“O, biri diğeriyle ‘tam
bir uyum’ (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahmân (olan Allah)ın
yaratmasında hiç-bir ‘çelişki ve uygunsuzluk’ (tefâvüt) göremezsin. İşte
gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor
musun?” (Mülk 3).
Kâinât, âyetin de dediği
gibi “muhteşem düzenlilikte ve güzellikte olan bir mekân”dır. Bu kâinât mekânı
nereden geldi, nasıl ortaya çıktı, niçin çıktı, neyin üzerinde duruyor, ne
zamana kadar duracak vs. gibi sorular, “insanı tatmin edecek cevapların bulunamayacağı”
sorulardır. Zîrâ insanın bir şeyi idrâk edebilmesi için onu kuşatabilmesi yâni sınırlarını
görebilmesi gerekir. Oysa kâinâtın sınırını göremiyoruz. Tabi, sınırsız olan
tek varlık Allah olduğundan dolayı, her-şeyin bir sınırı olmak zorundadır.
Zâten ancak fâni olanın sınırı olur ki fâni olan “sınırı olan” demektir. O
hâlde kâinât mekânı da sınırı olan bir yerdir. Tabi her sınırı olanın mâhiyetini
de tam olarak bileceğiz gibi bir durum da yoktur. Aslında insan, hiç-bir şeyi
mutlak anlamda idrâk edemez, çünkü onu mutlak anlamda kuşatamaz. Meselâ basit
bir nesneyi bile tüm boyutlarıyla yâni üç boyutlu olarak tek bakışta göremeyiz.
Bir nesneye baktığımızda o nesnesinin arka yada yan yüzlerini tek bakışta aynı-anda
göremeyiz. Küçük bir nesne için bile böyleyse, çok büyük olduğu apaçık belli olan
kâinât mekânı için söylenecek şeyler tahminden öteye gitmeyecektir. Biz onun
hakkında ancak görüp hissettiğimiz ve Allah’ın bildirdiği kadarını bilebiliriz.
Mekân, aslında “maddenin
bulunduğu yer”dir. Madde olmasa belki mekân da olmayacak yada kalmayacaktır. Kâinattaki
tüm maddeyi kozmik bir süpürgeyle süpürsek, belki de ortada mekân diye bir şey
de kalmayacaktır. Aristoteles, “hiç-bir cismin bulunmadığı yerde zaman ve uzay
da bulunmaz” der. Biz, maddenin bulunduğu yere ve ortama “mekân” diyoruz. Tabi kâinâta
dışarıdan bakamadığımız için maddenin nerede bulunduğunu anlayamıyoruz ve
bilemiyoruz. Bu nedenle de mekânı madde bağlamında anlamlandırıyoruz. Zâten
zaman da öyledir. Mekânın orijinâl bir varlığı yoktur, maddeye ve maddenin
hareketine bağlı olarak -görece- ve yanılsama olarak bir mekân vardır. Kâinâtı
kozmik bir süpürgeyle süpürdüğünüzde geriye maddesizlik anlamında “yokluk”
kalır. Geriye “mekân” zannettiğimiz ve aslında bir şey olmayan şey kalır. O şey
aslında hiç-bir şey değildir. Tabi bu durumda zamânın da mutlak bir varlığı
olmadığı ortaya çıkar.
Zamânın da aslî bir varlığı
yoktur. Zaman, maddenin hareketinin bir sonucudur. Bir maddeyi bir yerden alıp
başka bir yere koyduğunuzda yâni hareket ettirdiğinizde zaman başlar ve sürer
gider. Zamânın izâfi olması, daha doğrusu izâfi sanılmasının nedeni budur.
Maddenin çeşitli hareketleri zamânı da algılayış olarak farklı kılar. Tabi bu
bir yanılsamadır. Yâni bir kişiye belli bir zaman süreci çok kısa yada uzun
gelmiş olabilir ama saat bildiğimiz saattir. Yâni gerçek anlamda kişiye göre
değişmez, izâfi değildir. Değişen şey kişinin algısıdır. Kişinin o günkü yada o
anki algısına göre zaman yavaş yada hızlı gibi akar gibi olur.
Zamânın mutlak ve bağımsız
bir varlığı yoktur. Çünkü “hakîki” bir varlığı yoktur. Madde ile kâimdir
zaman. Evrendeki maddeyi/hareketi bir-anda durdursak, yada maddeyi kozmik bir
süpürgeyle süpürsek ve ortada hareket yada madde kalmasa zaman da kalmaz/olmaz.
Süpürülme işleminden sonra görülen/kalan şeyin (mekân) ne olduğunu her-hâlde
Allah’tan başka kimse bilemez. Mekâna (hâşâ, “post vahdet-i vücûd”çuluk yapıp)
“Allah” demeyeceksek, mekân da yok olucudur. Belki de bu yok-oluş süpürülmeyle
birlikte gerçekleşir. Geriye ne kalacağını ancak O bilir. Bir de “saf-zaman”
denen bir zaman da var mıdır?.. o da ayrı bir düşüncenin konusudur. Gerçi bu
saf-zaman ben vâr-olduğum müddetçe; hareket vâr-olduğu müddetçe
görülemeyecek/bilinemeyecek/idrâk edilemeyecektir. Bu yüzden bizi çok da
ilgilendirmiyor. İdrâk edemeyiz çünkü.
Zaman, maddenin hareketine
göre anlamlandırılır. Çok yoğun bir gün geçirdiğimizde o günün çabuk geçtiğini
zannederiz. Sevinçle geçen zaman çabuk, acıyla geçen zaman yavaş geçmiş gibi
olur.
Zamânı hızlandıran şey
sıcaklıktır. Sıcaklığı arttıran şey ise harekettir. Hareket hızlandıkça
sıcaklık artar. Bir şey ne kadar hareketli olursa sıcaklık da oranda artar.
Sıcaklık artınca da o şeyin zamânı hızlanmış, ömrü ise kısalmış olur. Eşyânın
ömrünü kısaltan şey sıcaklıktır, ısıdır. Elektrikli ev âletlerini bozan şey
ısıdır. Isına-ısına bozulur. Yoksa hiç çalışmasa, hiç ısınmayacağı için
bozulmazdı. Elektrik ile verilen güç bir hareket ve dolayısı ile ısı açığa
çıkartır. Eşyâ, ısıya çok uzun süre direnç gösteremez ve atomik yapısı bozulur.
Atomik yapısı bozulunca fizîki yapısı da bozulmaya başlar. Allah’ın sünnetullah
denen tabiat kânunlarından, gözlemlenebilen ve doğruluğu en kesin olan,
Termodinamiğin İkinci Yasası olan Entropi Kânunu, bir şeyin ısınması, o şeyin zamanla
bozulup kullanışsız hâle geleceğini söyler. Isı, eşyânın zamanla kullanışsız
hâle gelmesine neden olur. Varlığın hayâtiyetini sürdüren ısı, aynı-zamanda
onun ölümüne de neden olan şeydir.
Kışın bir mekânın ısınması,
bir enerjiyle o mekândaki atomların hareketlerinin hızlanmasıyla olur. Bir enerji
kaynağı ile güç verildiğinde o mekândaki atomların titreşimleri arttırılmış olacak
ve atomların hareketi fazlalaşacaktır. Fazlalaşan hareket bir ısı oluşturacak
ve mekân ısınacaktır.
Hızlı yaşamak “sıcak yaşamak”
demektir. Hızlı ve sıcak olan şeyin hareketi fazla olduğundan dolayı ömrü de
kısa olur. “Hızlı yaşa genç öl” sözü buradan gelir. Zâten bir şeyin zamânını
yavaşlattığınızda o şeyin hareketi ve ısısı azalacağından dolayı ömrü uzar.
Mesela bir yiyecek, buzdolabına yada derin dondurucuya konduğunda, soğuk
ortamda kaldığından dolayı o şeyin atomlarının titreşimleri azalacak ve
dolayısı ile hareketi azalacaktır. Hareketi azalınca da zamânı yavaşlayacak ve ömrü
uzayacaktır. Yiyeceklerin dolapta uzun süre kalabilmesinin nedeni budur. Biz onları
dolaba koymakla sıcaktan yâni aşırı hızdan ve ısıdan korumuş oluruz. Hızlarını,
ısılarını ve dolayısı ile zamanlarını yavaşlatmış olduğumuz için hemen
bozulmuyorlar.
Bir şeyin ısısı, hareketi ve
zamânı ne kadar artarsa ömrü de o kadar kısalır, ne kadar yavaşlarsa ömrü de o
kadar uzar. Yâni bir şeyin ömrünü belirleyen şey harekettir. Ölüm hâli ise mutlak
bir hareketsizlik durumu olduğundan, artık mevtâ (ölü) için bir zamandan
bahsedilemez. Kişinin “hareketi” bittiği için zamânı da bitmiştir. Zaman-dışı
olmuştur o kişi artık. Zâten diğer âleme de “bu zamandan” çıkabildiği için
gitmiştir. Diğer âleme gidebilmenin yolu bu âlemdeki zamandan (ve mekândan)
sıyrılmakla mümkündür. Ölen kişi artık bilinen zamanla kayıtlı değildir çünkü.
Her-şey anlamını “hareket”
ile bulur. Meselâ târih, insanın/toplumun hareket etmesinin bir sonucudur.
Zaman ve mekân da maddenin hareket etmesinin bir sonucudur.
Ali Şeriati: “Zaman,
mekândan îbârettir” der. Augustinus: “Zaman, pek bir boyutu olmayan “şimdi” ile, artık vârolmayan “geçmiş” ve daha vârolmamış olan “gelecek” arasında bulunan,
dolayısıyla da ancak hatırlama (geçmiş)
ve bekleme (geleceği) biçiminde
vârolabilen bir şeydir” der. Kindi; mekân ve hareketin izâfi olduğunu, zamânın cisim
ve hareketten ayrı düşünülemeyeceğini söylemiştir.
Yaratıldığı ilk andan bêri kâinât
normâl-doğal akışına ve deverânına devâm eder. Onun döngüsünde ve düzeninde bir
değişiklik olmaz. Çünkü o tam da Allah’ın emrettiği, hükmettiği ve düzenlediği
gibi hareket eder. Sünnetullaha uyar. Tabi kâinât materyâli bunu bilinçsiz-şuursuz
bir şekilde yapar. Dünyâ’nın iklimi, bitki örtüsü de yine aynıdır.
Aslında modern zamanlara kadar
yada moderniteyi başlatan ve sürdüren üç ana etken olan barut, elektrik ve motorun
ortaya çıkışına kadar Dünyâ’da tüm bitki örtüsü, hayvanlar ve insanın bizzat
maddî ve rûhî varlığı da doğal, normâl ve fıtrata uygun olarak hareketini devâm
ettiriyordu. Nefisler yine devredeydi ama onun bile azgınlıkta genelde bir sınırı
vardı. Zîrâ doğal bir döngüden, işleyişten, ilerlemeden, üretimden, ilişkilerden
vs. kopulmuyordu. Dünyâ’nın her yerinde genelde böyleydi. Fakat ne zaman ki
hayat-şekli moderniteyle birlikte değişmeye başladı, işte o zaman insan da
değişmeye başladı. Çünkü mekân değişmeye başladı. Bu değişme doğal, normâl ve
fıtrî olmayan bir değişmeydi. Mekân değiştiği için zaman değişmeye başladı.
Yoksa zamânın değişecek bir durumu yoktur. O hâlde değişen şey, maddenin a-normâl
değişimi sonucunda mekânın değişmesidir. Demek ki mekân değişince bir “değişim”
oluyor ve hattâ değişimler mekânın değişimiyle başlıyor. Mekân doğal, normâl ve
fıtrata uygun olarak değişince bu değişim, insanı olumsuz etkilemiyor ve zâten insanlar
ve de hayvanlar bu değişimin çok da farkında olmuyorlar. Mekânın doğal değişiminden
dolayı insanın (ve diğer canlıların) yaşam-şeklinde bir değişiklik olmuyor. Doğala,
normâle ve fıtrata aykırı olmayınca harekette ve hızda a-normâl bir değişiklik
olmuyor. Mekân yavaş değiştiği için insanlar bu değişimden olumsuz etkilenmiyor
ve değişen mekân onları sarsmıyor, yoldan çıkarmıyor.
Moderniteyle birlikte ise,
madde çok hızlı bir şekilde değişmeye başladı. Öyle ki artık bu hızlı değişimin
tâkibi bile yapılamıyor. Maddenin değişimi “mekânın değişimi” olduğu için, mekân
çok çabuk değişmiş oluyor. “Dünyâ çok değişti” denilen şey aslında mekânın çok
farklılaşmasıdır. Mekânın farklılaşması hareketlerin ve davranışların da değişmesine
sebep oluyor. Hareketler mekâna göre değişiyor. İnsanlar yeni hareketler ve
davranışlar kazanıyor yeni mekânlarda. Mekân insanların davranışlarını şekillendiriyor.
Hani sık-sık, “bu zamanda
olacak şey değil” diye söylenen söz var ya, aslında o sözle, “bu mekânda olacak
şey değil” denmek isteniyor. Yoksa zamanda bir değişme yoktur. O sâdece, bir
yanılsama olarak insana daha farklı akıyor gibi geliyor. “Bu zamanda olmaz”
dediğinizde, “bu mekânda yapılamaz” demiş olursunuz. Çünkü bir şeyin
yapılabilmesi için mekânın uygun olması gerekir. Meselâ “kaymak gibi” asfalt bir
yolda at ile yolculuk yapmak çok da olacak şey değildir. “Bu zamanda at ile
yolculuk mu yapılır” sözü, “bu mekânda (yolda) at ile yolculuk yapılmaz”
anlamındadır.
Mekânın doğal, normâl ve
fıtrî olana göre çok aşırı ve hızlı değişmesi, modernitenin bir projesidir ki bu,
küresel tâğutlara Şeytan’ın yaptığı telkinin bir sonucudur. Moderniteyi ve
modern-beşerî sistemleri ayakta tutan şey, mekânın bu çok farklı ve hızlı değişimidir.
Modernite mekânı hızla değiştirdiği için, insan da hızla mekâna uymaya başlıyor,
mekâna göre konumlanıyor ve hattâ tasavvuru, düşüncesi, söylemi ve amel-eylemi mekâna
göre belirleniyor. Böylece artık yaratılışına uygun davranış gösteremiyor. Zîrâ
o davranışı sergileyebilecek bir ortamı-mekânı kalmamıştır. Yaratıcının
emrettiğini yapacak, Kur’ân’a ve Sünnet’e uyacak bir alanı-mekânı kalmamıştır
modern insanın ve müslümanın. Zîrâ modernite, mekânı hızla değiştirip dönüştürmekle
şeytânî düzen ve günah işleme dışında insana başka bir hareket alanı bırakmıyor.
Modern dünyâda, aynen
göklerde olduğu gibi sünnetullaha, vahye ve Peygamber’e uyacak bir yaşam-şekli
belirlenemiyor. Zîrâ ortam müsâit değil, mekân müsâit değil. Mekân tam da Şeytan’ın
isteğine göre düzenlenmiş durumdadır. Böyle olunca da Şeytan’ın her emri
dinleniyor ve Şeytan’a göre hareket ediliyor. Şeytan târihte hiç olmadığı kadar
güçlü bir iktidârı moderniteyle ve modern mekân ile birlikte kurmuştur.
Yüksek bir tepeye çıkıp
şöyle kenti (şehri değil) seyrettiğinizde ne görüyorsunuz?. Nasıl bir manzara
var?. İç-açıcı bir manzara görebiliyor musunuz?. Seküler-modern-konformist-kapitâlist-liberâl
ideolojileri kana-kana içmiş birisi için belki de olağan-üstü bir manzaradır görülen
şey. Peki müslümanlar yada İslâm için de öyle midir?. Yâni doğala, normâle ve fıtrata
uygun mudur görülen resim?.
Görülen manzara aşağı-yukarı
şu şekildedir: Çeşitli yükseklikteki, bir katında 2,3,4,5,6, dâire olan,
4-5-6-7-8-10-15-20-30-40..katlı binâlar ve 50 ile 200 metre-kare büyüklüğündeki
dâirlerden (ev değil, dâire) meydana gelmiş, apartman aralarında, asfalt yollar
ve küçük çapta parklar olan, aşırı gürültülü, kalabalık, puslu, soğuk ama
ışıltılı, modernizme alıştırılmış kişiler tarafından orada yaşamanın bir
ayrıcalık olduğu zannedilen bir mekân. Uzaktan bakınca pek belli olmayan;
huzursuzluklar, asık suratlar, bozuk psikolojiler, bunalımlar, hastalıklar,
harcanan hayatlar, açlık, sefâlet, suç, ayıp, günah ve türlü çirkeflikler, o
mekâna daha yakından bakınca ve içine girince çok net bir şekilde
görülebiliyor.
Bu kentler kimin için
iyidir?. Bence can-alıcı soru budur. Çok az olumlu yanları olmasına karşın
bir-çok olumsuz durumları olan bu kentlerden memnun olanların çok büyük
çoğunluğu, İslâm/fıtrat-merkezli yaşamayan ve bu düşünce içinde olmayan veyâ bu
konuda bilgisi olmadığından dolayı, ama kentin o bir-kaç özelliğinden dolayı
orada bulunmak zorunda kalan insanlardır. Allah insanlardan yeryüzünü “îmar”
etmelerini ister fakat istenen bu îmar-şekli, mevcut modern mîmârinin yaptığı şekilde
değildir. Kemal Sayar bu konuda şunları söyler:
“Çağdaş
insan, tabiatı, kendisinden yararlandığı ama kendisine karşı ayrıca sorumlu da
olduğu bir eş gibi değil, bir fâhişe gibi görmektedir: Kendisine karşı hiç-bir
yükümlülük ve sorumluluk duygusu beslenmeyen bir fâhişe. İnsan ve tabiat
arasında bozulan denge aslında insanla Tanrı arasında bozulan âhengin bir yansımasıdır”.
“O, iş-başına geçti mi (yada
sırtını çevirip gitti mi) yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli
helâk etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez” (Bakara 205).
Mekânın değişmesi, insanın
değişmesidir. Zaman ve mekân, kendi mantık türünü de üretir. Ne kadar çok insan
varsa o insanların bulunduğu mekân da o kadar çok ve hızlı bir şekilde değişir.
Çok farklı ve birbirine aykırı düşünceler ve amel-eylemler ortaya çıkar. Bunun
farkında olan modernler, çeşitli şeytânî projelerle köyden kente göçü
başlatmışlar ve insanları kente yığmışlardır. Bu, modern üretimin çoğalmasını
ve değişmesini de yanında getirmiştir. Sonuçta mekân değişmiştir. Mekân değişince
düşünce ve amel-eylem şekli de değişmiştir ama bu değişim Yaratıcı’nın
belirlediği ve emrettiği istikâmette değil, Şeytan’ı râzı edecek istikâmette
olan bir değişim olmuştur. Çünkü değişen mekânda Allah’ın istediği ve emrettiği
şekilde yaşayacak bir alan yoktur. Mevcut mekân ona müsâit değildir. Zîrâ İslâm’ı
“hakkıyla yaşayacak” bir alan kalmamıştır. Oysa mekânın daha yavaş ve az değiştiği
köyler yada kırsal alanlar İslâm’ı hakkıyla yaşamak için daha müsâittir ve bu
türlü bir yaşam böyle yerlerde daha mümkündür. “Bu zamanda namaz, oruç, infâk,
muhabbet, sohbet, dostluk, yardımlaşma, vs. olmaz” demek, “hızla değişmiş olan modern
kent mekânında bu şeyleri yapacak bir alanın yâni mekânın olmadığını söylemek”
demektir. Oysa daha az ve yavaş değişen kırsal kesimde bunlar daha kolay
yapılabiliyor. Aynı çağda yaşanılmasına rağmen kent mekânında yapılamayan şeyler
köy mekânında yapılabiliyor. Tabi artık köyler de modern anlamda değişmeye başladığı
ve kapitâlist kuşatmaya alındığı için bunları köylerde de yapmak zorlaşmıştır.
Kentte müthiş bir
kuşatılmışlık vardır. Lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-demokratik-emperyâl bir
kuşatma. Bu kuşatma, kısmen yada kişisel çabaya göre büyük oranda “kentten köye
geri dönüş” ile kaldırılabilir. Zîrâ liberâl-kapitâlist kuşatıcı sistemler,
kent-merkezli sistemlerdir. Kentlere yığılan insanlar üzerinden işleyen bir
sistemdir modernizm.
Mekânın değişmesiyle
düşünceler, davranışlar da değişiyor. Zaman değişiyor. Zaman, mekâna göre
belirleniyor. Yatma-kalkma, edip-eyleme zamanları mekâna göre şekilleniyor. Ama
en üzücü olan da, müslümanların da vahiy ve sünnet yerine mekâna ve dolayısı
ile de zamâna uyuyor olmasıdır. İslâm-merkezli bir hayat yaşamak “Şeytan’a göre”
değişmiş olan kent mekânlarında pek mümkün olmuyor. Zâten hükümler de mekâna
göre düzenleniyor. Çünkü yeni mekân yeni modern-beşerî yasalar istiyor. Bu yasalar
tabî ki Allah’a göre değil, nefse ve aşırılığa göre düzenleniyor.
Modernite, Dünyâ’nın çok
hızlı ve farklı bir şekilde değişmesidir. Mekânın değişmesi zamânın, düşüncenin,
davranışların ve sonuçta da her-şeyin değişmesine neden oluyor. İnsanlar
dinlerini bile mekâna göre yorumlayıp düzenliyorlar. Ruhlar mekâna göre
değişiyor böylelikle. Fakat bu değişim doğal, normâl ve fıtrata uygun olan bir
değişim değildir. Allah’ın istediği gibi bir değişim değildir. Böyle olunca da
bu değişim insanlara ve diğer canlılar olan hayvan ve bitkilere de zarar
veriyor. Mekânın modern değişimi hayvanlara ve bitkilere olması gereken alanı
bırakmıyor. Zâten moderniteye uymayan yada uyamayan insanlara da alan
bırakmıyor. Yaşlı insanların özellikle yaz günlerinde kentlerden köylere
kaçmasının bir nedeni de budur. Yaşlı insanlar, çocukluklarındaki mekân ile
modern mekânlar arasındaki aşırı ve hızlı değişimden memnun değiller ve
rahatsızlar. Çünkü bu değişime ayak uyduramıyorlar yada ayak uydurmakta
zorlanıyorlar. Zîrâ bu değişim doğal ve normâl bir değişim değildir.
Evet; “zaman değişti” demek “mekân
değişti” demektir. “Bu zamanda olmaz” demek, “bu mekânda yapıl(a)maz” demektir.
Mekânın değişimi başta insan olmak üzere canlı-cansız her-şeyin değişmesidir. Tasavvurların,
düşüncelerin, davranışların, yaşamların, yiyecek, içecek, giyeceklerin,
evlerin, yolların ve işlerin değişmesidir. Âilenin, çocuğun, ana-babanın, eşin-dostun
değişmesidir. Mekânın değişimi, rûhun da etkilenmesi nedeniyle huzûrun kötü yönde
değişmesi ve bozulması demektir.
Evi-mekânı dar olanın, gönlü
de dar olur doğal olarak. Peygamber bu nedenle “evlerinizi geniş yapın”
demiştir. Mekân imkândır. Mekânı olmayan fikirler buharlaşır ve yok olup
giderler.
İslâm, mevcut zaman ve
mekâna göre değerlendirmeye alınıyor. Bunun nedeni, gelinen zamânı ve ortaya
çıkan mekânı “mutlak” kabûl etmekten kaynaklanıyor. Zaman ve mekân doğala,
fıtrata ve normâle yâni İslâm’a uygun olarak değiştirilmesi gerekiyorsa
değiştirilir. Modern zaman ve mekân değiştirilemez şeyler değildir. Modern
zaman ve mekân, “mutlak”, en iyi”, “en ileri” ve “en üstün” olarak kabûl
edildiği için, mevcut zamân, mekân ve buna bağlı olarak ortaya konan her-şey,
eskinin iptal edilmesine ve görmezden gelinmesine neden oluyor. Zîrâ “ilerleme”
miti bağlamında modern olan “ileri” olarak görülür ve kabûl edilirken, eski,
“ilkel” olarak görülüp kabûl edilmiyor. Bu, dînin modern olana göre
değerlendirilmesine neden oluyor.
Vahyin anlamı, zaman, mekân
ve coğrafyaya göre değişmez, fakat zaman, mekân ve coğrafyaya göre insanların
anlayışları ve amel-eylemleri değişir. İslâm dîni ve Kur’ân, klâsik veyâ
modern, hiç-bir zamanda ve mekânda sınırlandırılamaz. İslâm’ın mesajı tüm
zamanlar ve mekânlar için net ve kesindir. Fakat müslümanların çoğu bu mesajı,
“zamânın, dolayısı ile mekânın telâkkisi”ne uyarlamaya çalışıyor. Çünkü bu daha
kolay ve risksiz geliyor. Oysa İslâm’ın zıddı, tüm zamanlarda ve mekânlarda
uygulanan beşerî sistemler ve yönetimlerdir.
Allah zamandan ve mekândan
münezzehtir; fakat yasaları ve sanatı ile her yerde hazır ve nâzırdır. Göklerde
olduğu gibi yeryüzünde de işte bu sanat ve yasalar hâkim olmalıdır. İslâmî
olmayan bir ülkede-Dünyâ’da, insanlar her mekânda ve her alanda farklı rôllere
bürünürler. Lâiklik budur. İslâm’da ise, insanlar nerede olursa-olsun, aynı ve
benzer hâl ve tavırlarda olurlar.
Müslümanlar, Dünyâ’yı öz
hâline çevirip kutsallığını açığa çıkarmakla mükelleftirler. Bu, hem insanın
aslına uygun olarak değiştirilmesi, hem de mekânın İslâm’a uygun olarak inşâ
edilmesiyle olabilir ancak. Bu, “mekânın doğal değişimi” olacaktır. Zîrâ Allah,
özünde bu şekilde yaratmıştır insanı ve Dünyâ’yı.
Mevcut zaman ve mekân,
“insan” ve “müslüman” olarak kalmanın neredeyse imkânsız olduğu bir zaman ve mekândır.
Bu “seküler mekân” insanı aslâ tatmin etmez, etmiyor da. Zîrâ İslâm, kendisini
hâkim kılacak bir mekân arar. İşte ancak o mekânda hayat doğru bir şekilde
anlamlandırılabilir ve yaşanabilir.
Varlığı Allah ile anlamayı
ve açıklamayı zûl görenlere, varlığı anlamlandırmak için ne “zaman” yeter ne de
“mekân”. Bu nedenle de “milyarlarca yıl”dan ve “sonsuz evrenler”den bahsedip
dururlar. Fakat bu da tatmin etmez. Çünkü, “kâlpler ancak Allah’ın zikri ile
tatmin bulur” (Ra’d 28). Kâlpler ancak, Allah’ın hakkıyla zikredilebileceği
mekânlarda huzûr bulur.
Mekke’de olmazdı. Zîrâ Mekke
mekânı uygun değildi. Şirk ve küfür alabildiğine yaygındı. Her yer putlarla
doluydu. Bu nedenle Medîne’ye hicret edildi. Orada mekân daha uygundu ve belli
bir süre sonra İslâm’a tam uygun bir mekân hâline getirildi. İslâm orada
hakkıyla yaşandı ve güçlendi. Müslümanlar belli bir güce ulaşıldığında tekrar
Mekke’ye geldiler ve Meke’yi fethettiler. Fetih’ten sonra Mekke’de İslâm’a göre
olmayan mekân değiştirildi ve İslâm’a uygun hâle getirildi. Meselâ içi putlarla
dolu olan Kâbe putlardan temizlendi ve İslâm’a tam uygun bir mekân hâline
geldi. Dünyâ’yı İslâm’a uygun bir mekân hâline getirmek, tüm zamanlardaki ve
mekânlardaki müslümanların görevidir.
“Bu zamanda olmaz” derken
söylenmek istenen zaman “modern zaman”dır yâni “modern mekân”dır. Peki “modern
zamanda olmaz” demek “modern-öncesi zamanda olurdu” demek midir?. Modern-öncesi
zamanda olursa o hâlde modern zamanda da olur. Mesele, modern zamanda yâni modern
mekânda daha zor olacak olmasıdır. Fakat bu “aslâ olmaz” demek değildir. Çünkü
daha önce olmuştur ve bir kere olduysa yine olur. Sosyoloji kuralıdır; “bir
kere olan, bir kere de daha olabilir”. Yâni modern-öncesi zamanda ve mekânda
olan şey, modern zamanda yâni modern mekânda da olur. Lâkin, “İslâm’ı Dünyâ’ya
hâkim kılmak” düşüncesi modern zamanda yâni modern mekânda başlatılabilir ama bu
modern mekânda, hem “hakkıyla” yapılamaz hem de tamamlanamaz. Hakkıyla olması ve
tamamlanması için zamânın yâni mekânın da İslâm’a göre değişmesi gerekir.
Bir şey,
mekân ve zamanda yer-sâhibi kılınmadan zâhir hâle getirilemez. İslâm’ın
hakkıyla yaşanması ve görünmesi için de mekâna ihtiyaç vardır. “Dünyâ’da mekân,
âhirette îman” denmesi bu nedenledir. Mekân yoksa pek imkân da bulunmaz. Lâkin
bu mekân “modern mekân” değildir.
Zamânın değişimi aslında
mekânın değişimi, mekânın değişimi ise aslında insanın değişimidir. Suçu zamâna
yüklemek yanlıştır. Suç mekândadır. Fakat şu da var ki, mekân da kendi başına
şuurlu bir şey değildir. O-hâlde asıl suçlu olan, mekânı İslâm’a aykırı bir
şekle sokan “modern insan”dır. Zîrâ değişen, dönüşen ve dönüştüren unsur insandır.
O-hâlde değişim de insanın değişimi ile başlayacak ve bunu, mekânın ve dolayısı
ile zamânın değişimi izleyecektir.
Her ne kadar “yerimiz yâni
mekanımız dar” bahanesine sığınmak istemesek de, an îtibâriyle mevcut modern
mekân gerçekten de dar ve bize uygun değildir. Hareket alanımız daraldıkça
daralmıştır. Allah’ın mekânımızı genişletmesinin yolu; bizim gönüllerimizin,
kâlplerimizin, aklımızın ve amellerimizin genişlemesine bağlıdır. Bunu
yapabilmek için tabî ki de Allah’ın yardımına muhtâcız. Bu yardım için de
Allah’ın dilemesi yâni bizi buna lâyık bulması gerekir. Fakat maalesef şu-anda
müslümanlar böyle bir nîmete lâyık değildirler. O hâlde bu yardımı hakketmek
için ilk önce Allah’ın rızâsını kazanmamız şarttır.
İslâm medeniyeti, Dünyâ
mekânını İslâm’a göre düzenlemiştir. Hâlâ ayakta kalan yapıların izlerinden
bunu görebiliyoruz. Müslümanlar, Dünyâ mekânını İslâm’a yâni doğala, normâle ve
fıtrata uygun olarak îmâr etmiştir. Zîrâ İslâm ancak böyle bir mekânda hakkıyla
yaşanabilir.
Dünyâ âhiretin tarlasıdır.
Dünyâ’nız nasıl olursa âhiretiniz de öyle olur. Dünyâ yâni mekân ve dolayısı
ile zaman cennete göre düzenlendiğinde Dünyâ “cennet” gibi olup cennet gibi
huzûr verirken, cehenneme göre düzenlendiğinde ise, Dünyâ kısa yada uzun vâdede
cehennem gibi olup sonsuz azaplar verir. Üstelik âhirette de elîm bir azapla
karşılaşılır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Mart 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder