“Asra andolsun; gerçekten
insan, ziyandadır. Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar, birbirlerine
hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr Sûresi).
Zamânın mutlak ve bağımsız
bir varlığı yoktur. Çünkü gerçek bir varlığı yoktur. Madde ile kâimdir zaman.
Evrendeki maddeyi/hareketi bir-anda durdursak, yada maddeyi kozmik bir
süpürgeyle süpürsek ve ortada hareket yada madde kalmasa zaman da kalmaz/olmaz.
O halde zaman, maddenin hareketinin sonucunda, insanların bu hareketi
arka-arkaya dizerek anlamlandırmasıdır. Yoksa şuursuz bir varlık için zaman,
bir döngüden başka bir şey değildir.
Allah, insanı,
âhiret-merkezli yaşamaya uygun olarak yaratmıştır. Fakat Dünyâ bir “imtihan
ortamı” olduğundan dolayı “nefs”i de vâr ederek, insanın âhiret-merkezli olmayı
bilinçli bir şekilde seçmesini istemiştir. İnsan; Allah, âhiret, vahiy ve
peygamber merkezli düşündüğünde ve yaşadığında, Allah’ın istediği ve emrettiği
gibi yaşamak ona kolaylaşacakken; nefse uygun yaşadığında ise, o kişiye Dünyâ’ya
bağlanmak, bu bağlamda zamâna uymak ve hattâ “zamânı ıskalamamak” yolu
kolaylaşacaktır. İnsan hangi yolu seçerse o yol kendisine kolaylaşacaktır. Tabi
nefse uygun olan yolu seçerse Dünyâ’dan nasiplenecek ama âhirette ondan bir
nasibi olmayacaktır. Oysa âhireti seçenler âhirette mutluluğa (cennet)
ulaşacakları gibi, Dünyâ’dan da Allah’ın dilediği oranda nasipleneceklerdir.
“Çağ sana uymuyorsa sen çağa
uy” sözüyle ifâdesini bulan “modern zamâna kapılmak” arzusu, insanların Dünyâ’ya
göbeklerinden bağlı olmalarının ve nefislerinin bir sonucudur. Âhiret-merkezli
yaşamak ve Allah tarafından verilen sorumluluğu yerine getirmek için Dünyâ’ya
belli oranda bağlanmak ve bu bağlamda zamâna uymakta bir sakınca yoktur ki
zâten Allah Dünyâ’yı bu nedenle yaratmıştır. Dünyâ’da yaşamadan ve insanlarla
aynı zamânda bulunmadan “imtihan dünyâsı” sözü anlamını yitirirdi. O hâlde
mesele, Dünyâ’ya ve zamâna, “âhiret-merkezli olmayan” bir yaşam ve Dünyâ’ya
bağlılık meselesidir. Bu bağlılık, doğal, normâl ve fıtrî olan bir sınırı
geçince ve ne olursa-olsun “zamâna uymak” ve hattâ “zamânı ıskalamamak” düşüncesi
ağır basınca, kişi artık âhiret-merkezli Dünyâ yaşamı yerine, “hiç ölmeyecekmiş
gibi” Dünyâ’ya bağlanma yoluna girmiş ve “kaybedenler”den olmuş olur.
Tüm zamanlarda olduğu gibi ultra-modern
zamanlarda da âhiret-merkezli yaşaması emredilen müslümanlar, Dünyâ’ya olması
gerekenden çok fazla bağlanmış ve zamânı ıskalamamak için ellerinden gelenin
fazlasını yapmaya başlamışlardır. Bu bağlamda artık dîni de mevcut modern
zamana göre yorumluyorlar ve hattâ din zamâna uymayınca, uyana kadar
zorluyorlar. Vahyi “mevcut modern zamâna uydurana kadar” te’vil etmektedirler
ki, bu te’vilin sonunda vahiy, özünden ve gerçek anlamından sapmakta ve çıkmaktadır.
Oysa müslümanlar tam tersini yaparak, zamânı vahye göre düzenlemenin çabasında
ve hedefinde olmalıydı. “Çağın sözde gerçekleri”ne göre Kur’ân’ı aşırı yoruma
tâbi tutmak hiç de doğru bir davranış değildir. Zîrâ tek gerçek, vahyin
gerçekleridir. O hâlde neden “vahyi hayâta göre yorumlama” düşüncesi yerine, “hayatı
vahye göre düzenleme ve inşâ etme” düşüncesi ve eylemi yok?. Fıtrata, doğala ve
normâle uygun olan şey, yaşadığımız mevcut hayat tarzı ve zaman mı dır, yoksa
vahiy midir?. Vahiy tüm zamanlarda ve mekânlarda geçerlidir ama şu-andaki
mevcut zaman an îtibârıyla meşrû olmadığı gibi, tüm zamanlarda geçerliliğini
sürdürecek değildir ki. Zaman akıp gitmekte ve hayat değişmektedir. O hâlde
mevcut zamânı “merkeze almak”, “mevcut zamânı din edinmek” anlamına gelir.
Kendi hâllerine
bırakıldıklarında hayvanlar değişmez, doğa da değişmez, onlar hep aynıdır. İnsanların
değiştirdiği Dünyâ’ya bir ölçüde mâruz kalsalar da, onların hayatları değişmez
ve yaratılışlarına uygun davranmaya devâm ederler. Peki insan niye değişiyor ve
zamânı değiştiriyor?. Çünkü insanda hem akıl hem de nefs var. Bu unsurlar
insanı sürekli farklı şeyler düşünmeye ve yapmaya zorluyor ki, bunun doğal
olanı normâl ve meşrûdur. İnsan bu minvâlde değişiklikler yapıyor ve böylece
Dünyâ’da değişiklikler meydana geliyor. Tabi bu değişimler olurken çeşitli
sorular ve sorunlar da ortaya çıkıyor. Değişim yavaş ve fıtrî, doğal ve normâl
olduğunda sorun olmuyor ve vahiy, bu değişimlere en uygun bir şekilde yön
verebiliyor. Fakat değişim doğala, fıtrata ve normâle aykırı olduğunda ve
değişim aşırı kışkırtılarak çığırından çıkarıldığında, öyle hızlı ve absürd
şeyler ortaya çıkıyor ki, vahiyden bunlara mâkûl bir cevap vermesini beklemek
akıllılık değildir. Vahiy böyle “sapma durumları”nda, sapmayı bir inkılâp ve
devrim ile değiştirmeyi salık verir. Fakat gelin görün ki, birileri “vahiy bu
soru(n)lara cevap verecek hâle getirilmelidir” diyor ve işkence ederek, zamâna
uygun hâle getirmek için vahyi aşırı yoruma tâbi tutarak gerçek anlamından
saptırıyor. Sonuçta dînin zamâna yada zamânın dîne uygun olduğu ve Allah’ın da
bu mevcut modern zamandan râzı olduğu zannedilmeye başlıyor.
Şu
hiç-bir zaman konuşulmuyor; insanlardan kaynaklanan nedenlerle Dünyâ’nın geldiği
yer ve mevcut hâli normâl midir, meşrû mudur ve doğru mudur?. Eğer “insan
olmaktan dolayı” mutlakâ değişmesi gereken bir Dünyâ varsa ve bu değişme doğru
ve doğal ise, zâten vahiyde ona bir cevap bulmak zor olmaz. Lâkin Dünyâ vahye
göre değil de şeytana, tâğutlara ve nefse göre değişiyor, daha doğrusu
değiştiriliyorsa ve sonuçta da ağır bir sapma meydana geldiyse, Kur’ân’dan bu
sapmaya bir cevâz vermesi yada uygun bir cevap vermesi beklenemez. Böyle bir
durumda Kur’ân: “Fitne kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar
onlarla savaşın. Şâyet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını
görendir” (Enfâl 39) der.
Vahye aykırı olan bu ağır
sapmayı ortaya çıkaran değişimin mîmârı şeytan iken, taşeronları da
tâğutlardır. İnsanların geneli ise bu düzenin işçisi ve tüketicisi oluyor.
Fakat bu işin sonunda çok-çok az bir azınlık mutlu-mesut(!) yaşarken, insanların
çoğu mahrûmiyet içinde kalıyor.
Kur’ân’ı, yaşanan modern sapık
hayâta uydurmaya zorlamak bir zulümdür. Kur’ân’a yapılmış bir zulüm... Fakat
Kur’ân’a yapılan zulüm mutlakâ insanların perişanlığı ile sonuçlanacaktır.
Çünkü Kur’ân, insanın en doğal, en doğru ve mutlu-huzurlu yaşamasının
reçetesidir. Bunun böyle olduğunun delîli, tüm kâinâtın Allah’ın emrine göre
hareket etmesi ve bu düzende herhangi bir bozukluğun olmamasıdır. İşte aynen
gökler gibi insanlar da Allah’ın emrine göre yaşayıp Kur’ân’a uyarlarsa,
yeryüzünde de bir kaos meydana gelmez, değişim normâl bir akışta gider ve
zamâna uymak sorun olmazdı. Sonuçta insanlar düzenli ve âhenkli bir Dünyâ’da
mutlu-mesut olarak yaşayacakları gibi, âhirette de iyiliklerle karşılaşırlardı.
Fakat bundan vazgeçerlerse yada güyâ vazgeçmemiş gibi yaparak Kur’ân’ı aslından
sapacak miktarda aşırı yoruma tâbi tutarak, aslında Kur’ân yerine Dünyâ’ya ve zamâna
uyarlarsa, yakın-uzak vâdede bir fitnenin çıkması ve ifsâdın başlaması
kaçınılmazdır. Zâten târih de bunun örneklerini bolca görmekteyiz. Sonuçta da
hem Dünyâ’da hem âhirette pişmanlıklar içinde kalınır.
Esas olan, gelinen mevcut zaman
ve yaşanan hayat mıdır, yoksa Kur’ân ve Sünnet midir?. Müslümanlar kesin bir
tercih yapmalıdırlar.
Mevcut zamânın doğru ve iyi
olduğunu delili nedir?. Nefse hoş gelmesi bir delil midir?. Vicdan ve insan
rûhu bu durumdan hoşnut mudur?. Ruhsuzlaşmış ve vicdânını-merhâmetini kaybetmiş
çoğu insan için nefse uygun olması yeterlidir. Zîrâ bu kişiler artık Dünyâ’ya
tam bağlanmış, zamânı din edinmiş ve âhiret inancı ve bilincini kaybetmiş yada
kaybetmek üzeredirler. Fakat müslümanlar açısından durum farklı olmalıdır. Doğal,
normâl ve fıtrata uygun bir Dünyâ kurmak hedefinde ve çabasında olmalıdırlar ve
vahyi de bu minvâlde yorumlamalıdırlar.
Meselâ Allah’ın: “Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar
hazırlayın. Bununla, Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bunların dışında
sizin bilmeyip Allah’ın bildiği diğer (düşmanları) korkutup-caydırasınız. Allah
yolunda her ne infâk ederseniz, size eksiksiz olarak ödenir ve siz haksızlığa
uğratılmazsınız” (Enfâl 60) dendiğinde
neden hemen akla tank ve top geliyor?. Modern hayat bir sapmadır ve bu sapmanın
taraftarları üzerimize modern dünyânın ürettiği ağır silahlarla gelirken onlara
karşı kılıç-kalkan ile çıkacak değiliz tabî ki. Fakat doğru ve doğal olan bu
değildir. Bu ağır sapmadan zarar görmemek için biz de bu silahları edinmek
zorundayız. Fakat Kur’ân’ın “atlar” dediğinden tankları anlamak zorunda değiliz.
Çünkü Allah “en ideâl hayat-tarzı üzerinden” vahyini gönderir. Bu en ideâl
hayat-tarzı ise; “tarım, hayvancılık ve küçük esnaf” şeklindeki, “barut,
elektrik ve motorun olmadığı” bir yaşam-şeklidir.
Târih boyunca değişim,
yavaş-yavaş ve ihtiyaç duyuldukça yapılmıştır ve zâten İslâm’da da “ihtiyaçta
zarûret” fıkhı vardır. Kapitâlist seküler sistem gibi ilk önce sınırsızca üretip
de, insanları üretime göre tüketmeye zorlamak şeklinde bir düşünce yoktur
İslâm’da.
İnsan, akla, arzulara ve
yeteneklere sâhiptir. Bu nedenle de diğer canlılar olan hayvanlardan ve bitkilerden
farklı olarak hayatta değişiklikler yapar. İşte bu yaptıkları şeyler, yaşamda
bâzı sorulara ve sorunlara neden olabilir. İslâm’da bu nedenle içtihad denilen
bir “sorun çözme yapısı” vardır ve bu yapı yada “kapı”, 1.000 yıl önce, “artık kıyâmete
kadar, cevap verilecek her-şeyin cevâbı verilmiştir ve çözülecek bir şey
kalmamıştır” dar düşüncesiyle kapanmıştı. Hâlbuki insan sürekli olarak düşünme
ve hareket hâlindedir. Bu durum ortaya sürekli olarak yeni şeyler ve soru(n)lar
çıkarmaktadır. İşte ortaya çıkan bu soru(n)lara bir cevap-cevaz üretmek için, “içtihad
kapısı” sürekli açık olduktan sonra, çok canlı da olmalıdır. Fakat mesele şu ki,
insanlar şeytanın telkinleriyle yoldan çıkarak haddini aşıp da aslında insanın
ihtiyâcı olmayan, hırsın ve ihtirâsın ürünlerini üretmek için hareket
etmektedir. Zâten insan bu nedenle kendi yaptıklarının ve ürettiklerinin
altında boğulmaktadır. Zîrâ bu yaşam tarzına tatmin edici bir cevap da
üretemediğinden dolayı ruhsal anlamda bunalıma girmiştir. Zamâna uymak, “zamâna
tutsak olma”yı da yanında getirmiştir.
Kur’ân bir bütün olarak
kabûl edilemiyor. Böyle olunca da birileri 1.000 yıl önceki yorumu dinleştirirken,
bir kesim de modern yorumları dinleştiriyor. Birileri mezheplerin
düşüncelerini, kitaplarını yanılmaz-tartışılmaz bir din yaparken, birileri de
modern bilimi, teknolojiyi dinleştiriyor.
Bir sapmanın sonucu olarak -ki
modernizm insanlığın gördüğü en büyük sapmadır-, ortaya çıkan bir hayat tarzına
ne olursa-olsun uymaya çalışmak ve bunun olmazsa-olmaz olduğunu zannetmek ve
dile getirmek, yine bu uğurda Kur’ân’ı da bu mevcut zamâna uyarlamak için onu
canını çıkarırcasına yoruma-te’vile tâbi tutmak yanlıştır. Hattâ birilerinin
zannettiği gibi; “Peygamber olsa modernizme uyardı” demek, Kur’ân’ın “anlayarak”
okunsa da “rûhundan uzak” olarak okunduğunu gösterir. Allah’ın murâdına, Kur’ân’a,
doğala, fıtrata ve normâle uygun olmayan bir zamâna uymak ve uyarlanmaya
çalışmak, rûhun ve aklın onayıyla değil, şeytanın ayartması ve nefsin de bunu
uygun bulması nedeniyledir.
Mevcut zaman, insanların her
türlü zulme sürekli mâruz kaldığı bir zaman ve hayat-şeklidir.. Çünkü şeytanın
uşakları, hayâtı ve zamânı zorla ilerletmeye, hem de aşırı bir süratle
ilerletmeye çalışıyor. Doğala, normâle ve fıtrata aykırı bir hâlde. Böyle
olunca da ilerleme ve dolayısı ile değişme yanlış bir istikâmette seyrediyor ve
meseleler de en doğru çözüm şekli ve hayat kılavuzu olan İslâm’a göre çözülemiyor.
Hayat vahye göre şekillenemiyor.
Peygamberimiz zamânında
Hicaz coğrafyasında patates ve domates yetişmiyordu ve yoktu. Şimdi buna tabî
ki duyarsız kalamayız ve bunların yenip-yenmesi hakkında konuşmalıyız. Bunlar
zamânın getirdikleri yada karşımıza çıkardıklarıdır. Fakat buradaki fark şu dur
ki, ortaya çıkan ve yenip-yenmemesi noktasında karşımıza çıkan bu ürünler,
doğal ve normâldir. O hâlde bu ürünlere kıyaslama yoluyla bir fetvâ verebiliriz.
Temiz ve helâl olduğuna hükmedebiliriz. Bu hükümler insanı kolayca tatmin eder.
Zamânın doğal ve normâl ilerlemesi ve değişmesi bu şekildedir ki zâten İslâm-merkezli
olarak bu değişime kolayca cevaplar üretilebilir. Fakat modern zamanlarda
olduğu gibi; doğala, fıtrata ve normâle aykırı olan değişimlerin ve bu değişim
sebebiyle ortaya çıkan şeylere verilen fetvâlar ve verilen cevaplar insanları
tatmin etmiyor ki. Çünkü insanlar artık ortaya çıkarılan mevcut modern ve sapık
zamâna uymaktadırlar ve hattâ bu zamânı dinleştirmişlerdir. Bu zamâna aykırı
olan hiç-bir cevâbı da beğenmiyorlar ve hattâ artık bu cevaplara aşağılayarak
düşman oluyorlar. Müslümanlar da ortaya konan bu modern zamandan memnunlar ve
zamâna sıkı-sıkıya uyduklarından dolayı vahyin de kendileri gibi zamâna
uyarlanmasını istiyorlar.
Doğal, normâl ve fıtrî
olanda çok fazla komplekslik yoktur. Her-şey tam da yerli-yerindedir ve belli bir
düzende hareket eder gider. Oysa modernizm Dünyâ’yı karmakarışık bir hâle
getirmiştir ve artık her-şey birbirine karışmıştır. Bu karışıklığa mâruz kalamayız
ve bundan dolayı da bunu es geçemeyiz.
İnsan bir kültür oluşturur
ve medeniyet kurar ki bu kültür ve de medeniyet ancak İslâm ile sorunsuz olabilir.
O hâlde ortaya çıkacak soru(n)ları gidermek için mutlakâ o zamanda ortaya
çıkacak olan meselelere İslâm ile cevap vermek gerekecektir ki bu, modern zamanlarda
yapıldığı gibi “zamâna uymak” şeklinde değil, “zamânı İslâm’a uygun hâle getirmek”
şeklinde olmalıdır.
Normâlde hem doğa hem de insan
sorun(lu) değildir. Onu sorunlu hâle getiren şey zamânı kışkırtmak ve akış
hızını aşırılaştırarak hayâtı hızlı bir şekilde değiştirmektir. Fakat süratli
değişimler mutlakâ ahengi bozar ve sonuçta istikrar ve insicâm kaybolur.
Dünyâ’nın doğal, normâl ve
fıtrî değişimi ve dönüşümü, dolayısı ile de ona en ideâl cevaplar ve
yönlendirmeler vermek, sâdece Allah’ın dîni olan İslâm ile mümkündür. Beşerin
nefsine göre, beşerî sistemlerle bu değişimi gerçekleştirmek ve sorunlara
beşerî sistemlerle-düşüncelerle cevap vermek zinhar mümkün değildir.
Biz zamâna değil, “zamânı Yaratan”a
uymakla mükellefiz. Bu uyma şekli de, Yaratıcı’nın gönderdiği Kur’ân’da apaçık
şekilde bulunmaktadır. Kur’ân’a uyma şeklinin pratiğini ise en ideâl bir
şekilde Peygamberimiz göstermiştir. Bize düşen şey, vahyi idrak ettikten sonra,
Peygamberimiz’in yaptığı gibi, hayâtı İslâm ile inşâ etmeye koyulmaktır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder