“Hastalandığım zaman bana
şifâ veren O’dur” (Şuârâ 80).
Dünyâ’da insan için en
önemli şeylerden biri, hattâ -duruma göre- en önemli şey sağlıktır. Bunu en çok
da sağlığını kaybetmiş olan kişiler anlar. İnsanlar târih boyunca sağlıklarını
korumak yada bozulan sağlıklarını geri kazanmak için çeşitli yollar
denemişlerdir. Tabi “tedâvi” denince akla ilk gelenler doktor ve hastâneler
olur. Eskiden insanlar “doğallığını kaybetmemiş” yiyeceklerle beslenip,
minerâlini ve doğallığını kaybetmemiş sular içip, sessiz-sakin yâni stressiz
bir Dünyâ’da yaşadıkları için çok da fazla hastalıkları olmazdı yada “kronik”
tâbir edilen hastalıklar çok fazla yoktu. Vebâ ve salgın gibi, insanların büyük
kıyıma uğramasına neden olan hastalıklar ise, aslında temizliğe ve beslenmeye
dikkat edildiğinde, yine etkilese de çok da öldürücü olmuyordu. Vebâ gibi
salgınlar hijyenin bozulmasıyla başlayan ve artan şeylerdir. Çünkü vebâya neden
olan mikroplar ve bakteriler, hijyenin kötü olduğu yerlerde daha çabuk yayılabiliyordu.
Doğal bir Dünyâ’da yaşanması nedeniyle eskiden çok fazla hastâne bulunmadığı
gibi, çok fazla doktor da olmazdı ve bu nedenle de doktorluk, günümüzdeki gibi
çok prestijli bir meslek sayılmazdı. Tabi zenginlerin ve devlet adamlarının
doktorları madden iyi durumdaydı.
Modern zamanlarda ise;
hijyenin, tahlil-tetkikin, teşhisin, hastâne sayısının ve hastâne konforunun bu
kadar artmasına rağmen bir memnûniyetsizlik var. Çünkü aslında “bir proje
olarak” modernite ile birlikte çeşitli hastalıklar da peydah oldu, daha doğrusu
hiç duyulmadık ve görülmedik hastalıklar üretildi. Zâten son 70 yıldır
ilaçların çoğu artık bitkilerden değil, kimyâsal maddelerden yapılmaya başlandı
ki, bu ilaçları kullananlar mutlakâ yan-etkilere mâruz kaldıkları için, mutlakâ
başka hastalıkları da oldu. Böyle olunca da insanlar artık hastânelere bağımlı
hâle gelindi. Hastâneler doldu taştı. Daha fazla hastâne, daha fazla doktor ve
hastâne personeli, daha fazla ilaç, daha fazla tahlil-tetkik vs. yoğunluğu
ortaya çıktı. Bu yoğunluk da aşırı bir stres oluşturdu ve hastâneye giden
insanlar çok gergin olmaya başladılar. Bu gerginlik hem hastalar arasında, hem
hasta-personel arasında, hem de hasta-doktor arasında tartışmalara ve kavgalara
neden oldu ve oluyor. “Tıpta şiddet” bu nedenlerle ortaya çıkıyor. Bu şiddet
sâdece, “hastaların hastâne personeline yaptığı fizîki şiddet” değil, hastâne
personelinin hastalara uyguladıkları “psikolojik şiddettir” de. Belki de
“fizîki şiddetin” nedeni “psikolojik şiddet” olabilir. Zîrâ hastâne personelinde,
-aslında bir bakıma olumlu da olan- bir durum ve duruş vardır ki, hastâne
personeli hastâneleri aşırı sâhipleniyor ve hattâ bâzıları hâstaneleri
“babalarının malı” zannediyor. Sonuçta da “kendi çöplüğü”nde kendisine laf
edilmesini hem istemiyor hem de buna aslâ katlanamıyor. Üstelik apaçık hatâsına
ve yanlışlarına rağmen.
Şimdi; hastânelerde yaşanan
şiddetin nedeni, hastâne personelinin; acıyla, dert ile, endişe ile, gerginlik
ile, stres ile, sabırsızlıkla ve aşırı bir beklenti ile hastâneye gelen hastaları
ve hasta yakınlarını iyi dinlememesi ve iyi anlayamaması ve bu nedenle de
hoşgörü gösterip de gerektiği gibi yardımcı ol(a)mamasıdır. Tabî ki hastalar da
hastâne personelini anlamaya çalışmalıdır, zîrâ o yoğunluk içinde çalışmak
gerçekten de kolay değildir. Fakat unutulmaması gerekir ki, hastalarla muhâtap
olmak ve onlara en iyi şekilde hizmet vermek hastâne personelinin ve
doktorlarını görevidir. Onların işi budur ve bu iş ile para kazanmaktadırlar.
Bu nedenle bu işe başlarken; aşırı yoğunluğu, hastaların sabırsızlığını,
merâkını, acısını vs. hesâba katmak zorundadırlar. Bunu baştan kabûl
edebilmelidirler ve hattâ çok stresli, sinirli, sabırsız ve hoşgörüsüz
olanların tıp sektöründe çalışmaması gerekir. Çünkü iş budur ve ne olduğu
bellidir. Açıkçası, bâzen psikopat ve problemli olan hasta ve hasta yakınları
da hastâneye gelebiliyor ve olmadık sorunlar çıkarabiliyorlar ama, “gerçekten
hasta” olanlar her zaman haklıdır.
Tıpta şiddetin kanımca
ana-nedenlerinden biri de, modern tıbbın çok da işe yaramaması ve “sistem”in,
hastaları ve hasta yakınlarını hastânelere ve sağlık kuruluşlarına
bağlamasıdır. Çünkü artık neredeyse tüm hastalıklar kronikleşti ve kronik
hiç-bir hastalığı “şifâ” anlamında tamâmen bitirecek bir durum yok. Çünkü böyle
bir tedâvi hem yok, hem de bitmesi istenmiyor. Bu biraz da kapitâlist sistemin
bir projesi. Modern tıp ve doktorlar hem hastalıkları “şifâ” anlamında
bitirecek şekilde tedâvi edemiyor, hem de tedâvide kullandıkları modern
kimyâsal ilaçların ortaya çıkardığı yeni hastalıkları da tedâvi edemiyorlar. Bu
durum hastalarda bir karamsarlığı ve öfkeye neden oluyor.
“Tıp gelişti” deniyor fakat
gelişen şey “tedâvi” değildir. Tıpta gelişen şey, “tıbbî cihaz teknolojisi” ve
“hastâne konforudur” ama kesinlikle “tedâvi” değildir. Hattâ modern tıp, “şifâ”
anlamında tedâviyi hiç düşünmemektedir. Sistem, “hastalığın ve dolayısı ile
tedâvinin sürmesi” üzerine kurulmuştur. Yapılan sözde tedâviler şifâ vermemekte
ve zâten böyle bir şey de beklenmemekte ve istenmemektedir. Tam-aksine, kimyâsal
ilaçlar kullanıldıkça yan-etkilerden dolayı yeni hasta(lık)lar ortaya çıkmakta
ve onların tedâvisi de yine kimyâsal ilaçlar ile yapılmaktadır. Bu bir
kısır-döngüdür. Modern tıbbın çarkı bu şekilde dönmektedir. Sonuçta da insanlar
hastânelere bağımlı hâle gelmekte, hastânelerden ve doktorlardan umduklarını
bulamamakta, sağlık kuruluşlarına gide-gele bu işten aşırı bir sıkılma meydan
gelmekte, bu da insanları aşırı bir şekilde gerdiğinden dolayı “öfke
patlamaları” yaşanmakta ve şiddet açığa çıkmaktadır.
Modern tıbbın ana-sloganı
şudur: “Tıp çok gelişti”. Öyle ki bu sözü; 20-25 yıldır hastâne-hastâne
koşturan, gitmediği hastâne, doktor, yaptırmadığı tahlil-tetkik olmayan,
kullanmadığı ilaç kalmayan ve buna rağmen hastalığının iyileşmesini bırakın,
hastalığında en ufak bir gerileme bile olmayan, hattâ hastalığın durdurulamamış
olmasından dolayı daha beter bir duruma gelmiş, kullandığı kimyâsal ilaçlar
nedeniyle yeni hastalıklara (mîde-karaciğer-kâlp-damar vs.) müptelâ olmuş biri
bile söyleyebiliyor. Aslında hastânelerden, doktorlardan ve ilaçlardan bir
fayda bulamadığını kendisi de çok-çok iyi biliyor. Fakat ona başka bir yol
gösterilmiyor ve imkân da tanınmıyor. Başka tedâvi yollarına “alternatif”
deniyor ve doğal tedâvi yolları îtibarsızlaştırılıyor. Hâlbuki insanlık-târihi
boyunca “geleneksel tıp” vardı ve “modern” denen tıbbın ise şurada 75-100
yıllık bir ömrü vardır. Yâni alternatif olan “geleneksel tıb” değil, “modern
tıp”tır. Gerçi alternatif de olamıyor ya..
Aslında modern tıpta
“tedâvi” anlamında gelişen bir şey yoktur. İnsanların gözleri boyanıyor hepsi
o. Gelişen bir şey yok, “değişen bir şey” var ki o da, daha konforlu hastâne
ortamları, daha teknolojik ve incelikleri daha iyi görüntüleyebilen tıp
cihazlarıdır. Eğer “gelişti” denecek bir şey varsa bunların hasta olan kişiye
çok da bir faydası yoktur. Değişik ve gelişmiş! tıbbî cihazlarla hastalıklar
teşhis ediliyor fakat iş tedâviye gelince çâresiz kalıyorlar. Bir kronik
hastalığı, bırakın tamâmıyla tedâvi etmeyi, hastalığın ilerlemesini bile
durduramıyorlar. Tıbbın çok geliştiğinden bahseden tıp-dünyâsı, vatandaşlarını
kandırıyor ve hastânelere ve doktorlara bağımlı kılıyor. Çünkü bu bir proje ve
kazanç kapısıdır. “Gelişen(!)” şey tıp ve tedâvi değil, “tıbbi cihaz
teknolojisi”dir. Tabi bu gelişme, hastaları tedâvi etme aşamasında pek de işe
yaramıyor. O “süper cihaz”lar(!) ve pahalı ilaçlar aslında bir sömürü aracıdır.
Hastânelerde sürekli yapılan şey “hastalık belirleme”dir modern tıp
anlayışında. Oysa hastalığı belirlemek demek “tedâvi etmek” demek değildir.
Hastalığı tedâvi edecek ilacınız yoksa bu cihazların olmasıyla olmaması
arasında bir fark yoktur. Belirle-belirle bırak!. Hastalıkları
belirleyip-belirleyip isim takmaktan başka bir şey yaptıkları yoktur
doktorların ve tıp araştırmacılarının. Zorla hastalık aranıp bulunuyor ve ona
bir isim takılıyor. Böylece hastalıklar ve de hastalar çoğalıyor. Sonuçta da
hastâneler yoğunlaşıyor. Yoğunlaşan hastânelerde de şiddet olasılığı artıyor.
Modern tıbbın tamâmen
iyileştirip geçirdiği bir “kronik hastalık” örneği yoktur, fakat insanlara
“geçirdiği” bir-çok hastalık vardır. Modern tıp ve hastâneler, hastalardan
ziyâde, tıp personeline, tıbbî cihaz teknolojisine ve ilaç sektörlerine hizmet
ediyor. Modern tıp, “hasta” ile değil, “hastalık” ile ilgileniyor. “Hasta”yı
değil, “laboratuar sonuçları”nı tedâvi ediyor(!). Gerçi onu da yapamıyor ya..
Modern tıp, “hastalığa karşı hastalık” üretme bilimidir. Modern tıp, “sağ
kalma”yı sağlasa da, “sağlıklı olma”yı sağlayamıyor. Modern tıp, “sanâyileşmiş
tıp”tır. Modern tıp, doktorları “tıbbî sekreter”lere dönüştürmüştür. Üst-düzey
mêmurlar hâline getirmiştir. Modern tıp, “modern tıb”ba olan ihtiyâcı
arttırıyor. Sonuçta çok da bir işe yaramayan bir tıp ortaya çıkıyor. İnsanlar
bu durumdan dolayı geriliyorlar ve dolayısı ile şiddet olasılığı artıyor ve
“tıpta şiddet” açığa çıkıyor.
Hastânelerin ve hastâne
personelinin en iyi yaptıkları şey, âcil müdâhale, âcil ameliyatlar ve
kırık-çıkık-yaralanma gibi şeylere hemen müdâhale etmesidir. Başarılı oldukları
yer burasıdır. Çünkü hastalıkların en fazla %5’i “şifâ” anlamında tedâvi
edilebilmektedir ki aslında insanların “tedâvi edilebilen” bu hastalıklar için
hastânelere gitmesine çok da gerek yoktur. Zîrâ o hastalıklar kısa bir süre
içinde vücûdun bağışıklık sistemi sâyesinde zâten geçmektedir.
Bâzı doktorlar ve hastâne
personeli, “tabi aşırı yoğunluk ve stres nedeniyle” şiddete mâruz kalıyorlar.
Bu şiddet; hem kendi hoşgörüsüzlükleri, kabalıkları, davranış biçimleri yada
işi ağırdan almalarından dolayı, hem de çok sabırsız ve anlayışsız hasta
yakınları sebebiyle, özellikle de âcil vakâlarda yaşanıyor.
Ultra-modernizm ve
post-modernizmin Dünyâ’ya hâkim hâle gelmesiyle birlikte artık her-şey
kalitesizleştiği gibi, doktorlarda da bir kalitesizlik meydana gelmiştir. O
“eski doktorlar” neredeyse kalmamıştır. Doktorların bilimsel ve ahlâksal
anlamda bir gelişmişliğini de göremiyoruz. Tam-aksine geriye doğru hızla
gidiyorlar. O eski doktorlar nerdeee!. Onlar birer sanatçıydı. Bir bakışta
hastanın durumunu anlayıp, hastaya biraz da babacan ve otoriter tavırlarıyla
verdiği güven ile birlikte ilaçlar ve tavsiyeleriyle uyguladığı tedâvi çok işe
yarardı. Artık muâyene de yok. Doktorların %95’i steteskop kullanmıyor.
Steteskop üreticileri iflâs ediyor. Eski doktorlar, duruşlarıyla ve bilgileriyle
doğal bir otorite kazanırlarken, modern zamanlarda doktorluk, reklâmı iyi
yapılan, maaşı yüksek olan bir meslek ve üst-düzey bir mêmurluk olarak
gösteriliyor ve tıp öğrencileri de ilk başta para için bu alana kilitleniyor.
Tabi az sayıda bir kısım ilkeli insanları bunlardan ayrı tutarak tenzih
ediyoruz. Doktorların bilgileri çok zayıf, tıp çok fazla bölümlere
ayrıldığından dolayı da doktorlar sâdece kendi uzmanlık alanında kısıtlı
bilgilere sâhipler ve modern çağda ortaya çıkan yada çıkartılan “kompleks hastalıklar”ın
üstesinden gelemiyorlar ve hastalar da onlardan fayda bulmadıkları için doç.,
prof. konumundaki doktorlara yüksek ücretler karşılığında gitmek zorunda
kalıyorlar. Bu konumda olmayan doktorlar ise devlet hastâneleri ve sağlık
ocaklarında işin kırtâsiye ile ilgili işlemlerini yapıyorlar, yâni bir nevî
“üst-düzey mêmurluk” yapıyorlar ki onların yaptıklarını yapmak için bir yıl bir
doktorun yanına takılmak ya-da eczâcı kalfası olmak yeterlidir. Sistem,
doktorları “verilen görev”den başkasına karıştırmıyor. Aslında bu durum
doktorlar için de bir aşağılanmadır.
Amerika’da doktorların
yaptığı önlenebilir medikal yanlışlıklardan dolayı senede 200 bin kişi hayâtını
kaybediyor. Modern doktorların eski doktorlara göre genelde daha bilgisiz
olması, onların tembelliğinden çok, hastalıkların sayısının ve içeriğinin çok
fazla artmış olması ve doktorların bu bilgileri öğrenmeye zaman
bulamamalarındandır. Aşırı bir uzmanlaşma vardır. Bilgi, tümüne vâkıf
olamayacak kadar çoğalmıştır. Oysa bu kadar bilgiye gerek yoktur, çünkü zâten
bilginin artması “şifâ” anlamında tedâvinin artmasını getirmemiştir. Bu konuda
İsmail Tokalak şöyle der:
“Doktorların modem yaşamda
hızla çeşitlenen ve boyut değiştiren hastalıklar ile onlara teşhis koyma
becerileri ve bilgileri yetersiz kalmaktadır. Doktorların tıp fakültesindeyken
öğrendikleri yada medikâl dergilerde okudukları, ilaç firmalarının kendilerine
empoze ettikleri bilgilerle sınırlıdır. Doğru diye uygulamaya koydukları,
teşhiste, tedavide uyguladıkları yöntemlerin bir süre sonra bâzılarının yanlış
olduğu da ortaya çıkabilmektedir. Bir tek hastalığı bile tedâvi ederken bunun
nedenlerini bulmak artık bir tek doktorun uzmanlık alanı dışına çıkmakta, bir
doktorlar dayanışması gerekmektedir.
Artık vücûdumuz eksik
besinler içeren fakat bizim doğal zannettiğimiz gıdâlar tarafından besleniyor.
Bu durumdan kaynaklanan hastalıkların çoğuna, aslında bu eksik besin değeri
olan, içerisinde bir sürü zirâi ilaç kalıntısı bulunan ve bir-çok katkı maddesi
taşıyan gıdâların sebep olduğunu da bilmiyoruz. Doktorların da elinde bu konuda
yeterli veriler olmadığından, teşhisin asıl nedenini, ne olduğunu, hastalığın
tanımı da tam olarak yapılamıyor. Eksik besinlerin ve kimyâsalların hasta
ettiği hastaları, yine kimyâsal ilaçlarla tedâvi etme yoluna gidiliyor.
İnsanların hem gıda seçiminde hem de hastalıkları alternatif şekilde tedâvi
etmesinde seçimleri ellerinden alınmış durumdadır. Bunun esas nedeni de doğal
gıdânın gittikçe yok olmasıdır.
Bir doktor hastasıyla
karşılaştığında, hastasının tükettiği meyvelerdeki ve sebzelerdeki besin
değerlerinin eksik olup-olmadığı, hayvansal besinlerin doğal beslenen
hayvanlardan gelip-gelmediği, antibiyotik ve hormon alan hayvanların
ürünlerinin tüketilip-tüketilmediği ile ilgilenmez. Çünkü doktorlar genelde
buna göre bir eğitim almamıştır. Teşhislerini de buna göre yapmazlar. Çoğu
doktorun kendisi bile belli-başlı beslenme kurallarına dikkat etmeden beslenir.
Çoğu doktor, hastasına doğal organik besinlerle beslenip beslenmediğini sormaz
bile. Tıp genelde beslenmenin doğal olduğunu kabûl ederek tanımlarını,
tespitlerini ve teşhislerini yapmaktadır. Hastaya durumuna göre şekerden, aşırı
tuzdan, kızartmalardan, sigaradan ve alkôlden uzak durun denir. Fakat bunlar
tek-başına çözüm değildir”.
Modern zihniyete sâhip
doktorların bir kısmı da hastanın hastalığına odaklanmak yerine, hastayla daha
ilk karşılaştıklarında: “Acaba bu hastadan kaç para çıkar”, “bu hastayı sürekli
hastam yapmam lâzım” vs. gibi düşüncelere kapılıyorlar. Hâlbuki doktorların
gelirleri asgarî ücret ile kıyaslandığında gerçekten de çok iyidir ve zâten
doktorların çalışma şartları, çalışma saatleri ve çalışma ortamları asgarî
ücretli bir işçiye göre gâyet iyi ve konforludur. Yâni “çifte iyilik” vardır.
Buna rağmen doktorlar yine de şikâyetçi oluyorlar ve hastalara çoğu zaman
“insan” gibi davran(a)mıyorlar.
Sistem de artık
“Avrupa’ya-ABD’ye uyuyorum” diye hasta-doktor arasındaki samîmiyeti, güveni ve
netliği bitirdi. Sağlık, kapitâlizmin yörüngesine girdi. Hastânelerin sâhipleri
devletler değil, “ilaç şirketleri” oldu. Tıp fakültelerinde derslere ilaç
firması yetkilikleri girmeye başladı. Hastaları, hastâne personelini ve
doktorları “ilaç şirketlerine uygun” ve bağımlı hâle getirdiler. Devlet,
hastaneleri yapan özel firmalara “hasta garantisi” veriyor. Bu da doktorların,
hastaları sürekli kontrôle çağırmasına neden oluyor. Çünkü böylelikle hastaları
hastâneye bağlamış oluyorlar. Her muâyene bir “muâyene ücreti” demek oluyor.
İnsanlar zamanla hastânelerden, hastâne personelinden ve doktorlardan nefret
etmeye başlıyorlar. Çünkü hastalar ve de hasta yakınları hastâneyi yol
ediniyor. Hastalar hastânelere bağımlı hâle geliyor. Hastaların işi bir türlü
bitmiyor. Sistem işi otomatiğe bağlamış durumda. Hasta-hâneler “batak-hâne”
hâline geldi. Bir giren bir daha çıkamıyor. Bu da hastaları ve yakınlarını çok
fazla geriyor. Çünkü yoğunluk arttıkça çok fazla hatâ yapılıyor. Zîrâ aşırı
tahlil, tetkik, teşhis, rapor, tedâvi, ameliyat vs. yapılıyor. Hastâneler
“pirenin deve yapıldığı yerler” hâline geliyor. Sonuçta da hastaların hem
paraları hem de zamanları hastânelerde tükeniyor. Çünkü artık hastânelere sabah
girildiğinde işler akşama kadar ancak bitiyor. Aşırı yoğunluk ve hastânelerdeki
o aptalca düzenlenmiş çalışma saatleri, insanların hastâneleri kalabalıklaştırmasına
neden oluyor. Bu da “iyi bir muâyene” ve dolayısı ile “iyi bir teşhis ve
tedâvi”yi baltalıyor. Hastalıklar geçmiyor, hastalar “deneme tahtası” yapılıyor
ve “kobay” hâline getiriliyor. Bu durum bir zaman sonra hastaları ve hasta
yakınlarını geriyor, sinir ediyor. Tabi en sonunda da aşırı gerginlik şiddet
patlamasıyla sonuçlanıyor.
Bütün hastâneler ilaç
firmalarınındır. En azı azından kamu hastâneleri öyledir. Çünkü ilaç yoksa tıp
da yoktur. Tekelleşmiş ilaç firmaları, tüm sağlık alanını yönetmektedir. İlaç
kimdeyse yönetici odur. Hastâneleri yönettiği gibi doktorları da onlar
yönetmektedir. Doktorlar ilaç firmalarının yönlendirmesine göre
çalışmaktadırlar ve buna zorunludurlar. İlaç firmaları kendileriyle ters düşen
doktorları karalamakta, sürmekte yada karalayarak îtibârını düşürmektedir.
Hattâ meslekten bile etmektedirler. Belki de tıpta oluşan şiddetin bir kısmı
ilaç şirketlerini bir komplosudur. Şiddete uğrayan sağlık personelinin ve
doktorların, ilaç firmalarıyla ters düşüp-düşmediği kontrôl edilmelidir.
Doktorlar ve hastâne
personeli çok kibirliler ve hastalara tepeden bakıyorlar. İlaç şirketlerinin o
kendilerini bir şey zanneden elemanları hastaları “insandan” bile saymıyor ve
saatlerce bekleyen hastaların önlerine geçerek doktorları meşgûl ediyor ve
sabırlar tükeniyor. Yapılan apaçık yanlışlar şikâyet edildiğinde, devlet bu
şikâyetleri iyi değerlendiremiyor ve gereğini yap(a)mıyor. Hattâ tam aksine,
şikâyetçi olanı, mağdur olanı suçluyor.
Hükümet hırsla; “bizim en
iyi olduğumuz alan tıp sektörüdür” diye dursun, özellikle son 3-5 yıldır bu
durum bozulduğu gibi tersine bile dönmüştür. Yapılan binâlar bir işe yaramıyor
ki. Yalakalar ve şakşakçılar binâların dışına, dertleri olanlar binâların içine
bakıyorlar. Yapılan o görkemli(!) binâların içlerinde dertlere devâ
bulunmayınca, bu binâların aslında “badanalanmış kabirler” olduğu görülüyor.
Çünkü o binâların içi çürüktür. Çürük olanın bir fayda vermemesi ve hattâ zarar
vermesi gibi, bu binâlar da insanlara yarardan çok zarar veriyor. Yada en azından
yararları kadar zararları da oluyor. Üstelik o binâlar birer “vergi dâiresi”ne
dönüşmüştür ve insanlar hastânelere gitmekten korkar olmuşlardır. Çünkü hasta
bir kişi bir yakınıyla birlikte tek vesâitte hastâneye gittiği düşünüldüğünde
bile, gidiş-geliş en az 10-15 lira
harcıyor ki, artı şu paraları da ödemek zorunda kalıyor:
1- Alo 182 randevu ücreti.
2- Uzman doktor ücreti.
3- Üniversite hastânesinde
“uzman doktor” ücreti.
4- Laboratuar ve tetkikler
için fark ücreti.
5- İlaçlar yazıldığında %20
yada %10 fark ücreti.
6- Muâdil ilaç-farkı ücreti.
Eczâcı katkı payı.
7- 3 kutu ilaçtan sonraki
ilaçlar için alınan ücretler.
8- Ameliyat malzemesi için
ücret farkı.
9- Hasta-hânelerde özel oda
farkı ücreti.
10-Belli bir süre içinde
aynı branşta farklı hastâneye gidildiğinde alınan ücret.
Yâni artık sağlık “paralı”
hâle gelmiştir.
Peki tüm bunlara rağmen
Türkiye’de insanların sağlığında bir düzelme var mı?. 25 milyon kronik hastası
olan bir ülkenin sağlının iyi olduğunu söylemek dangalaklıktır. Türkiye’deki
diyabet hastası sayısı 7 milyona yaklaşmıştır. Kişi-başı yıllık ilaç-tüketimi
25-30 kutu, toplam ilaç-tüketimi ise 2 milyar kutunun üzerinde olan bir ülke
“hastalıktan kırılıyor” demektir. Hastalıklar ve de hastalar olanca hızıyla
artmaktadır. Bu da hastânelerin yoğunlaşmasına sebep olmakta ve şiddet
potansiyeli ve de şiddet artmaktadır. Hastalıktan korunma politikası da yoktur.
Sağlık alanında devlet para kazanıyor ve “SGK’nın kâra geçtiği”nden
bahsediliyor ki sosyâl devletlerde SGK’nın kâr etmesi söz-konusu bile olmaz.
Kapitâlist ülkelere has bir politikadır bu.
Hasta-hâne=hasta evi.
Hastâneler hasta-hâneler, yâni “hastaların evi” hâline geldi. Artık oradan
çıkamaz hâle geldiler. Hastâneler dolup taşmakta. Bu da “tıpta şiddet”i açığa
çıkarmakta. Bu saçma tıp politikasıyla tıpta yaşanan şiddetin olması çok
normâldir ve de zamanla artacaktır. Çünkü hiç kimse canı-ciğeri olan, hasta
olmuş yada kazâ geçirmiş olan yakınlarına yapılan olumsuz davranışı kabûl
etmez. Hastâne personeli ve doktorlar, hastânelere gelen hastalara en iyi
şekilde davranmak ve hızlı bir şekilde hizmet vermek zorundadırlar. Çünkü
“işleri” budur ve iyi bir gelirle bu işten geçinmektedirler. Bu onların işidir
ve işleri zâten budur. Hastaneler kimsenin “babasının malı” değildir.
Hastaların hastâneye gelmesi “boşuna” olduğu zaman, isyân etme hakları vardır.
Tıpta şiddetin önlenmesinin
en öncelikli yolu, “profilaksi” denen “önleyici tedâvi”nin yoğun bir şekilde
başlatılması ve sürdürülmesidir. Bundan sonra da; tedâviye, “doğal-bitkisel
tedâvi”nin de eklenmesi, hastânelerin mimârisinin hastalara en uygun şekilde
yapılması ve hastânelerin hastaların en kolay bir şekilde ulaşabilecekleri
yerlere kurulması, randevu-muâyene saatlerinin titizlikle ayarlanması, hastâne
personelinin ve de hastaların uyarılarak ve bilgilendirilerek karşılıklı
diyalog ile, hoşgörüyle ve sabırla işlerin sürdürülmesi, şikâyetlerin çok iyi
değerlendirilip uyarıların-îkazların yapılması ve sağlık ocakları ve âile
hekimlerinin kolayca yapabileceği işler için hastaları hastâneye yönlendirmemesi
gerekmektedir. Tıpta şiddetin önlenmesi, sağlık politikalarının; ilaç
şirketlerine, tıbbî cihaz şirketlerine, tıbbî malzeme üreten şirketlere ve
bunlardan nemalanan kişilere göre değil, hastalara ve hastâne personeline göre
düzenlemesiyle olur.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Aralık 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder