“Mûsâ tâyin edilen sürede gelince ve Rabbi onunla
konuşunca: ‘Rabbim, bana göster, Seni göreyim’ dedi. (Allah:) ‘Beni aslâ
göremezsin, ama şu dağa bak; eğer o yerinde karar kılabilirse, sen de beni
göreceksin’. Rabbi dağa tecelli edince, onu param-parça etti. Mûsâ bayılarak yere
düştü. Kendine geldiğinde: ‘Sen yücesin (Rabbim). Sana tevbe ettim ve ben îman
edenlerin ilkiyim’ dedi” (A’raf 143).
Allah’ı görmenin bu dünyâda veya âhirette vukû
bulup-bulmayacağına dâir İslâm âlimleri arasında uzun münâkaşalar cereyân
etmiş; bâzıları Allah’ın hem bu dünyâda, hem de âhirette görülebileceğini,
bâzıları Dünyâ’da görülemeyeceğini ve fakat âhirette görülebileceğini, bâzıları
ise ne Dünyâ’da ne de âhirette görülebileceğini söylemişlerdir. Kur’ân’da hem
doğrudan/yüzyüze konuşmak, hem de bizzat görmek husûsundaki talepler mutlak
sûrette nefyedilmekte, bu konuda antropomorfik bir te’vile açık kapı
bırakılmamaktadır.
Allah’ı görmek demek, “düzeni ve “istikrârı görmek”
demektir. Yoksa O’nun zâtını görmek mümkün değildir. Göklerdeki ve yerdeki o
müthiş yaratılışı, o hârika düzeni, sanatı, o en güzel kânunları, rahmeti,
iyiliği ve sevgiyi gördüğünüzde, Allah’ı görmüş gibi olursunuz ve zâten insan
için bu kadarı yeterlidir. Zîrâ daha ilerisine hem aklı, hem de gözü yetersiz
kalır.
İnsanlar ve hayvanlar, hattâ buna cinleri ve melekleri
de eklememiz gerekir ki, görülebilen bir şeyi tam anlamıyla ve tüm cihetleriyle
aynı-anda göremezler. Böyle bir görüş sâdece Allah’a mahsustur. Biz meselâ
bozuk paranın önünü ve arkasını aynı-anda göremeyiz. Bir taşın her yanını aynı-anda
göremeyiz. Böyle olunca, daha basit maddeyi bile tam anlamıyla yâni mutlak anlamda
göremiyorken, her-şeyin yaratıcısı ve âlemlerin Rabbi olan Allah’ı görmekten
nasıl bahsedebiliriz ki?. Allah’ı görmekten bahsetmek bile abestir. Çünkü biz
Allah’ı görmenin ne demek olduğunu bile bilmiyoruz ve bilemeyiz, kaldı ki O’nun
o mutlak varlığını görebilelim.
“O gün yüzler ışıl-ışıl parlar. Rablerine
bakıp-durur” (Kıyâmet 22-23).
O’nu nasıl göreceğiz?. Bir nesneyi gördüğümüz gibi
mi?. O zaman da Allah’ın -hâşâ- bir nesneden farkı kalmaz. Nesneleşince de
“gören özne, görülen ise nesne” olacağından dolayı, gören özne, görülen
nesneden üstün olmuş olur. O’nu O’ndan daha üstün biri görebilir ancak. Böyle
bir varlık olmadığına göre demek ki Allah’ı yine ancak Allah’ın kendisi
görebilir. İşte âyette “rablerine bakarlar” derken zımnen; “rablerinin sonsuz
nîmetlerine bakarlar ama mutlak varlığını-zâtını göremezler” mesajı vardır. Bakmak
ile görmek farklı şeylerdir. Basit bir nesneye bile baktığı hâlde göremeyenler
vardır. Çünkü basit bir görme durumu bile, görülecek olan şeyi kuşatmakla olur.
Lâkin Allah kuşatılamaz. Çünkü dediğimiz gibi, aslında insanlar hiç-bir şeyi
kuşatarak göremezler. Çünkü bir şeyin tüm yönlerini aynı-anda göremezler. Zâten
“nazar” göz ile görmekten ziyâde “gözlemek” anlamına gelir. Böyle olduğu için,
“gözlerler fakat göremezler” anlamı çıkar Allâhuâlem.
“Gözler O’nu
idrâk edemez; O ise bütün gözleri idrâk eder. O, latif olandır, haberdar
olandır” (En-âm 103).
“Mûsâ tâyin edilen sürede gelince ve Rabbi onunla
konuşunca: ‘Rabbim, bana göster, Seni göreyim’ dedi. (Allah:) ‘Beni aslâ
göremezsin, ama şu dağa bak; eğer o yerinde karar kılabilirse, sen de beni
göreceksin’. Rabbi dağa tecelli edince, onu param-parça etti. Mûsâ bayılarak
yere düştü. Kendine geldiğinde: ‘Sen yücesin (Rabbim). Sana tevbe ettim ve ben
îman edenlerin ilkiyim’ dedi” (A’raf
143).
Bir yazıda bu âyet için şu yorum yapılır:
“Bu âyet, Allah’ın hiç-bir şekilde
görülemeyeceğini ispât etmektedir. Çünkü Allah burada kendisinin görülmesini,
dağın yerinde sâbit durması şartına bağlamıştır. Ancak bu şart, görmenin imkânını
değil imkânsızlığını ifâde eder. Çünkü Allah âyette dağın parçalandığını bildirmekle,
görme hâdisesinin muhâl olduğunu teyit etmiştir. Buradaki üslup, Arapların bir
şeyin imkânsızlığını anlatmakta kullandıkları teb’id üslûbudur. Zîrâ Arapların,
herhangi bir şeyden ümit kesilmesi gerektiğini vurgulamak istedikleri zaman onu
gerçekleşme ihtimâli çok uzak yada imkânsız olan bir şeyle irtibatlandırdıkları
bilinmektedir.
Kadı Abdülcebbar’a göre; bizden
birinin gözüyle bir şeyi görebilmesi için o şeyin karşısında olması gerekir.
Allah’ın böyle bir konumda bulunması câiz değildir. Mevani deliline göre ise bir
şey ya bir engelden dolayı yada görülmesi muhâl olduğu için görülemez. Allah
bir-takım engeller sebebiyle değil, görülmesi muhâl olduğu için görülemez. Eğer
Allah’ın herhangi bir durumda görülmesi imkân dahilinde bulunsaydı, bizim de şu-anda
O’nu bir-şekilde görmemiz mümkün olurdu. Ne var ki, böyle bir şey şu-ana kadar
vukû bulmuş değildir”.
Tevrat’ta da benzer bir ifâde vardır: “Yüzümü
göremezsin; çünkü insan beni görüp de yaşayamaz” (Çıkış, 33: 20).
“Nitekim
(ikisi arasındaki uzaklık) iki yay kadar (oldu) veyâ daha yakınlaştı” (Necm 9). Tasavvufçular
Peygamberimiz’e yaklaşanın Allah olduğunu söylerler ama aslında o yaklaşan
Cebrâil’dir. Çünkü Allah hiç kimse ile
doğrudan yüz-yüze görüşmez ve konuşmaz ve araya mutlakâ üç şeyden biri ile;
vahiy, perde ve elçi ile iletişim kurar.
Bir her gördüğümüzü
anlamlandıramayız. Yâni aslında insan göremeyeceği bir şeyi bir-anlığına görse
bile, gözüyle gördüğü hâlde onu hem anlamlandıramaz hem de gördüğü şeyin ne oluğunu
anlatamaz. Meselâ Nûr Sûresi 35. âyette Allah kendini şöyle tanıtır:
“Allah, göklerin ve yerin
nûrudur. O’nun nûrunun misâli, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir; çerağ
bir sırça içerisindedir; sırça, sanki incimsi bir yıldızdır ki, doğuya da,
batıya da âit olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; (bu öyle bir ağaç ki)
neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir. (Bu,) Nûr üstüne nûrdur. Allah,
kimi dilerse onu kendi nûruna yöneltip-iletir. Allah insanlar için örnekler
verir. Allah her-şeyi bilendir” (Nûr
35).
Biz bu âyette söylenenleri
anlıyoruz, kelimeler bildiğimiz-tanıdığımız kelimeler ama cümlenin bütünlüğüne
baktığımızda ne dediğini yine de idrâk edemiyoruz. Çünkü âyet, Allah’tan bahsediyor. Hiç görmediğimiz ve hakîkatini
kesin şekilde bilmediğimiz bir varlıktan bahsediliyor. Apaçık şekilde anlatmasına
rağmen o kelimelere anlam vermiyoruz. Bu âyet 1.400 yıldır tefsir ve te’vil
ediliyor ama net ve kesin yorumu yapılamıyor. Yapılamaz da. Çünkü âyette
anlatılan varlık, bizce neliği-nasıllığı bilinemeyecek olan Allah’ın
varlığıdır. Bu âyet Allah’ı bize ne ve nasıl olduğunu anlatmak için değil, “söylesek
de anlamazsınız”ı göstermek için inmiştir. İşte bunun gibi, Allah gökte kendini
apaçık bir şekilde gösterse bile, biz bir şeyler görürüz ama gördüğümüze bir
anlam verip de gördüğümüz şeyin ne olduğunu idrâk edip de bilemeyiz ve
anlatamayız. Üstelik her gören farklı bir şey söyler ve böylece görülen şey
hakkında hiç kimse net bir şey söylememiş olur.
Peki Allah’ı görmek iyi bir
şey midir?. Meselâ bizim gözümüz mikro boyuttaki bir-çok şeyi cihaz yardımı
olmaksızın göremez ki bu iyi bir şeydir. İyi ki de göremiyoruz. Eğer görseydik
çok rahatsız olur ve hattâ yemeden-içmeden kesileceğimiz için belki de yaşayamazdık.
Allah’ı görmek, dağ gibi yok olup gitmek anlamına gelebilir.
Peki görmek sâdece göz ile
mi olur?. İdrâk etmek de görmek demek değil midir?. Bir şey, idrâk etmekle de
görülmüş olur. Fakat söz-konusu olan varlık Allah olunca, onu idrâk etmekle
değil, idrâk edememekle idrâk edebiliriz ancak. Allah’ın varlığı hakkındaki
idrâk, O’nu idrâk etmenin imkânsızlığıdır. O, idrâk edilemeyeceği idrâk
edilince idrâk edilmiş olur.
Bâtınilikte ve tasavvufta,
Allah’ın görülmesi, “her-şey odur” şeklinde bir düşünceyle açıklanmaya
çalışılır. “Her-şey zâten O’dur, biz her-şeyi bir-anda görmediğimiz için O’nu göremiyoruz”
derler. Bir de, “O bize o kadar yakın ki, yakınlıktan dolayı göremiyoruz, çünkü
çok yakın olan şey görülmez” derler. Bu yakınlık hangi anlamda söylendiğine göre
değişir.
Bir de şu var ki, biz bir şeyi görebilmemiz için o
şeyin bir yerde yâni bir mekânda olması gerekir. Oysa Allah mekândan
münezzehtir. Bu bağlamda Allah zâtıyla kâinâtın hiç-bir yerinde yoktur. O, kâinatta,
yaratma sanatıyla ve yasalarıyla vardır, bu şekilde tüm kâinâtı kuşatmıştır ve
her-şeye hâkimdir. Ne yana bakılsa O’nun yaratma sanatı ve yasaları görülür: “Her
nerede iseniz, O sizinle berâberdir, Allah, yaptıklarınızı görendir” (Hadîd
4).
“Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne
vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız” (Kâf 16) meâlindeki âyetlerde geçen “berâberlik” ve
“yakınlık” kavramları, “Allah’ın, yarattığı varlıklardan haberdâr olması, onların
yapıp-ettiklerini bilmesi” şeklinde te’vil edilir.
Kanımca Allah, o “Zât”
dediğimiz mutlak varlığı hakkında bir şey söylemiyor. O yüzden idrâk da
edilemiyor. İdrâk edilemediği için görülemiyor. Görülse bile anlam verilemez.
Allah’ın bize söylediği ve idrâk etmemizi istediği şey, O’nun tüm kâinâtı
kuşatan yaratma sanatı ve yasalarıdır. Görmemiz gereken budur.
Görmek için bakılan şeyin
görülür cinsten olması gerekir. İnsanın görebileceği şey ise ancak bir cisim
olabilir. Yâni insan ancak maddî olan bir şeyi görebilir. İnsan ancak kendisi
gibi fâni olanı görebilir. Fâni olanların içinde de maddî olan maddeden müteşekkil
olan bir şeyi görebilir fakat onu bile mutlak anlamda göremez. O hâlde
âlemlerin Rabbi olan Allah’ı görmesi söz-konusu bile değildir. Bu bağlamda
cinleri ve melekleri de göremez. Allah -hâşâ- bir madde ve cisim olmadığı için
ancak sınırlı şekilde cisimleri görebilme yeteneği olan insan gözünün Allah’ı
görmesi mümkün değildir.
Allah âhirette yada cennette
insana Kendini görecek bir göz verir mi bilmiyoruz. Ona kudreti yeter elbette
ama, böyle olduğunda görmenin amacı yerine gelir mi gelmez mi denildiğinde, gelmeyeceği
besbellidir. Yâni Allah’ı görmek de kâr etmez. Ne gördüğünü bilmeyen birinin
görmesi tam anlamıyla görmek değildir. Bir şeyi görmek demek, “onu hem gözle
görmek” hem de “aynı-anda idrâk etmek” demektir. Bir şeyi görebilmek için
görülen şeyin ne olduğu tam mânâsıyla idrâk edilmelidir. Allah ise ancak
yaratma sanatıyla ve yasalarıyla bilinebilir. Fakat bu bilme çok sınırlı bir
bilme olacaktır ki zâten bilinen şey de zâtıyla ilgili bir bilme değil,
yaratmasıyla ilgili bir bilme olacaktır. Çünkü zâtının idrâk edilip de bilinebilmesi
söz-konusu değildir. Onu ancak yine Kendisi bileceğinden dolayı, “Allah’ı ancak
yine Allah görür” demek gerekir.
Peki “göreceğiz” diyenlere
soralım; Allah’ı nerede göreceğiz?. Kâinatın içinde bir yerlerde mi?. “Allah
cennettedir, o yüzden orada görülecek” diyenler olduğu gibi, “o her yerdedir,
bu yüzden nereye bakılsa görülebilir” diyenlerde vardır. Peki ikinci görüşe
göre, her-yerdeyse o zaman kâinâtın bir yerlerinde yada her yerinde demektir.
Peki Allah kâinâtın neresindedir?. Allah kâinâtın hiç-bir yerinde değildir.
Çünkü Allah zâtıyla kâinâtın hiç-bir yerinde yoktur. Zîrâ bâki olan Allah, fâni
olan ve fenâ bulacak olan kâinat mekânının hiç-bir yerinde olamaz. Çünkü kâinât
fenâ bulduğunda ve yok olduğunda -hâşâ- Allah da fenâ bulup yok olurdu ki böyle
bir şey abestir. Allah zâtıyla ancak bekâdadır. Mutlak Varlık, mutlak olmayan
bir mekânda olamaz. Zâten fâni olan bir yere sığmaz da.
Târikat ve tasavvufta “Allah’ın
bacağını” görenler; O’nu “yakışıklı bir genç” olarak görenler falan vardır. Bunlar
Allah’ı cisimleştirmişlerdir. Çünkü zâten her-şeyin o olduğunu söylerler.
Böylece Allah’ın cisim şeklinde görülebileceğini zannederler.
Rüyâda Allah’ı görmek vardır
ama kanımca bu görmede görülen bir şey yoktur. Sâdece bir ses duyulur ve o
sesin Allah’tan olduğu hissedilir. Ben bir keresinde rüyamda, bir apartmanın
son katından asansör boşluğuna düşüp ölen birine bakarken, arkamda bir gölge
hissettim ve arkama dönmek istedim fakat dönüp arkama bakamadım. O arkamdaki varlığın
Allah olduğunu hissediyordum ve o ses bana şöyle dedi: “Eveet Hârûn; merâk edip
durduğun ölüm işte böyle bir şeydir”. Ondan sonra o sözü söyleyeni görmek için
arkama dönme düşüncesi olmadı. Hâlbuki gölgesini hissettiğim an arkama dönmek
istemiştim, fakat söze başlayınca dönemedim.
Bir rivâyete göre Ebu Zer, Hz. Peygamber’e; “Rabbini
gördün mü?” diye sormuş; Hz. Peygamber bu soruya “Nûru nasıl görebilirim?” sözüyle
karşılık vermiştir. Mu’tezile’nin yorumuna göre Peygamberimiz’in bu sözünde
geçen “nasıl” edatı, “hayır göremedim” mânâsı taşır.
“Siz rabbinizi göreceksiniz” ifâdesi, “Rabbinizi
bilip tanıyacaksınız” şeklinde anlamlandırılır. Çünkü ru’yet (görmek)
kelimesinin sözlük anlamlarından birisi de bilgi ve bilmektir (ilm).
Peygamberimiz’in, “hiç kimse Allah’ı Dünyâ’da da âhirette de göremeyecek”
hadisi ile Hz. Âişe’nin, “her kim , ‘Muhammed rabbini gördü’ demişse yalan
söylemiştir” şeklindeki sözü, ru’yetullahın muhâl olduğunu teyit etmektedir.
Hakkında net bilgi sâhibi
olmadığınız bir şeyi göremezsiniz. Görseniz bile anlam veremezsiniz. Şu da var
ki, Allah, görmenin değil îmânın konusudur. Görülemeyeceği için îman ediliyor.
Gayb olan görülemez, çünkü kesin anlamda bilinemez. O yüzden gaybı görmek
değil, “gayba îman etmek” vardır. Îman edilmesi gerekenin görülmesine lüzum
yoktur. Zâten bu mümkün de değildir. Görülemeyecek olana karşı yapılacak en
doğru şey, ona îman etmek ve güvenmektir. Tabi ki şeytan ve taraftarları buna
dâhil değildir.
“Peygamberimiz ve Kur’ân da
îmânın konusudur fakat gayb değildir” diye îtirâz edilebilir. Fakat îman
edilmesi gereken kitap olan Kur’ân, sayfalardan müteşekkil olan kitap değil,
“Allah’tan gelen Kitap”tır. Îman edilmesi gereken şey Kur’ân’ın sayfaları
değil, Allah’tan vahiy olarak gelmiş olmasıdır. Peygamberimiz de aynen öyledir;
o’nun îman edilmesi gereken yönü resûllüğü ve nebîliğidir. Yoksa o’nun kara
kaşına kara gözüne îman etmek değildir.
Tasavvufçular her yerde Allah’ı
gördüklerini söylüyorlar, aslında gördükleri şey zanlarından ve inkârlarından
başkası değildir. Ben ise günümüzde, baktığım her yerde Şeytan’ı görüyorum. Zîrâ
şeytan tüm Dünyâ’da bir hâkimiyet kurmuştur ve bu yüzden Dünyâ çirkefe
batmıştır. Bu çirkeflik içinde her yerde Allah’ı görmek de neyin nesidir?.
Şeytan’ın târihteki en büyük iktidârı Dünyâ’yı sarıp kuşatmışken her yerde
Allah’ı görmekten bahsetmek, “şeytan’a yalakalık yapmak” demektir. Göklere
bakıldığında Allah’ın yaratması ve yasaları câri olduğu için “Allah’ı göklerde
idrâk etmek” anlamında bir görmeden bahsedilebilir. Görülmesi gereken ve âşikâr
olan şey, Dünyâ’da Allah’a ilahlığın ve yönetimin verilmemesidir. Zâten
çirkeflik bu yüzdendir. Böyleyken, Dünyâ’da insanlar arasında Allah hesâba
katılmıyorken ve Allah -hâşâ- göklere hapsedilmişken nasıl görülecektir ki?.
Allah’ın kânunlarıyla hükmetmeyenler ve hattâ hükmedilmesine karşı olanlar,
sürekli olarak baktıkları her yerde Allah’ı gördüklerini söylüyorlar. Elbette
yalan söylüyorlar ve sâdece kendilerini kandırıyorlar. Hükümlerini
takmayanların gördükleri şey zanlarından ve yalanlarından başka bir şey
değildir. Aslında onların gördükleri hiç-bir şey yoktur.
Bir şeyin dayanağı, o şeyin
kendisi olamaz. O yüzden tasavvufun, “Allah’ı görmek, insanın bizzat Allah
olduğunu fark etmesidir” sözü zırvalıktan başka bir şey değildir.
Peygamberimiz’in mîrâca çıkması
ve orada “Allah’ı görmesi” olayı, “fizîkî beden ile yedi kat göklere çıkıp,
kafa gözüyle Allah’ı görmesi değil”, rûhî bir olaydır ve “Allah’ın sonsuz
nîmetlerini görüp idrâk etmesi”dir Allahuâlem
Allah’ı görmektense O’nunla
konuşmak daha iyidir. Hz. Mûsâ O’nu görmek istemişti de küçük bir tezâhürüne
bile dayanamamıştı. Çünkü önemli olan Allah’ı görmek değil, O’nun
direktiflerine göre iyi bir kul olabilmektir. Zâten Allah bize kendini apaçık
bir şekilde gösterse ve biz O’nu apaçık görsek bile O’nun ne olduğunu
anlayamayız, çünkü O’nu anlamlandırmayız. Çapımız, aklımız ve kapasitemiz
yetmez buna. Allah’ı apaçık bir şekilde görmek bile O’na inanmanın garantisi değildir.
İnsanların çoğunun, Allah’ı gördüklerinde O’na inanacakları kesin değildir.
Allah’a inanmak ve teslim olmak, ancak O’na îman etmekle olur ve bunun başka da
bir yolu yoktur. Çünkü inanmak, görmekten üstündür.
Fakat
O’nunla konuşabilirsiniz ve O’nun söylediklerini anlayabilirsiniz. O’nunla
konuşmak için yapılacak olan şey tabî ki de Kur’ân okumaktır. Peygamberimiz:
“Allah’la konuşmak isteyen Kur’ân okusun” demiştir.
Eğer öldükten sonra dirildiysem,
hele ki cennete gidip Allah’ın sonsuz nîmetleriyle yüzleşmişsem, Allah’ı görmek
istemeye gerek olmaz. Çünkü zâten tüm o nîmetlerin Allah’ın ikrâmı olduğunu
idrâk etmiş olurum ve bu bilinç bana yeter.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Eylül 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder