“Gerçek şu ki, Allah,
Âdem’i, Nûh’u, İbrâhim âilesini ve İmran âilesini âlemler üzerine seçti” (Âl-i İmran 33).
Âyette söylenen İbrâhim
âilesi ve İmran âilesi bizim “örnek âilelerimiz”dir. Allah bize bu örnek
âileleri göstermektedir ve zımnen; “bu âileler gibi olun” demektedir. Zîrâ
ancak bu tarz âilelerde şahsiyetli insanlar yetişebilir ve Dünyâ’yı
İslâm-merkezli değiştirebilecek önderler ancak bu tarz âilelerden çıkar. Çünkü
bu âileler “adanmış âileler”dir ve adanmışlık olmadığında Dünyâ’yı değiştirecek
ve toplumları peşinden sürükleyecek şahsiyetlerin çıkması hayâldir. İslâm bir
yönden de bir “adanmışlık dîni”dir. Toplumları peşinden sürükleyecek ve
Dünyâ’daki zulmü ber-tarâf edip Dünyâ’yı Dâr-ûl İslâm’a çevirecek olan
şahsiyetler, mutlakâ adanmışların içinden, “adanmış âileler”in içinden çıkar.
Hz. Yûsuf ve Hz. Îsâ, adanmış âilelerin yetiştirdiği şahsiyetlerdir. Hattâ bu peygamberler,
“adanmanın silsile hâlinde tekrâr etmesi”nin sonuçlarıdır. Dünyâ’da
hak-merkezli büyük izler bırakmak için adanmış âilelerin olması çok önemlidir.
Bu âilelerin ataları, bir zamanlar müşrik-zâlim âilelerinden ve toplumlarından
kopmuş olanlardır genelde. Bu kopuşun ve hicretin sonucu çok da uzak olmayan
bir zaman sonra “örnek şahsiyetler” olarak verir meyvesini. Zâten o örnek
şahsiyetler kâlpten yapılmış bir duânın netîcesidirler. Eylemden sonra yapılmış
duânın:
“(İbrâhim)
Rabbim, beni namazı(nda) sürekli kıl, soyumdan olanları da. Rabbimiz,
duâmı kabûl buyur” (İbrâhim 40).
Âile, nikâhla
yâni evlilikle başlar ve büyüyüp gelişir. Bu nedenle Allah, evliliğin olmasını
ve geciktirilmemesini ister ve evlenmeye madden güç yetiremeyenlerin bile İslâm
toplumu tarafından evlendirilmesini emreder ve şöyle der:
“İçinizde
evli olmayanları, kölelerinizden ve câriyelerinizden sâlih olanları evlendirin.
Eğer fakir iseler Allah, Kendi fazlından onları zengin eder. Allah geniş (nîmet
sâhibi)dir, bilendir” (Nûr 32).
Modernizm
Dünyâ’yı, “âileyi bozarak” ifsâd ediyor. Âileyi bozmayı ise, hem evlilikleri
çeşitli sebeplerle erteleyerek ve kadınları; fıtratlarına, doğala ve normâle
aykırı bir tarzda, “bir zulüm olarak” gece-gündüz işyerlerinde çalıştırarak ve
sözde “ekonomik özgürlük” vererek evlerinden uzaklaştırarak yapıyor. Evden
uzaklaşan ve para kazanmaya başlayan kadında sûni bir özgüven oluşuyor. Bu sûni
özgüven, fıtrî hiyerarşiyi bozduğu için âile-içi geçimsizlik artıyor ve
tartışmalar da hemen boşanmayla sonuçlanıyor. Çünkü kadın, duygusallığının
etkisinden dolayı en ufak bir tartışmada soluğu mahkemede alabiliyor ve
ekonomik özgürlüğüne güvenerek de hemen boşanıyor. Zâten boşanma dâvâlarını
açanların oranına bakıldığından dava açanların % 80 civârında kadınlar olduğu
görülüyor. Bunların da büyük bir bölümü “çalışan kadınlar”dır. Modern sistem ve
kânunlar da buna çanak tutuyor ve kadını alttan-alta buna teşvik ediyor.
İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı kânun bu işi aşırı kolaylaştırarak işin cılkını
çıkarmıştır. Bu nedenle Kur’ân’da boşama hakkı daha çok erkeğe verilmiştir ve
kadın ise, boşanma dâvâsını, “mehrinden vazgeçerek” yada bir fidye vererek
açabilir (Bakara 229). Zîrâ duygusal bir yaratılışa sâhip olan kadın, en küçük ve
önemsiz bir konuda soluğu mahkemede alabilmektedir.
İslâm’da ise âileye çok önem
verilir. Evlilikler kolaylaştırılırken boşanmalar zorlaştırılmıştır. Vahyin
ışığında kurulan ve büyüyen âileler, İslâm Medeniyeti’nin başlangıcıdır. Vahiy
ile inşâ olmamış âilelerin bulunduğu devletler ya küresel sistemin yada
şeytanın köleleri olurlar. O yüzden İslâm’da devrim-devlet-medeniyet süreci,
yüreklerin inşâsından sonra örnek âileler meydana getirmekle başlar.
Âile, sosyâl yapının çekirdeğidir. İslâm dînine göre
toplumun temeli âiledir. Âile toplumu, toplum milleti, millet de devleti
meydana getirir. Âile yapısı sağlam olanların devleti de sağlam olur.
Müslümanlar âileyi küçük bir millet, milleti de büyük bir âile kabul ederler.
Şeytan ise “kale”yi içten
yâni âileden başlayarak yıkmaya uğraşır. Bu bağlamda işe, “en küçük toplumsal
yapı” olan evlerden başlar ve âileleri dağıtır. Boşanmaların ve dolayısı ile
bireysel yaşayanların sayısının çok artması, şeytanın bu plânında çok başarılı
olduğunu gösterir.
“Erkeklerin kadınlar üzerinde, kadınların da erkekler
üzerinde hakları vardır. Yalnız erkekler, kadınlara göre bir derece üstünlüğe
sâhiptirler” (Bakara 228).
İslâm’da âilenin yöneticisi
(kavvam) erkektir: “Allah’ın, bâzısını bâzısına üstün kılması ve onların
kendi mallarından harcaması nedeniyle erkekler, kadınlar üzerinde sorumlu yöneticidir...”
(Nîsâ 34). Moderniteyle birlikte bu
görev kadınlara verilmeye başlanmıştır. İslâm, “eşleri birbirini tamamlayan
unsur” olarak görmesine rağmen erkeğe daha fazla sorumluluk yüklemiştir. Bu da
âilenin “ata-erkil” bir yapıda olacağı anlamına gelir. Yâni İslâm’a göre âilenin
“reisi” erkek olmalıdır.
Âile, en
küçük İslâm Devleti biçimidir. İslâm’a tam teslim olarak vahiy-merkezli yaşayan
âilelerin yaşadığı evler birer İslâm Devleti’dirler. Âile içinde hâkim olmayan
İslâm, dışarıda da hâkim olamayacaktır. Bu konuda Abdulaziz Kıranşal şöyle der:
“İnandığımız
ideâllerimizi ve hedeflerimizi önce kendi evlerimizde uygulayacağız. Evlerimizi
İslâmlaştırmanın, yaşadığımız Dünyâ’yı İslâmlaştırma yolunda atılmış en büyük
adım olduğunu bileceğiz. Huzur arıyorsak, huzûrun da, âfiyetin de, bereketin de
İslâm’da olduğunu hiç unutmayacağız”.
Hükümdârın dîni halkın
dînidir, halkın dîni âilenin dînidir, âilenin dîni çocuğun dînidir. Fakat
bahsedilen din “seküler bir din” ise, bu hiyerarşi tersine çevrilerek, “âileden
başlayan İslâm Dîni” ikâme edilmelidir.
Eskiden bilindiği gibi,
genişçe bir arsa üzerine kurulmuş, büyükçe bir kapıdan girilen ve içeride koca
bir avlusu bulunan, mutfak ve salonu ortak kullanılan fakat odaları ve evleri
ayrı olan büyük âilelerin yaşadığı mekânlar vardı. Dede-nine, ana-baba ve
kardeşler, gelinler-damatlar bu büyük evde “geniş âile” olarak yaşarlar ve hem
bir bereket hâsıl olurdu hem de âile içinde bir denetleme mekanizması işlerdi.
İşler birlikte yapılır, yemekler berâber yenir, büyüklerin tecrübeleri kâle
alınır, evdeki yaşlılar hem çocuklara göz-kulak olurlar hem de tecrübelerini
aktararak onları yetiştirirlerdi. İslâm ve Türk târihinde görüleceği üzere
yaşayışlar genelde böyleydi ve târih boyunca nice şahsiyetli insanlar
yetişmişti bu evlerde.
Aydınlanma(!), modernite,
sanâyileşme ve kentleşme ile birlikte, yuvaları yıkılan büyük âileler,
parçalanmaya ilk adımı attılar ve post-modernizm ile birlikte de artık küçülmüş
âileler “çekirdek âile”ye dönüştü. Çünkü çekirdek âile,
liberâl-demokratik-kapitâlist sistem için olmazsa-olmaz konumdadır. Zîrâ
liberâl-demokratik-kapitâlist sistem, âilenin “denetleyemediği bireyler”den
beslenir. Âilenin denetle(ye)mediğini seküler sistemler kolay bir şekilde
denetler.
Kapitâlizmin en sevdiği
çekirdek âile şekli şudur: “Âileden uzak bir yerde yaşayan tek çocuklu
karı-koca mêmur, iki maaş ile birlikte eve giren parayla ev-araba-eşyâ vs. her
şeyin sıfırını alan ve bol para harcayan âileler”. Zâten kapitâlizmi büyük
oranda da bu anlayıştaki ve yaşayıştaki âileler diri tutuyor. İleriki
zamanlarda bu çekirdek âilenin işleyişi şu şekildedir: “Erkek işe, kadın işe,
çocuk kreşe. Bir de ana-okulu var tabi; ana-okula gitmek bir mârifetmiş gibi
çocuklarını ana-okula göndermekle iftihâr edenler var. Ana-okulu “ana-okulu”
değil ki. Ana-okulu evdir. Çocuğun evi. Yâni “annenin olduğu yer”. Okulda
öğretmen var, anne değil ve o öğretmen iyi birisi olsa bile çocuğun hiç-bir
şeyi değildir. Bu nedenle de çocuğa sınırlı bir şefkat-merhâmet gösterebilir.
Çocuğun anası, “öz anası”dır ve en çok o merhâmet, şefkat ve azim-fedâkârlık
göstereceğinden, çocuğu en iyi şekilde öz annesi yetiştirebilir. Modern sistem,
kadını çalışmaya yöneltmekle çocuğu ana-baba şefkatinden ve sevgisinden ayırmak
için elinden geleni yapıyor. Zîrâ bu şefkâtten ve âile denetiminden uzak ve
mahrûm yetişmiş olan çocuklar “on numara birey” olabiliyor ve kapitâlizme can
suyu veriyorlar.
Daha bakıma, sevgiye,
merhâmete muhtâç durumda iken kreşe gönderilerek ana-babasından koparılan
çocuk, bu kopuşun normâl-doğal bir durum olduğunu bilinç-altına yerleştiriyor
ve ileride de yaşlanan ve bakıma muhtâç hâle gelen ana-babasını
huzur-evleri(!)ne göndermekten çekinmiyor. İslam’dan yâni doğal, normâl ve
fıtrî olandan kopan âile, kreş ekip huzur-evi biçiyor. Türkiye genelinde Âile
ve Sosyâl Politikalar Bakanlığına bağlı huzur-evlerinde 15.000’e yakın, özel
huzur-evlerinde ise 7.000’e yakın olmak üzere, ortalama 20.000 kişi kalıyor.
Evet; Türkiye’de huzur-evlerinde yaklaşık 20.000 kişi kalmaktadır. 20.000 ana
ve baba buralarda evlatlarından-torunlarından ayrı olarak yaşıyor. Tabi buna
“yaşamak” denilirse!.
Âile ve Sosyâl Politikalar
Bakanlığı’na göre, Türkiye’de huzur-evi sayısı %500 arttı. Verilere göre, 2.000
yılında Türkiye’de özel sektöre âit yalnızca 19 huzur-evi varken, bugün özel
sektöre âit huzur-evlerinin sayısının 119’a yükseldiği tespit edildi. SHÇEK
verilerinden derlenen bilgilere göre, ticâri bir sektör hâline gelen
özel huzur-evlerinin, Türkiye’de 1.990 yılından îtibâren hizmet vermeye
başladığı görülür. Türkiye’de 2.000 yılına kadar sâdece 19 özel huzur-evi
vardı. Bu huzur-evlerinin sayısı 2.000 yılından îtibâren artmaya başladı. 2.004
yılının sonunda açılan huzur-evi sayısı 52’ye ulaştı. Bugün ise bu rakam 154
olarak kayıtlara geçti. Büyük şehirlerde huzur-evi patlaması var. Türkiye’de
faaliyet gösteren özel huzur-evlerinin kuruldukları illere bakıldığında,
huzur-evlerinin büyük şehirlerde yoğunluk kazandıkları tespit edildi.
Huzur-evlerinin sayısı arttı, zîrâ kreşlerin ve ana-okullarının sayısı arttı.
Modernite âile kurumundan nefret eder ve âileyi yıkmak için
her-şeyi yapar. Bu uğurda “büyük âile”yi ilk önce “çekirdek âile”ye çevirir ve
daha sonr da insanları bireyleştirerek dağıtıp yalnızlaştırır. Yalnızlaşan
insan için ise “kapitâlizmin ürünlerini tüketmek”ten başka yapacak bir şey
yoktur. Bu konuda Ahmet Hakan Çakıcı şunları söyler:
“Kapitâlist dönemin ilk
anlarından bêri “âile” ile sermâye arasında sorun olduğunu aydınlardan pek çoğu
ifâde ediyor. Meselâ Weber, ‘akılcı kapitâlizmin gelişiminin önünde en
büyük engel âiledir. Özellikle birleşik akrabâ grubu (hısımlar) ilişkileri
kapitâlizmin gelişimini boğar’ diyor ve devâm ediyordu; ‘Protestanlığın
(İngiltere’nin) büyük başarısının ardında ‘hısımlığın prangalarını parçalaması’
yatar’ der. Weber ve Parsons’cu kuramdan hareketle Çin üzerine
yaptığı bir araştırmada Levy de ‘modern sanâyinin ve geleneksel âilenin
karşılıklı olarak birbirleri için yıkıcı oldukları’ sonucuna varmıştı”.
Kadının doğal ve fıtrî olan
özellikleri vardır. Şefkati-merhâmeti çok fazladır, hattâ şefkat ve merhâmeti
tek çocuğu fazla-fazla gelecek orandadır. Bu nedenle tek çocuklu âilelerde tek
çocuğa fazla gelen şefkatten dolayı çocuklar farklı negatif huylar ediniyorlar.
Özgüvenleri eksik kalıyor. Kadın, şefkat ve merhâmetini normâl bir yaşta
paylaşmaya başlamalıdır ve bu fazla merhâmet ve şefkat de çok fazla çocuğa
yeteceğinden, 2, 3 ve daha fazla çocuğu olmalıdır kadının.
Modern zihniyete sâhip
olanlar diyorlar ki; “artık kadınlar da erkeklerin yaptığı her işi
yapabiliyorlar”. Sanki iyi bir şey söylüyorlarmış gibi bunu övüne-övüne dile
getiriyorlar ve acınacak durumlarına gülüyorlar. Oysa şu bir gerçektir ki,
erkekler her işi kadınlardan daha iyi yaparlar. Buna yemek yapmak ve ev
temizliği vs. gibi işler de dahildir. Zâten iş için direnci daha fazladır
erkeğin. Bir işin yapılmasında direnç çok önemlidir. Direnç düşünce işin
kalitesi de düşer doğal olarak. Fakat kadında; erkekte olmayan, Allah
tarafından verilmiş bâzı özellikler ve duygular vardır. Vicdan, merhâmet,
şefkat ve bâzı refleksler vardır; meselâ birisiyle konuşurken yada televizyon
izlerken çocuğunu uyutmuş olan kadın, çocuğun ufak bir hareketlenmesinde,
plânlanmamış bir şekilde çocuğa eliyle küçük dokunuşlar yapar ve çocuk yeniden
uykuya dalar. Bu yaptığının kadın da farkında değildir. O, Allah tarafından
kadına verilmiş ve meleke hâline gelmiş bir duygu, bir reflekstir. Çünkü kadın
“anne”dir ve âilenin kurcusu ve sürdürücüsüdür.
İslâm’a ve dinden
kaynaklanan örfe göre şekillenmemiş ve buna göre yaşamayan âileler birbirlerine
sıkı-sıkıya bağlanamaz ve dağılıp giderler. Âilelerin birbirlerine düşman
olmaları ne kadar da acıdır. Ana ile babanın, evlâd ile ana-babanın ve
kardeşlerin birbirlerine küs olması ve ilişkilerini kesmesi, aslında Dünyâ’nın
sarsılmaya başlaması ve yıkılmaya yüz tutması demektir. Makro ve mikro boyutta
bile nice sıkı ilişkiler vardır ki varlığı bu ilişki sağlam tutar. Güneş
sistemleri birer âile oldukları gibi, galaksiler ise bu âilelerden oluşan “büyük
âileler”dir. Yine atom içersinde sürekli ve mükemmel bir dayanışma ve
yardımlaşma olan “kovalent bağlar”ı yapan elektronlar güçlü ve özverili birer âiledirler
ki varlığı ayakta tutan sebeplerden biridir bu bağ. Varlığın tamâmı büyük bir
âiledir ve öyle olmak zorundadır. Bunun için de, göklerdeki İslâmî düzenin
yeryüzünde de kurulması ve mükemmel uyumda yaşamın devâm etmesi şarttır.
Aksi-hâlde fitnenin ortaya çıkması ve ifsâdın başlaması kaçınılmazdır. İşte bu
düzenin sağlanması için âilenin de sağlam olması gerekir. Aksi durumda âilenin
üyeleri birer fitne olacaklardır:
“Bilin ki, mallarınız ve
çocuklarınız ancak bir fitnedir (imtihan konusudur.) Allah yanında ise büyük
bir mükafât vardır” (Enfâl 28).
Modernizm ile birlikte
insanlar, infâk edilmeyen mallardan ve İslâm-merkezli olmayan âilelerden
yıkılıyor.
Kadının erkeğe üstün olduğu
tek şey anneliktir. Bu nedenle “cennet annelerin ayakları altındadır” denir.
Cennetin annelerin ayakları altında olmasının nedeni, cennete giden yolun
âileden başlaması ve bu âileyi de ancak annenin kuracağı ve sürdüreceğindendir.
Mutlu âilenin formülü,
modernitenin dayatmasının aksine şu şekildedir: Kadınlar erkekler karşısında
“haddini” bilecek; erkekler de “emânet”e (kadın) ihânet etmeyecek.. Herkes
doğal, normâl ve fıtrî hiyerarşiye uyacak ve görevlerini bu istikâmette
yapacaklardır. Oysa modernite, kadınların fıtratını bozarak âileyi ifsâd ediyor
ve toplumu bozuyor. Bunu, kadını evinden ve âilesinden kopararak yapıyor. Evden
ve âileden kopan kadın, merhâmet ve vicdandan da kopmaya başlıyor. Zâten
çalışan kadın erkeksileşiyor da.
Ey erkekler!, bilelim ki
fıtratı bozulmamış kadınlar bizden daha merhâmetli, daha şefkatli, daha
düşünceli, daha yumuşak ve sevecen, daha nârin, daha sabırlı ve âilesine daha
bağlıdır. Sevgiyi ve merhâmeti ön-planda tutarak onlarla iyi geçinmeliyiz.
Zâten Kur’ân da bunu salık verir:
“Onda
sükûn bulup durulmanız için, size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve
aranızda bir sevgi ve merhâmet kılması da O’nun âyetlerindendir. Şüphesiz
bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten âyetler vardır” (Rûm 21).
Mustafa
İslamoğlu âile hakkında şunları söyler:
“Âile,
birini çekince diğeri ayakta duramayan şeydir. Âilenin âile olabilmesi için en
az 2 kişi olması lâzımdır. Âile, ‘ben-ben’ değil, ‘sen-sen’ diyenlerin kurumu
olması gerekir. Böyle denmezse âile olur gâile. Selman-ı Fârisi Îran’lıydı, ama
Peygamberimiz onun için ‘âilemizdendir’ demişti. Demek ki âile olmak için kan-bağı
gerekmiyor. Toplumun en temel birimi birey değil, âiledir. Âile fertleri
birbirlerine bağımlı değil, ‘bağlı’ olmalı. İyi âilesi olmayan toplumların iyi
şahsiyetleri yoktur. Kur’ân bize model âileler örnek verir, İmran Âilesi, İbrâhim
Âilesi gibi. Biz hacda, bir âilenin hâtırasını
canlandırırız. Evsiz âile olmaz, âilesiz ev olmaz, evsizliğe ve âilesizliğe
özendiriliyoruz. Evlerin mîmârisi, ‘içinde yaşanılmaz’ hâle getirildi, âile
fertleri bir ev içinde iletişimsiz hâle getirildi. Kur’ân, ‘evlerinizde
düzgünce oturun’ demekle evi ve âileyi koruyor. Dizilerde korkunç bir âile
yıkımı, ahlâki dejenerasyon vardır. Peygamberimiz’in eğitim metodu, âileyi esas
alan bir eğitim metoduydu”.
Filimler, diziler, klipler
ve bâzı programlar âileyi ve dolayısı ile toplumu bozup ifsâd etti ve ediyor.
İslâm’a uygun olmayan ve aykırı olan filmlerin ve programların yapımcıları ve
yönetmenleri âile düşmanı şerefsiz kişilerdir. Şeytanın ve tâğutun uşaklığını
yapmaktadırlar.
Modernite ve feminist proje
ile birlikte kadına aşırı haklar verilerek kadın erkeğin önüne geçirildi ve
kadın erkeğe üstün kılındı. Rôller değişti. Aslında değiştirilmek istenen şey
fıtratlardır ki, bu aslâ değişmez ve değiştirilmeye zorlandığında ise ifsâd başlar
ve ağır bedelleri olan sorunlar ortaya çıkar. Ey kadınlar!; unutmayın ki bu
ağır bedellerin çoğunu ileride siz ödemek zorunda kalacaksınız. Çünkü normâle,
doğala ve fıtrî olana aykırı bir iş yapıldığında mutlakâ düzen bozulur ve ağır
bedeller ödenmeyi gerektiren sonuçlar açığa çıkar. Zîrâ bu modern fitneye,
önünü-arkasını hiç düşünmeden ve hesâp etmeden uyuverdiniz. Erkeklere üstün
tutulmak nefsinize hoş göründü. Oysa Allah, âilenin yöneticisi olarak erkeği
seçmiştir. İbn-i Ömer, Allah Resûlünün şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:
“Hepiniz
çobansınız ve hepiniz sürülerinizden sorumlusunuz. Yönetici çobandır. Erkek
âilesinin çobanıdır. Hepiniz çobansınız ve idâreniz altında bulunanlardan
sorumlusunuz!”. (Buhârî, Cum’a 11, İstikrâz 20, İtk 17, 19, Vesâyâ 9, Nikâh 81,
90, Ahkâm 1; Müslim, İmâre 20. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, İmâre 1, 13; Tirmizî,
Cihâd 27).
Modern zamanlarda İmran
Âilesi ve İbrâhim Âilesi gibi örnek ve model âilelerden, dolayısı ile önder
şahsiyetler ve nitelikli toplumlardan mahrûm olduğumuzdan dolayı, Dünyâ’yı
Dâr-ûl İslâm’a çevirmek çok zor gözüküyor. Mü’minlerin bundan umûdunu kesmemesi
gerekir fakat mevcut Dünyâ’ya bakınca böyle bir umut taşımak kolay da değil.
Zîrâ yozlaşma had safhadadır. Dünyâ’yı Dâr-ûl İslâm’a çevirmek için gereken lîder
şahsiyetler ve nitelikli toplumların oluşması için ilk başta âileleri
İslâm-merkezli inşâ etmek gerekir. İşte zâten büyük sorun buradadır. Çünkü
şeytanın fısıldamalarıyla hareket eden tâğutlar ve uşakları, âileyi “çekirdek
âile” ve kişileri “bireyler” olarak öyle bir parçalayıp dağıtmışlar ki, yeniden
toplayıp bir-araya getirmek ne mümkün!. Toplumun “yakın akrabâlar” olarak bile
bir-araya gelip, âyette söylenen ve örnek gösterilen âileler gibi âileler
kurmaları mümkün olmuyor.
Artık çekirdek âile hâline
gelen âilelerin ancak “çekirdek kadar” irâdeleri, “çekirdek kadar” düşünceleri,
tavırları ve “çekirdek kadar” hedefleri oluyor. Çekirdek âilelerin hedefleri
ile şeytanın hedefleri örtüşüyor. Çekirdek âilelerde tecrübe para etmiyor.
Çekirdek âileler çocuklarını kreşe gönderdiklerinden, ileride de çocukları
onları huzur-evlerine gönderebiliyor. Zamânında ana-babalar çocuklarını kreşe
göndererek “sıkıntılardan” uzaklaşmak yoluna girdikleri gibi; çocuklar da
hayatlarını “engel” olmadan yaşamak için ana-babalarını yaşlandıklarında
huzur-evlerine yerleştiriyorlar ve bakıyorlar keyiflerine. Eee, ne ekersen onu
biçersin. Kreş eken huzur-evi biçer. Çekirdek âilede baba işe, anne işe,
çocuk kreşe gider. Bu ileride; “çocuklar işe, anne-babalar huzur-evine gider”
şeklinde tezâhür ediyor.
Bu tarz âilelerden (pardon,
birlikteliklerden) nasıl nesiller çıkmasını bekliyordunuz ki?. Böyle
birlikteliklerden (âilelerden değil, çünkü onlar âile değil) “niteliksiz,
tembel, pasif, korkak ama acımasız, maddeye kilitlenmiş, vicdân ve merhâmetten
yoksun, dinden uzak, mânevi hedefleri olmayan, değerlerden uzak nesiller”den
başka bir şey çıkmaz. Zâten anne-babalar da çocuklarının niteliğe dönük değil,
niceliğe dönük işlere yönelmelerini ve tâbir-i câizse, “domuz gibi”
tüketebilecek paralar kazanabilecek işler yapmalarını istiyorlar ve bu uğurda
çok fazla çaba sarf-ediyorlar. Kimse çocuğunu iyilik için “adamayı” düşünmüyor
ve istemiyor ki!. Böyle olunca “adanmış şahsiyetler” çıkmıyor. Dirâyetli ve
lîder olabilecek şahsiyetler yetişmeyince de nitelikli toplumlar oluşmuyor.
“Dünyâ’yı maddî anlamda ıskalamamak” en büyük hedef oluyor. Fakat sünnetullah
gereği, böyle olmanın bir bedeli-cezâsı var; Böyle toplumlar, maddî birikimi
daha fazla olan toplumların güdümüne girerler ve onlara “modern kölelik”
yaparlar. Üstelik köle olduklarının farkına bile var(a)mazlar. Köle olduklarına
bakmadan efendi olduklarını zannederler ve böylece günlerini gün ettikleri
zannıyla aslında günlerini heder edip giderler. Fakat unutulmasın ki, salt
maddî zevk ve haz-merkezli olarak gününü gün edenler, görece Dünyâ’larını, ama
kesinlikle âhiretlerini cehennem ederler.
Modernite ve artık
post-modernite ile birlikte her-şeyin parçalandığı gibi âileler de parçalandı.
Para, mal-makam gibi nedenlerle âileler Dünyâ’nın dört tarafına dağılmış
durumdalar ve birbirlerine de yabancılaşmışlar. Kocası vefât eden ve büyük
şehirde tek başına yaşayan bir kadın şöyle demişti; “büyük oğlum Amerika’da,
kızım Avustralya’da, diğer oğlum da Antalya’da, ben ise İzmir’deyim. İki-üç
senede bir görüşebiliyoruz ama o da iki-üç gün”. Bu durum modernite açısından “iyi”
gibi görünse de, aslında parçalanıp bireyselleşmiş bir âilenin resmidir.
Eskiden köyde-kasabada yada şehirlerde “büyük âile” şeklinde iç-içe yaşayan âileler,
modernite ile birlikte ve para kazanma uğruna kopup ayrılmışlar ve dağılmışlar.
Tabi bu durum âile üyelerinin birbirlerine yabancılaşmalarına ve aralarındaki
maddî ve mânevî ilişkinin azalmasına ve hattâ bitmesine neden olmuştur. Bu durum
hiç de normâl, doğal ve fıtrî değildir. Celaleddin Vatandaş âile hakkında
şunları söyler:
“Âile,
muâdili olmayan bir kurumdur. İnsan kalitesi, toplumun niteliği bu kuruma
bağlıdır. Fıtrî birliktelik olan âile dağılmadan ‘tanrısız toplum’u inşâ etmek
çok güçtü. Âilenin içinden kadın seçildi. Âilenin dağıtılması ve kadının ucuz
iş-gücü olarak piyasaya sunulması kapitâlizmin işine geldi.
Kadının
annelik fonksiyonu onu ev-merkezli yapmıştır. Doğal iş-bölümü. Modern yapı,
evdeki kadın için ‘suç işliyormuş’ algısı oluşturdu. 1800’lü yıllarda erkeklerin
başkasının işinde çalışmasıyla ‘işçilik’ doğdu. Kapitâlistler ‘çalışma’
kavramını değiştirdiler. Kadının kendi evinde, ağılında, tarlasında çalışmasını
kabûl etmediler. Çalışma kavramı ‘başkasının işinde çalışma’ olarak kabûl
edildi. Kadınlar ve çocuklar sanâyi devriminin ucuz iş-gücü ve sömürü nesnesi
hâline geldi. Kadın çalışmaya başlayınca âile küçüldü. Âile derken ‘geniş
âile’den bahsediyoruz. Hala, dayı, amca, teyze, dede, vb. Kırsaldan kente göç
başladı. Âile bağları zayıfladı. Kadın doğurganlığı azaldı. Sosyâl ortamdan
kopan âilenin işlevsel ve kontrôl kâbiliyeti azaldı. Birliktelik mekanizmaları
azaldı. Akrabâlık ortadan kalktı. Âile parçalanmaları çoğaldı.
Baumann,
‘çocuk modern toplumda ayak bağıdır’ diyor. Eskiden kadınlar gözü dışarıda olmayan,
âile içindeki ilişkileri sevecen, karınca-kararınca bir işte çalışan biriyle
evli olunca mutlu oluyordu, veyâ bir erkeği evine bağlı, iffetli, çocuklarını
iyi bir şekilde yetiştirmeye çalışan bir kadınla evli olması mutlu
edebiliyordu. Şimdi ise evli çiftlere sorulduğunda neden mutlu olabileceğini
bile bilmiyor. Baumann, ‘eskiden insanlar âileyi sevgiyle inşâ ederlerdi’
demiş, oysa artık haz yâni anlık zevk önemli, o yüzden evlilikler yürümüyor.
Dedelerimiz, babalarımız İslâmî anlamda câhildiler, fakat samîmiydiler,
dayanacakları sağlam bir âileleri vardı. Âileleriyle baskılara dayandılar.
Âlimlerimiz yoktu, ancak bu topraklardan âile bağlarının kuvvetli oluşundan
dolayı kökümüzü kazıyamadılar.
Batı’nın
hastalıklı düşünceleri bizim mahallenin kompleks sâhibi bilinçsiz kesimleri
tarafından da toplumda yaygınlaştırılmaya devâm etmektedir. Özellikle KADEM
gibi kuruluşlarda müslüman görünümlü feminist düşünceli kimseler, İslâm’a
aykırı ne kadar proje ve faaliyet varsa hepsini savunup kamu-gücü ile gündeme getirmektedirler.
6284 sayılı yasa ise tam bir fecaat, ortada âileleri yıkan bir düzenleme olarak
durmaktadır. Sözde kadına şiddeti önlemeyi amaçlayan kânun Avrupa Birliği’nden
sorgusuz-suâlsiz kopya edilen, âile bağlarını yok eden bir kânundur. Şiddet algımız
önce değiştirilmiş ondan sonra da ‘bas butona’ hâline getirilmiştir. Elbette
fizîkî şiddet psikolojik bir hastalıktır. Bunu savunmuyoruz. Ancak âile-içi
sorunların çözüm yolları bu düzenlemeler olmamalı.
Diğer bir
âile için tehlike arz-eden ve mevcut iktidar döneminde kabûl edilen düzenleme
de ‘İstanbul sözleşmesi’ ve ‘Toplumsal Cinsiyet Eşitliği’ adı altında yürütülen
faaliyet ve projelerdir. Diğer bir yaramız evlenme ve zinâ konusundaki
düzenlemelerdir. Örneğin 18 yaşında birisi ayrı ev kurup nikâhsız yaşayabilir.
17 yaşındaki birisi anne-baba rızâsı ile evlenebilir. 16 ve aşağısı hiç-bir
şekilde evlenemez. Ancak bu yaş gruplarının hepsi kendi aralarında nikâhsız
birliktelik kurabilmektedirler, suç değil”.
Allah’ın ilk yarattığı,
erkek yada kadın değil, bir erkek ve bir kadından oluşan “âile”dir. Modernite
âile yerine “birey”i koymaktadır. Fakat insanın tabî hâli “birey” değil, “âile”dir. Âile “erkek
sorumlu” ama “kadın-merkezli”dir. Âilenin kadın-merkezli olmasının nedeni,
kadının ev-merkezli olmasındandır. Fakat evden çıkan ve erkekler gibi işe
gitmeye başlayan kadın artık ev-merkezli olmadığı için, âile de “kadın ve
anne-merkezli olmamaktadır. Abdurrahman Arslan bu bağlamda şunları söyler:
“Çağımızda âile yok oluş sürecinden geçiyor. Batı’da boşanma
oranı % 60-65’lerde seyrederken, homoseksüel ve lezbiyen denilen âilelerde(!)
hemen-hemen boşanmaya rastlanmıyor. Bizde ise evlenme ve boşanma oranları
giderek eşit hâle gelmekte. Evlenme yaşı 29’lara dayanmış, ‘evde kalma’
dediğimiz hâdise adım-adım artmakta fakat bu vahim durumun üzeri üniversite
diplomalarıyla örtülmektedir.
Post-modernizmin her-şeyi
mekânsızlaştıran ve
içerik anlamını boşaltan evreninde eğer bugün tutunabileceğimiz
bir yer arıyorsak
tekrar âileye/eve
dönmemiz gerekiyor. İnsanın tabî hâli bekârlık
değil evliliktir;
İslâmî bir yaşam-biçimi kamusal alanda değil
ancak âile dediğimiz ‘yer’de inşâ
edilebilir. Unutmayalım
ki yada unutulmamalıdır ki erkek, üç ayrı ‘mekân’da kadının misâfiridir:
Rahminde, yatağında, -iâşesinin têmini erkeğe âit olsa da- evinde. Bugün önemli bir sorun hâlini alan
çocuklar için ‘kreş’, yaşlılar için ‘huzur-evi’,
haddizâtında insanlığın tabî bir sorunu değildir; onları kendi dünyâsının
hâricine kovarak
sorun hâline getiren âilenin kendisinde sorun vardır.
Sorunu kadını
merkeze alarak
yeniden düşünmeliyiz; yanımızda
yaşlımız yoksa
‘of bile demeyin’ îkâzını nasıl hakkıyla anlayabiliriz ki?.
Müslüman kadın,
yâni kızlarımız,
evvelâ kendini
‘âile’ dediğimiz dünyânın hâricinde ve eşitlikçi ideolojiyi esas alarak tanımlamaktan
vazgeçmediği sürece,
onun için öngörülebilir bir gelecek, ancak boşanma
oranlarındaki
artış olacaktır. Zâten
müslüman kesimdeki giderek artan boşanma oranları
da buna işâret
etmektedir. Dolayısıyla,
bilhassa eğitimli
kesimin âile
durumu, batı’lı ‘çekirdek âile’deki kadın
veyâ erkeğin
içinde bulunduğu
âkıbetten hiç de farklı
olmayacağa benziyor.
Çocuklarını kreşe, yaşlılarını huzur-evlerine, gücü yetenlerini de çalışmaya
gönderen bir âile
ve toplum-biçimi, kim ne derse-desin, İslâm’ın
murâdına uygun düşmez.
Müslüman için
buna ancak ‘âilenin ölümü’ denilebilir”.
Evet; tabaklar-bardaklar
ayrılmaya başlayınca bu ayrılmanın önüne kimse geçemedi. Ayrılış
parçalanmaya dönüştü ve parçalar bile daha da parçalarına ayrılma yolunda. Dağılmış
ve parçalanıp birey hâline gelmiş âile demek, “sorumluluğu olmayan yada çok az
olan âile” demektir. Artık bu sorumsuzluk sonucunda modern hayatta âdet hâline
geldiği gibi “yalnız hayatlar” yaşanmaya, üstelik de yalnız yaşayanlar
kıskanılmaya başlanmıştır. Hâlbuki insan yalnız olmaya programlı değildir ve
fıtratı buna müsâit de değildir. Bu yüzden İslâm’da bekâr ve yalnız olmak
yasaktır. Tek kalmak yasaktır. İslâm’da “nikâh altında ölmek” düşüncesi ve
uygulaması da vardır. Çünkü sâdece Allah’tır tek olan. Teklik Allah’a mahsustur.
Yalnızlık sâdece Allah’a mahsustur.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ağustos 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder