1 Temmuz 2019 Pazartesi

Âile Üzerine



“Gerçek şu ki, Allah, Âdem’i, Nûh’u, İbrâhim âilesini ve İmran âilesini âlemler üzerine seçti” (Âl-i İmran 33).

Âyette söylenen İbrâhim âilesi ve İmran âilesi bizim “örnek âilelerimiz”dir. Allah bize bu örnek âileleri göstermektedir ve zımnen; “bu âileler gibi olun” demektedir. Zîrâ ancak bu tarz âilelerde şahsiyetli insanlar yetişebilir ve Dünyâ’yı İslâm-merkezli değiştirebilecek önderler ancak bu tarz âilelerden çıkar. Çünkü bu âileler “adanmış âileler”dir ve adanmışlık olmadığında Dünyâ’yı değiştirecek ve toplumları peşinden sürükleyecek şahsiyetlerin çıkması hayâldir. İslâm bir yönden de bir “adanmışlık dîni”dir. Toplumları peşinden sürükleyecek ve Dünyâ’daki zulmü ber-tarâf edip Dünyâ’yı Dâr-ûl İslâm’a çevirecek olan şahsiyetler, mutlakâ adanmışların içinden, “adanmış âileler”in içinden çıkar. Hz. Yûsuf ve Hz. Îsâ, adanmış âilelerin yetiştirdiği şahsiyetlerdir. Hattâ bu peygamberler, “adanmanın silsile hâlinde tekrâr etmesi”nin sonuçlarıdır. Dünyâ’da hak-merkezli büyük izler bırakmak için adanmış âilelerin olması çok önemlidir. Bu âilelerin ataları, bir zamanlar müşrik-zâlim âilelerinden ve toplumlarından kopmuş olanlardır genelde. Bu kopuşun ve hicretin sonucu çok da uzak olmayan bir zaman sonra “örnek şahsiyetler” olarak verir meyvesini. Zâten o örnek şahsiyetler kâlpten yapılmış bir duânın netîcesidirler. Eylemden sonra yapılmış duânın:

“(İbrâhim) Rabbim, beni namazı(nda) sürekli kıl, soyumdan olanları da. Rabbimiz, duâmı kabûl buyur” (İbrâhim 40).

Âile, nikâhla yâni evlilikle başlar ve büyüyüp gelişir. Bu nedenle Allah, evliliğin olmasını ve geciktirilmemesini ister ve evlenmeye madden güç yetiremeyenlerin bile İslâm toplumu tarafından evlendirilmesini emreder ve şöyle der:

“İçinizde evli olmayanları, kölelerinizden ve câriyelerinizden sâlih olanları evlendirin. Eğer fakir iseler Allah, Kendi fazlından onları zengin eder. Allah geniş (nîmet sâhibi)dir, bilendir” (Nûr 32).

Modernizm Dünyâ’yı, “âileyi bozarak” ifsâd ediyor. Âileyi bozmayı ise, hem evlilikleri çeşitli sebeplerle erteleyerek ve kadınları; fıtratlarına, doğala ve normâle aykırı bir tarzda, “bir zulüm olarak” gece-gündüz işyerlerinde çalıştırarak ve sözde “ekonomik özgürlük” vererek evlerinden uzaklaştırarak yapıyor. Evden uzaklaşan ve para kazanmaya başlayan kadında sûni bir özgüven oluşuyor. Bu sûni özgüven, fıtrî hiyerarşiyi bozduğu için âile-içi geçimsizlik artıyor ve tartışmalar da hemen boşanmayla sonuçlanıyor. Çünkü kadın, duygusallığının etkisinden dolayı en ufak bir tartışmada soluğu mahkemede alabiliyor ve ekonomik özgürlüğüne güvenerek de hemen boşanıyor. Zâten boşanma dâvâlarını açanların oranına bakıldığından dava açanların % 80 civârında kadınlar olduğu görülüyor. Bunların da büyük bir bölümü “çalışan kadınlar”dır. Modern sistem ve kânunlar da buna çanak tutuyor ve kadını alttan-alta buna teşvik ediyor. İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı kânun bu işi aşırı kolaylaştırarak işin cılkını çıkarmıştır. Bu nedenle Kur’ân’da boşama hakkı daha çok erkeğe verilmiştir ve kadın ise, boşanma dâvâsını, “mehrinden vazgeçerek” yada bir fidye vererek açabilir (Bakara 229). Zîrâ duygusal bir yaratılışa sâhip olan kadın, en küçük ve önemsiz bir konuda soluğu mahkemede alabilmektedir.

İslâm’da ise âileye çok önem verilir. Evlilikler kolaylaştırılırken boşanmalar zorlaştırılmıştır. Vahyin ışığında kurulan ve büyüyen âileler, İslâm Medeniyeti’nin başlangıcıdır. Vahiy ile inşâ olmamış âilelerin bulunduğu devletler ya küresel sistemin yada şeytanın köleleri olurlar. O yüzden İslâm’da devrim-devlet-medeniyet süreci, yüreklerin inşâsından sonra örnek âileler meydana getirmekle başlar.

Âile, sosyâl yapının çekirdeğidir. İslâm dînine göre toplumun temeli âiledir. Âile toplumu, toplum milleti, millet de devleti meydana getirir. Âile yapısı sağlam olanların devleti de sağlam olur. Müslümanlar âileyi küçük bir millet, milleti de büyük bir âile kabul ederler.

Şeytan ise “kale”yi içten yâni âileden başlayarak yıkmaya uğraşır. Bu bağlamda işe, “en küçük toplumsal yapı” olan evlerden başlar ve âileleri dağıtır. Boşanmaların ve dolayısı ile bireysel yaşayanların sayısının çok artması, şeytanın bu plânında çok başarılı olduğunu gösterir. 

“Erkeklerin kadınlar üzerinde, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Yalnız erkekler, kadınlara göre bir derece üstünlüğe sâhiptirler” (Bakara 228).

İslâm’da âilenin yöneticisi (kavvam) erkektir: “Allah’ın, bâzısını bâzısına üstün kılması ve onların kendi mallarından harcaması nedeniyle erkekler, kadınlar üzerinde sorumlu yöneticidir...” (Nîsâ 34). Moderniteyle birlikte bu görev kadınlara verilmeye başlanmıştır. İslâm, “eşleri birbirini tamamlayan unsur” olarak görmesine rağmen erkeğe daha fazla sorumluluk yüklemiştir. Bu da âilenin “ata-erkil” bir yapıda olacağı anlamına gelir. Yâni İslâm’a göre âilenin “reisi” erkek olmalıdır.

Âile, en küçük İslâm Devleti biçimidir. İslâm’a tam teslim olarak vahiy-merkezli yaşayan âilelerin yaşadığı evler birer İslâm Devleti’dirler. Âile içinde hâkim olmayan İslâm, dışarıda da hâkim olamayacaktır. Bu konuda Abdulaziz Kıranşal şöyle der:

“İnandığımız ideâllerimizi ve hedeflerimizi önce kendi evlerimizde uygulayacağız. Evlerimizi İslâmlaştırmanın, yaşadığımız Dünyâ’yı İslâmlaştırma yolunda atılmış en büyük adım olduğunu bileceğiz. Huzur arıyorsak, huzûrun da, âfiyetin de, bereketin de İslâm’da olduğunu hiç unutmayacağız”.

Hükümdârın dîni halkın dînidir, halkın dîni âilenin dînidir, âilenin dîni çocuğun dînidir. Fakat bahsedilen din “seküler bir din” ise, bu hiyerarşi tersine çevrilerek, “âileden başlayan İslâm Dîni” ikâme edilmelidir.

Eskiden bilindiği gibi, genişçe bir arsa üzerine kurulmuş, büyükçe bir kapıdan girilen ve içeride koca bir avlusu bulunan, mutfak ve salonu ortak kullanılan fakat odaları ve evleri ayrı olan büyük âilelerin yaşadığı mekânlar vardı. Dede-nine, ana-baba ve kardeşler, gelinler-damatlar bu büyük evde “geniş âile” olarak yaşarlar ve hem bir bereket hâsıl olurdu hem de âile içinde bir denetleme mekanizması işlerdi. İşler birlikte yapılır, yemekler berâber yenir, büyüklerin tecrübeleri kâle alınır, evdeki yaşlılar hem çocuklara göz-kulak olurlar hem de tecrübelerini aktararak onları yetiştirirlerdi. İslâm ve Türk târihinde görüleceği üzere yaşayışlar genelde böyleydi ve târih boyunca nice şahsiyetli insanlar yetişmişti bu evlerde.

Aydınlanma(!), modernite, sanâyileşme ve kentleşme ile birlikte, yuvaları yıkılan büyük âileler, parçalanmaya ilk adımı attılar ve post-modernizm ile birlikte de artık küçülmüş âileler “çekirdek âile”ye dönüştü. Çünkü çekirdek âile, liberâl-demokratik-kapitâlist sistem için olmazsa-olmaz konumdadır. Zîrâ liberâl-demokratik-kapitâlist sistem, âilenin “denetleyemediği bireyler”den beslenir. Âilenin denetle(ye)mediğini seküler sistemler kolay bir şekilde denetler.  

Kapitâlizmin en sevdiği çekirdek âile şekli şudur: “Âileden uzak bir yerde yaşayan tek çocuklu karı-koca mêmur, iki maaş ile birlikte eve giren parayla ev-araba-eşyâ vs. her şeyin sıfırını alan ve bol para harcayan âileler”. Zâten kapitâlizmi büyük oranda da bu anlayıştaki ve yaşayıştaki âileler diri tutuyor. İleriki zamanlarda bu çekirdek âilenin işleyişi şu şekildedir: “Erkek işe, kadın işe, çocuk kreşe. Bir de ana-okulu var tabi; ana-okula gitmek bir mârifetmiş gibi çocuklarını ana-okula göndermekle iftihâr edenler var. Ana-okulu “ana-okulu” değil ki. Ana-okulu evdir. Çocuğun evi. Yâni “annenin olduğu yer”. Okulda öğretmen var, anne değil ve o öğretmen iyi birisi olsa bile çocuğun hiç-bir şeyi değildir. Bu nedenle de çocuğa sınırlı bir şefkat-merhâmet gösterebilir. Çocuğun anası, “öz anası”dır ve en çok o merhâmet, şefkat ve azim-fedâkârlık göstereceğinden, çocuğu en iyi şekilde öz annesi yetiştirebilir. Modern sistem, kadını çalışmaya yöneltmekle çocuğu ana-baba şefkatinden ve sevgisinden ayırmak için elinden geleni yapıyor. Zîrâ bu şefkâtten ve âile denetiminden uzak ve mahrûm yetişmiş olan çocuklar “on numara birey” olabiliyor ve kapitâlizme can suyu veriyorlar.

Daha bakıma, sevgiye, merhâmete muhtâç durumda iken kreşe gönderilerek ana-babasından koparılan çocuk, bu kopuşun normâl-doğal bir durum olduğunu bilinç-altına yerleştiriyor ve ileride de yaşlanan ve bakıma muhtâç hâle gelen ana-babasını huzur-evleri(!)ne göndermekten çekinmiyor. İslam’dan yâni doğal, normâl ve fıtrî olandan kopan âile, kreş ekip huzur-evi biçiyor. Türkiye genelinde Âile ve Sosyâl Politikalar Bakanlığına bağlı huzur-evlerinde 15.000’e yakın, özel huzur-evlerinde ise 7.000’e yakın olmak üzere, ortalama 20.000 kişi kalıyor. Evet; Türkiye’de huzur-evlerinde yaklaşık 20.000 kişi kalmaktadır. 20.000 ana ve baba buralarda evlatlarından-torunlarından ayrı olarak yaşıyor. Tabi buna “yaşamak” denilirse!.

Âile ve Sosyâl Politikalar Bakanlığı’na göre, Türkiye’de huzur-evi sayısı %500 arttı. Verilere göre, 2.000 yılında Türkiye’de özel sektöre âit yalnızca 19 huzur-evi varken, bugün özel sektöre âit huzur-evlerinin sayısının 119’a yükseldiği tespit edildi. SHÇEK verilerinden derlenen bilgilere göre, ticâri bir sektör hâline gelen özel huzur-evlerinin, Türkiye’de 1.990 yılından îtibâren hizmet vermeye başladığı görülür. Türkiye’de 2.000 yılına kadar sâdece 19 özel huzur-evi vardı. Bu huzur-evlerinin sayısı 2.000 yılından îtibâren artmaya başladı. 2.004 yılının sonunda açılan huzur-evi sayısı 52’ye ulaştı. Bugün ise bu rakam 154 olarak kayıtlara geçti. Büyük şehirlerde huzur-evi patlaması var. Türkiye’de faaliyet gösteren özel huzur-evlerinin kuruldukları illere bakıldığında, huzur-evlerinin büyük şehirlerde yoğunluk kazandıkları tespit edildi. Huzur-evlerinin sayısı arttı, zîrâ kreşlerin ve ana-okullarının sayısı arttı.

Modernite âile kurumundan nefret eder ve âileyi yıkmak için her-şeyi yapar. Bu uğurda “büyük âile”yi ilk önce “çekirdek âile”ye çevirir ve daha sonr da insanları bireyleştirerek dağıtıp yalnızlaştırır. Yalnızlaşan insan için ise “kapitâlizmin ürünlerini tüketmek”ten başka yapacak bir şey yoktur. Bu konuda Ahmet Hakan Çakıcı şunları söyler:

“Kapitâlist dönemin ilk anlarından bêri “âile” ile sermâye arasında sorun olduğunu aydınlardan pek çoğu ifâde ediyor. Meselâ Weber, ‘akılcı kapitâlizmin gelişiminin önünde en büyük engel âiledir. Özellikle birleşik akrabâ grubu (hısımlar) ilişkileri kapitâlizmin gelişimini boğar’ diyor ve devâm ediyordu; ‘Protestanlığın (İngiltere’nin) büyük başarısının ardında ‘hısımlığın prangalarını parçalaması’ yatar’ der. Weber ve Parsons’cu kuramdan hareketle Çin üzerine yaptığı bir araştırmada Levy de ‘modern sanâyinin ve geleneksel âilenin karşılıklı olarak birbirleri için yıkıcı oldukları’ sonucuna varmıştı”. 

Kadının doğal ve fıtrî olan özellikleri vardır. Şefkati-merhâmeti çok fazladır, hattâ şefkat ve merhâmeti tek çocuğu fazla-fazla gelecek orandadır. Bu nedenle tek çocuklu âilelerde tek çocuğa fazla gelen şefkatten dolayı çocuklar farklı negatif huylar ediniyorlar. Özgüvenleri eksik kalıyor. Kadın, şefkat ve merhâmetini normâl bir yaşta paylaşmaya başlamalıdır ve bu fazla merhâmet ve şefkat de çok fazla çocuğa yeteceğinden, 2, 3 ve daha fazla çocuğu olmalıdır kadının.

Modern zihniyete sâhip olanlar diyorlar ki; “artık kadınlar da erkeklerin yaptığı her işi yapabiliyorlar”. Sanki iyi bir şey söylüyorlarmış gibi bunu övüne-övüne dile getiriyorlar ve acınacak durumlarına gülüyorlar. Oysa şu bir gerçektir ki, erkekler her işi kadınlardan daha iyi yaparlar. Buna yemek yapmak ve ev temizliği vs. gibi işler de dahildir. Zâten iş için direnci daha fazladır erkeğin. Bir işin yapılmasında direnç çok önemlidir. Direnç düşünce işin kalitesi de düşer doğal olarak. Fakat kadında; erkekte olmayan, Allah tarafından verilmiş bâzı özellikler ve duygular vardır. Vicdan, merhâmet, şefkat ve bâzı refleksler vardır; meselâ birisiyle konuşurken yada televizyon izlerken çocuğunu uyutmuş olan kadın, çocuğun ufak bir hareketlenmesinde, plânlanmamış bir şekilde çocuğa eliyle küçük dokunuşlar yapar ve çocuk yeniden uykuya dalar. Bu yaptığının kadın da farkında değildir. O, Allah tarafından kadına verilmiş ve meleke hâline gelmiş bir duygu, bir reflekstir. Çünkü kadın “anne”dir ve âilenin kurcusu ve sürdürücüsüdür.

İslâm’a ve dinden kaynaklanan örfe göre şekillenmemiş ve buna göre yaşamayan âileler birbirlerine sıkı-sıkıya bağlanamaz ve dağılıp giderler. Âilelerin birbirlerine düşman olmaları ne kadar da acıdır. Ana ile babanın, evlâd ile ana-babanın ve kardeşlerin birbirlerine küs olması ve ilişkilerini kesmesi, aslında Dünyâ’nın sarsılmaya başlaması ve yıkılmaya yüz tutması demektir. Makro ve mikro boyutta bile nice sıkı ilişkiler vardır ki varlığı bu ilişki sağlam tutar. Güneş sistemleri birer âile oldukları gibi, galaksiler ise bu âilelerden oluşan “büyük âileler”dir. Yine atom içersinde sürekli ve mükemmel bir dayanışma ve yardımlaşma olan “kovalent bağlar”ı yapan elektronlar güçlü ve özverili birer âiledirler ki varlığı ayakta tutan sebeplerden biridir bu bağ. Varlığın tamâmı büyük bir âiledir ve öyle olmak zorundadır. Bunun için de, göklerdeki İslâmî düzenin yeryüzünde de kurulması ve mükemmel uyumda yaşamın devâm etmesi şarttır. Aksi-hâlde fitnenin ortaya çıkması ve ifsâdın başlaması kaçınılmazdır. İşte bu düzenin sağlanması için âilenin de sağlam olması gerekir. Aksi durumda âilenin üyeleri birer fitne olacaklardır:

“Bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız ancak bir fitnedir (imtihan konusudur.) Allah yanında ise büyük bir mükafât vardır” (Enfâl 28).

Modernizm ile birlikte insanlar, infâk edilmeyen mallardan ve İslâm-merkezli olmayan âilelerden yıkılıyor.

Kadının erkeğe üstün olduğu tek şey anneliktir. Bu nedenle “cennet annelerin ayakları altındadır” denir. Cennetin annelerin ayakları altında olmasının nedeni, cennete giden yolun âileden başlaması ve bu âileyi de ancak annenin kuracağı ve sürdüreceğindendir.

Mutlu âilenin formülü, modernitenin dayatmasının aksine şu şekildedir: Kadınlar erkekler karşısında “haddini” bilecek; erkekler de “emânet”e (kadın) ihânet etmeyecek.. Herkes doğal, normâl ve fıtrî hiyerarşiye uyacak ve görevlerini bu istikâmette yapacaklardır. Oysa modernite, kadınların fıtratını bozarak âileyi ifsâd ediyor ve toplumu bozuyor. Bunu, kadını evinden ve âilesinden kopararak yapıyor. Evden ve âileden kopan kadın, merhâmet ve vicdandan da kopmaya başlıyor. Zâten çalışan kadın erkeksileşiyor da.

Ey erkekler!, bilelim ki fıtratı bozulmamış kadınlar bizden daha merhâmetli, daha şefkatli, daha düşünceli, daha yumuşak ve sevecen, daha nârin, daha sabırlı ve âilesine daha bağlıdır. Sevgiyi ve merhâmeti ön-planda tutarak onlarla iyi geçinmeliyiz. Zâten Kur’ân da bunu salık verir:

“Onda sükûn bulup durulmanız için, size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhâmet kılması da O’nun âyetlerindendir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten âyetler vardır” (Rûm 21).

Mustafa İslamoğlu âile hakkında şunları söyler:

“Âile, birini çekince diğeri ayakta duramayan şeydir. Âilenin âile olabilmesi için en az 2 kişi olması lâzımdır. Âile, ‘ben-ben’ değil, ‘sen-sen’ diyenlerin kurumu olması gerekir. Böyle denmezse âile olur gâile. Selman-ı Fârisi Îran’lıydı, ama Peygamberimiz onun için ‘âilemizdendir’ demişti. Demek ki âile olmak için kan-bağı gerekmiyor. Toplumun en temel birimi birey değil, âiledir. Âile fertleri birbirlerine bağımlı değil, ‘bağlı’ olmalı. İyi âilesi olmayan toplumların iyi şahsiyetleri yoktur. Kur’ân bize model âileler örnek verir, İmran Âilesi, İbrâhim Âilesi gibi.  Biz hacda, bir âilenin hâtırasını canlandırırız. Evsiz âile olmaz, âilesiz ev olmaz, evsizliğe ve âilesizliğe özendiriliyoruz. Evlerin mîmârisi, ‘içinde yaşanılmaz’ hâle getirildi, âile fertleri bir ev içinde iletişimsiz hâle getirildi. Kur’ân, ‘evlerinizde düzgünce oturun’ demekle evi ve âileyi koruyor. Dizilerde korkunç bir âile yıkımı, ahlâki dejenerasyon vardır. Peygamberimiz’in eğitim metodu, âileyi esas alan bir eğitim metoduydu”.

Filimler, diziler, klipler ve bâzı programlar âileyi ve dolayısı ile toplumu bozup ifsâd etti ve ediyor. İslâm’a uygun olmayan ve aykırı olan filmlerin ve programların yapımcıları ve yönetmenleri âile düşmanı şerefsiz kişilerdir. Şeytanın ve tâğutun uşaklığını yapmaktadırlar.

Modernite ve feminist proje ile birlikte kadına aşırı haklar verilerek kadın erkeğin önüne geçirildi ve kadın erkeğe üstün kılındı. Rôller değişti. Aslında değiştirilmek istenen şey fıtratlardır ki, bu aslâ değişmez ve değiştirilmeye zorlandığında ise ifsâd başlar ve ağır bedelleri olan sorunlar ortaya çıkar. Ey kadınlar!; unutmayın ki bu ağır bedellerin çoğunu ileride siz ödemek zorunda kalacaksınız. Çünkü normâle, doğala ve fıtrî olana aykırı bir iş yapıldığında mutlakâ düzen bozulur ve ağır bedeller ödenmeyi gerektiren sonuçlar açığa çıkar. Zîrâ bu modern fitneye, önünü-arkasını hiç düşünmeden ve hesâp etmeden uyuverdiniz. Erkeklere üstün tutulmak nefsinize hoş göründü. Oysa Allah, âilenin yöneticisi olarak erkeği seçmiştir. İbn-i Ömer, Allah Resûlünün şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürülerinizden sorumlusunuz. Yönetici çobandır. Erkek âilesinin çobanıdır. Hepiniz çobansınız ve idâreniz altında bulunanlardan sorumlusunuz!”. (Buhârî, Cum’a 11, İstikrâz 20, İtk 17, 19, Vesâyâ 9, Nikâh 81, 90, Ahkâm 1; Müslim, İmâre 20. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, İmâre 1, 13; Tirmizî, Cihâd 27).

Modern zamanlarda İmran Âilesi ve İbrâhim Âilesi gibi örnek ve model âilelerden, dolayısı ile önder şahsiyetler ve nitelikli toplumlardan mahrûm olduğumuzdan dolayı, Dünyâ’yı Dâr-ûl İslâm’a çevirmek çok zor gözüküyor. Mü’minlerin bundan umûdunu kesmemesi gerekir fakat mevcut Dünyâ’ya bakınca böyle bir umut taşımak kolay da değil. Zîrâ yozlaşma had safhadadır. Dünyâ’yı Dâr-ûl İslâm’a çevirmek için gereken lîder şahsiyetler ve nitelikli toplumların oluşması için ilk başta âileleri İslâm-merkezli inşâ etmek gerekir. İşte zâten büyük sorun buradadır. Çünkü şeytanın fısıldamalarıyla hareket eden tâğutlar ve uşakları, âileyi “çekirdek âile” ve kişileri “bireyler” olarak öyle bir parçalayıp dağıtmışlar ki, yeniden toplayıp bir-araya getirmek ne mümkün!. Toplumun “yakın akrabâlar” olarak bile bir-araya gelip, âyette söylenen ve örnek gösterilen âileler gibi âileler kurmaları mümkün olmuyor.

Artık çekirdek âile hâline gelen âilelerin ancak “çekirdek kadar” irâdeleri, “çekirdek kadar” düşünceleri, tavırları ve “çekirdek kadar” hedefleri oluyor. Çekirdek âilelerin hedefleri ile şeytanın hedefleri örtüşüyor. Çekirdek âilelerde tecrübe para etmiyor. Çekirdek âileler çocuklarını kreşe gönderdiklerinden, ileride de çocukları onları huzur-evlerine gönderebiliyor. Zamânında ana-babalar çocuklarını kreşe göndererek “sıkıntılardan” uzaklaşmak yoluna girdikleri gibi; çocuklar da hayatlarını “engel” olmadan yaşamak için ana-babalarını yaşlandıklarında huzur-evlerine yerleştiriyorlar ve bakıyorlar keyiflerine. Eee, ne ekersen onu biçersin. Kreş eken huzur-evi biçer. Çekirdek âilede baba işe, anne işe, çocuk kreşe gider. Bu ileride; “çocuklar işe, anne-babalar huzur-evine gider” şeklinde tezâhür ediyor.

Bu tarz âilelerden (pardon, birlikteliklerden) nasıl nesiller çıkmasını bekliyordunuz ki?. Böyle birlikteliklerden (âilelerden değil, çünkü onlar âile değil) “niteliksiz, tembel, pasif, korkak ama acımasız, maddeye kilitlenmiş, vicdân ve merhâmetten yoksun, dinden uzak, mânevi hedefleri olmayan, değerlerden uzak nesiller”den başka bir şey çıkmaz. Zâten anne-babalar da çocuklarının niteliğe dönük değil, niceliğe dönük işlere yönelmelerini ve tâbir-i câizse, “domuz gibi” tüketebilecek paralar kazanabilecek işler yapmalarını istiyorlar ve bu uğurda çok fazla çaba sarf-ediyorlar. Kimse çocuğunu iyilik için “adamayı” düşünmüyor ve istemiyor ki!. Böyle olunca “adanmış şahsiyetler” çıkmıyor. Dirâyetli ve lîder olabilecek şahsiyetler yetişmeyince de nitelikli toplumlar oluşmuyor. “Dünyâ’yı maddî anlamda ıskalamamak” en büyük hedef oluyor. Fakat sünnetullah gereği, böyle olmanın bir bedeli-cezâsı var; Böyle toplumlar, maddî birikimi daha fazla olan toplumların güdümüne girerler ve onlara “modern kölelik” yaparlar. Üstelik köle olduklarının farkına bile var(a)mazlar. Köle olduklarına bakmadan efendi olduklarını zannederler ve böylece günlerini gün ettikleri zannıyla aslında günlerini heder edip giderler. Fakat unutulmasın ki, salt maddî zevk ve haz-merkezli olarak gününü gün edenler, görece Dünyâ’larını, ama kesinlikle âhiretlerini cehennem ederler.

Modernite ve artık post-modernite ile birlikte her-şeyin parçalandığı gibi âileler de parçalandı. Para, mal-makam gibi nedenlerle âileler Dünyâ’nın dört tarafına dağılmış durumdalar ve birbirlerine de yabancılaşmışlar. Kocası vefât eden ve büyük şehirde tek başına yaşayan bir kadın şöyle demişti; “büyük oğlum Amerika’da, kızım Avustralya’da, diğer oğlum da Antalya’da, ben ise İzmir’deyim. İki-üç senede bir görüşebiliyoruz ama o da iki-üç gün”. Bu durum modernite açısından “iyi” gibi görünse de, aslında parçalanıp bireyselleşmiş bir âilenin resmidir. Eskiden köyde-kasabada yada şehirlerde “büyük âile” şeklinde iç-içe yaşayan âileler, modernite ile birlikte ve para kazanma uğruna kopup ayrılmışlar ve dağılmışlar. Tabi bu durum âile üyelerinin birbirlerine yabancılaşmalarına ve aralarındaki maddî ve mânevî ilişkinin azalmasına ve hattâ bitmesine neden olmuştur. Bu durum hiç de normâl, doğal ve fıtrî değildir. Celaleddin Vatandaş âile hakkında şunları söyler:

“Âile, muâdili olmayan bir kurumdur. İnsan kalitesi, toplumun niteliği bu kuruma bağlıdır. Fıtrî birliktelik olan âile dağılmadan ‘tanrısız toplum’u inşâ etmek çok güçtü. Âilenin içinden kadın seçildi. Âilenin dağıtılması ve kadının ucuz iş-gücü olarak piyasaya sunulması kapitâlizmin işine geldi.

Kadının annelik fonksiyonu onu ev-merkezli yapmıştır. Doğal iş-bölümü. Modern yapı, evdeki kadın için ‘suç işliyormuş’ algısı oluşturdu. 1800’lü yıllarda erkeklerin başkasının işinde çalışmasıyla ‘işçilik’ doğdu. Kapitâlistler ‘çalışma’ kavramını değiştirdiler. Kadının kendi evinde, ağılında, tarlasında çalışmasını kabûl etmediler. Çalışma kavramı ‘başkasının işinde çalışma’ olarak kabûl edildi. Kadınlar ve çocuklar sanâyi devriminin ucuz iş-gücü ve sömürü nesnesi hâline geldi. Kadın çalışmaya başlayınca âile küçüldü. Âile derken ‘geniş âile’den bahsediyoruz. Hala, dayı, amca, teyze, dede, vb. Kırsaldan kente göç başladı. Âile bağları zayıfladı. Kadın doğurganlığı azaldı. Sosyâl ortamdan kopan âilenin işlevsel ve kontrôl kâbiliyeti azaldı. Birliktelik mekanizmaları azaldı. Akrabâlık ortadan kalktı. Âile parçalanmaları çoğaldı.

Baumann, ‘çocuk modern toplumda ayak bağıdır’ diyor. Eskiden kadınlar gözü dışarıda olmayan, âile içindeki ilişkileri sevecen, karınca-kararınca bir işte çalışan biriyle evli olunca mutlu oluyordu, veyâ bir erkeği evine bağlı, iffetli, çocuklarını iyi bir şekilde yetiştirmeye çalışan bir kadınla evli olması mutlu edebiliyordu. Şimdi ise evli çiftlere sorulduğunda neden mutlu olabileceğini bile bilmiyor. Baumann, ‘eskiden insanlar âileyi sevgiyle inşâ ederlerdi’ demiş, oysa artık haz yâni anlık zevk önemli, o yüzden evlilikler yürümüyor. Dedelerimiz, babalarımız İslâmî anlamda câhildiler, fakat samîmiydiler, dayanacakları sağlam bir âileleri vardı. Âileleriyle baskılara dayandılar. Âlimlerimiz yoktu, ancak bu topraklardan âile bağlarının kuvvetli oluşundan dolayı kökümüzü kazıyamadılar.

Batı’nın hastalıklı düşünceleri bizim mahallenin kompleks sâhibi bilinçsiz kesimleri tarafından da toplumda yaygınlaştırılmaya devâm etmektedir. Özellikle KADEM gibi kuruluşlarda müslüman görünümlü feminist düşünceli kimseler, İslâm’a aykırı ne kadar proje ve faaliyet varsa hepsini savunup kamu-gücü ile gündeme getirmektedirler. 6284 sayılı yasa ise tam bir fecaat, ortada âileleri yıkan bir düzenleme olarak durmaktadır. Sözde kadına şiddeti önlemeyi amaçlayan kânun Avrupa Birliği’nden sorgusuz-suâlsiz kopya edilen, âile bağlarını yok eden bir kânundur. Şiddet algımız önce değiştirilmiş ondan sonra da ‘bas butona’ hâline getirilmiştir. Elbette fizîkî şiddet psikolojik bir hastalıktır. Bunu savunmuyoruz. Ancak âile-içi sorunların çözüm yolları bu düzenlemeler olmamalı.

Diğer bir âile için tehlike arz-eden ve mevcut iktidar döneminde kabûl edilen düzenleme de ‘İstanbul sözleşmesi’ ve ‘Toplumsal Cinsiyet Eşitliği’ adı altında yürütülen faaliyet ve projelerdir. Diğer bir yaramız evlenme ve zinâ konusundaki düzenlemelerdir. Örneğin 18 yaşında birisi ayrı ev kurup nikâhsız yaşayabilir. 17 yaşındaki birisi anne-baba rızâsı ile evlenebilir. 16 ve aşağısı hiç-bir şekilde evlenemez. Ancak bu yaş gruplarının hepsi kendi aralarında nikâhsız birliktelik kurabilmektedirler, suç değil”.

Allah’ın ilk yarattığı, erkek yada kadın değil, bir erkek ve bir kadından oluşan “âile”dir. Modernite âile yerine “birey”i koymaktadır. Fakat insanın tabî hâli “birey” değil, “âile”dir. Âile “erkek sorumlu” ama “kadın-merkezli”dir. Âilenin kadın-merkezli olmasının nedeni, kadının ev-merkezli olmasındandır. Fakat evden çıkan ve erkekler gibi işe gitmeye başlayan kadın artık ev-merkezli olmadığı için, âile de “kadın ve anne-merkezli olmamaktadır. Abdurrahman Arslan bu bağlamda şunları söyler:

“Çağımızda âile yok oluş sürecinden geçiyor. Batı’da boşanma oranı % 60-65’lerde seyrederken, homoseksüel ve lezbiyen denilen âilelerde(!) hemen-hemen boşanmaya rastlanmıyor. Bizde ise evlenme ve boşanma oranları giderek eşit hâle gelmekte. Evlenme yaşı 29’lara dayanmış, ‘evde kalma’ dediğimiz hâdise adım-adım artmakta fakat bu vahim durumun üzeri üniversite diplomalarıyla örtülmektedir.

Post-modernizmin her-şeyi mekânsızlaştıran ve içerik anlamını boşaltan evreninde eğer bugün tutunabileceğimiz bir yer arıyorsak tekrar âileye/eve dönmemiz gerekiyor. İnsanın tabî hâli bekârlık değil evliliktir; İslâmî bir yaşam-biçimi kamusal alanda değil ancak âile dediğimiz ‘yer’de inşâ edilebilir. Unutmayalım ki yada unutulmamalıdır ki erkek, üç ayrı ‘mekân’da kadının misâfiridir: Rahminde, yatağında, -iâşesinin têmini erkeğe âit olsa da- evinde. Bugün önemli bir sorun hâlini alan çocuklar için ‘kreş’, yaşlılar için ‘huzur-evi’, haddizâtında insanlığın tabî bir sorunu değildir; onları kendi dünyâsının hâricine kovarak sorun hâline getiren âilenin kendisinde sorun vardır. Sorunu kadını merkeze alarak yeniden düşünmeliyiz; yanımızda yaşlımız yoksa ‘of bile demeyin’ îkâzını nasıl hakkıyla anlayabiliriz ki?.

Müslüman kadın, yâni kızlarımız, evvelâ kendini ‘âile’ dediğimiz dünyânın hâricinde ve eşitlikçi ideolojiyi esas alarak tanımlamaktan vazgeçmediği sürece, onun için öngörülebilir bir gelecek, ancak boşanma oranlarındaki artış olacaktır. Zâten müslüman kesimdeki giderek artan boşanma oranları da buna işâret etmektedir. Dolayısıyla, bilhassa eğitimli kesimin âile durumu, batı’lı ‘çekirdek âile’deki kadın veyâ erkeğin içinde bulunduğu âkıbetten hiç de farklı olmayacağa benziyor. Çocuklarını kreşe, yaşlılarını huzur-evlerine, gücü yetenlerini de çalışmaya gönderen bir âile ve toplum-biçimi, kim ne derse-desin, İslâm’ın murâdına uygun düşmez. Müslüman için buna ancak ‘âilenin ölümü’ denilebilir”.

Evet; tabaklar-bardaklar ayrılmaya başlayınca bu ayrılmanın önüne kimse geçemedi. Ayrılış parçalanmaya dönüştü ve parçalar bile daha da parçalarına ayrılma yolunda. Dağılmış ve parçalanıp birey hâline gelmiş âile demek, “sorumluluğu olmayan yada çok az olan âile” demektir. Artık bu sorumsuzluk sonucunda modern hayatta âdet hâline geldiği gibi “yalnız hayatlar” yaşanmaya, üstelik de yalnız yaşayanlar kıskanılmaya başlanmıştır. Hâlbuki insan yalnız olmaya programlı değildir ve fıtratı buna müsâit de değildir. Bu yüzden İslâm’da bekâr ve yalnız olmak yasaktır. Tek kalmak yasaktır. İslâm’da “nikâh altında ölmek” düşüncesi ve uygulaması da vardır. Çünkü sâdece Allah’tır tek olan. Teklik Allah’a mahsustur. Yalnızlık sâdece Allah’a mahsustur.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ağustos 2018




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder