modernist diye de söyleyebiliriz. H.G.)
Fıtrat hadisindeki
"...sonra ebeveyni onu yahûdi, hristiyan... yapar" ifâdesi,
çocuklardaki temiz yaratılışın ve îman yatkınlığının çocuk devresinde çeşitli
etkilere göre değişmeye elverişli olduğunu, dolayısıyla eğitimin önemini
göstermektedir. Hadisteki bu ifâde, çocuğun İslâm fıtratı üzerinde sağlıklı bir
yapı sürdürmesinin, ya da fıtratı bozulup çeşitli bâtıl dinlerle hastalıklı,
ârızalı bir hayâtın sebebi olarak sâdece anne ve babayı gösteriyor. Çevre
şartları denilen şey, aslında ana-babanın oluşturduğu, bilinçli veya bilinçsiz
tercih ettiği ortamlardır. Çocuğu yönlendiren okul ve medya da yine ebeveyn
tarafından seçilip rızâ gösterilmektedir.
Çocuğun en güçlü eğitimi, âileden aldığı eğitimdir. Çünkü
âiledeki eğitim, yirmi dört saat devâm eder. İnanç, terbiye, ahlâk, duygu
eğitimi en köklü şekilde ancak âilede kazanılabilir.
İnsanın temel görevi, Allah'ı tek rab kabûl edip O'na kulluk
yapmak, çoluk-çocuğunu da Rabb'ın terbiyesi ile yetiştirmektir. Tevhid, Allah'ı
tek rab ve tek ilâh kabûl etmek demek olduğuna göre, eğitim konusunda da ilâhî
prensiplere ters ilke, anlayış ve uygulamaların tevhid-i tedrisat kapsamına
girse de tevhidî tedrisata, meşrû (şeriata uygun) eğitim kapsamına girmediği
kabûl edilmelidir. Unutulmamalıdır ki, hakka; hangi oranda olursa-olsun bâtılın
karıştırılması, o sentezi hak olmaktan çıkarır. Tevhidin en küçük bir küfür ve
şirkle berâber bulunması mümkün değildir.
Anne-babalar, kendileri veya vekilleri olan eğitimciler
aracılığıyla çocuklarının fıtratlarını bozacak eğitimden sakınarak kendilerini
ve ehillerini ateşten korumak zorundadırlar. Fıtratı bozmak, Allah'a karşı
gelmek demektir.
Hadis-i şerifte güzel isim ve iyi terbiye,
çocuğun babası üzerindeki hakları arasında zikredilir (Bkz. İbn Mâce, Edeb 3).
Çocuğun en mükemmel şekilde yetişmesi, ihtiyaç duyduğu bütün
insanî ve ahlakî fazîletleri, sosyâl kural ve davranışları, hepsinden önemlisi
tevhidî inanç ve İslâm’i değerleri öğrenmesi ve yaşaması, ruh ve beden
bakımından sağlıklı, bilgili ve fazîletli, ayrıca meslek ve hüner sâhibi
olabilmesi için ana-babanın tüm imkânlarını kullanarak gayret sarf-etmeleri
gerekir. Çocuğun hem Dünyâ hem de âhiret mutluluğunu hedef alan böyle bir
terbiye, Hz. Peygamberimiz tarafından ana-babanın çocuğuna bırakacağı "en
güzel miras" olarak nitelendirilmiştir (Tirmizi, Birr 33).
Câhiliyye döneminde küçük yaşlarda kızlarını diri-diri
toprağa gömen insanlardan daha fecîsini mi yapıyor ebeveynler dersiniz? Onlar,
çocuklarının sâdece Dünyâ hayatlarını mahvediyorlardı; Çağdaş ana-baba ise
âhiretini. Onlar sâdece kız çocuklarını öldürüyorlardı; şimdiki ebeveyn,
kız-erkek hepsini. Onlar o çağdaki âdetlere göre kuma gömüyorlardı; şimdikiler
ise daha çağdaşça, televizyona, sokaklara, okullara, kitaplara veya kitapsızlıklara,
çağdaş tanrı taslaklarına kurban ediyor çocuklarını”.
Eğitime insan olarak giren bir çok çocuk “mal” olarak
çıktı bu lânet müfredatlara sâhip eğitim sistemlerinden ve merkezlerden.
Ülkemizde bunun süper-örneği mevcut zâten. “Mal yetiştirme kurumları” olan Nur
Cemaati’nin eğitim-merkezleri içinde normâl bir insan var mı bakın bakalım..
Hayattan, realiteden kopmuş, ana-babası ile, konu-komşusu ile, akrabâsı ile
ilişkileri kopmuş, a-normâl bir duruş-bakış-konuşma-hareketlere sâhip insanlar
çıkarttılar ortaya ve bunlar bir mal gibi, “çobanları” nereye sürüyorsa oraya
gidiyorlar. Onun sözlerine bir nesne gibi yankı oluyorlar. Bu kişiler
insanlarla konuşamaz duruma gelmiş a-sosyal kişilerdir. Matematik problemlerini
çözmekten başka bir işe yaramayan ve içeriğini bilmediği aşırı bağlılıklara sâhip
birer mal olmuşlardır. Yine cemaat üzerinden gidersek; Kendilerini en iyi
eğitime sâhip zanneden bu zümreler, onlarca yıl dersini yaptıkları kitaplarının
isimlerinin ne anlama geldiğini bile bilmiyorlar ve üstelik bu kişiler içinde
bir ilin-ilçenin imamları bile var. (Risâlenin ne demek olduğunu sorduğum 10
kişinin hiç-biri cevap veremedi). Çünkü eğitim falan aldıkları yok. Onlar
öğütülmüş-öğütülen kişiler. Öğütülerek tüketilen-sömürülen kişiler. Onların
ortamlarında bir kişiye ya da kuruma olan bağlılıklar arttırılıyor ve o kişinin
ya da kurumun tâlimatları-istekleri okunuyor.
Bu durum sâdece Nur Cemaati için geçerli değil. Çok
üzücü bir durum ki, kendilerinin Kur’ân-merkezli eğitim yaptıklarını
söyleyenler de aynı şekilde davranıyorlar. Ellerinde Kur’ân var, sürekli Kur’ân
dersleri yapıyorlar fakat temellerini Şeytan’ın attığı, müteahhitliğini
tağutların yaptığı projelerde-ideolojilerde işçi olarak çalışıyorlar. Laik-seküler-modernist-konformist-demokratik
ideolojilere, çok sevdikleri hocalarına-âlimlerine ve hayrân oldukları parti-lîderlerine
göre hareket ediyorlar. Hem de bir meftûn olarak. Kur’ân’a rağmen, Peygambere
rağmen, Allah’a rağmen. Allah-Peygamber-Kur’ân ile yüzdeyüz çatışan-çarpışan
kişiler ve fikirler şiarları oluyor. Zâten kurdukları ve yenilerini kurmak için
kendilerini yırttıkları sivil-toplum (cemaat değil) kuruluşları yâni dernekleri;
büyük bir aşkla oy verdikleri partilerinin ileri karakolları, şûbeleri, arka
bahçeleri olarak görev yapıyorlar. Orada İslâm’dan çok, parti-gündemi
konuşuluyor ve okunuyor.
Ramazan Kayan sivil toplum için şunları
söyler:
“STK (Sivil Toplum Kuruluşları)’nın sivil hayâtın
vazgeçilmezleri hâline geldiği bilinen bir gerçeklik. Devletin soğuk ve itici
yüzüne karşı sivil toplumun daha sıcak ve çekici bir özelliği bulunuyor. Hattâ
fertle devlet arasında resmi ideolojinin baskılarına karşı korunak, sığınak,
barınak da diyebiliriz.
Statükonun dışladığı insanlar STK’lar üzerinden var oluş ve
direniş zemini arıyorlar. Bu arayışın “nasıllığını” ve “niceliğini” iyi tahlil
ve tetkik etmemiz gerekiyor. Batı’daki serüveninden tutun, bu topraklardaki
yerli tutumuna kadar tüm boyutları ile İslâm’i bir hassasiyetle irdelenmesi
zorunluluk arz ediyor. Çünkü STK’lar bir kuşatma mı, yarma mı? sorusu hâlâ
doyurucu bir cevap bekliyor.
Doksan yıllık Cumhuriyet târihinde resmi ideolojinin
refleksi genelde şöyle şekilleniyordu: “Bu ülkeye STK lâzımsa onu da ben
kurarım”. Bu şartlarda karşımıza devletin kayıt altına aldığı “devletin sivil
toplumu” çıkıyor. Bu da sivil toplumun sivilliğini yok ediyor; “Sivil toplum ne
kadar sivil?” sorusunu berâberinde getiriyor. Sistem muhâlif hareketleri
kendisinin belirlediği alana çekerek etkisizleştirmek istiyor.
Sivil toplumun teorik tanımında şu vardır: Devletten
farklılaştırılmış faaliyet alanı. Devletin dışında özgürlük sahası. Pratikte
böyle olduğunu söyleyebilmek ise güç. Kavramlar birer özgürleştirme aracı
olabileceği gibi köleleştirme vesilesi de olabiliyor. Bu-gün şu riskin de
altını çizmek gerekiyor: STK’lar üzerinden müslümanları ılımlılaştırma,
dönüştürme, statükoya eklemleme tuzaklarına duyarlı olmak durumundayız.
İslâm’i kimliği bulandırma ve İslâm’i ilkeleri sulandırma,
hîlelerini hesâba katmak gerekiyor. Bu açıdan rasyonel, seküler, liberâl
söylemlerle bulanık ve kaygan bir zeminde farklı mecrâlara savrulma riski
göz-ardı edilemez. Soru şudur: STK’lar üzerinden bize biçilen rôle râzı mı
olacağız? Yoksa sorumluluklarımızı yerine getirmek için yeni alanlar ve
açılımlar için şartları zorlayacak mıyız? Ya ehlileştirilmiş kitleler. Ya da
her zeminde haklı taleplerini sürdüren oluşumlar.
Soros’un acenteliğini yapacak, Batı müsveddesi sivil toplum
olsa-olsa yozlaşmanın ve ihânetin adresi olacaktır. STK’lar yoluyla modernleşme
projelerine entegre olma, bilâhare entegre edici bir misyona sürüklenme
tehlikesini de önceden görmek gerekiyor.
Bu-gün sivil toplum yelpâzesi alabildiğine geniş, ne bulursa
içine alabilecek bir mâhiyet kazandı. Doğru-yanlış. Hak-batıl. İyi-kötü. Her
türlü müdâhaleye açık olan STK’lar süreçlere bağlı olarak sırasınca
askerleşebiliyor, tüccarlaşabiliyor, alabildiğine politize olabiliyor. Sivil
demekle sivil olunmuyor. Sivil olmanın kriterleri var; öncelikle bağımsızlık ve
özgürlük başta gelir.
Söylem sivil, zihin sivil değil. Resmî ideolojinin popüler
kültürü ile yoğrulmuş kafalar ne kadar sivil kalabilir? Öncelikle zihinlerin
Batı normlarına göre değil, şer’î ve fıtrî değerlere göre sivilleşmesi ve
şekillenmesi lâzım.
STK’lara rengini kim verecek? İçini kim, neye göre
dolduracak? Referanslarımız ne olacak? Vahyin bildirimlerinden soyutlanmış bir
STK müslümanların hangi amaçlarına hizmet edebilir?
Evet, sivil toplumun bizde neye tekâbül ettiği
önemlidir. Daha çok bizde cemaat, târikat, vakıf ve derneğe çağrışım yaptığını
söyleyebiliriz.
Devletin veya siyâsal iktidârın bir “ötekisi”
olmanın ötesinde bir misyona sâhiptir. Özgür bir Dünyâ. Âdil bir sistem.
Güvenlikli bir iklim arayışıdır.
Silik ve sinik bir sivil toplum değil, sessiz
yığınların sesi ve nefesi olacak saygın bir yapılanma.
İktidâra angaje olmuş güdümlü ve gölge STK’lar
değil, güne ve geleceğe yönelik iddiaları ve idealleri olan irâdi bir oluşum.
Bu toplum, askeri ve siyâsi vesayetten arınmış örgütlü bir
toplumdur. Çünkü örgütlenmeden özgürlük olmuyor. Örgütlenmeden özgüven
oluşmuyor. Örgütlenmeden önümüz açılmıyor.
Bu değer-merkezli örgütlenmenin dört temel
dinamiği vardır.Güvenirlilik. Gönüllülük. Güç birliği. Gayretlilik.
Bu sivil irâde süreç içerisinde neyi hedefleyecek?
Önce bir zihniyet inşâsı.Sonra bir şahsiyet inşâsı.Ve sonrasında medeniyet
inşâsı”.
Yine modern müslümanlar, çocuklarını laik-seküler
eğitim kurumları olan okullara göndermek için yırtınıyorlar. Bâzıları çocuklarını
diğer müslüman kardeşinin çocuğunun da gittiği okuldan sözde daha iyisine
gönderebilmek için her-türlü çâreyi düşünmekten uykuları kaçıyor. Böylece
mü’min kardeşinden de farklılaşıyor. Hâlbuki post-modern zamanlarda müslümanlar
çocuklarını bırakın iyi okullara göndermeyi, çocuklarını okula göndermemenin
yollarını aramalıdır. Çocukların İslâm’la-Kur’ân’la bire-bir çatışan okullarda
aldıkları seküler din-dışı eğitimden sonra, bu okullarda zerk edilen “din-dışı
öğretiden aldıkları zehri” haftada bir-iki saatlik İslâm’i eğitim ile yok
edeceklerini düşünmeleri ise, ağızdan sonra, başka yerlerle de gülmeyi
gerektirir. Gençlerin 1.000-1.200 kişiden oluşan okullarda etkileşimle yâni göre-göre,
yaşaya-yaşaya görerek ve deneyerek, üstelik de karşı konulması çok zor olan
nefse yönelik olarak elde ettikleri edinimleri, haftada bir gittikleri, üstelik
modern ideolojilere ve fikirlere îtirâzın da olmadığı bu yerlerde ber-taraf
edeceklerini düşünmeleri, modern müslümanların kafayı yediklerinin bir
göstergesidir. Okullar, eğitimin değil, modanın, manşet sözlerin, hava atmanın,
sevgili edinmenin, kötü alışkanlıklar edinmenin merkezleridir. Evde sıkılan
çocukların zamanlarını geçirecekleri eğitim-merkezli olmayan yerlerdir okullar ve
durumları da içler acısıdır. Bu yerlerde, kendini bilen, ilkeli, hedefleri olan
bir-kaç çocuktan başka diğer çocukların eğitim anlamında bir şey edinmeleri
imkânsızdır. O özel çocuklar ise, okula gitmeseler bile yine de başarılı olacak
olan çocuklardır. Bu okullar çocukları-gençleri toplu olarak, eğitmekten ziyâde,
modern tüketici yetiştirmek, modern ideolojilerle formatlamak, vatandaş olmak
(müslüman olmak değil) vs. için kurulmuş kurumlardır. Modern ideolojilere,
akımlara, kapitâlizme, modernizme, konformizme, nefse hayır! diyemeyen
müslümanların kurdukları özel kuruluşlar da kaliteli bir nesil yetiştiremezler.
Şeytan-tağut temelli yapıların üzerine kurulan yapılar da, tağut-merkezli
olmaya mecburdur. Yıkmadan yapılacak-kurulacak tüm yeni kuruluşlar, bir
değişiklik yapamayacak, entegrasyona devâm edecek, mevcudu sürdürecektir yalnızca.
Yâni oyalanma devâm edecektir.
Müslümanlar bu laik-seküler okullara
çocuklarını göndermekle yetinmiyorlar, bir de bu kurumlarda bulunan “okul âile
birliği” gibi yapılanmaların içinde görev alma çabası içinde oluyorlar ki dîni
işe karıştırmayan bu öğretim sistemine bekçilik yapmak demektir bu. Yaa siz
neye inanıyorsunuz kardeşim!?
Müslümanların
uyguladığı bu modern eğitim tarzı,
İslâm’i bir yöntem değildir, hristiyanlığın bir
tarzıdır ve “strateji” denilen kelimenin özü bununla ilgilidir. Aytunç Altındal:
“Kilise siyâsetinde
“strateji”, siyâset aracılığıyla hristiyan misyonerliğini özellikle yabancı gençler arasında yaygınlaştırmaktır” der.
Âileler çocukları okullara göndererek
güyâ sorumluluktan kurtuluyorlar ve keyiflerine bakıyorlar. Ne de olsa okula
gidiyor çocuklar. Sorumluluğunu bilsin, derslerine çalışsın da eğitimini alsın.
Kendileri de istedikleri gibi yaşasınlar. Evet; -özellikle kız çocuğunu-
çocukları laik okullara göndermek, diri-diri mezara (okullara) gömmektir.
Atasoy Müftüoğlu:
“Müslümanlar olarak seküler bilgi yaklaşımlarının, seküler eğitim
modelinin, zaman ve mekân sınırlarını aşarak küreselleşmesi ve İslâm’i
dünyâ-görüşünün, hayat-tarzının meşrûiyetini etkisiz hâle getirerek,
tartışılabilir hâle getirmesi karşısında ortak bir eleştirel tavır
oluşturabilmiş değiliz. Seküler bilginin evrenselleştirilmesi, seküler bilgi
yapılarının îtibârını/prestijini arttırırken, dîni bilgiyi îtibârsızlaştırdı.
Günümüzde müslümanlar bile çocuklarını en seküler okullarda okutabilmek için
canhıraş bir çaba harcıyor” der.
İvan İllich Okulsuz Toplum’u yazalı
yıllar oldu. Bir-çok ülkede uygulanıyor da. Fakat gel gör ki bizim gibi câhil
olmasına rağmen “modern” olmak için kıçını yırtan toplumlarda böyle bir şeyi
düşünmek bile gericilik, yobazlık, câhillik, devlet düşmanlığı vs. yapmaktır.
Ahmet Kalkan:
“Unutmamalıyız ki, hiç-bir kişi ve kurum, anne-babanın
yerini tutamaz. Herkes istiyor ki, “filan hoca, filan kuruluş benim çocuğumu
eğitsin, yetiştirsin, ben de maddî masrafları karşılayayım. Emâneti başkasına
devrederek zahmetsizce sorumluluğumdan kurtulayım. Ben işimle gücümle
uğraşırken başkalarının yetiştireceği çocuğumdan Dünyâ’da ve âhirette
faydalanayım. Ana-babalık, çocuğun dünyevî, maddî ihtiyaçlarının karşılanması
olarak görülmektedir. Eğitim ve yetiştirmede de dünyevi ölçüler ön plândadır.
Çocuğun karnının doyurulması yeterlidir. Kafasını ve kâlbini başkaları
doldurabilir. Hattâ neyle doldurulduğunu araştırmak, uğraşmayı, direkt ilgiyi
istediğinden o da yapılmaz. Bu kadar iş-güç arasında çocukla nasıl uğraşsın? Bu
mantık, ucuzcu mantıktır, materyalist mantıktır. Sorumluluk bilinci değil;
sorumsuzluk ve görev kaçkınlığı sırıtmaktadır bu anlayışta.
Ebeveynin çocuklarının mîdesini doldurup, kafa ve kâlbini
ihmâli, kapitâlistçe bir zulümdür elbet. Ama şunu da unutmayalım: Nasıl
mîdelerini mikropsuz, zehirsiz gıdâlarla, dengeli beslenme kurallarıyla
doldurmak zorundaysak; kafalarına ve gönüllerine giden gıdâların da
mikroplardan arınmış, çocukları zehirlemeyecek ve dengeli beslenmeyi sağlayacak
temel gıdâlardan seçmemiz gerekmektedir. Abur-cuburla mîdenin doldurulması
gibi, abur-cuburların okunması da insanı hasta eder. Bâzı ana-babalar, çocuğuna
okul ders kitapları dışında kitap almayı, oyuncak kadar bile önemli görmemekte;
çocuğunun tevhîdî îman ve ibâdet bilincine sâhip olmasını, güzel duygularının
güçlendirilip doğru yönlere kanalizesini lüks saymaktadır. Kendi çocukluğunda
kitapla büyümediği için, çocuklarının kitap ihtiyâcını umursamamaktadır.
Hâlbuki öyle acâyip bir düzen ve ortamda çocuklarımız hayâta atılıyor ki, bu
devirde okumayanların, canına okuyorlar. Tabii, neyi nasıl okuyacağını
bilemeyenler de intihar etmiş oluyor.
Okullardan şikâyetçiyiz. Okulların câhilî eğitim verdiğinin,
ders kitaplarının eksik ve yanlışlıklarının farkındayız. Ama yeterli
alternatifler üretmiyoruz, imkânsızlıktan değil, isteksizlikten. Çünkü îmânı
olanın imkânı da vardır. Müslüman, çevre şartlarını aşamayan, zamanın çocuğu,
şartların mahkûmu değildir, olamaz. Samîmi ise, mutlakâ alternatifler bulacak, kendisi
gibi düşünen insanlarla bu konuda da yardımlaşacaktır.
Hz. Âişe'ler, Ümmü Seleme'ler, Fâtıma ve Zeyneb'ler nerede,
hangi okulda yetişti? Onların önce babaları, sonra kocaları hocaları idi. Eski
âlimlerin biyografilerini öğrendiğimizde, hemen hepsinin ilk hocalarının
babaları olduğunu görüyoruz.
Çocukla en fazla meşgûl olacak olan anne olduğundan, ilk ve
en önemli terbiyeci, eğitimci annedir. Çocuğa doğru yolu gösteren, Rabbini
tanıtacak, dînini sevdirecek olan önce anne, sonra babadır. Bu büyük görevleri
yerine getirecek olanların, önce kendilerini iyi yetiştirmiş olmaları
gerekmektedir. Kendini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez. Kendisi doğru
olmayanın gölgesi de doğru olmaz. Yüzme bilmeyen, başkasını boğulmaktan
kurtaramaz. Kendi eteği tutuşmuş bir itfâiyeci, başkasını yangından çekip
çıkaramaz. Eğitim, çok-yönlü ehliyet ve uzmanlık isteyen girift bir konu
olduğundan, İslâm’ı ve naklî ilimleri ana-hatlarıyla bilmek bile yetmemekte,
içinde yaşanılan toplumu da çok iyi tanımak, sevgi ve müsâmahayı, sabrı ve
tedrîcîliği, eğitim metotlarını, insan ve çocuk psikolojisini, pedagojiyi, yâni
çocuk eğitim ve terbiyesini temel düzeyde de olsa bilen ve uygulayabilen bir
seviye gerektirmektedir. Evler, sâdece çocukların değil; anne ve babanın da
okuludur. Ama ana-babaları yetiştiren ehil ve emin yerlere büyük ihtiyaç
vardır. Müslüman cemaat ve teşkilâtlara düşen önemli bir görev, çocuklardan
önce ana-babaları yetiştirmek olmalıdır. Evlilik ve ana-baba okulları açmalı,
geliştirmelidirler. Eğer baba evinde ve evlilik öncesinde anne adayı, kendini
yeterince yetiştirmediyse, evlilikten sonra sorumluluk kocaya âittir.
Zarûri olan hususları ya bizzat kocası öğretecek, ya da öğrenmesine imkân ve
fırsatlar oluşturacaktır.
Hiç-bir çocuk okulu, adına ana-okulu da dense, ananın evdeki
okulunun benzeri olamaz. Kendi evlâdını anne ve babası kadar kimse
sevemeyeceği, Dünyâ ve âhiret geleceğini düşünemeyeceği için de, anne ve baba
gibi hoca ve öğretmen de bulunamaz.
İnsanları Allah'ın dîninden uzaklaştırıp kendi sapık anlayışlarını
topluma dayatan câhiliyyenin hâkimiyetinde, onların yönlendirmesine açık
kurumlar ve hantal yapılanmalar yerine, ciddî, özgür ve özgün alternatifler
oluşturmak gerekmektedir.
Haydi evlerimizi mescid; yâni ma’bed, kurs,
mektep ve okul yapmaya” der!
“En iyi yatırım çocuğa yapılan
yatırımdır” diyorlar. Doğru.. fakat çocuğa yapılan yatırım modern-laik-seküler
yatırım mıdır? Bu yatırım, onu doktor-hâkim-subay yapmak ve hemen-hemen onun
kadar maaş alan bir hanımla evlendirip iyi bir gelire sâhip kılmak ve sıfır ev,
araba, yazlık, giyim-kuşam alabilecek bir dünyâlık elde etmeleri midir? Hayır!
İyi bir müslüman olması ile alâkalı bir yatırım olmalıdır bu. Terbiyeli, ahlâklı..
ondan sonra iyi bir işi olması düşünülebilir. Peygamberimiz: “Hiç bir baba,
çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir şey bağışlayamaz, bırakamaz” der. Modern
müslüman ve anne-baba, en iyi yatırımın çocuğa yapılan yatırım olduğunu
söylüyor. Fakat bu yatırım onun mîdesini alabildiğine şişirebilecek bir gelire
sâhip olacağı bir yatırımdır onlara göre ki, böyle düşünmelerini sağlayan şey
de yine, mîdeleri patlarcasına şişmiş olanların ortaya atmış olduğu bir
fitnedir. Bu yatırım çocuğun neresine olacak? Mîdesine mi, kâlbine mi? Bu
yatırım sonuçta çocuğun en çok neresini doyuracak? Âhireti düşünmeyenlerin “mîdesi”
cevâbı, fıtratı göz-ardı edersek normâl görülebilir. Fakat mü’minlerin de aynı
cevâbı vermeleri fecaattir. Peygamberimiz, “bir insanda kâlp sağlamsa diğer
organlar da sağlamdır” der. Şimdi, çocuğa yapılacak yatırım, dünyâsı için mi, âhireti
için mi yapılacak yatırımdır?. Dünyâsı için yapılan yatırımdan âhirete bir pay
çıkmaz ama âhireti için yapılan yatırımdan dünyâsına pay çıkar: “İnsanlardan öylesi vardır ki:
“Rabbimiz, bize Dünyâ’da ver” der; (böylelerin) âhirette nasibi yoktur.
Onlardan öylesi de vardır ki: “Rabbimiz, bize Dünyâ’da da iyilik ver, âhirette
de iyilik (ver) ve bizi ateşin azâbından koru” der. İşte bunların
kazandıklarına karşılık nasipleri vardır. Allah, hesâbı pek seri görendir” (Bakara 200-202). Kâlbe
yapılan yatırımdan mîdeye pay çıkar ama mîdeye yapılan yatırımdan kâlbe pay
çıkmaz. Hattâ mîde şiştikçe kâlbi sıkıştırır ve en sonunda boğar onu. Ayrıca
Peygamberimiz der ki: “Amel defteri kapanmayan müslümanlardan biri, “arkasından
duâ edecek hayırlı bir evlât yetiştirendir”. Öldükten sonra bile sevâbım/amelim
artmaya devâm edecek. Çocuğum yaşadıkça benin de sevâbım-amelim-hayrım artacak.
Bundan daha büyük yatırım mı olur?
Ahmet Kalkan:
“İnsanları başka
insanların fikir ve hevâları doğrultusunda eğitmek hem zor, hem tehlikeli ve
hem de gayr-ı meşrûdur. Zâten vahyin yönlendirmediği akıl, mükemmel bir eğitim
görüş ve uygulayışı oluşturmakta yetersizdir. Eğitimle ilgili Rabbânî ilkelere
ters ve evrenlerin Rabbı’ndan bağımsız olarak insanları eğitmeye kalkışmak rablık
taslamaktır” der.
Yusuf Kaplan:
“Bizim sorunumuz aşağılık kompleksi ve bu aşağılık
kompleksinden kurtulmamız lâzım. Bundan kurtulmamızın yolu da kendi
dinamiklerimizi, kültürümüzü ve İslâm’ın nasıl bir nîmet olduğunu
kavrayabilmekten geçiyor. Bu ülkede İslâm’ı ciddiye alan
müslüman bir Dünyâ’nın oluşması için çaba gösteren bir devlet olmalıdır. Devlet
bu yozlaştırıcı, yabancılaştırıcı eğitim, kültür ve medya sistemini yıkıp
yeniden inşâ edecek” der..
Hiç-bir hayrı olmayan ve olması da
söz-konusu olmayan modern okulların eğitim sistemlerini tâkip etmek uğruna
yapılanlar nedir böyle?
Evet; artık “post-modern” dememiz gereken müslümanların
yaptıkları sözde eğitim etkinlikleri (amelleri değil), İslâm’i değildir. İslâm’ın
emirleri-tarzları-eğitim modelleri değildir. İslâm’i eğitim modelli, daha ziyâde
kişiselden toplumsala doğru gider. Kişisel olarak edinilen bilgiler toplum
içinde düzeltilir ve paylaşılır. Daha sonra bu bilgi-bilinç âileye döner ve her
âile bu bilgi-bilinçlenme sürecinden geçer ve sonunda toplum bilinçli bir
toplum olur. Bilgi ve daha sonra da bilinç, kişisel gayret olmadan olgunluğa
eremez. Bu modern zamanlarda, kölelik sistemine bağlı çalışma koşullarında,
vicdansız ticâret koşullarında insanların bilgilenme-bilinçlenme çalışmalarına
fırsat bulamamaları nedeniyle ve çeşitli bağlılıkları-alışkanlıkları nedeniyle
mecbûren haftada bir-iki kez gittikleri ve sâdece yarım saat-bir saat süreyle
yapılan derslerde bâzı eksik bilgilere ulaşsalar da bir bilince (İslâm’i-Kur’ânî
bilince) ulaşılamaz. Çok gayretli çalışmalar yapmadan ulaşamazlar. Bunun için
ise, gereksiz dünyevî-nefsâni şeylerden vazgeçip bilgi-bilinç çalışmaları hem
kişisel hem de toplum olarak başlatılmalı ve sürdürülmelidir. Fakat bunu
başlatabilmek için ilk önce yüksek sesle bir “kella!”, “kesinlikle hayır!”
demek gerekir ve mevcut düzenleri-tağutları inkâr etmeli ve onlara
“küfr”etmelidir.
Lâ ikrâhe fid dîni gad tebeyyener ruşdu
minel ğayy, femey yekfur bittâğûti ve yué'mim billâhi fegadistemseke bil
urvetil vusgâ, lenfisâme lehâ, vallâhu semîun alîm.
“Dinde
zorlama yoktur. Doğruluk sapıklıktan kesin olarak ayrılmıştır. Artık her kim
Tağut'a küfredip Allah'a îman ederse, işte o, en sağlam kulpa yapışmıştır.
Allah, işitir, bilir”
(Bakara 256).
Aksi hâlde bilgi bilince dönmeyecek,
bilinç eyleme dönmeyecek, eylem devlete dönemeyecek, devlet de medeniyeti
yeniden başlatamayacaktır. Bu nedenle de bilgilenme çalışmaları bâzı eski
zamanlarda örneği görüldüğü gibi boşa gidecektir ve bir yarar sağlamayacaktır:
“Andolsun,
onları sizleri kendisinde yerleşik kılmadığımız yerlerde yerleşik kıldık ve
onlara işitme, görme (duygularını) ve gönüller verdik. Ancak ne işitme, ne
görme (duyuları) ve ne gönülleri kendilerine her-hangi bir şey sağlamadı. Çünkü
onlar, Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlardı. (Allah’ın âyetlerini bilince dönüştürüp eyleme
dökmüyorlardı) Alay konusu edindikleri
şey, onları sarıp-kuşattı” (Ahkaf 26).
İmdi; Ey müslümanlar! Şu sorulara cevap verin: Edindiğiniz
bu bilgiler size bir sorumluluk yüklemiyor mu? Yüklüyorsa, bu sorumluluğun
gereği nedir? Edindiğiniz-biriktirdiğiniz bu bilgileri nerede ve ne zaman kullanacaksınız?
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım
2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder