“Allah’tan
başka bir hakem mi arayayım?. Oysa O, size Kitab’ı açıklanmış olarak
indirmiştir. Kendilerine Kitap verdiklerimiz, bunun gerçekten Rabbinden hak
olarak indirilmiş olduğunu bilmektedirler. Şu-hâlde, sakın kuşkuya
kapılanlardan olma!”
(En-âm 114).
Diyânet: “Din
işleri. Din hakkında beyânat vermek. Din ile ilgili açıklamalar ve bilgiler
vermek” anlamındadır. Diyânet İşleri Başkanlığı, din hakkında beyânat vermekle
ve açıklama yapmakla görevlidir.
Diyânet, dînin kendisini
değil, İslâm târihi boyunca ortaya çıkan kültürünü baz alır. Bu nedenle de
Sünnî’dir. Düşüncesi Kur’ân’a ve Sünnet’e değil, çoğunlukla müslümanların
sorunlu-sorunsuz târihine dayandırır. Zîrâ Diyânet bir “lâik-seküler bir
devletin kurumu”dur ve lâik devlete aykırı bir şey söylemeye izni yoktur. Oysa
İslâm ve Kur’ân, dîni hesâba katmayan devlete ve yönetimlere bir îtirâz olarak
gelmiştir.
Normâl yurdum insanı, Diyânetin sanki her
işini dîne ve âyetlere göre düzenlediklerini sanarak, diyânete “din-âyet” der.
Bu nedenle Türkiye’li müslümanlar, Kur’ân ve Sünnet’e göre değil de, Diyânet’e
göre dînlerini yaşıyorlar. Bu, müslümanların, dinlerini “devletin istediği ve
sınırlandırdığı kadar yaşamak” demektir ki bu, tüm müslüman coğrafyada
aşağı-yukarı böyledir. Hâlbuki diyânetin uygulamaları büyük oranda Kur’ân ve
Sünnet’in ifsâd edilmiş şeklidir. Çünkü ilk başta Diyânet zâten dîne ve âyete
uymamaktadır. Dîne ve âyete uymak, İslâm’a yâni Kur’ân’a ve Sünnet’e uymak
demektir. Oysa Diyânet, Kur’ân ve Sünnet-merkezli değil, Sünnîlik-merkezli bir
din anlayışındadır ve herkese de aynı anlayışla cevap vermektedir. Diyânet,
lâik ve muhâfazakâr bir kurumdur ve lîder-merkezlidir. Çünkü hükümlerini
Sünnîliğe göre verir. Bilindiği gibi Sünnîlikte devlete ve lîdere bağlılık
esastır. Tâ 1924’te, “devlete en çok hangi inanış şekli daha yakındır ve
bağlıdır” diye araştırıldığında bunun Sünnîlik olduğu görüldüğü için Diyânet
(DİB) de Sünnîlik-merkezli olmuştur. Maksat Sünnîliği savunmak değil, “Sünnîliğin
devlete bağlılığını ve lîderi savunmasını” savunmaktır. Atatürk ve CHP
zihniyeti bu koşulla Diyânet’i kurmuştur. Türklerde göçebe halk, İsmaillik,
Yesevilik ve Fütüvve aracılığıyla Aleviliği seçerken, kentlerde bulunan
yerleşik Türkler ve onların yöneticileri Sünnî görüşü tercih ettiler. Türk
yöneticilerin Sünnîliği seçmelerindeki başlıca etken, bu mezhebin yöntemlerinin
kitleleri yönlendirme açısından çok daha büyük imkânlar sağladığını
görmeleriydi. Bu yöneticilerden, Sünnîliğin, kentli Türkler arasında
tutulmasını ve kurumsallaşmasını sağlayanların başında Selçuklular
gelmektedir”.
Diyânet
İşleri Başkanlığı, 3 Mart 1924 târihinde, Şer’iye ve Evkaf
Vekâleti’nin yerine kurulan, “İslâm dîninin inançları, ibâdet ve ahlâk esasları
ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibâdet
yerlerini yönetmekle” görevli kurumdur. Fakat aslında Diyânet, Atatürk ve CHP’nin din-dışı işlerine
yönelik olarak, müslümanların, başta Kur’ân ve Sünnet bütünlüğüne, sonra da
eleştirel-isyânkâr özelliklere sâhip farklı mezhep, târikat ve cemaatlerin
kendilerine has dîn-merkezli anlayışlarına göre yapılanmasının önüne geçmek
niyetiyle kurulmuştur. Bu görev, Diyânet’in en önemli ve ebedî(!) görevidir.
Arada bir dîne uygun bâzı çıkışlar yapması bile bağımsız bir eyleme değil,
devletin ona verdiği tâvize ve izne bağlıdır. Devlet, Diyânet’e verdiği görev
için büyük paralar harcamaktan çekinmemektedir. Zîrâ devletin din-dışı ve
din-karşıtı ideolojisini en azından belli bir süreliğine koruması buna
bağlıdır.
Diyânet
İşleri Başkanlığı bünyesinde yaklaşık 100.000 imam-müezzin, 20.000 kadrolu
Kur’ân Kursu öğretmeni, 20.000 geçici Kur’ân Kursu öğreticisi, 3.000 vâiz ve 1.250 müftü bulunmaktadır. Diyânet İşleri Başkanlığı’na ayrılan
bütçe 2020 yılı için 11,5 milyar TL’dir. Bu geniş kadro ve yüksek meblâğdaki para
aslında, “İslâm’ı hayattan uzaklaştırıp, vicdanlara hapsetme”ye ayrılan
paradır. Çünkü Diyânet câhil ve muhâfazakâr müslüman halktan başka hiç kimsenin
umurunda bile değildir. Diyânet’e; günlük namazlara ve Cum’a namazlarına giden
müslümanları, “onları sisteme bağlı kalacak şekilde yönetmesi görevi” verilmiştir.
Öyle ya; Diyânet olmasa insanlar farklı mezhep, cemaat, târikat ve
fraksiyonlara katılacaklar ve bunların arasında da sistemi, devleti ve lîderi eleştirip
bunlara îtirâz ve isyân eden gruplar olacaktır. Çünkü sistemi, devleti ve
lîderi eleştirip îtirâz ve isyân edecek olanlar, din-merkezli olanlar olacaktır
ki bu din elbette “Diyânet’in dîni” olmayacaktır. Devlet, hükûmet ve lîderler en
çok, kendilerine karşı yapılan kalkışmalardan çekinirler. Nice kalkışmalar
nedeniyle güçlü devletler sıkıntılara girmiş ve hattâ zayıflayıp çökmüştür. Bu nedenle
bu tür kalkışmalara aslâ meydan vermemek lâzımdır. O hâlde iyi bir “paravan”
olan Diyânet’i iyi beslemek şarttır.
Diyânetin
görüşleri ve kararları şaşmaz-yanılmaz vahiy değildir. Buna rağmen insanların o
görüşlere kesin vahiy gibi inanmalarının nedeni, resmîyete olan güvenleri ve
Diyânet’in de resmî bir kurum olmasından dolayıdır.
Türkiye’de
özellikle cumhuriyetten sonra, lâik sistemi sağlamlaştırmak için, dîni kurumlar
olan vakıf ve dernekler, tekke-zâviyeler, şeyhülislâmlık vs. kapatıldı. Fakat
mevcut sisteme en çok da kapatılan bu yerlerin müdâvimlerinden
eleştiri-îtirâz-isyân geliyordu. Bunun çâresi olarak 1924 yılında Diyânet İşleri
Başkanlığı kuruldu. “Kendini bilenler” hâriç, kapatılan hemen-hemen tüm dîni
kurumlardaki yetkililer, imam, vâiz, müftü ve “Diyânet İşleri Başkanı” olarak
devletin mêmuru olarak atandılar. Bu, başka kurumlarda da aynı şekilde oldu.
Devletin mêmuru, âmiri, vekili, müdürü vs. yapılanlar, artık “devletin adamı”
oldular ve böylece sistem-yanlısı olarak eleştirmeyi, îtirazda bulunmayı
bıraktılar. İsyân etmek ise “zinhar olacak iş değil”di ve düşünmesi bile günah
olan bir şeydi artık onlar için. Devletten geçinmeye başladılar, yâni sisteme
göbeklerinden bağlanmış oldular.
Seküler sistem,
sistemin zengin kurucularını sistem karşıtları ve gariban halka karşı korumak
için bir mêmur kesim (orta-direk) kurdu. Devlete yâni sisteme bağlı bir kesimdi
bunlar. Devlet mêmurlarıydılar. Devlete sırtlarını dayadıkları için mecbûren
“devletin adamı” oldular ve böylece bu kesim, zenginlerle yâni sistemin
kurucuları ile, “vatanı asıl kurtaranlar” olmalarına rağmen; yalnızlaştırılmış,
ezilmiş, zayıf bırakılmış halk arasında bir paravan oluyorlardı. Zîrâ
ekonomik-psikolojik-dîni anlamda halkın bu çelişkili duruma îtirazları vardı.
“Hani bu yeni devlet ve yeni sistemde daha iyi yaşayabileceklerdi, inançlarına
saygı duyulacaktı ve hattâ zâten inançları için savaşmışlardı!”. İşte, “dîne
bağlı” olan insanları susturmak, “gazlarını almak” ve “sivri yerlerini
törpülemek” için “sisteme bağlı” bir kesim oluşturuldu ve ilk-başta Diyânet
devletleştirildi yâni sistem-içi(n) yapıldı, daha sonra da tüm devlet-kurumları
ve devlet-kurumlarına mensup kişiler sisteme entegre edildi. Bu durum şu-anda
da böyledir. Her parti ve hizip, devlete kendi adamlarını yerleştirmek ister.
Fakat daha çok, devlette çalışanların “devlete-sisteme bağlı” olmasını isterler
ki “sistemi koruyacak” bir kitle oluşsun ve böylece iktidârı ellerinde tutanlar
da iktidarlarını devâm ettirebilsinler.
İnsanlar
çoğunlukla öne çıkmış birilerinin yada bâzı kurumların
söylediklerini-yaptıklarını sorgusuz-suâlsiz doğru olarak kabûl ediyor. Fakat
en çok da resmî olan kurumların söylediklerini doğru olarak kabûl ederler.
Meselâ Türkiye’de bu, Diyânet ve bilim konusunda çok açık şekilde böyledir.
İnsanlar “resmî olan”a çok güveniyor ve söylenenlerin doğru olup-olmadığını hiç
sorgulamadan kabûl ediveriyorlar. Bu kurumların belirlemelerini hiç
sorgulamazken, diğer birilerinin doğru tespitlerini aşırı sorgulamaya tâbi
tutuyor ve kabûl etmiyorlar. Oysa doğruyu aramak ve bulmak isteyenler vahye
bakmalıdır. Ancak “Vahiyden onay alan” doğrular “kesin doğru”dur.
Siyâsilerin
desteği ve izni olmasa, din-adamları istedikleri gibi at oynatamazlardı. Bu
durum günümüzde de böyledir. Siyâsilerin özellikle Diyânet’i ve bâzı hurâfeci
vâiz ve din-adamlarını desteklemesinin sebebi, kendilerine karşı olan aykırı
düşünceleri ve yapılanmaları bertarâf etmek içindir. Fakat bunu yaparken dîni
de yozlaştırmaktadırlar. Tüm zamanlarda siyâsiler “klâsik ve modern
hurâfeciler”i desteklemiştir ve bu durum günümüzde de aynen devâm etmektedir. O
hâlde “klâsik din-adamları”nı suçladıktan sonra, hem resmî kurum olan Diyânet,
hem de akademisyenler de dînin yozlaştırılıp başkalaştırılması konusunda
suçlanmalıdır. Zîrâ Diyânet ve akademisyenler de dîni modern anlamda
yozlaştırmaktadırlar.
“…Fecir
vakti, sizce beyaz iplik siyah iplikten ayırd edilinceye kadar yiyin için,
sonra geceye kadar orucu tamamlayın….” (Bakara 187).
Âyetin de
söylediği gibi oruç, fecr ile başlar. Fecr vakti “günün aydınlanmaya başladığı
zaman”dır. O “ilk aydınlanma ânı”dır. Vahyî dînin “siyah iplik beyaz iplik”
ayrımı diye söylediği oruca başlama zamânı budur. Fakat resmî dîne yâni
Diyânet’e göre oruç, bu vakitten yaklaşık 55 dakîka önce başlar. Oruca erken
başlamak orucu bozmaz ama Sabah namazının da erken kılınması söz-konusu olduğu
için sabah namazı, vakit girmeden kılınmış olur. Tabi Allah “fecr vaktine
kadar” diyorsa (temkini-tedbiri de hesâba kattıktan sonra) fecr vaktine kadar
yemek esastır.
Diyânet’e göre
imsak vaktini belirten ezan okunduğunda, her taraf daha kapkaranlıktır ve
ortada siyah yada beyaz iplik ayrımı yapılabilecek bir durum yoktur. Ufukta
herhangi bir ışık ve parlaklık yoktur. Oruç açma yâni iftar zamânında da bir
fark vardır fakat Diyânet’in iftar zamânı ile Kur’ân’a göre olan iftar zamânı
arasında yaklaşık 5 dakîkalık küçük bir fark olduğundan, ondan pek bahsetmek
istemiyoruz. Tabi aslında bu da önemli bir durumdur, çünkü aslolan Kur’ân’a
göre olandır. İftar vaktinde de aslında Güneş batmasına rağmen hâlen ezan
okunmaz ve insanlar özeklikle yazın uzun günlerinde yaklaşık 5 dakîka daha
bekletilir. Güneş batmıştır ve iftar vakti girmiştir ama resmî dînin sözcülüğünü
(sâdece sözcülüğünü) yapan Diyânet’in keyfi beklenmektedir 5 dakîka daha. Fakat
çok ilginçtir ki, insanlar bu duruma cehâletlerinden dolayı îtirâz etmezler ve
hattâ doğrusunu delilleriyle gösterdikten sonra bile kabûl etmezler ve 55 dakîka
erken başladıkları orucu 5 dakika da geç açarlar. Hem de sâniyesi sâniyesine.
Vahyî dînin dediklerini yâni emirlerini savsaklayanlar ve doğru-düzgün yerine
getirmeyenler, resmî dînin emirlerini ise mutlak ve kesin anlamda îtirâzsız
olarak tam zamânında yerine getirirler. Herhâlde bu, Allah’ın, Kur’ân’dan
ayrılanlara ve Diyânet’e kapılanlara bir cezâsıdır. Cezâ kendi türünden olur ne
de olsa.
Bu durumun
yanlışlığını söylediğinizde, “herkes oruca 55 dakîka önceden başlarken ve 5
dakîka sonra açarken yanlış mı yapıyor yâni” îtirâzı ile karşılaşırsınız. Sanki
çoğunluğun yaptığı şey her zaman doğruymuş gibi. Kur’ân’a bakılırsa çoğunluğun
yaptığı şeyler genelde yanlıştır. Kur’ân boyunca çoğunluğun yaptığı şeyin
yanlış olduğunun söylendiği görülür ki bunun en meşhûr âyeti En-âm 116’dır:
“Yeryüzünde
olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan
şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle
yalan söylerler” (En-âm 116).
Normâl vakit
namazını evde kılınca oluyor da Cum’a namazını evde kılınca niye olmuyor?.
Çünkü câmiye girdin çıktın; bir farkı olmadı ki!. Cum’a namazını Diyânet’e göre
câmide kılınca bir şey olmuyor ve değişmiyor. Zâten “diyânetin mêmuru” olan
imam, “yasak” olduğu için, diyânetin kendisine verdiği hutbeden başka bir metni
okuyamıyor ve sâdece diyânetin verdiği metni okumak ve onların dediği gibi
namazı kıldırmaktan başka bir sorumluluğu kendinde duymadığı için, hutbede
cemaate, Cum’a’nın (toplanma) bir gereği olarak: “Kardeşlerim!, bir derdi
sıkıntısı olan var mı?. Yardıma ihtiyâcı olan var mı?. Bir düşüncesini yada
başına gelen bir olayı paylaşmak isteyen var mı?” diye sormuyor, soramıyor.
Kimse de çıkıp, meselâ; “benim yardıma ihtiyâcım var, kömürüm taşınacak ve ben
yaşlıyım taşıyamıyorum, bana yardım edin”; yada “bana bir haftalığına 100 lira
lâzım, bir hafta sonra Cum’a da geri vereceğim”; veyâ “şu şu konuda bilgisi
olan arkadaş varsa namazdan sonra bir-yerde oturup konuşabilecek var mı” vs.
vs. çeşitli insânî şeyler için bir ilişki biçimi olmuyor-oluşmuyor. Bu nedenle
içi Diyânet tarafından boşalmış-boşaltılmış ve sâdece şekle indirgenmiş olan
Cum’a için Cum’a günü câmiye gidilmemesi, gidilmesinden bin kat daha iyi olur.
Zâten “somut bir iş” ortaya konmadığı ve iyiliğe dönüşmediği için ortada “sevap”
da olmuyor. Gitmeyin daha iyi. Hiç olmazsa diyânetin zırvalarını dinlememiş
olursunuz. Hattâ dînin aslına karşı olan söylemlerini dinlemek zorunda kalmamış
olursunuz. “Sürü” olmaktan kurtulmuş olursunuz böylece. Lâik-seküler devlet,
zihniyetini Diyânet ve Câmi üzerinden dağıtmak projesi olduğundan dolayı resmî
bir imamın arkasında namaz kılmak da doğru değildir. Zîrâ bu “din-dışı sistemi
desteklemek demek” olacaktır. Bu nedenle câmiye gitmekte ve kendi başına namaz
kılmakta sorun olmasa da, Diyânet’e bağlı bir imamın arkasında namaz kılmak
doğru değildir.
Edirne’deki
hutbe ile Hakkâri’deki hutbenin aynı olması, diyânetin-devletin, müslümanları
sürüleştirdiğinin ve bir-örnekleştirdiğinin yâni mankurtlaştırdığının bir
göstergesidir.
Aslında Diyânet üzerinden
konuşanlar, seküler-lâik-demokratik devletler
ve devlet adamlarıdır. Devlet adamları çeşitli politikalarla yalan da
söyleyebildiği içini temkinli olmak ve her konuşulana inanmamak gerekir. Ali
Şeriati: “Sâdece devletin konuşma hakkına sâhip
olduğu bir memlekette hiç-bir söze inanmayın”
der.
Evet; evimiz,
ders-hânemiz, karargâhımız, kardeşlik merkezlerimiz, yardımlaşma derneklerimiz
olması gereken câmiler, Diyânet’in kontrôlüne girerek içi boşaltılmış ve sâdece
şekle indirgenmiş olan ritüellerin-hareketlerin yapıldığı, devletin-diyânetin
güttüğü “insan sürülerinin” olduğu devlet kurumlarına dönmüştür.
İslâm, günümüzde
de diyânetin yaptığı gibi, devleti meşrûlaştırma aracı olarak kullanılan ve
sâdece devletin izin verdiği kadar konuşan bir ulemâ sınıfı öngörmez. Ulemâ
aslen, halkın Hz. Ömer’e “seni kılıçlarımızla düzeltiriz” demesi örneğinde
olduğu gibi, dînî idrâk edip okumak-yazmak-yaygılaştırmak-anlatmakla görevli
olduğu gibi, devletin yanlışlarını da ve dîne uygun olup-olmadığını da
denetleyip düzenleyen yapıdır. Dîne ve âyete uymak bu demektir.
Dîne ve âyete
uymayanlar, Diyânet’e uymaya başlarlar ki, Diyânet’e uymak, “lâik, seküler,
din-dışı sisteme uymak” demektir. Diyânet’e uymak, “dîne ve âyete uymak” demek
değildir. Dîne ve âyete uymak için “Diyânet’e uymamak” gerekir. Zîrâ Diyânet de
“dîne karşı din”dir.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Mayıs 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder