“İnsanlar, (sâdece) ‘îman
ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?. Andolsun, onlardan
öncekileri sınadık; Allah, gerçekten doğruları da bilmekte ve gerçekten
yalancıları da bilmektedir” (Ankebût
2-3).
“Allah nezdinde hak din
ancak İslâm’dır” (Âl-i İmran 19).
İslâm: “(‘Selâm’dan) İtaat,
inkıyad, bir şeye teslîmiyet. Din. Hz. Muhammed’in Allah’ın emriyle insanlara
bildirdiği din”.
Îman: “İnanmak. Îtikâd.
Hakkı kabûl, tasdik ve iz’ân etmek. İslâmiyeti kabûl edip amel etmek. Dînin
bütün hakîkatlerini kabûl edip gereğini yerine getirmek”.
Klâsik kelam literatüründe îmânın içeriği ve sınırı
ele alınırken onun İslâm’dan farklı olup-olmadığı meselesi tartışma konusu
yapılmıştır. Bâzıları îman ile İslâm’ın sözlük anlamlarından hareketle bunların
birbirinden farklı olduğunu ileri sürseler de genelde İslâm âlimleri,
kelimelerin terim anlamlarını göz-önünde bulundurarak bunların aynı şeyi ifâde
ettiğini belirtmiştir. Bu âlimlerden bâzıları îman ile İslâm’ın bir şeyin içi
ve dışı gibi olduğunu, yâni bunların birbirlerini tamamlayan şeyler olduklarını
ve birinin olmadığı yerde diğerinden de söz edilemeyeceğini vurgulamıştır.
İslâm ve îman, “Allah katındaki
tek gerçek ve geçerli dîn”in iki ucudur. Îman olmadan İslâm olmaz. Aksi-hâlde
münâfıklık olur. Fakat İslâm yoksa îman da geçerli olmaz. Zîrâ Kur’ân’da şöyle
denir:
“İnsanlar, (sâdece) ‘îman
ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).
O hâlde İslâm olmak için îman
etmek şarttır fakat îmânı ispat etmek için de İslâm olmak şarttır. Îman etmek,
tüm kâlbî duygularla “Allah’ı, âhiret gününü, melekleri, kitapları (vahyi) ve
peygamberleri kabûl etmek” demektir. Îman, Kur’ân ile gönderilen tüm vahyin
Allah’tan olduğunu, ondaki tüm emirlerin-nehiylerin ve âyetlerin hak ve hakîkat
olduğunun bilincine varmaktır. Fakat iş sâdece burasıyla sınırlı kalmıyor. Îman
kâlpte başlayabilir ama îmânın sâdece kâlpte kalması bir işe yaramıyor, ki
zâten Mekke’nin müşrikleri de Allah’a îman ediyorlardı yada en azından “îman
ettim” diyorlardı. Yerleri, gökleri ve her-şeyi yaratanın Allah olduğunu kabûl
ediyorlardı. Buna rağmen Allah onların şirk ve küfür içinde olduğunu
söylüyordu. Zâten bir insanın şirk ve küfür içinde olması için Allah’a inanmış
olması şarttır. Yoksa “Allah’a ortak değerlerin olduğuna inanmak” anlamındaki
şirkin bir anlamı olmazdı. Allah’a inanmayanlar şirk koşamazlar ve müşrik
olmazlar.
Îman, “îman umdelerinin kâlpte
yer etmesi ve sonra da hayatta görünür olması” demektir ki bunu bireysel olarak
ve topluca uygulayanlara “müslüman” denir. Îman ne kadar güçlü ise İslâm da o
derece samîmi olur. Üstelik müslümanlık îmânı da zamanla güçlendirir ki Allah; “Ey îman edenler, Allah’a, elçisine, elçisine indirdiği
kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba îmân edin. Kim Allah’ı, meleklerini,
kitaplarını, elçilerini ve âhiret gününü inkâr ederse, şüphesiz uzak bir
sapıklıkla sapıtmıştır” (Nîsâ 136) der. Yâni “ey îman ettiğini sananlar, gerçekten
îman ediniz” der. Tabi bunda, “îman
etmeyi oturduğunuz yerde değil, gerçek bir müslüman gibi yaşayarak yapınız”
mesajı vardır.
İnsanlar îmânı güyâ kabûl
ediyorlar ama İslâm’ı kabûl etmiyorlar. Yâni îmânın gereğini yerine getirmiyorlar.
Bu, ya îmânın ve İslâm’ın ne olduğunun bilinmemesinden dolayı yada yeterince yada hiç inanılmamasından dolayıdır.
İslâm toplumunda yaşayan bir-çok inanmayan müslüman vardır. Bunlar “îman ettim”
demelerine rağmen îmânın gereği olan ve İslâm’ın emri olan hiç-bir şeyi
yapmazlar. Bunun için kendilerini zorlamazlar. O hâlde şöyle bir sonuç çıkar: İslâm’ın
gereklerini yerine getirmeyenlerin îman iddiaları da doğru değildir yada
sorunludur. Çünkü ispât edilmemiş hiç-bir şeyin geçerliliği yoktur İslâm’da.
Îmânın ispâtı İslâm’dır. Yâni îmânın gereklerini ve vahyin emirlerini yerine
getirmektir. Bunun en kâmil şekli, güzel örneklik Peygamberimiz’in Sünnet’i
olan, vahyin en ideâl pratikliği şeklindeki örnekliktir. Zâten peygamberler de îmânın
nasıl pratiğe yâni İslâm’a döküleceğinin örnekliğini göstermek için
gönderilmişlerdir.
Îman ettiğini söylediği hâlde
İslâm’ı umursamayan ve hattâ İslâm’a düşman olan müslümanlar(!) da vardır ki
bunlar alsında “sözde müslüman”lardır. Îmân’ın kimde ve ne kadar olduğunu
bilecek olan sâdece Allah’tır. Îmânın varlığını sâdece Allah değerlendirebilir
ve bilir. Zîrâ îman kâlpte başlar ve kâlpleri ancak Allah bilir. Zâten sâdece
Allah’ın lâyık buldukları îman edebilirler. Fakat îman durduğu yerde
durabilecek bir duygu değildir ve mutlakâ zâhire çıkmak ve kendini pratikte
göstermeyi ister. İşte bu pratiklik İslâm ile olur ve tezâhür eder. Îman, İslâm’ın
direktiflerini yerine getirmede bir iç-enerjisidir.
İslâm Kur’ân’ın
direktiflerini sâdece iç-âlemde değil dış-âlemde de göstermek ve hattâ hayâtı İslâm-merkezli
şekillendirmek ister. “Îman ettim” iddiâsına rağmen Kur’ân’a düşman olanlar da
vardır ki bu düşmanlık, Kur’ân’ın direktiflerini bilmemek, beğenmemek ve bu
direktifler yüzünden sıkıntıya girmekten dolayı olan bir düşmanlıktır. “Kur’ân’ı
okuyorum” diyenlerin büyük çoğunluğu da Peygamber’e düşmanlar yâni aslında din
ile îman ile alâkaları yok. Çünkü “Kur’ân’ı hayâta hâkim kılmak” düşünceleri ve
çabaları yok. Ortalık “inanıyorum” diyen “din düşmanları” ile dolu. Din ile
uğraşan modern müslümanlar da dinden kurtulmanın ve dinde açık aramanın peşinde.
Böylece mevcuda yâni moderniteye daha kolay ve rahat adapte olabilsinler ve uyum
sağlayabilsinler.
İslâm “pratik” demek “pratik
yapmak” demektir. İş yapmaya gelince müslümanların içi gidiyor, çünkü vazgeçmeleri
gereken bir-çok şey var. Îman mutlakâ İslâm’a yönlendiriyor ve İslâm da kişinin
bir-çok şeyden vazgeçmesini gerektiriyor, kişinin artık her türlü
şeytanlıklardan vazgeçmesi gerekiyor, çünkü İslâm’ın bir bedeli var. “Îman ettim” demekle güyâ îman
ediyor ya.. “Kurban olduğum Allah” deyiverince iş bitiyor zannediyor, kendini
kandırıyor. Yada daha genel konuşmak gerekirse kendimizi kandırıyoruz. Zâten bu
nedenle olmuyor. Gerçek îman ve müslüman çıkmıyor. Yada yeterli sayıya
ulaşamıyor. Böylece yeryüzünde adâletsizliğe, şirke, küfre ve zulme bir karşı
çıkış olmuyor. Gerçekten îman eden yâni müslümanlık yapan insan sayısı çok-çok
az, zîrâ İslâm’a göre bir hayat kurmak ve İslâm’a göre yaşamaya gelince modern
müslümanlar İslâm, Kur’ân ve hattâ Peygamber düşmanı oluyorlar. Böylece
şekilsel bir dindarlık içinde avâre-avâre geziyorlar.
“Allah katında din İslâm’dır” (Âl-i İmran 119) meâlindeki
âyette ifâdesini bulan İslâm, Allah’a mutlak teslîmiyetin ifâdesi olarak târih-üstü
bir geçerliliğe sâhip olan ve aynı-zamanda sâbit olup değişime kapalı bulunan
tevhide dayalı inanç ve ahlâk
sistemine karşılık gelir.
Mekke, îmânı, Medine ise İslâm’ı
sembolize eder. Tabi gerçekten böyle bir ayrım yoktur ama Mekke îmânın yoğun olarak
yaşandığı bir yer iken, Medîne ise İslâm’ın daha yoğun olarak yaşandığı yerdir.
Zîrâ Mekke’de pratik için ortam müsâit değildi ve îmâna daha fazla ağırlık
veriliyordu. Mekke’de îmanlar güçlendiriliyordu ve İslâm arzulanıyordu. Fakat
gelin görün ki modern müslümanlar Mekke’yi kabûl ediyorlar fakat Medîne’yi kabûl
edemiyorlar ve hattâ Medîne’yi “ilkel” görüyorlar. Oysa İslâm ile îman, “biri diğerinin şartı” mesâbesindedir.
Îman bireysel olarak başlar
ve İslâm ile toplumsala döner ve bu toplum da devleti ve medeniyeti kurar ve
başlatır. Îman ve İslâm’ın bireysel ve sâdece kâlplerde yaşanabileceğini
zannedenler, modernite ile birlikte İslâm’a gerek kalmadığını da zannedenlerdir.
Çünkü îman ile moderniteyi îman ile İslâm gibi görmektedirler. Sanki modernite İslâm’ın
yerine geçmiştir ve tam da îmâna uygundur. İslâm’ın, zirvesine modernite ile
ulaştığını sanıyorlar ve böyle kabûl ediyorlar.
Tabi İslâm olması için îmânın
olması şarttır. Îmansız İslâmî yaşam olmaz, çünkü îmânî olmaz. İslâmsız da îman
bir işe yaramaz ve ancak bireysel bir inanç olur ve hiç-bir yaraya merhem
olmaz. Îman edip sâlih amel işleyenler ancak gerçek anlamda İslâm ve müslüman
olabilirler.
İslâm, îmânı olgunlaştırır
ve kemâline ulaştırır. Zîrâ îman, ancak pratiğe döküldüğünde ispât edilir ve
Allah tarafından kabûl edilir. İslâm, îmânın pratiğe dönüştürülmesidir.
Îman teslîmiyet ister, yâni İslâm
ister. İslâm ise, îman-merkezinde hayat bulmalıdır. Aksi-hâlde münâfıklık
başlar. Kâlpler elleri harekete geçirmiyorsa orada bir nifâk sorunu vardır. En
nihâyet îman kişiyi adanmaya götürmelidir ki bu adanma en ideâl şekilde
müslümanca yaşamakla olur. Îman güçlendikçe adanma ister ki “tam anlamıyla İslâm”
olunsun ve peygamberlerin sözleri tezâhür etsin: “Biz sana teslim olmuş olanlarız”.
Modern insan gerçek anlamda îman etmemiş olmadığına
bakmayarak sâdece “îman ettim” demekle kurtulacağını sanmaktadır. İslâm’ın
direktiflerini yerine getirmeyi aklının ucundan bile geçirmemektedir. Böylece direktifler
havada ve boşlukta kalmaktadır. Zîrâ modern insan amel-eylem olarak moderniteyi
benimsemiştir. Çünkü îmânı da “gerçek îman” değildir. Müslümanlığı ise
genetiktir. Âileden gelen “psikolojik bir müslümanlık” vardır ve bu müslümanlık
îmâna dayanmadığından dolayı da İslâmca bir yaşayış ortaya koy(a)mamaktadır.
Allah’ın hak dîni olan İslâm, kişinin dinleyerek,
okuyarak, anlayarak, idrâk ederek düşünmesi ve kâlbinin bununla tatmin bulmasıdır.
Îman zamanla artar ve güçlenir. Tabi eksilebilir de. Fakat îman en ideâl hâline
ancak İslâm olunduğunda yâni îman kişiyi İslâm’ın emirlerine göre yaşamaya ve
hareket etmeye yönlendirdiğinde ortaya çıkar. O hâlde Peygamber’in de
örnekliğini yaptığı din, iç-âlemi îman ile aydınlattıktan sonra gerçek îmânın
da bir zorlamasıyla dış-âlemde de harekete geçilmesi ve hattâ İslâm’ı hayâta
hâkim kılma mücâdelesinin verilmesi ve Allah’ın izni ile de İslâm’ın hayâta hâkim
kılınmasıyla tamamlanmış olacaktır. Yâni din, îman ve İslâm ile birlikte
tamamlamış olacaktır. Yoksa sâdece kuru îman iddiâsı ile ve sâdece içi boş ibâdetlerle
değil.
“Dînin tamamlanması” süreci îman
ile başlar ve İslâm ile devâm eder. En nihâyetinde de “Fitne kalmayıncaya ve
dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet vazgeçecek
olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarınızı görendir” (Enfâl 39) âyetiyle
hedefine ulaşır. Bu uğurda bir imtihan bilinciyle hayatlarını yaşayanlar,
Dünyâ’da iyilikler bulacakları gibi âhirette de sonsuz cennet nîmetleri ile
sevineceklerdir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ocak
2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder