2 Haziran 2022 Perşembe

Mûsâ-Hızır Kıssası ve Tasavvufta Şeyh-Mürid İlişkisi

 

“Hani Mûsâ genç yardımcısına demişti: İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim yada uzun zamanlar geçireceğim. Böylece ikisi, iki (deniz)in birleştiği yere ulaşınca balıklarını unutuverdiler; (balık) denizde bir akıntıya doğru (veyâ bir menfez bulup) kendi yolunu tuttu. (Varmaları gereken yere gelip) geçtiklerinde (Mûsâ) genç-yardımcısına dedi ki: ‘Yemeğimizi getir bize, andolsun, bu yaptığımız-yolculuktan gerçekten yorulduk’. (Genç-yardımcısı) dedi ki: ‘Gördün mü, kayaya sığındığımızda balığı unuttum. Onu hatırlamamı şeytandan başkası bana unutturmadı; o da şaşılacak tarzda denizde kendi yolunu tuttu’. (Mûsâ) dedi ki: ‘Bizim de aradığımız buydu’. Böylelikle ikisi izleri üzerinde geriye doğru gittiler.

 

Derken, katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu buldular. Mûsâ ona dedi ki: ‘Doğru yol (rüşd) olarak sana öğretilenden bana öğretmen için sana tâbi olabilir miyim?’. Dedi ki: ‘Gerçekten sen, benimle birlikte olma sabrını göstermeye güç yetiremezsin. (Böyleyken) özünü kavramaya kuşatıcı olamadığın şeye nasıl sabredebilirsin?’. (Mûsâ:) ‘İnşaallah, beni sabreden (biri olarak) bulacaksın. Hiç-bir işte sana karşı gelmeyeceğim’ dedi. Dedi ki: ‘Eğer bana uyacak olursan, hiç-bir şey hakkında bana soru sorma, ben sana öğütle-anlatıp söz edinceye kadar’.

 

Böylece ikisi yola koyuldu. Nitekim bir gemiye binince, o bunu (gemiyi) deliverdi. (Mûsâ) dedi ki: ‘İçindekileri batırmak için mi onu deldin?. Andolsun, sen şaşırtıcı bir iş yaptın’. Dedi ki: ‘Gerçekten benimle birlikte olma sabrını göstermeye kesinlikle güç yetiremeyeceğini sana söylemedim mi?’. (Mûsâ:) ‘Beni, unuttuğumdan dolayı sorgulama ve bu işimden dolayı bana zorluk çıkarma’ dedi. Böylece ikisi (yine) yola koyuldular. Nitekim bir çocukla karşılaştılar, o hemen tutup onu öldürdü. (Mûsâ) dedi ki: ‘Bir cana karşılık olmaksızın, tertemiz bir canı mı öldürdün?. Andolsun, sen kötü bir iş yaptın’. Dedi ki: ‘Gerçekte benimle birlikte olma sabrını göstermeye kesinlikle güç yetiremeyeceğini sana söylemedim mi?’. (Mûsâ:) ‘Bundan sonra sana bir şey soracak olursam, artık benimle arkadaşlık etme. Benden yana bir özre ulaşmış olursun’ dedi. (Yine) böylece ikisi yola koyuldu. Nihâyet bir kasabaya gelip yemek istediler, fakat (kasaba halkı) onları konuklamaktan kaçındı. Onda (kasabada) yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular, hemen onu inşâ etti. (Mûsâ) dedi ki: ‘Eğer isteseydin gerçekten buna karşılık bir ücret alabilirdin’. Dedi ki: ‘İşte bu, benimle senin aranda ayrılma (zamânı)mız.

 

Sana, üzerinde sabır göstermeye güç yetiremeyeceğin bir yorumu haber vereceğim. Gemi, denizde çalışan yoksullarındı, onu kusurlu yapmak istedim, (çünkü) ilerilerinde, her gemiyi zorbalıkla ele geçiren bir kral vardı. Çocuğa gelince, anne ve babası mü’min kimselerdi. Bundan dolayı, onun kendilerine azgınlık ve inkâr zorunu kullanmasından endişe edip-korktuk. Böylece, onlara Rablerinin ondan temiz olmak bakımından daha hayırlısı, merhâmet bakımından da daha yakın olanını vermesini diledik. Duvar ise, şehirde iki öksüz çocuğundu, altında onlara âit bir defîne vardı; babaları sâlih biriydi. Rabbin diledi ki, onlar erginlik çağına erişsinler ve kendi defînelerini çıkarsınlar; (bu,) Rabbinden bir rahmettir. Bunları ben, kendi işim (özel görüşüm) olarak yapmadım. İşte, senin sabır göstermeye güç yetiremediğin şeylerin yorumu’”(Kehf 60-82).

 

Kehf Sûresi’ndeki Hızır-Mûsâ Kıssası denilen kıssa bu şekildedir. Kehf Sûresi’nde beş tâne kıssa anlatılır. Bu kıssaların sâdece Ashâb-ı Kehf yâni “mağara arkadaşları kıssası” gerçekten yaşanmış bir olaydır. Anlatılan kıssalar içinde, târihin belli bir zamânında yaşanmış olan tek kıssa “yedi uyuyanlar” denilen kişilerin yaşamlarının bir kesitinin anlatıldığı kıssadır. Diğer dört kıssa yâni Âdem Kıssası, Zülkarneyn Kıssası, Bahçe Sâhipleri Kıssası ve Hızır-Mûsâ kıssası meseldir. Arapça’da mesel (çoğulu emsâl) “benzemek, benzeri olmak” mânâsındaki “müsûl” kökünden türemiş bir sıfat olup “benzeyen” demektir. Râgıb el-İsfahânî meseli “açıklamak amacıyla benzeri hakkında söylenen söz” şeklinde tanımlamıştır. Kehf Sûresi’nde târihî gerçek olan tek kıssa Ashâb-ı Kehf Kıssası iken, kesin olarak mesel olan kıssa ise Bahçe Sâhipleri Kıssası’dır. Diğer üç kıssa ise “doğru olabilme ihtimâli olan kıssalar” olarak söylenir. Fakat kanımca Âdem, Zülkarneyn ve Hızır kıssalarının da mesel olduğu bellidir. Yâni Hızır-Mûsâ Kıssası bir meseldir. Böyle bir olay gerçekten yaşanmamıştır ki zâten hiç kimse böyle şeylerin yapılmasına izin vermez ve yapılan apaçık yanlışa ve suça hemen keser cezâyı. Allah; “meselâ şöyle bir misâl vereyim” diyerek anlatmıştır kıssayı.

 

Mûsâ-Hızır Kıssası, ilmin sınırından bahseder. Fakat ilmin sınırından sonra “ledün ilmi” başlar falan demez. Sâdece kıssadaki “kul” için “ledünden” yâni “katımızdan” der. Zîrâ Dünyâ’da hiç kimse böyle bir şey yapmaz, yapamaz. Çünkü Hızır’ın yaptıklarını anlamak ve kabûl edebilmek için bütünü yâni işin arkasını görmek gerekir ki, bu sâdece Allah’a mahsus bir şeydir.

 

Hızır/hıdır “yeşil” demektir. MedÎne’deki “kubbe-i hadra” “yeşil kubbe” demektir. Kur’ân’da Hızır ismi geçmez. Kendisine Hızır denilmesinin sebebi, bir hadis rivâyetinde, onun kuru bir yere oturması ve onun ardından o yerin hemen yeşillenivermesidir. Hızır farklı mitoloji ve kültürlerde tekrarlanan anlatıların bir-araya getirildiği senkretik bir kişilik olarak kabûl edilmelidir. Hızır diye gerçek bir kişilik yoktur. Kur’ân ona; “katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kul” diyor. Kurgusal bir karakterdir. Kur’ân’ın söylediği ile mitoloji ve farklı din ve kültürlerde bahsedilen ve adına çeşitli isimler verilen kişi aynı kişi değildir ve Kur’ân’ın orijinâl bir kurgusal kişisidir.  

 

Birileri Hızır bekler durur. Bir sıkıntıdan kurtulduklarında onu Allah’tan değil de Hızır’dan bilerek cehâlete ve şirke düşerler. Peki bu Hızır, Peygamberimiz Taif’te taşlanırken, Uhud’da yaralanırken ve Mekke’de ağır boykot zamânı neredeydi ve niye yetişip gelmedi?. Ne deniyor Fâtiha Sûresi beşinci âyette: “Biz yalnızca Sana ibâdet eder ve yalnızca Sen’den yardım dileriz”. Mü’minler sâdece Allah’a taparlar ve sâdece Allah’a taptıkları için, yardımı da sâdece O’ndan beklerler.

 

Yine, “her gördüğünü Hızır bil” diye bir söz vardır. Bunu yaparken kim bilir kaç kişi Hızır diye dolandırıcılara rast gelmiştir. Körü-körüne bir teslîmiyetçiliğin ifâdesi ve sonucundan başka bir şey değildir bu. Her gördüğümü Hızır bilince ne olacak?. Her gördüğüme körü-körüne teslim mi olacağım?. 

 

Veli olabilmek için olmazsa-olmaz şart, Hızır ile görüşmektir. Tasavvuf ve târikatlarda Hızır’la görüşme söylemi çok yaygındır. “İlmini Hızır’dan almış-alıyor” denir. Demek ki saçmalamaları ve atıp-tutmaları bu yüzden oluyor.

 

Tasavvufçular bu kıssayı, mürşid-mürîd ilişkisinin nasıl olması gerektiğinin göstergesi olarak görürler ve kıssanın, “mürîdin mürşide sorgusuz-suâlsiz teslim olması ve itaat etmesi gerektiğini” gösterdiğini söylerler ve öyle kabûl ederler. Mûsâ gibi yapılmaması gerektiği, çünkü Mûsâ’nın, Hızır yâni mânâ âleminin sultânı olan mürşid meseleyi açıklayana kadar beklemeyerek soru sormakla ve eleştirip îtirâz ettiği için hatâ ettiğini, aynen bunu gibi mürîdin de mürşide, mürşid meseleyi açıklayana kadar ona soru sormamasını, sorgulama yapmamasını, bir eleştiride ve îtirazda bulunmaması gerektiği söylenir. Mürîde, “Allah dostlarının yaptığı şeyde mutlakâ bir hikmet vardır ve hakîkatin açığa çıkması için beklemesi gerektiği, zâten kıssanın da bu mesajı verdiği söylenir.

 

Tabi bu bir kılıftır. Çünkü kıssada aslında tam tersi söylenir. Denmek istenir ki, “bu dünyâda böyle bir şey olmaz. Hızır’ın yaptıkları, Allah’ın emirlerine ve vahyin direktiflerine aykırıdır. Bu nedenle yanlış bir şey gördüğünüzde mutlakâ onu elinizle, olmadı dilinizle, o da olmadı kâlbinizle buğz ederek engellemeye çalışmalısınız”. Bundan dolayı Mûsâ’nın “içindekileri batırmak için mi onu deldin?, andolsun, sen şaşırtıcı bir iş yaptın” ve “bir cana karşılık olmaksızın, tertemiz bir canı mı öldürdün?. Andolsun, sen kötü bir iş yaptın” demesi haklıdır, doğrudur, haktır. Yanlışı yapan Mûsâ değil, Hızır’dır. Çünkü Hızır’ın yaptığı yenilir-yutulur bir şey değildir, kabûl edilebilir bir şey değildir ve mutlakâ bir yaptırımı olmalıdır. Doğru olan şey Mûsâ gibi yapmaktır. En azından Dünyâ’nın formatı böyledir. Tam tersi olarak Hızır’ı haklı görenler, hakîkatin Hızır’ın yaptığı olduğunu söyleyenler ise, psikolojik bir sorunları yoksa ve bir travmaya mâruz kalmadılarsa, ağır bir ahmaklıkla ve sapmayla mâlûldürler.     

 

Kur’ân’da kısasa-kısas vardır, bir şeye zarar vermek açıkça yanlıştır. Mûsâ’ya değil de Hızır’a uymak, vahyi, peygamberi, şeriatı yâni İslâm’ı yâni Allah’ı dinlememek ve bunlara aykırı davranmak anlamına gelir. Üstelik Hızır’a uymak akla-mantığa da aykırı davranmayı gerektirir. Allah’ın, peygamber’in, vahyin, şeriatın, İslâm’ın, aklın ve mantığın yok sayılıp bunlara aykırı davranıldığı yerde geriye sapıklıktan ve çirkeften başka bir şey kalmaz. Tüm bunları bir kenara atıp da “ilm-i ledün” diyerek bâtınî-tasavvûfî yorumları ve zırvalıkları din yapmak ve kabûl etmek ağır bir sapmışlık durumudur. Hızır’ın yaptığını savunmak ise, kişinin kafayı yemiş olduğunun bâriz göstergesidir. Zîrâ Hızır’ın yaptıklarını savunmak ve Mûsâ’yı değil de Hızır’ı haklı görmek ancak bir travmanın ve psikolojik bir bozukluğun göstergesi olabilir. Kur’ân bu kıssa ile tasavvufçuların zannettiği şeyi değil tam tersini söyler ve zımnen der ki: “Ey insanlar!; Dünyâ’da böyle bir şey olmaz, böyle bir şeye bir peygamber bile sabır göster(e)mez. Böyle -sözde- mistik-bâtınî şeyler olacak iş değildir. Hüküm zâhire göre verilir ve zâten “işin bâtını” diye bir şey de yoktur”.  

 

İslâm’da bırakın şeyhi, efendiyi, hoca-efendiyi vs. ne kadar sahtekâr varsa, peygamberlerin bile karşısında nesneleşmek yoktur. Şeyhinin karşısında gassalın yıkadığı ölü gibi olmak tam bir sömürüdür, kandırmacadır. Böyle olmayı kabûl edenler de câhil ve ahmaktırlar. Peygamberlere bile, tebliğ ettikleri vahiylere mutlak îmandan başka mutlak anlamda itaat yoktur. Sahabe, Peygamberimiz’e soru sormuş, sorgulamış, bâzı konularda fikrinin ve karârının uygun olmadığını söylemiş ve karşısında fikir beyân etmiştir. Zâten Peygamberimiz de bunları hoş karşılamıştır. Çünkü Kur’ân, Peygamberimiz’e “onlarla istişâre et” diye emretmiştir. İslâm’da Allah’tan başkasına mutlak teslîmiyet ve itaat yoktur.

 

Mûsa varken Hızır’ın peşine düşmek gaflettir. Zâten Mûsâ-Hızır Kıssası, Hızır’ın yaptıklarının olacak şey olmadığını göstermek için inmiştir. Allah; mistiklere, bâtınîlere ve tasavvufçulara; “böyle şeyler Dünyâ’da olacak ve kabûl edilebilecek şeyler değildir, bu yüzden böyle boş işlerle uğraşmayın, bir yere varamazsınız, boşa yorulursunuz ve sapıtırsınız” mesajını verir. Mûsâ-Hızır Kıssası’nın olmasının nedeni ve anlatmak istediği şey budur. “Bakın bir peygamber bile kabûl edemiyor, siz de kabûl edemezsiniz” demeye getiriyor. Fakat gelin görün ki, başta tasavvufçular olmak üzere, apaçık Kur’ân âyetlerine ihtilâf ederek, Hızır’ın yaptıklarını “ledün ilmi”, “bâtınî ilim”, “tevhid ilmi” vs. gibi anlayışlarla te’vil ederler ve başlarlar kendileri de Hızır gibi yorumlar yapmaya. Tabi iş Hızır gibi davranmaya gelince öyle bir saçmalık yapan yoktur. İyi de, mâdem ki siz ledün ilmi denen şeyi anladınız, bâtınî olarak iş başkadır, o zaman niçin siz de Hızır gibi dîne, ilme, vahye, akla ve mantığa apaçık aykırı şeyler yapmıyorsunuz?.

 

“Ledün” demek “katımızdan” demektir, o kadar. Devenin altında buzağı aramaya gerek yok. “Ledün” denilen şeyi çok farklı ve üstün bir ilim olarak düşünmek yanlıştır. Öyle bir ilim yoktur. Varsa bile sâdece Allah’a mahsustur. Çünkü böyle bir ilim Dünyâ’ya ve kâinâtın formatına uygun değildir.

 

Diyeceğim o ki; kıssa bir meseldir ve bir misâl üzerinden; “Allah’ın âyetleri, yasaları ve kânunları ne diyorsa öyle olur. İşin mistik, bâtınî ve tasavvûfî yönü diye bir şey yoktur. Zâten Hızır diye biri de yoktur. Siz Hızır’a değil Mûsâ’ya uymakla yâni peygamberlerin getirdiği vahye ve onların güzel örnekliklerine uymakla mükellefsiniz. Gerisi lâf-ı güzaftır” mesajı verilir.

 

Mûsâ-Hızır Kıssası olarak bilinen kıssa, kıssada anlatıldığı şekilde bir işin olmasının mümkün olmadığını göstermek için indirilmiş olmasına rağmen; şeyh, efendi, üstad, hoca vs. olarak ortaya çıkan bâzı uyanıklar yada daha doğru bir ifâdeyle sahtekârlar, kıssayı, mürîd edindikleri kişilerin sorgusundan kurtulmak, müridleri mutlak itaat şeklinde kendilerine bağlamak ve maddî-mânevî olarak sömürmek için aşırı yoruma tâbi tutarak kullanmaktadırlar. Bu yapılan hem câhillik, hem sapıklık, hem günah, hem haram, hem ayıp, hem de suçtur.   

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2021

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder