25 Haziran 2020 Perşembe

Körü-Körüne Bağlılıklar


“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine ve elçiye gelin’ denildiğinde, ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter’ derler. (Peki,) ya ataları bir şey bilmiyor ve hidâyete ermiyor idilerse?” (Mâide 104).

 

Ataları körü-körüne izlemek; aklı, düşünceyi ve davranışı yozlaştırıyor, donuklaştırıyor, durağanlaştırıyor ve ataların yanlışını aynen sürdürüyor. Fakat “ataları bilinçli olarak izlemek”, “tecrübelerinden faydalanmak” anlamında yararlı olabilir. Bir şey körü-körüne izlendiğinde, artık “düşünce”ye gerek kalmaz ve böylece söylenen sözler olsun yapılan işler olsun, ezbere ve körü-körüne yapılmaya başlanır. Öyle ki, söylenen sözün ve yapılan işin kötü sonucu bir-zaman sonra ortaya çıkınca bile yine de ders alınmaz da körü-körüne bağlılıklar artar ve kişiler aynı şeyleri yapmaya devâm ederler.

 

Körü-körüne söylemenin yada yapmanın bir bedeli yoktur. O yüzden körü-körüne yapmak kolay olur. Çünkü kafa-konforu bozulup da o şey üzerinde düşünülmemiştir. Duyduğunu-gördüğünü, üzerinde düşünmeden ve tahlil etmeden söylemek ve yapmak, o şeyi körü-körüne yapmaktır. Körü-körüne olunca, yakın-uzak vâdede genelde olumsuz  sonuçlar ortaya çıkar.

 

Körü-körüne bağlılıklar bilinci blôke eder. Böylece kişi artık doğru ve tutarlı düşünemez hâle gelir ve körü-körüne bağlı olduğu şeyi ölümüne savunmaya devâm eder. Bir kişiye yada kuruma olan körü-körüne ve aşırı bağlılık, o kişinin yada kurumun günahlarını-kötülüklerini görmeyi blôke eder. Böylece körü-körüne bağlılıklar devâm eder durur. Bu durum zamanla körü-körüneliği arttırır. Tâ ki bir uyarıcıyla karşılaşana yada bir zaman gelip de “acı azap” ile karşılaşıncaya kadar.

 

Bâtıla meftûn olmuş çağımız insanı-müslümanı, doğrulardan rahatsız oluyor. Öyle ki, körü-körüne aşırı bağlı olduğu yapıyı eleştirmek için “doğru” bir söz söylenince yüzünün rengi atıyor. Körü-körüne üzerinde olduğu inancı bozmak istemiyor. Çünkü kafa-konforunu bozmak istemiyor. Kafa-konforunu bozmak ve düşünmek kolay bir iş değildir. İnsanı yorar. Oysa körü-körüne olunca ve her-şey belli bir süre yolunda gidince ne de güzeldir ve ne de kolaydır.

 

Körü-körünelik bir cehâlettir ama bu cehâlet “tahsilli olmak”la çok da alâkalı değildir. Niceleri vardır ki okul bitirmiş ve diploma sâhibidir ama körü-körüne tâkip ettikleri yada bağlı oldukları kişiler yada kurumlar vardır. Bu kişiler bir yanlış gördüklerinde yada duyduklarında, aslında kendilerine ters gelse de yine de o yapıya bağlılıklarını sürdürürler. Çünkü körü-körüne olan bağlılıklar doğruyu ve hakkı boğar ve o kişiden gizler. Böylece artık körü-körüne olan bağlılıklar çoğalmaya başlar. Kimileri “ata”ya, kimileri atalara, kimileri lîderlere, kimileri bilim-adamlarına, kimileri ünlülere, kimileri ideolojilere ve bâtıl sistemlere ve hattâ tâğutlara ve şeytana bile körü-körüne bağlanırlar. Nice sapık lîderlere bağlanılmıştır da onlar insanları uçuruma sürüklemiştir. Fakat gelin görün ki bir-kaç iyi ve doğru gibi gözüken noktalar nedeniyle o siyâsilere ve lîderlere olan bağlılıklar kısmen de olsa devâm eder.

 

Mürcie; devleti ve lîderi aşırı yüceltmenin ve ona körü-körüne tâbi olmanın bir sonucudur. Zamânımızda mürcie modern bir şekilde devâm etmektedir. Güce meftûn ve râm olanlar “modern mürcie”dirler. Çünkü ne olursa-olsun bağlandıkları yapıya olan bağlılıklarını körü-körüne sürdürmeye devâm etmektedirler. Hattâ bu bağlılık, kendini, ana-babayı, çoluk-çocuğu aşağılamak ve bağlandığı kişiye fedâ etmek şeklinde bile olmaktadır. Yine söyleyelim ki biz burada, körü-körüne olan ve düşünmeyi blôke eden bağlılıklardan bahsediyoruz. Batıl bağlılıklardan..

 

Dîn zannedilenlere, hiç sorgulamadan-araştırmadan, yâni körü-körüne bağlanmak nasıl ki “dogma” ise; lâik-seküler-demokratik-liberâl-kemalist-kapitâlist-liberâl-konformist-feminist-emperyâl-modern sistemlere de hiç sorgulamadan körü-körüne bağlanmak dogmadır. İnandığınız şeyin ne olduğunu bilmiyorsanız, o inanç körü-körüne olan bir inanç ve bağlılıktır. İnanmayacak olana delil yetmez; körü-körüne inanacak olana da hurâfe yetmez. Körü-körüne bağlanmak aklı ve bilinci blôke eder, düşünceyi durdurur ve kişiyi mankurtlaştırır.

 

Başta şeytana olmak üzere, tâğutlara, küresel materyâlist sisteme, lâik-seküler-demokratik-liberâl-kapitâlist-emperyâl-modern sisteme bağlananların anlayışları da azalır ve düşünemez hâle gelirler. Bâtıl, potansiyel olarak “düşünceyi durdurma ve etkisizleştirme” potansiyeline sâhiptir. Bâtıla saplananlar beyinlerini ve ruhlarını kilitlemiş olurlar. Bu aslında bir cezâdır. Zîrâ bu kişiler “sâdece Allah’a” bağlanmaz ve Peygamber’i örnek almazlar. Aslında körü-körüne bağlılık, “sâdece Allah’a” bağlanmamanın, Kur’ân’a göre bilgilenip-bilinçlenerek ona göre amel-eylemde bulunmamanın ve Peygamber’i örnek almamanın bir cezâsıdır. Bilinçli bir şekilde “sâdece Allah’a” bağlanmamanın cezâsı, “körü-körüne her-şeye bağlanmak” olur. Meselâ modern insanlar ve de müslümanlar maddeye meftûn ve râm olmuşlar ve bunun sonucunda da bu bağlılık maddeye körü-körüne bir bağlılık hâline gelmiştir. Maddeye olan bağlılık “bağımlılık” şekline dönüşmüştür.

 

Körü-körüne bağlılık, kişiyi, bağlı olduğunun lehine aşırı yoruma zorlar. Bu yorum haksızlıklarla ve yanlışlıklarla dolu olacaktır. Bir keresinde, uzun zaman önce bir kahvehanede bulunuyorken, televizyonda büyük takımlardan ikisinin birbirleriyle yaptıkları “derbi” denen maç yayınlanıyor ve kahvedekiler de dikkatle izliyordu. Bir-ara bir gürültü koptu ve baktığımda takımlardan birinin futbolcusuna sarı kart gösteriliyordu. Faûl yapan takımın taraftârı olan bir adam, (daha doğrusu bağ(ım)lısı) “ne var orda, bir şey yok ki” diye yüksek sesle bağırdı. Pozisyon ağır çekimde gösterilince yapılan faûlün çok net olduğu belli oldu. Adamın hemen yanındaki arkadaşı, “sizin oyuncu ne biçim dirsek atmış, sarı değil kırmızı kartı hakkediyordu” dedi, ki gerçekten de kırmızı kartlık bir hareketti. Faûl karârının ve kartın doğru olduğunu gören ve içten-içe kabûl eden o takımın taraftârı, körü-körüne olan bağlılığının sonucunda aynen şunu dedi: “Tamam dirsek attı ama diğer takımın oyuncusu kim bilir ne demiştir de dirsek atmıştır”. Yâni tuttuğu takıma o kadar bağ(ım)lı ki, takımından bir oyuncunun yaptığı bâriz bir faûle bile varsayımsal bir mâzeret gösterebiliyor. Çünkü körü-körüne bağlı ve artık bağımlı olmuş. Körü-körüne olan bağlılık, kişiyi bağlı olduğu şeye “bağımlı” yapar. Körü-körüne bağlı olduğu için bir eleştiri ve îtiraz kabûl edemiyor. Laf ettirmiyor takımına ve takımın oyuncusuna. O hâlde körü-körüne bağlılığın “nefsî” bir yanı da vardır.

 

Fetö’nün 15 Temmuz 2016’da yaptığı, daha doğrusu kendisine körü-körüne bağlı olanlara yaptırdığı bir “kalkışma” var. Burada körü-körüne bağlılığın çok bâriz bir örneği vardır. Sözde okumuş, okulu yüksek derecelerle bitirmiş, iyi matematik çözen, asker ve uçak pilotu olmuş olanlar, bir emirle F-16 savaş uçaklarını havalandırıyor ve o anda ne olduğunu bile tam anlamayan mâsum halkın üzerine bombayı atıyor ve çekip gidiyor. Onlarca kişiyi öldürüyor bir emirle. Peki niçin?. Çünkü bir emir alıyor ve emri veren, körü-körüne bağlı ve bağımlı olduğu kişi ve yapıdır. Sözde dînî bir yapıdır ama Kur’ân ve Sünnet’e göre bir bilgi, bilinç ve düşünme olmadığı için, geriye yaptığı şeyi “körü-körüne bağlılıktan dolayı” yapmak kalıyor. Suçsuz mâsum insanların üzerine hiç acımadan bombayı atıyor ve onları öldürüyor. Belki de bu yaptığı şey için övünüyordur. İşte bu, körü-körüne olan bir bağlılık ve bağımlılıktır ve bu yapıya bağlı olanlar bilinçlerini ve şuurlarını yitirmişler ve artık düşünemez hâle gelmişlerdir. Çünkü kendilerini müslüman ve dindar olarak görmelerine rağmen Allah’ın emrettiği gibi değil, Feto’nun emrettiğine gibi düşünüp eylemde bulunuyorlar. İşte bu şirktir, küfürdür, zâlimliktir ve ebedî cehennemi hak etmektir. Demek ki körü-körüne bağlılıklar, insanı küfre, şirke ve adâletsizliğe sevk edebiliyor. Hâlbuki bırakın Feto’yu, -hâşâ- Hz. Muhammed bile böyle bir emir verse yerine getirilemez.       

 

Târikatlar ve tasavvufta olan bağlılıklar, körü-körüne bağlılığın zirve hâlidir. Şeyhin önünde “gassalın önündeki meyyit gibi olmak” sözü vardır ki bu, şeyhe kayıtsız-şartsız olan bir bağlılıktır. Oysa böyle bir bağlılık ancak Allah için olabilir. Târikat ve tasavvuf önderlerinin söyledikleri ve yazdıkları genelde, incir çekirdeğini bile doldurmayacak boş şeylerdir. Yâni söyledikleri ve yazdıklarından etkilenerek oluşan bir bağlılık yoktur. Çok konuşan ama kayda değer bir şey söylemeyenlerdir bunlar. Bu kişiler ve kurumlar, “ne kadar çok ve yoğun şekilde yâni körü-körüne bağlılık olursa o kadar “iyi müslüman” olunacağının telkinini yapıp dururlar. Körü-körüne bağlı oldukları bu kişiler, -sözde- kâinâtı ellerinde tespih gibi sallarlar ve kâinâtın tüm kontrôlü de bunların elindedir (kutup gavs) fakat gelin görün ki işe yarayacak bir söz bile etmezler ve edemezler. Yine, bir zorluğu gideremezler ve hattâ kendilerinde olan bir sıkıntıyı bile (meselâ bâsur) giderecek çâreden yoksundurlar. Bir keresinde, hastâneye gitmeyi yanlış sayan târikat müridi olan bir tanıdığım, şeyhi hastalandığında en pahalı ve lüks bir hastâneye gidip ameliyat olmasını, “aslında gitmese de olurdu ve himmet göstererek de tedâvisini kendisi yapardı ama tevâzudan dolayı yapmadı” demişti. Körü-körüne olunca mantıksız laf etmek normâlleşir.

 

Bir keresinde de hurdacılık yapan târikat müridi bir tanıdığım, Ağustos ayında el arabasını zorlukla taşırken şapka giymediği için kafası sıcaktan yanınca ve ben de ona “bi şapka giyseydin” dediğimde, “âbiler şapka giymenin doğru olmadığını söylediler, o yüzden giymiyorum” demişti. Bu durum ona iyi bir şey yaptığını düşündürüyor ve onu mutlu ediyor olabilir ama mesele şu ki, o âbiler dediği kişiler, kendilerine gelince kıllarına zarar verecek bir şeyi bile yapmazlar ve bırakın Güneş’in altında el arabasıyla hurda taşımayı, klimalı ortamdan çıkmayı bile göze alamazlar.

 

Yine bir keresinde Türkiye’deki cemaatlerden birinin üyeleri, şehirde kitap tanıtımı-satışı ve yardım toplamak amacıyla Ramazan ayında esnafı ziyârete giderlerken, tanıdığım birine, “gel sen de yardım et” demişler. Tanıdığım kişi de “hadi Allah rızâsı için gideyim” demiş ve oruçlu bir şekilde Ağustos sıcağında başlamışlar gezmeye ve ayrı-ayrı yerlere dağılarak kitap tanıtımı-satışı ve yardım toplamaya. Fakat öğlen olunca sıcak çok artmış ve benim tanıdık “biraz dinleneyim” diye bir gölgeye oturmuş. Oturduğu yer de sandviç vs. satan bir dükkanın yanıymış. Bir-ara bir bakmış, yanında onunla birlikte gelen kişi, yarım ekmek döner yaptırmış, bir de kola almış ve yumulmuş yiyip-içiyor. Benim tanıdık hemen yanına gidip demiş ki, “sen oruçlu değil misin, ne bu?”; diğeri cevap vermiş, “yok âbi ne orucu, bu sıcakta oruç mu tutulur?”. Allah rızâsı için sarıklı-cübbeli bir şekilde yardım (teberrû) toplamaya gidenler Allah’ın apaçık farz olan emrini yerine getirmiyorlar. Tabi bizim tanıdık bir daha adımını bile atmamış ve muhâtap olmamış onlarla. Peki bu kişi oruç tutmamayı neye dayanarak yapıyor?. Çünkü bir sağlık sorunu falan yok. Mutlakâ âbilerinden birini, aynısını yaparken görmüştür. Çünkü cübbe ve sarıklı bir kıyâfetle oruçlu tutmamak pek mümkün değildir. Demek ki körü-körüne olan bağlılık Allah’ın âyetlerini bile yerine getirmekten uzaklaştırabiliyor kişiyi. Hem de “Allah rızâsı” için.

 

Birileri de, kendi sınırlı akıllarıyla ortaya koydukları mezheplerini-meşreplerini vahiyden üstün görüyorlar ve diyorlar ki, “bizim mezhebimize-meşrebimize uymayan âyetler neshedilmiştir, hükmü kaldırılmıştır”. Yâni, “bizim aklımız vahiyden üstündür” demeye getiriyorlar. Sâdece âyetler de değil, hadislerin de mensuh kabûl edileceğini söylüyorlar. Böylece akıllarını; “Gerçekten sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem 4) ve “Biz seni âlemler için yalnızca bir rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ 107) denilen Peygamber’den de üstün tutuyorlar. Mezheplerine aykırı olan âyetleri ve hadisleri, ya te’vil ederek kabûl edeceklerini, yada mensuh (hükmü kaldırılmış) olduklarını söylüyorlar. Bu bağlamda El-Kerhi aynen şöyle der: “Mezhep imamımızın ve arkadaşlarının görüşüne ters düşen her âyet ve hadis, ya te’vil edilir yahut mensuh kabul edilir” (Risâle fi’l-Fusûl). Kendi mezhebine körü-körüne öylesine bağlanmış ki, Allah’ın âyetlerini bile inkâr edecek duruma gelmiş.

 

Siyâsette de körü-körüne bağlılıklar çok görülmektedir. Meselâ bâzılarının Türkiye’nin şu-anki lîderine ve lîderin partisine olan bağlılıkları çok da normâl değildir. Zîrâ neredeyse hiç-bir eleştirileri yok ve hiç-bir îtirazda da bulunmuyorlar da desteklemeye devam ediyorlar. Ne yâni, bunların hiç mi yanlışı yok!. Fakat bir yanlış görseler bile destekleyebiliyorlar. Çünkü bağlılıkları körü-körüne bir bağlılıktır. Bağlılıklarının nedeni, hemen bir-önceki kötü yönetim yada “dökülen asfaltların ve atılan betonların çokluğu”dur. Hâlbuki siyâsetin ve siyâsilerin değerlendirmesi bu şekilde yapılmaz. Şöyle ki; Başbakanlık İnsan Hakları Kurulu’nun 2010 yılında yaptığı bir araştırma var. Bu araştırma ve sonuçları mecliste ateşli bir şekilde tartışılmıştı. Buna göre; 2002 yılında 25.000 (yirmibeşbin) olan “hayat kadını” sayısı 2010 yılında 100.000’i geçmiş durumdadır. “Ekonomide pembe tablolar çizmek, rakamlara takla attırmak, gittikçe artan fuhuş sektörünün bu hükûmet döneminde ulaştığı zirveyi gizlemeye yetmiyor” deniyor. Daha da vahimi, 40.000 kadın da vesîka alabilmek için genelevlerin kapısında bekliyor. Bunlar resmî veriler. Bu rakamlar devletin telaffuz ettiği rakamlar. Ekonomi bozuldukça “hayat kadını” sayısı da artmış.

 

Mevcut hükûmetin başa geldiği 2002 yılında ülke nüfusu 68-69 milyon iken, vesîkalı hayat-kadını (fâhişe) sayısı 25.000 idi. 2014 yılında nüfus 78 milyona ulaşmasına yâni %12-13 civârında artmasına rağmen, 2014 yılında vesîkalı hayat-kadını sayısı %400 artarak 100.000 sayısını ulaşmıştır. Bu rakam gayr-ı resmî olarak 300.000’dir. Bu kadınlar sâdece zevk nedeniyle mi bu işi yapıyorlar?. Tabî ki de hayır!. İnsanlar ya kıyas yaptıkları görece iyi yaşama ulaşmak için bu seviyesiz işi yapıyorlar ve yapmak zorunda bırakılıyorlar yada ahlâksızlık çok artmıştır. Bir kadının fâhişelik yapmasının iki nedeni olabilir; ya ahlâkı bozulmuş ve mâlûm yollara düşmüştür, yada geçim zorluğuna düşmüş ve mecbûren o yola girmiştir veyâ düşürülmüştür. Eğer hükûmet, iffet kavramına otoyol, demiryolu, gökdelen yapımı kadar önem vermiş olsaydı, şüphesiz tablo bu denli vahim olmayacaktı”.

 

İşte değerlendirme böyle yapılır ve memleketin gerçekten ne hâlde olduğu böyle anlaşılır. Bir ülkede ahlâk bozulmuşsa, her-şey bozuk demektir. Ahlâkın bozuk olduğu bir toplumda ve ülkede hiç-bir şey iyi ve düzgün değildir.

 

Körü-körüne târih bilgisi ve anlayışı insanların yanlış düşünmelerine ve yanlış inanmalarına neden oluyor. Bir kişiye, belli bir târihe yada kuruma-ideolojiye körü-körüne bağlıysanız, artık bağlı olduğunuz kişiyi yada kurumu öven târihi, uydurulmuş da olsa baş-tâcı yapıp alkışlarsınız fakat cehâletten kurtulmuş olmazsınız.  

 

Körü-körüne bağlılıklar nice efsâneleri, destanları, mitolojiyi ve modern yalanları insanların kabûl etmesini sağlar. Körü-körüne inanınca artık o yalanlar insanların gözünde gerçek ve doğru gibi görülür.

 

Bilim bile bir-çok konuda körü-körüne inançlara ve bağlılıklara sâhiptir ve tâkipçilerinden de bunu bekler. Zîrâ modern-bilim eleştirisi yok denecek kadar azdır. Aslında bilim-adamları teorilerini bağlı oldukları kişilere, ideolojilere ve düşüncelere göre yaparlar. Yâni onlar da birlerine körü-körüne bağlıdırlar. Bu nedenle modern-bilim çok da “bilimsel” değildir. “Her-şeyin en doğrusunu modern-bilim ve bilim-adamları bilir” sözüne bağlıysanız, artık modern-bilime körü-körüne bağlanmışsınız ve modern-bilim sizin için “din” hâline gelmiş demektir. Modern-bilim ve bilim-adamları ne derse onları dinler, teknoloji ne üretirse ona hayrân olup, modern-bilim ve teknolojiyi “en uç gelişmişlik” olarak kabûl edersiniz. Hâlbuki nice insan, modern-bilim ve teknoloji yüzünde perişân olmakta, mâsum ve mazlum hâle getirilmekte yada hayâtını kaybetmektedir.

 

Sahabeler Peygamber’e körü-körüne bağlı değillerdi ve vahyî-dîni olmayan konularda görüş belirtiyor ve Peygamber’in aldığı bir karar için; “bu doğru değil” diyebiliyorlardı. Mesela Bedir’de ordunun duracağı yer konusunda Peygamber, sahabeden bâzıları konuşlanılan yeri uygun bulmadığı için görüşünü değiştirmiş ve yeni fikre ve tavsiyeye göre hareket etmiştir. Çünkü Peygamber kendisine körü-körüne bağlanılmasını kabûl etmiyor ve izin vermiyordu. “Beni Yûnus bin Metta’dan farklı görmeyin” diyordu. Zâten Allah da Kur’ân’da Peygamber’ine istişâreyi (şûrâ) emrediyordu. O hâlde İslâm’ın hükümleri körü-körüne olmadığı gibi, Peygamber de kendisine körü-körüne uyulacak bir kişi değildir. İslâm’da sâdece gayb ve vahiy konusunda “koşulsuz îman etmek” vardır ki bu da “îmâna taâllûk ettiği için” kişide sorun oluşturmaz. Çünkü kendisinden beklenen şey, îman sâhibi olduğu için sorun teşkil etmez.

 

Körü-körüne olan bağlılıkların sonu, kısa bir zaman sonra “körü-körüne düşmanlıklar”a dönüşür. Körü-körüne olan bağlılıkla, körü-körüne olan düşmanlık arasında “cehâlet” bakımından fark yoktur.

 

Bağlılık yada düşmanlık körü-körüne olunca, hak ve hakîkattan yana olmak ya ertelenir yada iptâl olur. Bağlılıklar yada düşmanlıklar körü-körüne olunca kişinin gözünü kör, kulağını da sağır eder. Artık o hiç-bir şeyi göremez ve hiç-bir şeyi duyamaz.

 

İnsanlık târihi, hak ve hakîkat yolunda olmak yerine târih boyunca körü-körüne bağlılıkların târihi olmuştur.

 

Körü körüne bağlılıkların panzehiri, İslâm’a olan bilinçli-şuurlu ve kayıtsız-şartsız bağlılıktır. 

 

Körü-körüne bağlananlar “gözleri kör olanlar” değil, “kâlpleri kör olanlar”dır:

 

“Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kâlpleri ve işitebilecek kulakları olsun?. Çünkü doğrusu, gözler kör olmaz, ancak sînelerdeki kâlpler körelir” (Hac46).

 

O hâlde kâlpler körelince, körü-körüne bir bağ(ım)lılık başlar ve kişi artık düşünerek hareket edemez hâle gelir. Kâlpler aydınlandıkça körü-körünelik biter ve Vahye, Sünnet’e ve akla-mantığa göre hareket edilir. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2019

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder