29 Mayıs 2022 Pazar

Din-Felsefe Yada Dağ-Deniz Çatışması


“Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların hevâlarına uyma. Allah’ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtırlar diye onlardan sakın” (Mâide 44-50; Âl-i İmran 118-120; Bakara 85-86; A’raf 3).

 

“Onlar, yalnızca zanna uymaktadırlar. Oysa gerçekte zan, haktan (ve hakîkatten) yana hiç-bir yarar sağlamaz” (Necm 28).

 

Felsefe “kıyı düşüncesi”dir; denize ve kıyıya yaklaştıkça açığa çıkar ve fazlalaşır, onun düşüncesi sanki denizden gelir. Din ise “dağ düşüncesi”dir yada dağda gelen vahiyle başlayan düşüncedir. Peygamberlere vahiy hep dağda gelmiştir. Dağa yaklaşıldıkça dînî düşünce ve duygu daha ağır basar. Bunun nedeni kanımca, dînin köklü olması, çok sağlam olması, net olması ve değişmemesidir, zîrâ dağ da değişmez, çünkü kökü çok derinlerde olduğundan dolayı sağlamdır. Rasîn kelimesi, Arapça “ravasa” fiil kökündendir. Ravasa fiilinin anlamı; “bir şeyi sarsılmaz hâlde sâbitlemek, demirlemek, bağlamak” demektir. Dolayısıyla dağ kelimesi sözlük anlamı îtibârıyla “sağlam ve sarsılmaz, yetenekli ve kuvvetli olan yaratık” demektir.

 

Dünyâ’nın özellikle batı-kıyıları dîne daha uzak ve soğuktur. Bunun nedeni kanımca, buralara peygamber gönderilmemiş olmasından dolayıdır. Bu bölgelere peygamberlik ve din direkt olarak değil de dolaylı olarak ulaşmıştır târih boyunca. Bu nedenle sürekli peygamberlerin gönderildiği doğu’nun kıyılarında felsefe, din ile kaynaşabildiğinden dolayı dîne daha sıcak ve din ile iç-içedir. Peygamberler yâni tek hak-din olan İslâm peygamberleri hep dağ-merkezli doğu’dan çıktığı için, -doğu’da da şirk ve küfür görülse de- doğu’da din insana ve mekâna içkindir.

 

Dağlara çıkıldığında ve hak bir düşünce dağlara çakıldığında sonuna kadar durur. Fakat deniz dalgalıdır, denizden gelen de dalgalı olur ve değişir durur. Felsefî düşünceler suya yazılmış yazılar gibidir, bu yüzden kısa zamanda silinir gider ve kaybolur. Bu nedenle sürekli yeniden yazılması gerekir. Fakat her yazıldığında yeni şeyler eklenir ve sonuçta “ilk yazıldığı gibi” olmaktan çıkar. Çünkü felsefe ve deniz sâbit olmadığı için köklü değildir. Sâbit olmayan şey hakîkat olamaz, zîrâ hakîkat sâbit olandır. Din’de ve dağda oynaklık olmaz, ileri-geri hareketler olmaz, ona basanlar sağlam yere basmış olurlar. Bu da insana güven verir. Çünkü dinler ve dağlar, kişiyi değişmeyeceğinden, batmayacağından ve sallanmayacağından emin kılar.

 

Felsefenin çıkış kaynağı olan kıyıda yâni denizde/suda ayağını sağlam basacak bir yer yoktur. Biraz ilerleyip de basıldığında batıp boğulma tehlikesi çoktur ki yüzmesini iyi bilenler bile boğulma tehlikesi yaşarlar. Deniz değişken ve kaygan olduğu için felsefe de değişken ve kaygandır. Nicelerinin ayağını kaydırmıştır yada boğmuştur. Ama dağ sâbit olduğu için din de sâbittir, dağ sâbit ve sağlam olduğu için ayakları kaydırmaz ve sâbit tutar. Bir yazıda felsefe-deniz ilişkisi şöyle gösterilir:

 

“Eski yunan düşüncesi yâni felsefe, şu-anda Aydın İli’ne bağlı Milet’te başlamıştır. Miletos, bugün her ne kadar bir liman kenti olmaktan çıkmış olsa da o zamanlar denize sıfır bir liman kentiydi. Ege bölgesinde Büyük Menderes Nehri’nin hemen ağzına yakın deniz kıyısında bir antik liman şehriydi. Liman kenti olmasının anlamı şudur: Felsefe her zaman için bir ‘kıyı’ söylemidir. Kıyıda gelişmiş bir söylemdir. Eski filozoflar Thales, Anaksimandros, Anaksimenes gibi filozoflar sophia’yı öğrenmek, araştırmak amacıyla yola çıkan insanlardır. Bunlar gemilere binerek o zamanki doğu Akdeniz sahillerinde Mısır ve Mezopotamya kültürlerinde meydana getirilmiş olan geometri gibi, astronomi gibi bilgileri öğrenmek üzere yola çıkarlardı”.

 

Yunan felsefesi İyonya’da yâni İzmir ve Aydın gibi kıyılarda başlamıştır. (Gerçi İyonya’nın Yunan olup-olmadığının tartışmaları da vardır ki bu tartışmalara göre İyonya’nın Yunan’a değil, Anadolu’ya âit olduğu görüşü baskındır). Kıyı, her zaman dîne uzak ve mesâfeli bir düşünce geliştirir. Bu yüzden burada başlayan felsefe maddeyi yâni doğa-bilgisini merkeze almıştır. İlk filozoflar birer doğa-bilginidirler. Doğayla uğraştıkça maddeyi merkeze almış ve dinden-mâneviyattan uzaklaşmışlardır. Bu durum Helenizm’e ve Roma’ya da yansımış ve yaygınlaşmıştır. Bir Yunan-Roma yada greko-romen uygarlık olan modernizmin de Allahsızlığı buradan gelir. Modern-bilim modern bir Allahsızlıktır. Allah’ın yarattığı maddeyi ve tüm varlığı, Allah’ı hesâba katmadan araştırırlar. Kesin ve doğru sonuçlara bir türlü ulaşamamalarının nedeni budur. Bu araştırmaların sonuçlarının insana hep zarar olarak yansıması bu yüzdendir.

 

Batı felsefesi Thales’le başlar. Thales, Milet’te deniz kıyısında yaşamıştır. Zâten felsefesinin temeline de suyu koymuştur. Her-şeyi suya bağlamıştır. Her-şeyin  kaynağının da döneceği yerin de su olduğunu söylemekle suyu ilahlaştırmıştır. Suyu “en büyük güç” olarak görmüştür. Felsefesi su-merkezli olmuştur. Hâlbuki su sâdece canlıların yaratıldığı şeydir. Thales “her-şey tanrılarla doludur” derken, “her-şeyin canlı olduğunu, her-şeyin, içinde tanrısal bir yaratıcı gücü taşıyan su ile dolu olduğunu” kastetmektedir. Her-şeyde su olduğuna göre, Thales’in “tanrı” dediği “su”dur. Suyu tanrılaştırması, Thales’in su yâni deniz kenarında yaşaması ve suya baka-baka her-şeyi su olarak görmesinin bir sonucu olsa gerektir.  

 

Deniz yada felsefe, zenginlik ister, maddî-dünyevî zenginliği yakalayamadığında bilgiye ulaşamaz ve üretemez. Çünkü felsefe için boş zaman gerekir ki boş zaman da “hazır para” ister. Oysa dağ yada din, çalışmayla birliktedir. Hattâ çalışırken öğrenir ve öğretir.

 

Yunanlıların ilk felsefî-bilimsel çalışmalarının batı Anadolu’nun zengin ve gelişmiş liman şehirlerinde, örneğin Milet, Efes, Teos, Klazomenai, Samos ve Kos gibi yerlerde olması bir gerçeği yansıtmaktadır ki, o da bu yerleşim yerlerinin deniz ticaretinin ana-merkezleri olmasıdır.

 

Denizin en ortasında mâvi gök ve mâvi sudan başka bir şey görülmez, yorum yapacak bir şey yoktur. Çünkü her-şey tek bir şeydir. (Batı’nın her-şeyi ve herkesi tek-tipleştirmek istemesinin nedenlerinden biri de bu olabilir). Denizde çeşitlilik yoktur. Bu, kıyaslama ve öz-eleştiri yapmayı blôke eder. Bu yüzden felsefe hep kısır kalır. Dağda ise manzara derindir, varlık çeşitlidir ve yoruma müsâittir. Üstelik dağ, yanlış yorum kabûl etmez. Biraz ileride yanlışı ortaya koyuverir.

 

Felsefe, mutlak sonuçlar elde etmeyi hayâtî bir problem olarak görmez. Jasper’in dediği gibi, felsefe “dâima yolda olma” çabasının bir yansımasıdır. Menzile bir türlü varamaz. Felsefede yeni ve özgün bir felsefî sorunu ortaya koymak, felsefî bir probleme yeni bir cevap vermek kadar değerlidir. Çoğu filozof için birincisi, ikincisinden daha önemlidir. Felsefî bilgi akla dayanır; eleştirici ve sorgulayıcı bir nitelik taşır. Hâlbuki kesin bilgiye ulaşmak için bâzen de sorgulamadan vazgeçmek ve teslîmiyet gerekir. Hakîkat işte ancak o zaman kendini açığa çıkarır ve gösterir.

 

Gerçi felsefe yâni batı felsefesi, “bilmek için bilmek” yolundadır. Din, dağ yada doğu felsefesinde ise bilmek “yapmak için”dir. Bir şeyi yapmayacak olduktan sonra onunla ilgili bilgi elde etmenin ne faydası vardır?.

 

Batı felsefesinde yada kıyı düşüncesinde “bilmek için bilmek” önemli ve yeterli görüldüğünden dolayı, hem “yapmak” ve hem de yapmakla ilgili olan “ahlâk” cılız kalır. Din’de yada dağda veyâ doğu felsefesinde “yapmak için bilmek” önemli olduğundan dolayı yapmak ve ahlâk öne çıkar. Leibniz, batı ve Çin’in ahlâk anlayışını birbiriyle karşılaştırmış ve şu sonuca varmıştır: “İşte içinde bulunduğumuz durum. Ahlâkın çöküşü artık o ölçülere vardı ki bize bir-an önce Çinli misyonerlerin gönderilmesini gerekli buluyorum”.

 

Felsefe yada deniz, uzaktan izlendiğinde iyidir, hoştur. Fakat içine girildiğinde felsefe ve deniz sizi derinlere doğru çeker ve en sonunda koyu karanlıklara kadar sürükler. Buralara kadar ilerleyenlerin dermanını keser ve kişi çırpınmaya başlar. Tabi böyle olduğunda kişinin tek düşüncesi kıyıya ulaşmak olur. Lâkin kıyıdan epey uzaklaşmıştır ve geriye dönüş zordur. Deniz yâni felsefe, “yüzerek” aşılabilecek gibi değildir, insanın dermânı da yetmez. Fakat dağlar, size üzerinde yürüme imkânını her zaman verir. Bu bağlamda, Hz. Îsâ’nın denizde yüzmek yerine denizin üzerinde yürümesi anlamlıdır.

 

Denize ve felsefeye yaklaştıkça dağdan ve din’den uzaklaşmak kaçınılmazdır. Denize ancak dağdan-tepeden bir yerden bakınca esintisi güzel olur ve keyif verir. Felsefe de ancak vahyin kontrôlünde ve düzeltmesinde-elemesinde olursa yararlı olur. Çünkü denize ve felsefeye kıyıdan girmek insanı bir türlü tatmin etmez ve deniz ve felsefe insanı derine-derine çeker. Fakat derinlere açıldıkça kişiyi dermansız bırakır ve geri dönülmez yerlere taşıyabilir ki çoğunlukla böyle olur. Yâni deniz ve felsefe aldatıcıdır, saptırıcıdır ve boğucudur. Zîrâ denizde ve felsefede sağlam bir zemin yoktur. Üstelik deniz de felsefe de insanın susuzluğunu gidermez, zîrâ suyu tatlı değildir.

 

Felsefe köksüz, dayanaksız ve sınırlı olduğu ve olmak zorunda olduğu için hiç-bir zaman yeterli gelmez, insanı iknâ ve tatmin etmez. Böyle bir amacı ve çabası da yoktur. Zâten sâdece beyne ve zihne hitâp eder. Metafiziği bile yine bunlar üzerinden değerlendirmeye çalışır. Bu nedenle de sürekli olarak sorgular durur ama bir sonuca ulaşamaz. Oysa din öyle değildir, hem zihne-beyne, hem de kâlbe-rûha hitâp eder. Bu nedenle iknâ edicidir, tatminkâr kılar. Bu da îman ve itaati açığa çıkarır. Bu îman ve itaat coşkusu ile, -felsefeye saçma gelen- fedâkâr eylemlerde bulunabilir; uykusunu böler, aç kalmaya râzı olur, parasının bir miktârından vazgeçer ve her-şeyden vazgeçerek en sonunda canını bile ortaya koyabilir. Zîrâ iknâ olmuştur, inanmıştır ve bu nedenle adanmıştır.

 

Aslında felsefe, din kendisine saçma geldiği için sorguluyor değildir, dîni, kendisine zor geldiği için sorgulamakta ve böylece şeytanın da fısıldamalarıyla ortaya çıkan yorumlarla bu sorumluluklardan kurtulmak istemektedir. Mistisizm, bâtınîlik ve tasavvuf da böyledir. Sürekli ve aşırı yorum, kişinin eyleme dönmesini engeller de kişinin diline vurur. Felsefecilerin ve tasavvufçuların boş-boş konuşup durmaları bu yüzdendir.

 

Felsefenin bir îman sorunu vardır. Çünkü Dünyâ sınırsız-sonsuz değildir, hayât kısadır ve nihâyet ölüm yakındır. Böyle olunca da Dünyâ’yı ıskalamak istemez ve nefsince (gönlünce değil) düşünmek ve yaşamak ister. Fakat içinde sürekli bir huzursuzluk vardır. İşte felsefe denilen şey, yapılan nefs-merkezli yorumlarla bu huzursuzluğu bastırmak için ortaya konulan yeni ve farklı düşüncelerdir. Tabi felsefe bunu yaparken kayda değer düşünceler, sorular ve cevaplar da açığa çıkarır. O-hâlde felsefe, eleksiz yaklaşılmaması gereken bir alandır. Bu nedenle de felsefe ancak “din eleği” ile elendikten sonra faydalı olabilir. Çünkü felsefenin çürüklerini ayıklayabilecek olan şey sâdece din’dir ki bu din de elbette, tek hak din olan İslâm’dır.

 

Felsefe yada deniz, insanı gevşetir, tembelleştirir ve bu nedenle de yozlaştırır. Zâten felsefeyle uğraşmak yada deniz çevresinde bulunmak için mutlakâ boş zamâna ve biraz da zenginliğe ihtiyaç vardır. Felsefe ve deniz, boş adam ve boş zaman işidir. Dolayısıyla bir sorumsuzluk durumudur. Oysa din yada dağ insana sorumluluklar yükler, bu da kişiyi sürekli aktif yapar, dinç kılar, dik ve diri tutar. Denize yakın yerlerin havası sıcak ve bunaltıcı, dağın havası serin ve iç-açıcıdır. Dinde yada dağda olmak sürekli olarak yeni bir işte olmayı, zamân isrâf etmemeyi gerektirir.

 

Felsefe ve deniz nefse, din ve dağ rûha hitâp eder. Felsefe ve denize yaklaştıkça çıplaklaşma, dîne ve dağa yaklaştıkça örtünme olur. Denizi görmek kişide soyunma güdüsü, dağı görmek ise kişide giyinme dürtüsü oluşturur. Felsefe gevşetir, din sıkılaştırır.

 

Felsefeyi yunanla başlatırlar. Doğu’da da felsefe denen bir düşünce vardır, fakat peygamberlerin bahsettiği ve getirdikleri şey felsefe değil, “hikmet”tir. Hikmetin kaynağı ve kökü ilk insana kadar gider. Felsefe ise şunun şurasında 2.600 yıl öncesine Thales’e kadar gidebilir ki bu nedenle temele kadar dayanan derin bir kökü yoktur.

 

Felsefe yeni ve türedi bir şey olduğu için, -balıkçılık ve denizcilik hâricinde- “denize girmek” ve “deniz turizmi de yenidir. Eskiden insanlar deniz kenarında yaşıyor olsalar bile, ilkbahar başladığında yaylaya çıkarlardı, bu nedenle çocukken yada balık tutmak için denize girilse bile, yüzmek için kalabalıklar hâlinde denize gitmek ve denize girmek diye bir şey yoktu yada çok sınırlıydı. Çünkü tarım ve hayvancılık kültürü buna uygun değildi. Greko-romen uygarlığın yâni felsefenin modernleşmesiyle birlikte batı’da başlayan bir şeydir deniz turizmi ve kitleler hâlinde denize girmek. Din’den-dağdan uzaklaşıldıkça ve felsefeye-denize yaklaşıldıkça çıplaklaşma başlar ve çıplaklaşma deniz kültürünü açığa çıkarır. Felsefeye girmek ve felsefeyi benimsemek için din’den soyunmak, denize girmek için de elbiselerden soyunmak şarttır.

 

Din’de bir tevâzu ve tevbe vardır. Felsefede ise bir kibir ve aşırılık. Bu kibir şeytanla başlar. Cennette Hz. Âdem ile Havvâ’yı felsefe yaparak ve boş vaadler vererek kandıran şeytanın “ilk felsefeci ve ilk filozof” sayılması gerekir. Din, bir yanlışlıkta tevbe etmeyi emrederken, felsefe ise yanlışlığı, “ilerlemenin bir nedeni ve aracı” olarak görür ve yanlışı kutsar. Oysa hakîkate ulaşmak yanlış üzerinde gide-gide değil, tevbe ede-ede ve vahyi izleye-izleye olur.

 

Deniz ve felsefe ne kadar derin olsa da en-nihâyetinde bir sınırı vardır ve denizin en dibinde biter, böylece Dünyâ’da kalır ve kişiyi Dünyâ’ya hapseder. Oysa din ve dağlar kişiyi göklere baktırır ve göklerin bitiş-noktası yoktur yada görünmez, bilinmez. Zâten din gökleri de aşar-gider de âhirete ulaştırır.

 

Felsefe sâhil-deniz düşüncesiyken; din, dağ ve piknik etkinliği ile tezâhür eder. Plânsızca da olsa dindar olanların deniz yerine dağları-pikniği seçmesinin temel nedeni kanımca budur. Bir toplumun ne olduğunu anlamak istiyorsanız, o toplumun dağları mı yoksa deniz kenarlarını mı kalabalıklaştırdığına bakmanız gerekir. Çeşitli sapmalar sonucu din, dağ ve piknikte de sınırları aşanlar ve sapanlar olabilir fakat bu sapmalar hiç-bir zaman felsefedeki ve denizdeki sapmalar kadar olmaz.

 

Din ve vahiy ile dağın ilişkisi ilginçtir. Diğer peygamberlerle ilgili açık bir bilgimiz olmamakla berâber Zerdüşt, Hz. Mûsâ, Hz. Îsâ ve Hz. Muhammed’in ilk vahiy alışlarıyla ilgili olarak bir dağ örnekliği vardır. Bu peygamberlere peygamberliklerini bildiren ilk ilâhî hitâp veyâ ilk vahiy yada ilham dağda gelmiştir. Hz. Mûsâ’nın Kur’ân’da açıkça belirtildiği gibi ilk vahye mazhar oluşu, Tûr Dağı’ndaki Kutsal Vâdi Tuva’dadır. Hz. Îsâ’nın ilâhî sesi işitmesi, bâzı İncillere göre Kudüs yakınındaki Zeytin Dağı’nda olmuştur. Hz. Muhammed’in ilk vahye mazhâriyeti ise bilindiği gibi Mekke şehri yakınındaki Nûr Dağı’ndaki Hira mağarasındadır.

 

“Vahiy olgusu ve peygamberlerin peygamberlikleriyle ilgili bu dağ bağlantısının anlamı nedir?. Niçin Allah ilk vahiy olgularını dağda gerçekleştirmiştir?. Bu, vahyi ve peygamberliği daha iyi anlamak için önemli midir?” sorularına net bir cevap verilemese de, dağ örnekliğinin her üç peygamberle de ilgili oluşu bir tesâdüf olamaz. Bunun mutlakâ bir anlamı ve nedeni olmalıdır. Kanımca vahyin dağda inmesi, insanın dağda daha iyi odaklanabilmesinden dolayıdır. Dağ, insanı kendi içine döndürür, çünkü dağda tam bir sessizlik vardır ki ilk inen vahye ancak böyle bir sessizlikte odaklanılabilir. Gayb, dağa daha uygundur. 

 

Peygamberleri dağa çeken bir şey vardır. Hz. Nûh bile sudan kurtarılıp dağa çekilmiştir. Yine, Hz. İbrâhim’e, gönlünün mutmain olması için dağ gösterilmiştir ve parçalanan kuşları dağa bırakması emredilmiştir.  

 

Denizde vahiy gelmez, zîrâ deniz, vahyin inmesine uygun bir yer değildir. Çünkü deniz, dağ gibi “kutsal” olmaya uygun değildir. Kutsal dağlar vardır ama kutsal deniz yoktur. Bir şeyin kutsal olması için oynak olmaması ve sâbit olması gerekir. Fakat dağı kutsallaştıran, rakımın yüksek olması değil, vahyin dağda gelmesidir. Nice dağlar vardır ki emâneti yüklenmekten korkar, zîrâ vahyi taşıyamaz ve parçalanır da yıkılır gider. Bu yüzden vahiy dağa değil, “dağda” gelmiştir, “dağdaki” bir insana gelmiştir.

 

Batılılaşma yada modernleşme, din’den ve dağdan vazgeçip, felsefeye ve denize doğru meyletmektir. Batılılaştıkça ve modernleştikçe nefis kışkırtılır ve ruhlar kâlbin bir kıyısına-köşesine sıkıştırılır. Böylece insanın dengesi bozulur. Zîrâ insan beden ve rûh olarak iki özellikten oluşur. Denge kaybolunca ve terâzi bozulunca ise her türlü adâletsizlik, eşitsizlik, ahlâksızlık, şirk, küfür ve zulüm ortaya çıkar ve toplumu yozlaştırıp çürütmeye başlar. İşte din, vahiy ve peygamberlerin gönderilmesinin nedeni budur. Vahiy ve peygamberler, ruhları besler-büyütür ve beden-rûh dengesi kurar. Bu denge elbette vahiy ile kurulur ki vahiyler peygamberlere ilk başta dağda gelir. Zîrâ dağ, nefsi sâkinleştirir, normâlleştirir ve varlıktaki o âhenge odaklar. Varlığın muhteşemliğine odaklananlar mecbûren Allah’ı hatırlar ve O’nu düşünmeye başlarlar. Bu odaklanmayı denizde ve felsefede yapmak ise zor ve sınırlı olur.

 

Felsefe maddeden kurtulamaz ve netîcede maddenin bilgisi olan bilime ulaşır. Bu bilim modern-bilim olur ki modern-bilim sâdece “bilmek için bilmek”tir. İlim ise Allah rızâsını ve âhireti gözetir. Bilim ortaya çıkınca felsefe yavaşlar. Felsefe Dünyâ’ya dönüktür, Dünyâ ile sınırlıdır. Dolayısı ile felsefe sınırlıdır. Oysa din, ilim ortaya çıkarır ki bu hem maddî hem de mânevî bilginin sentezidir. Üstelik âhirete dönüktür. Âhirete dönük olduğu için de din sınırsızdır. Deniz ve felsefe insanı yerin en dibine yakın tutarken, din ve dağlar ise insanı göklere ve cennete yakın tutar.

 

Dünyâ dağdan bakınca farklı, denizden bakınca farklı gözükür; din’den bakınca farklı, felsefeden bakınca farklı görünür.

 

Din, insanın hem bedenine hem de rûhuna yönelik olduğu için kişiyi tatmin ve iknâ eder ve îman etmesine yol açar. Böylece insan eksiklikten kurtulur. Oysa felsefede sürekli olarak soru(n)lar vardır, bu da sürekli olarak boşluk ve eksiklik ortaya çıkarır. Çünkü felsefe sâdece beyne-zihne yöneliktir. Bu yüzden de aradığı iknâ ve tatmin edici cevapları  bir türlü bulamaz da sorar ve araştırır durur. Zîrâ kâlp ve rûh hesâba katılmadıkça ve tam-aksine inkâr edildikçe, zihni zorlamakla ve beyin fırtınası yapmakla o iknâ ve tatmin edici cevâba ulaşmak aslâ mümkün değildir. Felsefecilerdeki ve filozoflardaki o huzursuzluğun nedeni budur. Çünkü sâdece bilgi ile olmaz. Rûhu ve kâlbi hesâba katmayınca bilinç ortaya çıkmaz. Kuru-bilgi kişiyi zinhar teselli etmez. İş, bilmekle bitmez. Dînin ve vahyin kazandırmış olduğu bilinçle kişi amele-eyleme dönmedikçe de bir tatmin oluşmaz. Vahyi ve Allah’ı hesâba katmadıkça yâni bilgi ve bilinç vahiy-merkezli olmadıkça insanın tatmin bulması mümkün olmaz. Zîrâ kâlpler ancak Allah’ın zikri ile tatmin bulabilir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Şubat 2022

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder