1. Meclis Türkiye’yi somut esâretten(!) kurtarırken, 2.
Meclis ise soyut ve somut esâret altına soktu.
12 Eylül Darbesi ile 28 Şubat post-modern darbe arasında,
halkı korkutup-sindirip-yıldırıp, istenilen ideolojiyi ve kişiyi-kişileri başa
getirmek projesi açısından fark yoktur.
12 Eylül darbesi, 24 Ocak Kararları’nın altına vurulmuş bir
mühürdür.
14 Şubat
Sevgililer(!) Günü, “sevginin para harcamadan gösterilemeyeceği”
propagandasıdır.
1492 yılı
“Amerika’nın keşfi”nin değil, “Amerika’nın sömürülmesi”nin başlangıç târihidir.
18. yüzyılın
sonunda başlayan batı ilerlemesi, aslında doğu’nun gerilemesinin bir sonucuydu.
Doğu gerilediği için batı ilerlemiş gibi gözüktü.
1980’den sonra
Dünyâ’da “târihin sonu”na gelindiğini söylemişlerdi. Târihin sonuna kıyâmete
kadar gelinemez ama modernizm ile birlikte “sanat târihinin sonu”na
gelinmiştir.
2+2’nin 4 olduğunun nedenini ve nasılını bilmek sonucu
değiştirmez.
60 yaşındayken 18-20 yaşındaymış gibi görünmeye çalışmak
sapıklıktır.
AB’ye-ABD’ye
girme-katılma tartışmaları süre-dursun, Türkiye insanı, ahlâkî anlamda yâni
ahlâksızlık anlamında AB’ye de ABD’ye de girmiş-katılmış durumdadır.
Abartılan şey zıddına döner. O şey “olmamış” gibi olur.
ABD, “süper
ülke” olmasını; “kızıl” derilileri öldürmesine, “kara” derilileri
köleleştirmesine ve “sarı” derilileri sömürgeleştirmesine borçludur. Geriye bir
tek “beyaz”lar kalıyor. “Farklılıklar ülkesi” diyorlar ama aslında
kendilerinden daha farklısını gördüler mi boğa gibi saldırıyorlar.
Acı yoksa
kazanç da olmaz. Acısız kazanç helâl olmaz.
Acımasız
olanlar kurnaz olur. Yada kurnaz olanlar acımasızdır.
Aç kalındığında
domuz da yenir. Mecbûriyet karşısında olağan-üstü çâreler aranır. Fakat bu
çâreler geçicidir ve doğal-normâl-fıtrî değildir. Bunun gibi; Kur’ân’ın “savaş
için besili atlar hazırlayın“ âyetinden anlaşılacak olan şey “tank”lar
değildir. Günümüzde bize karşı tanklarla savaşanlara karşı tabî ki biz de tank
temin edip karşı çıkacağız ama bu, atların yerine tankların anlaşılması demek
değildir. Biz tankları geçici olarak, aynen domuz örneğindeki gibi, olağan-üstü
ve ârızî durumu atlatana kadar kullanacağız. Yoksa insan için en ideâl
hayat-şekli, tarım-hayvancılık ve küçük esnaf-zanaatkâr şeklindeki, doğala,
fıtrata ve normâle uygun olan tarım-hayvancılık ve küçük esnaf-zanaatkâr
şeklindeki yaşam şeklidir. Allah bu nedenle, modern dönemi de içerek şekilde
bir ifâde kullanmayıp, “atlar” diyor, atlardan bahsediyor. Çünkü atlar boşuna
yaratılmamıştır.
Açık konuşayım; kendinizi paralamadan İslâm’ı hakkıyla yaşayamazsınız.
Açıklanmasına ihtiyaç olmayacak kadar açık olan şeyleri
açıklamaya çalışmak, o şeyin anlaşılamayacak hâle gelmesine yol açar.
Açlık sınırında
yaşayanların sayısı arttıkça, milyarderlerin sayısı fazlalaşır.
Adâletin ve
eşitliğin olduğu yerde uygarlık (medeniyet değil) ortaya çıkmaz.
Adâletsizliğin,
haksızlığın, ahlâksızlığın, küfrün, şirkin ve zulmün hâkim olduğu bir dünyâda,
sevgi ve hoşgörü kelimelerinin değeri azalır.
Adam kıymeti bilen “adamlara” hayrânım.
Adam müslümanlığa bilinçsiz bir şekilde girmiş ve İslâm’ı
hiç yaşamamış; sonra diyor ki, “ben İslâm’ı bıraktım, artık deistim”.
Âdem’den bêri
insanoğlunun ürettiği bilginin %95’i yanlış, %4’ü de şüphelidir.
Agnostisizm
bir işgüzarlıktır.
Ağaca çaput bağlayıp dilekte bulunmakla, ağaca ampûl ve süs
bağlayıp dilekte bulunmak arasında, şirk ve cehâlet olması bakımından bir fark
yoktur.
Ağaçlar ormanın görülmesini engellediği gibi, gökdelenler de
“kentlerin görülmesini” engelliyor.
Ağızdan çıkan söz, makattan çıkan söze/sese benzememeli.
Aksi-hâlde etrâfı pis bir koku sarar.
Ağzımızdan
çıkan salya ile gözümüzden çıkan gözyaşı “sıvı” olma bakımından aynı şey
değildir.
Âhiret bilinci
ve “cennet hedefi” ile yaşamayanlar, sürekli olarak modern hayâtın üst seviyesi için hayâl kurarlar.
Bu aslında şeytan, nefs ve tâğutun dürtmesinin bir sonucudur. Fakat insan madde
ile aslâ mutmain olmaz. Zîrâ insan salt maddeden ibâret değildir. Madde “kesin
tatmin edici” olmadığı için bu tatminsizlik ve eksiklik yine sürekli olarak
madde ile desteklenmek ve tamponlanmak zorunda bırakır insanı. Böylece hayat
“tatminsizliği tamponlamak”la ziyân olur gider. Çünkü kâlpler ancak Allah’ın
zikri-Kur’ân ile tatmin olur.
Âhirete îman
etmiş ve Dünyâ’nın “geçici bir imtihan yeri” olduğu bilincine sâhip olan
mü’minlerin, Dünyâ’da “coşkuyla yaşama lüksleri” yoktur, olamaz.
Âhireti
görmezden gelen ve arka-plâna atan modern insan, “mutlu” olmak için kıçını
yırtmak zorunda kalıyor.
Âhireti merkeze
almayan din “hak din” değildir.
Âhiret-merkezli
olarak yaşamamak, “denizi sürmek” gibi bir şeydir.
Âhirette biz
îmânımızdan değil, amellerimizden sorulacağız.
Âhirette
günahkâr insanı yıkacak olan en büyük şey, ona; “sen hiç-bir bok değilsin”
denmesi ve onun da bunu anlaması ve görmesi olacak.
Âhirette
izletilmek üzere herkesin bir “kaseti” vardır.
Ahlâk “Aşkın
Olan”dan, etik ise düşük olandan kaynaklanır. Ahlâkı hesâba katmayanlar ve
etike sarılanlar, bu nedenle sıkıştıklarında etik-metik tanımazlar.
Ahlâkı Allah
ile temellendir(e)mezseniz, başka bir şey ile temellendiremezsiniz.
Ahlâkınızı kim ve ne belirliyorsa, dîninizi de o belirlemiş
olur.
Ahlâklı
davrananların hepsi de ahlâkı bildiği için ahlâklı değildirler. Onlar “anadan
ahlâklı” davranıyorlar ama bu “bilinçli bir ahlâk” değildir.
Akıl ancak
sınırlı olan üzerinde çalışabilir. Çünkü kendisi de sınırlıdır.
Akıl
bağımsız değildir ve o da bir şeye dayanır. Görüşler arasındaki farklılıkların
nedeni budur.
Akıl ile vahiy
eşit ise yada akıl vahiyden üstün ise vahye gerek kalmaz. Fakat târih boyunca
aklın öne çıkarıldığı zamanlarda küresel fitnelerin ortaya çıktığı görülmüştür.
Akıl, vahyin izinde olduğundaysa en doğruya ulaşılır.
Akıl ve bilimin
dinleşmesinin nedeni, “dînin bireyselleşmesi” ile başlar.
Akıl yürütme
insanı Tanrı’dan uzaklaştırır ve Dünyâ'ya yaklaştırır. Şeytanı Allah'tan
uzaklaştıran şey akıl yürütmesiydi. İnsanı Allah'a yaklaştıracak olan şey, akıl
yürütmeyi "vahiy merkezli” yapmasıdır.
Akıl, metafizik
olanı; onu kuşatamadığı, tasarrufu altına alamadığı, denetleyemediği ve
sömüremediği için kabûl etmez.
Akıl, vahiy
olmadığında sorunu tespit edebilir ama çözemez.
Akıllı insanları severim ama, çok
akıllı insanlardan nefret ederim.
Akıl-sâhibi
olmak yetmez, “aklı kullanmak” da önemlidir; aklı kullanmak yetmez, “aklı doğru
kullanmak önemlidir”; aklı doğru kullanmak ise ancak vahiy-merkezli olabilir.
Aklâkın olduğu
yerde “ahlâkî hareket” kaçınılmazdır. Zîrâ ahlâk, hareketsizlikte gözükmez.
Aklı “aşırı”
kullanmak, rûhun geri plâna itilmesine neden olur. O hâlde akıl, rûh-merkezli
kullanılmalıdır.
Aklı ilahlaştıran
“modern” insan, aklı sâyesinde “her-şeye kâdir” olduğunu zannediyor.
Aklı
ilahlaştıranlar, “ortaçağ düşüncesi” diyerek ortaçağa düşman oluyorlar fakat,
felsefenin başladığı M.Ö. 600’lü yılları ve Platon, Aristo felsefesini, aklını
ve mantığını dillerinden düşürmüyorlar.
Aklı kıt ama
ahlâklı olan bir kişi, ahlâkı kıt ama akıllı olan kişiden üstündür.
Aklı kullanmak
şarttır. Aklı merkeze almak ise şirktir.
Aklı vahiy-merkezli olarak
kullandığınızda yâni sınırlayıp doğal hâle soktuğunuzda, felsefe de bilim de
hattâ modern-bilim de İslâmî olur. Zîrâ felsefe ve modern-bilim, aklın, “sınırı
aşıp zekâya dönmesi”nin bir sonucudur. Zekâ “çok ve çabukluk” ile ilgili bir
şeydir ve şeytandandır.
Aklını
kullanmayanlar köleleşir, aklına tapanlar ise köleleştirir.
Akrabâ
evliliğinde, çocuğun sakat doğması meselesi, evlenmesi yasak olmayan akrabâların
evlenmesinden dolayı değil, akrabâların birbirinin çocuklarını bebekken
emzirmeleri ile çocukların süt-kardeş olmaları ve ileride, akrabâ olan bu
süt-kardeşlerin süt evlenmeleri nedeniyledir. Sakat doğum akrabâ olsun-olmasın
herkeste olabilir. Fakat süt-kardeş evliliklerinde çocuğun sakat olması çok
olasıdır.
Alanın ve
satanın râzı olması, o şeyden Allah’ın da râzı olduğu anlamına gelmez. Allah’ın
râzı olmadığı hiç-bir şey rızâya müstahak değildir.
Aldatmak için değil, aldanmamak için ve
tabî ki anlamak için uyanık ol!.
Âlemlerin rabbi
olan Allah’ın dînine göre yaşamamanın cezâsı ve bedeli, “kendilerini ilah etmiş
olanlar”ın, arzularına göre aldıkları kararlara göre yaşamaktır.
Âlemlerin Rabbi
olan Allah’ın emirlerini-kânunlarını birebir yerine getirmeyenler ve hattâ bunu
çok da önemsemeyenler, beşerin-devletin kânunlarını uygulamaya gelince devletin
dediğini ikiletmiyorlarsa ve sorgusuz-suâlsiz tam uyguluyorlarsa, bu şirktir.
Şirk budur.
Alevi-Bektâşi
ve bâtınî-tasavvuf denen akımlar, varlığını ve hayâtiyetini, Sünnîlik ve
ortodoksi karşısında pozisyon almakla sağlamıştır ve bu şekilde sürdürmektedir.
Algılanan
hâliyle demokrasinin ikâme edilebilmesi imkânsızdır.
Alış-veriş,
bir “kimlik göstergesi”dir. Neyin alınacağını, tercih edilen kimlik belirler.
Âlim, (modernlerin zannettiği gibi) “câmi duvarına işeyen
kişi” değildir.
Âlimliğin göstergesi, “adanma”dır.
Alkol madden
temizlerken, mânen pisletir. Mânâyı umursamayanların ve sâdece maddeye
takılanların, alkôlün yararlarından bahsetmeleri bundan dolayıdır. Oysa su hem
madden hem de (abdest ile) mânen temizler. Bu nedenle su, alkôlden üstündür.
Allah “aklınızı
kullanın” der ama hiç-bir yerde “aklınıza uyun” demez. “Aklınızı kullanın da
Allah’a-Peygamber’e uyun” der.
Allah
“doğrulanacak” değil de “inanılacak” bir varlık olduğu için O’nun varlığına
kanıt aramak abestir. Çünkü inanmayacak olana hiç-bir delil yetmez.
Allah “kün”
(vâr ol!) der, “mekân” olur.
Allah “mevcut
varlığa göre” değil, “kendi varlığına göre” vardır. Zâten mevcut varlıkların
varlığı da kendi varlıklarına göredir. Mutlak Varlık’ın varlığı, fânî
varlıkların varlığına göre değildir.
Allah “tek
İlah” olarak kabûl edilmediğinde mutlakâ insanlar ilahlaşırlar yada
ilahlaştırılırlar.
Allah bâzen,
“sapkınlığın cezâsını vermemekle” azap eder. Sapkınlığın sürmesi azaptır.
Allah bizi,
korona-virüs aracılığıyla, “dinsiz bir yaşam”a karşı “yaşamsız bir hayat” ile
cezâlandırmaktadır.
Allah dışında,
bir şeye “doğru” yada “yanlış” diyebilecek bir varlık yoktur. Doğru ve yanlış,
ancak Allah ile temellendirilebilir. Bir şey ancak “Allah’a göre doğru” yada “yanlış”
olabilir.
Allah Dünyâ’yı
ve insanı birbirine uygun olarak yaratmıştır. Zâten vahyi de buna uygun olarak
indirmiştir. Dünyâ da, insan da, vahiy de; doğala, normâle ve fıtrata uygun
formattadır. O hâlde Allah Dünyâ’yı, tarım-hayvancılık ve küçük
esnaf-zanaatkârlığa uygun olarak yaratmıştır. Zâten adâlet, eşitlik de ancak bu
tür bir toplum yapısında ikâme edilebilir. Uygarlık insana çok da uygun
değildir ve “yarı-uygarlık” belki daha uygundur.
Allah hesâba
katılmadığında insan sapıklıktan başka bir şey üretemez.
Allah hesâba
katılmadığında ve Allah’a aykırı düşünüldüğünde ve davranıldığında; “mutlakâ
olur, niye olmasın ki” denilen şeyler, bir şekilde olmaz, olmuyor.
Allah için
yapılmayan şey boşa gider. Çünkü başka gidecek yeri yoktur.
Allah ile insan
arasına ancak Deizm’de girilmez. İslâm’da ise Allah ile insan arasına Kitap ve
Peygamber girer-girmiştir.
Allah ile kul arasında olacak ve
kalacak şeyler vardır İslâm’da. Fakat İslâm, “Allah ile kul arasında kalacak
bir din” değildir.
Allah insana lâyık olmadığı hiç-bir şeyi vermez. Eğer
vermişse bir belâ ve cezâ olarak vermiştir.
Allah insana
rûhundan üflemiştir ama Allah “rûh” değildir. Yine insana vahyini üflemiştir
ama Allah vahiy değildir. Allah, bildiğimiz ve hissettiğimiz hiç-bir şeye
benzemez.
Allah insanın
“rızkına” kefilir, “lüksüne” değil.
Allah insanlar
için, potansiyel anlamda çok daha fazla imkân yaratmıştır. İnsanlar o
potansiyeli açığa çıkarır yada çıkar(a)maz.
Allah kadınlara
anneliği vermiş ve üstelik cenneti de ayaklarının altına koymuş. Modern kadın
bununla yetinmiyor da fıtratına aykırı şeyler istiyor ve yapıyor.
Allah katında
üstünlük takvâya göre, insanların arasında üstünlük ise paraya göre
belirleniyor. Dünyâ'nın anasını ağlatan şeyin sebebi işte budur. Takvâ,
soyluluktan, zenginlikten ve eğitimli olmaktan üstündür.
Allah kimine
“yürü yâ kulum” derken; kimine de “otur yâ kulum” der.
Allah nasıl ki
Dünyâ’da yaptığımız bir yanlışa -sünnetullahın gereği olarak- bir sıkıntıyla ve
cezâyla karşılık veriyorsa, hayâtımız boyunca Dünyâ’da yaptığımız kötülükler ve
günahların sonucu da -sünnetullahın bir gereği olarak- âhirette karşımıza
çıkacak ve terâzide günahlar daha ağır basarsa cehennemi boylayacağız. Allah
bundan gocunmaz ve birilerinin, -Allah’ın rahmetine güvenerek- zannettiği gibi,
“bırakın herkes cennete girsin” demez. Eğer öyle olsaydı aynı şey Dünyâ’da da
olurdu ve başımıza -Allah’ın rahmetinin gereği olarak- bir kötülük gelmemesi
gerekirdi. Oysa Dünyâ’da yaptığımız yanlışların cezâsını daha Dünyâ’da görmeye
başlıyoruz. O hâlde yaptığımız ağır günahların ve suçların cezâsını da âhirette
kesinlikle göreceğiz. Allah nasıl ki Dünyâ’da bir yanlışımıza cezâyı hemen
kesiyorsa, âhirette de, Dünyâ’da yaptığımız yanlışlara cezâyı kesecektir ve
Allah’ın rahmeti çok da işe yaramayacaktır. Tabi bu durum; iyilik, sevap ve
doğru şeylerin karşılığı olarak hem Dünyâ’da hem âhirette “mükâfat” şeklinde
olacaktır.
Allah nasıl ki
insanları Dünyâ’ki varlıklara yönlendiriyorsa, Dünyâ’daki varlıklar da
insanları Allah’a yönlendirmelidir.
Allah olmaya çalışmak, Allah’a
yapılmış en büyük hakârettir.
Allah ölenin
yasını tutmaz.
Allah
rızâsından başka hiç-bir şey “kesin amaç” olamaz.
Allah ve âhiret
olmadığında ahlâk yarım kalır ve ona artık ahlâk yerine “etik” denmeye
başlanır.
Allah yoksa ahlâkın mânâsı yoktur.
Allah yoluna
adanmak, malını-canını Allah yolunda ortaya koymak ve varını-yoğunu harcamak,
“Kur’ân’ın gramerini çok iyi bilmenin” bir sonucu değildir.
Allah yolunda icâbında
kelleyi koltuğa al(a)mamışsanız, ya “İslâm’ı idrâk edememişsiniz” yada “tam
teslim ol(a)mamışsınız” demektir.
Allah, “yüce
dertler” ile dertlenmeyenleri, “küçük ve önemsiz dertler” ile
cezâlandırır.
Allah, aklın
“var” demesiyle vâr olan bir varlık değildir. O’nun varlığı, akıl ile değil,
kâlp ile kabûl edilebilir. Zâten ancak kâlpten îman edenler O’na hakkıyla
kulluk yapabilirler.
Allah, belli
bir idrâke ulaşmalarına rağmen emirlerinin ve nehiylerinin gereğini yerine
getirmeyenlerin zaman içinde şevklerini kırar, nurlarını söndürür. En nihâyet
de ayaklarını kaydırır. Modern müslümanların yaşadığı süreç ve gidişât
budur.
Allah, bilime
muhtaç değildir.
Allah, bizim
aklımızla anlayıp târif edilebileceğimiz kadar basit bir varlık değildir. Bu nedenle
Allah aklın değil, inancın konusudur.
Allah, cennet
ve İslâm için kılını kıpırdatmayanlar, sıra vatana gelince mallarını ve
canlarını bile ortaya koyuyorlar.
Allah, insanı,
“kim îmânını daha güzel dile getiriyor” diye değil, “kim daha iyi amel ediyor”
diye yaratmıştır. İmtihan “iş” ile ilgilidir.
Allah, insanları ev-hapsi/cezâsı ile uyarıp, “ayağınızı denk alın” demektedir.
Allah, kendilerini Tanrı-Kral îlân eden insanlara “tâc” yâni
“korona” takmıştır.
Allah,
kibrinden dolayı Allah’ın kibriyâsından korkmayanları, zerre kadar virüsle
ölesiye korkutmaktadır.
Allah, kişinin
Allah rızâsı için ne yaptığına bakar. O’nun için önemli olan budur.
Allah,
peygamberleri ve vahiyleri, “mü’minler herkes gibi olmasın” diye gönderir.
Allah,
yarattığı şeyin kendisi olamaz. Çünkü o zaman “Allah’ın yaratılmasından”
bahsedilmiş olur.
Allah; dîni, Kur’ân’ı dört duvar arasına hapsedenleri,
korona-virüs ile dört duvar arasına hapsetti.
Allah’a
“inanıyor” olmak, “Allah’ı inkâr etmemek” demek değildir.
Allah’a
güvenerek yanlış iş yapmayın. Allah’a güvenerek yanlış iş yapanlar, yaptıkları
yanlışın cezâsını çekmekten kurtulamaz.
Allah’a
hakkıyla “kul” ol(a)mayanlar, O’nu kendilerine -hâşâ- “uşak” yapmak isterler.
Allah’a
inananlar, Allah’ı aramazlar; Allah’ı arayıp duranlar ise, Allah’a
inanmayanlardır. Allah, aranacak değil, inanılacak olandır.
Allah’a inanmak
önemlidir, fakat “Allah’a kuru-kuruya inanma”nın pek de bir önemi, anlamı ve
değeri yoktur.
Allah’a
inanmaktan ziyâde, “sâdece Allah’a inanmak” önemlidir. Sâdece Allah’a
inananlar, sâdece O’nun dediğini yaparlar.
Allah’a karşı
gelmek, O’nun kâinâta-dünyâ’ya-insana koyduğu yasalara aykırı hareket etmekle
de olur.
Allah’a kul ol(a)mayanlar,
beşeri ilahlaştırmaya başlarlar.
Allah’a kul
olmaktan imtinâ eden toplumların, beşeri sistemlerden birine domalmaktan başka
yapacak bir şeyleri yoktur.
Allah’a kulluk
etmeyenler, O’nu, “her istenileni ânında yerine getiren bir uşak” olarak görmek
isterler.
Allah’a
küfretmek iki şekilde olur: 1-Söz ile küfretmek, 2-Eylem ile küfretmek. Nice
eylem ile Allah’a küfredenler vardır ki, Allah’a söz ile küfredenleri kınarlar.
Eylem ile yapılan küfür, söz ile yapılan küfür gibi görülmüyor.
Allah’a,
âhirete, meleklere, peygamberlere ve kitablara îman etmeyenler yâni anlamdan
yoksun olanlar, mecbûren Dünyâ hazlarını “din” yaparlar.
Allah’ı “tek
yasa koyucu” olarak kabûl etmeyenler, aslında Allah’ın ilahlığını tam anlamıyla
kabûl etmemiş olurlar.
Allah’ı akılla
bildiğini yada Allah’ın akılla bilinebileceğini zannedenler, O’na îman
edemezler.
Allah’ı
göremeyişimizin bir nedeni de O’nun zıddının-çiftinin olmaması ve Allah’ın
“tek” olmasıdır. Tek olan görülemez. Zîrâ zıddı olmayan şey görülemez. Tek olan,
bildiğimiz varlıkların hiç-birisinin çifti yada zıddı değildir. İnsan, zıddı
yada çifti olmayan bir şeyi göremez ve idrâk edemez. Hattâ üstünde akıl da
yürütemez.
Allah’ı görme
isteği, “îmansızlık”tan kaynaklanır.
Allah’ı görmek
değil, “duymak” önemlidir.
Allah’ı görmek
demek, “düzen”i ve “istikrâr”ı görmek demektir. Yoksa O’nun zâtını görmek
mümkün değildir.
Allah’ı hesâba
katmayanlar, Dünyâ’yı “hayvanat bahçesi” zannederler.
Allah’ı
tesbih etmeyenler teşbih ederler.
Allah’ı
umursamayan insanlar, Allah’ın umurunda bile değildir.
Allah’ın
“yarattığı” ve “indirdiği” kavlî âyetler ile kevnî âyetler arasında bir çelişki
olamaz. Eğer bunlar birbirlerini inkâr ediyorsa, o zaman bunları
yorumlayanlardan biri yanlış yapıyordur. Zâten sorun ve kavga da, “kimin yanlış
yaptığını belirleyememek”ten doğar.
Allah’ın bize
verdiği cezâlar, bizim kendi yaptıklarımızın bir sonucu olarak “sünnetullahın
işlemesiyle” başımıza gelir.
Allah’ın
dışındaki “sınırı olmayan” her-şey küfrün ve şirkin konusudur.
Allah’ın domuzu
haram etmesinin nedeni, insanların domuzluğa çok meyilli olmasından dolayıdır.
Allah’ın
emirlerini ve yasaklarını îfâ etmeyenler, şeytanın ve nefsin emirleri sonucunda
iflâs ederler. Ya îfâ, ya iflâs.
Allah’ın
emirlerini yerine getirmek yasaklarından kaçmayı, yasaklarından kaçmak da
emirlerini yerine getirmeyi gerektirir. Bunlar ayrı-ayrı şeyler değildir.
Allah’ın emri
gereğince abdest niyeti ile olmadıkça, abdest uzuvlarının milyon kere yıkanması
bile kişiyi abdestli kılmaz.
Allah’ın
eşitlemediğini eşitlemeye çalışmak “sapıklık” ortaya çıkarır.
Allah’ın
eşitlemediğini hiç kimse eşitleyemez.
Allah’ın
farzlarını tam olarak yerine getirenler, beşerin kânunlarını uygulamada gevşek
davranırlar ve ancak mecbur olduklarında gevşek şekilde uygularlar. Beşerin
kânunlarını uygulamada çok titiz olanlsr ise Allah’ın kânunlarını uygulamada
çok gevşektirler.
Allah’ın
fıtratınıza en uygun olan yolunu izlemezseniz, kuşatıcılar sizi kuşattıkça
kuşatır, size nefes alacak alan bile bırakmazlar.
Allah’ın
haşmetinden habersiz olanlar, yersiz gururlara kapılırlar.
Allah’ın her-şeyi
biliyor olması, “her-şeyden râzı oluyor” olması anlamına gelmez.
Allah’ın
huzûruna çıkmadıkça ve sürekli olarak O’nun huzûrunda olduğunuz bilincine
ermedikçe huzûr bulamazsınız.
Allah’ın ilk
yarattığı, erkek yada kadın değil, “âile”dir.
Allah’ın insan
ile kurduğu ilişkinin bir yönü de “imtihan etmekle kurulan ilişki”dir.
Allah’ın
kâinâta koyduğu sünnetullah yasası, “sâdece Kur’ân” şeklinde değil, “Kur’ân ve
Sünnet bütünlüğü” şeklinde tezâhür eder.
Allah’ın
kânunları açık ve nettir. Bu nedenle de kısadır. İnsanların çıkardığı
kânunların ise bir türlü sonu gelmez. Sürekli eklemeler yapılır durur.
Allah’ın
kânunlarını savsaklarken, lâik-demokratik-seküler devletin kânun ve kurallarını
baş-tâcı etmek şirktir, küfürdür, zulümdür.
Allah’ın
kontrôl etmesinden rahatsız olan modern insana, “Allah’sız dinler”e inanmaya
başlamaktadır.
Allah’ın
rızâsından gayrı vazgeçemeyeceğiniz şeyler, mü’minlik önündeki engellerdir.
Allah’ın
sosyolojik kuralıdır: Birileri kendilerini paralamadan, diğerleri rahata
kavuşamaz.
Allah’ın vahiy
aracılığı ile kontrôlünden rahatsız olmanın cezâsı, ağır bir şekilde insanın
kuşatma ve kontrôlüne girmektir.
Allah’ın
varlığı “doğrulanma” ile değil, “anlamlı olmasıyla” delillendirilebilir.
Allah’ın varlığı anlamlıdır.
Allah’ın
varlığının kanıtı cevaplarda değil sorulardadır. “Her-şeyi Allah yarattıysa
Allah’ı kim yarattı?” sorusunun cevabı, “her-şey”in dışında bir şey olmayacağı
için, “Allah’ı yaratacak bir şeyin olmaması”dır.
Allah’ın
yaratması ve yönetimi basit iken, beşerin üretmesi ve yönetimi çok karmaşıktır.
İlâhî sistem ile beşerî sistem arasındaki fark budur.
Allah’ın yaratmasında hiç-bir karmaşıklık yoktur ve her-şey
çok nettir; insanın üretmesinde ise her-şey karmakarışıktır.
Allah’ın zâtını
boşu-boşuna idrâk etmekle uğraşırsanız, hiç-bir zaman O’na hakkıyla îman
edemezsiniz.
Allah’ın zâtını
idrâk etmek mümkün olmadığı gibi, Allah’ın zâtını idrâk etmenin bir anlamı da
yoktur.
Allah’ın,
varlığa içkin olarak koyduğu “bilgi” müslümandır. Modern-bilim, bilgiyi
Allahsızlaştırmıştır. Modern-bilim, “bilginin Allahsızlaşması”dır.
Allah’sız
olunca “saçma” olur.
Allah’tan başka
bir “şey”e âit olduğunuz zaman, siz de “şey”leşirsiniz.
Allah’tan başka
hiç kimse yeterince güçlü değildir.
Allah’tan başka ilah gibi görülen ve
kabûl edilenleri (tâğut) inkâr edip onlara düşman olmuyorsanız, Allah’ın
varlığını kabûl etmenizin bir önemi ve anlamı yoktur.
Allah’tan kopuk
batı-aklı, insanlığı “orta-çağın karanlığı”ndan “modern-çağın karanlığı”na
getirmiştir. Her çağın kendine-has bir karanlığı vardır.
Allah’tan kopuk
Modernizm “en ideâl toplum düzeni” olarak sunulur. Oysa Allah’tan bağımsız olan
şeyin iyi ve ideâl olması imkânsızdır.
Allah’tan ve
dinden uzaklaşıldıkça, “seküler bilim”e doğru gidilir.
Allahsız olan
şeyler ve kişiler Allahsızlaştırır.
Alternatif olanlar pahalı olur.
Altının bir gücü vardır, fakat çelik ondan daha güçlüdür.
Amel hâlinde
olmayınca ayrıntılarda boğulmak kaçınılmazdır. Ameldeyken şeyler farklı görülür
ve değerlendirilir.
Amel ve eylem, söylenenden üstündür. Belki de söylem, amel
ve eylemi zayıflatmaktadır.
Amel yâni
pratik azaldıkça, teori yâni fikir artar. Teorinin kaydedilmesi ise
pratiği-ameli daha da azaltır. Çünkü eskiden amel, pratik ile kaydedilmiş
olurdu.
Amele dönmeyen
ilim saptırır.
Amele-eyleme
dönmeyen fikir ve bilgiler toksikleşir.
Amel-eylem
yokluğunda din ile uğraşan kişinin yapacağı şey “Allah’ın zâtını araştırmak ve
düşünmek” yada “Kutsal Metni didiklemek” olacaktır.
Amerika’nın keşfi, “Amerika’nın yeniden keşfi”dir.
Amerikan uygarlığı kölecilikle başladı, modern anlamda yine
kölelikle devâm ediyor.
Ana-babanın
sözünü dinlemeyince Dünyâ’da; Allah’ın sözünü dinlemeyince hem Dünyâ’da hem de
âhirette azap olur.
Ana-kuzusu
olarak büyütülenler, ileride karılarına çok bağlı olurlar ve bu iş kılıbıklığa
kadar gider.
Ananı
ağlatmayan şey “hak din” değildir.
Ancak iki
şeyden birine tapılabilir; 1-Yaratan’a, 2-Yaratılana. Üçüncü bir şık yoktur.
Ankara İlahiyat’ın (Ankara Okulu) tezgâhından geçmiş
olanlar, bir süre sonra neden sapıtmaya başlıyorlar?.
Anlam daha çok
acı ile birliktedir. Haz ve zevk ile anlamın bir-arada olmaları mümkün
değildir. Hazda anlam yoktur. O bir “kendinden geçme" hâli”dir. Anlam ise
insanı kendine getirir.
Anlam,
anlamsızlığa isyân edince ortaya çıkar. Anlamsızlığa aykırı davranmadıkça anlam
ortaya çıkmaz.
Anlamadan
okumanın faydası olmadığı gibi, amele-eyleme dökmeden okumanın da bir faydası
yoktur. Neticede amele-eyleme geçirmedikten sonra yâni gereğini yapmadıktan
sonra onu Arapça yada Türkçesinden okumak arasında bir fark yoktur
Anlamak yetmez. Asıl önemli olan, anladığını kabûl etmektir.
Anlaşılan şey,
“anlatılan şey”dir.
Anlattıklarımı dinlemeyenleri, anlatmamakla cezâlandırırım.
Annelik zamanla
ötelenip iptâl ediliyor. Bu da cennete gidecek olan yolları kapatıyor. Zîrâ
cennet annelerin ayakları altındadır. Ne kadar az sayıda “anne” olursa, cennete
giden yollar da o oranda daralır. O-hâlde anneleriniz ölmeden önce onların
rızâsını kazanarak cennetin yolunu açın ve cenneti hak etmeye bakın.
Annenin
karnındaki çocuğa göre Dünyâ “âhiret”tir.
Anti-demokratik
kânunlara, demokratik kânunlar izin veriyor. Zâten demokrasi bunu için
çıkarıldı.
Apartmanlar, insanları
bencilleştiriyor.
Aptalca işler yaparsanız, kendinizi aptal gibi
hissedersiniz.
Aptallık,
insanın aklının ancak belâ ile başına gelmesi durumunda farkına varılan bir
şeydir.
Arabayı “okuyan
“ adamdan almak mantıklıdır. Çünkü okuyan adamın arabası yıpranmamıştır. Zîrâ
okuyan adam araba kullanmaya çok zaman ayıramaz.
Arabayı sürmek
içn, motor ustası olmaya gerek yoktur.
Aradığını
bulamayanlar, bulduğunu “aradığı şey” zannederler.
Aramızdaki bağ
“din bağı” değilse, çok güçlü bir bağ değildir. Çünkü en güçlü bağ, “Allah
bağı”dır.
Aranılacak şeyin ne olduğu bilinmediğinde, bulunacak şeyin o
olduğu da bilinemez.
Arap
düşmanlığı, üstü-kapalı bir İslâm düşmanlığıdır. Lâikler Cumhuriyet döneminde
İslâm düşmanlığını “Arap düşmanlığı” üzerinden
yapmışlardır. Araplara sırt dönmeleri aslında İslâm’a sırt dönmelerinin
bir tezâhürüydü. Bunu yapanlar daha çok Balkanlılardı. Çünkü onlara müslüman
yerine Türk deniliyordu. Onlar bu yüzden dîni, kavim adı üzerinden bilmeye ve
tanımlamaya alışkındırlar.
Araştırma
ayrıntılandırıldıkça hatâ ve yanlış artar.
Arayış içinde olmayıp da aslında o şey hakkında karârını zâten
vermiş olan birine bir şey anlatmak, deveye hendek atlatmaktan daha zordur.
Arının
çiçek-çiçek gezmesi iyidir-güzeldir ama, bala dönüşmeyen emek zâyi olur.
Armut yerine
elma, üzüm yerine incir, karpuz yerine kavun yerseniz, hepsi de meyvedir ve
farketmez. Fakat namaz yerine yoga, oruç yerine perhiz, zekat yerine bağış
yapamazsınız. Çünkü ibâdet yapmış olmazsınız.
Artık
evlerimizde tahta kurdu olmuyor. Çünkü artık evlerimizde “tahta” yok.
Artık iyilik yapmak riskli hâle geldi.
Asfalt yol,
modern insan hâriç hiç-bir canlı için uygun değildir.
Asgarî ücreti
belirleyenler, “kadın işçiler”dir.
Askeri açıdan
ne kadar güçlü olursan ol, yerleşmiş bir kültüre-uygarlığa yenilirsin.
Medeniyeti olmayanlar, başka uygarlıkların kültürleri, dinleri ve milliyetleri
içinde eriyip giderler.
Askerî
darbeler, halka verilmiş “esas duruş!” komutudur.
Askerî kânunlar
İslâm’a aykırı olduğu gibi, sivil-beşerî kânunlar da İslâm’a aykırıdır.
İslâm’da kânunlar, vahye uygun olmalıdır.
Aslında %99,
%100 demektir.
Aslında “çöpe
atılan para” asla çöpe gitmez. O paralar küresel sermâyedarların kasalarına giden
paralardır.
Aslında “gün”
ortalama 12 saattir, kalan zaman “gün” değil, “gece”dir. Gün, Gün-eş’in “gün”ü
dür, gündüzün “gün”üdür. Günü 24 saate çıkarmak zulümdür.
Aslında güçlü
olan, devletler değil, “devletlere olan bağlılık”tır.
Aslında insana “yaşamak” da yetmez. Bu
yüzden insanların çoğu sapkınlığa yönelirken, az bir kısmı ise yüce bir dâvâya
adar kendini.
Astroloji nasıl ki hurâfe ise, astronomi de aynı-şekilde
hurâfedir. Biri “klâsik hurâfe” iken, diğeri “modern hurâfe”dir.
Astronomi
gericidir. Sürekli geriye doğru bakar. Zîrâ yıldızlar, geçmiş bir zamânın
yansımalarıdır.
Âşık olmak, “Aşkın Olan”dan vazgeçip, âşık olunan kişiyi
“aşkın”laştırmaktır.
Aşırı açıklama,
açıklanan şeyin büyüsünü bozduğu için değerini düşürür.
Aşırı
araştırma ve okumalarla İslâm’ı -güyâ-
Peygamberimiz’den daha fazla bilmeye çalışmak, işgüzarlıktan başka bir şey
değildir.
Aşırı araştırma ve inceleme, incelenen
şeyi basitleştirir. Hâlbuki o şey, incelemeden önce basit değildir.
Aşırı
araştırma, bir zaman sonra araştırılan şeyin inkârı ile sonuçlanır. Zîrâ aşırı
araştırılan şey “o” olmaktan çıkar.
Aşırı
araştırma, inceleme ve ölçme, yapılan araştırma ve ölçümün sonuçlanmasını
engeller.
Aşırı
araştırma-inceleme ve bilgi elde etme, “enformatik pornografi”dir.
Aşırı
bağlılıkların zamanla “bağımlılık”a dönüşmesi kaçınılmazdır.
Aşırı bilgi,
bilinci blôke eder.
Aşırı
görsellik, düşünselliği blôke eder.
Aşırı hırs,
hırsızlığa kapı aralar.
Aşırı korku
şirktir.
Aşırı matematik
şirktir.
Aşırı okumak,
insanlardan uzaklaşmayı yanında getirir. Hattâ bu durum zamanla kişi
insan-sevmez (misantrop) biri hâline gelir.
Aşırı öne çıkarılan ve insanların
gözüne-gözüne sokulan bilgi yada kişiler ortadan kaldırılmadıkça ve görünür
olmaktan çıkmadıkça insanlar onları bir
bok zannetmeye devâm eder. Onların bir bok olmadığının anlaşılması için,
etkisizleştirilmeleri gerekir.
Aşırı ve derin
bakış, bakılan şeyi çirkinleştirir.
Aşırı yorum,
yorumlanan şeyi pasif hâle getirip nesneleştirir.
Aşırılığın sonu
yoktur.
Aşk, bir
tapınma biçimidir. İki insan birbirine tapar.
At gözlüğü, atın belli bir noktaya odaklanması içindir. At
gözlüğü yararlıdır.
Atalara uymanın olumlu yönü, “beslenme”yle ilgilidir. Onlar
gibi beslenirseniz, doğru beslenmiş olursunuz.
Ata-sözünde
söylenen; “işe başlamak bitirmenin yarısı” olduğu gibi, işe bir türlü
başlayamamak da o işin yükünü iki katına çıkarır.
Atatürk için
“Türkiye’nin yüzünü batı’ya çevirmiştir” diyorlar ama aslında yüzünü değil
“götünü” çevirmiştir batı’ya.
Atatürk
Melâmilik’te “zât” makamındaydı; Atatürk hafızdı; Atatürk’ün son sözü Azrail’in
selamına verdiği “aleykümselam” sözüydü… Tapınma budur işte.
Atatürk’ün en
üstün başarısı(!), “Filistin Cephesi yenilgisi”dir.
Atatürk’ün
ürettiği CHP zihniyeti ile, AKP’nin ürettiği AKP zihniyeti arasında,
“lîderleri-kişileri ilahlaştırmak” anlamında bir fark yoktur.
Atatürk’ün,
modern dünyâya uymak yâni Avrupa’ya benzemek için yaptığı şeylerden biri de
“saltanâtı kaldırmak” olmuştur. Fakat Avrupa’da hâlen bir-çok ülkede saltanat
devâm etmektedir. Demek ki saltanâtı kaldırmanın modernleşmekle bir alâkası
yoktur.
Ateist, deist,
cumhûriyetçi, demokratik, lâik, seküler, feminist, cinsiyetçi, kemalist,
Atatürkçü, kapitâlist, liberâl, modern, post-modern vs. Allah’ı hesâba katmayan
beşerî sistem, düşünce ve ideolojilere inanmanın bedeli nedir?. Bunlara
inanmanın bedeli olarak, çökmüş ve yıpranmış birini tanıyor musunuz?.
Ateistler,
“utangaç deist”tirler.
Ateistlikten
kurtulmak “mü’min olmak”
anlamına gelmez.
Ateizm ve Deizm’in yaygılaşmasının nedeni, “din”den çok,
nefisle alâklıdır. Nefse hoş gelmeyince ateist ve deist oluyorlar.
Ateizm;
“Allah’a kul olamamanın” ve üstelik “Allah’ı kendine kul yapamamanın” bir
sonucudur.
Atom bölünemez, parçalanır. Fakat o zaman da her-şeyi yok
etmekten başka bir işe yaramaz.
Atom, teoride bölünse de pratikte aslâ bölünemez.
Avcılık ve
toplayıcılık târihte kalmış bir şey değildir. Modern zamanlarda da niceleri
“avcılık” ve “toplayıcılık” yapıyorlar. Öyle ki, avladıkları ve “topladıkları”,
torunlarının torunlarına bile yeter.
AVM’ler, “köle
toplanma merkezleri”dir.
Avro-Amerika’nın
“dişine göre” olan İslâm, mü’minin dişinin kovuğuna yetmez.
Avrupa, zenginliğini
ve uygarlığını denize-denizciliğe borçludur. O yüzden denize tapmaktadırlar.
Turizm onlar için tâtilden başka aynı-zamanda bir ibâdettir de.
Ay, her zaman dolunaydır.
Âyetlerin bir-çoğu, “yaşanmışlık” üzerine
inmiş ve, ya o yaşanmışlığı onaylamış, yada onaylamayarak kaldırmış veyâ
düzenlemiştir.
Âyetlerin kırpıntısı “âyet” değildir.
Aynı kapının önüne “giriş”, arkasına ise “çıkış” yazılır.
Oysa kapı aynı kapıdır.
Aynı şeyi 100
kere yapmakla 1.000 kere yapmak arasında fark yoktur.
Ayrıntılar bâzen konuyu anlamamızın önüne geçer. Bu nedenle
üzerinden belli bir zaman geçen yıllar, ayrıntıları elendiği için daha iyi
akılda kalır ve idrâk edilebilir.
Az beslenmede
(oruç), zihin sürekli olarak yiyecek ile meşgûl olduğundan dolayı cinsel
düşünceler olmaz. İnsan, yedikçe azan bir varlıktır.
Bağımlı ülkelerde “özelleştirme” demek, “kapitülâsyon”
demektir.
Bağışıklık
sistemini en çok zayıflatan şey “korku”dur. Korkuyla zayıflayan bağışıklık sistemini
her türlü hastalık mahveder".
Bahçe evin
tesettür ve insanın sigortasıdır. Allah garantili sigortası.
Balık tutmasını
istediğiniz kadar bilip öğrenseniz de, hiç balık tut(a)madıysanız bir işe
yaramaz.
Bana “neden çok kabasın” diyorlar. Çünkü dobrayım.
Bana “ot gibi yaşıyorsun” diyorlar. İyi de; ot olmayınca
“süt” olmuyor ki!.
Bana çaldığın enstrümanı
söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.
Barut, elektrik ve motorun karıştığı tüm üretimlerden nefret
ediyorum.
Basit
insanların ana hedefleri, mü’minlerin vazgeçtiği dünyevî hedeflerdir.
Başarılı patron, işçisinin emeğinin karşılığını “hakkıyla”
ve “alın-teri kurumadan” verendir.
Başarının iki
şartı vardır: 1-Sevgi, 2-Mecbûriyet.
Başınıza gelen tüm iyilikler Allah’ın
bir nîmeti ve size olan bir ödülüdür. Başınıza gelen tüm kötülükler ve
musîbetler ise sünnetullah gereğince “hak ettikleriniz”dir.
Başınıza gelen tüm kötülükler ve
olumsuzluklar, aptallığınız yüzündendir.
Başkasını
aydınlatmak isteyenin, mum gibi erimeyi göze alması gerekir.
Başörtüsü
takmayanlar, Allah’ın emrini “takmamış” olurlar.
Baş-örtüsü, kadının
başının tâcıdır.
Başta
cep-telefonu olmak üzere tüm elektronik cihazlar, modern-tekno paganizmin
taptığı temsiller ve sûretlerdir.
Bataklığın içindeyken “sinekler”le mücâdele etmek çok
anlamsızdır. O bataklıktan kurtulmadan ne bataklık kurutulabilir ne de
sineklerden kurtulunabilir.
Bataklıktan memnun olanlar, “bataklığın sinekleri”dir.
Onlar, bataklıktan beslendikleri için, “bataklığın” kurutulmasını istemezler ve
buna karşı çıkarlar.
Batı Hristiyanlığında Tanrı, “sevgi tanrısı” olduğu için,
korona-virüsün “tanrının bir cezâsıdır” düşüncesi yoktur. Ne de olsa Tanrı
onları Îsâ’nın çarmıha gerilmesiyle birlikte ebediyyen affetmiştir.
Batı
ilerlemiştir ama haddini aşmış ve çok ileri gitmiştir.
Batı klâsik
zamanlarda İncil’i kâinattan bağımsız olarak okurken, modern zamanlarda da
kâinâtı İncil’den yâni vahiyden bağımsız olarak okumaktadır.
Batı uygarlığı,
İslâm ve Doğu medeniyetleri üzerine yükseldi. Fakat batı, medeniyeti
sekülerleştirerek ifsâd etti.
Batı
uygarlığının kaynağı Roma ve Yunan mitolojisidir. Bu bağlamda batı uygarlığı
müthiş bir gericiliktir.
Batı uygarlığının kökeni Greko-Romendir, yâni Yunan ve
Roma’ya dayandırır. Fakat Yunan ve Roma da uygarlığını Mısır, Fenike ve
Akdeniz’den almıştır. Bu uygarlık Yunan ve Roma’da yorumlanarak değiştirilmiştir.
Zâten modern batı uygarlığı da Greko-Romen uygarlığın yeniden yorumlanmasının
bir sonucudur. O hâlde modern uygarlık, Mısır, Fenike ve Akdeniz uygarlığının
“yorumunun yorumu”dur. Modernite orijinâl değil, “suyunun suyu” bir
uygarlıktır.
Batı, bilgide
ve eylemde hiç-bir zaman “yalın” olmamıştır. Felsefesi, siyâseti ve bilimi de
yalın değildir. Bu nedenle hem Türkler, hem müslümanlar hem de doğu’lu için
felsefe, seküler siyaset ve modern-bilim ve teknoloji hem anlaşılamaz hem de sindire-sindire yaşanamaz şeylerdir. Zîrâ doğu düşüncesi, “apaçık ve net” olanı sever.
Batı’lı yada
batı gibi olmak için; kızılderilileri ve Aztek-Maya-İnka uygarlıklarındaki
insanları öldürmek, Afrika’yı köleleştirmek ve uzakdoğuyu sömürgeleştirmek
gerekir.
Batı’lıların
Türkiye’deki en önemli başarıları, Türkiye’de lâikliği yerleştirmek olmuştur.
Batı’nın
“ilerleme” dediği şey, “ekonomik ilerleme”dir. Yoksa “insânî bir ilerleme”
değil.
Batı’nın ilmini
alalım ama ahlâkını almayalım derken, ahlâksızlığını aldık ama
ilmini alamadık.
Batı’nın o çok matah zannedilen değerleri “şarta” bağlıdır.
Bu şart, “maddî şart”tır. Madden zenginliği kaybolduğunda değerleri de
kaybolur.
Batı’ya
doğru gidildikçe ve denize yaklaşıldıkça bir kültür eksikliği ve sorunu ortaya
çıkar. Çünkü deniz pek kültür üretmez.
Bâtı’ya doğru gidildikçe, doğu, Arap
ve müslüman düşmanlığının arttığı görülür.
Batı’ya râm
olmak, bâtıla meftûn olmanın bir sonucudur.
Bâtıl
toplumların genel özellikleri tüm zamanlarda aynı olmuştur.
Bâtıl, “dînin
yerine geçirilmeye çalışılan şey”dir.
Bâtıl,
hakîkatin karşısına her zaman “hak ile karışmış şekilde” çıkar. Yâni ortada her
zaman hak ve “hak-bâtıl sentezi” vardır.
Bâtılın bâtıl
olduğunun net olarak görülmesini engelleyen şey, insanların ona körü-körüne inanmasıdır.
Bâtılın ve
bâtılın lîderlerinin başarısını(!) o kadar da büyütmeye gerek yok, zîrâ nefse
uygun işler yapmak o kadar da zor değildir. Zâten şeytan en büyük destekçi
olur.
Bâtınîlik ve
tasavvuf, “Allah’ı râzı etmek” yerine “insanı râzı etmeyi” merkeze alan bir
sapkınlıktır.
Batmayacak olan
gemi Titanic değil, Nûh’un Gemisi’dir.
Bâzen bıçak girince değil, çıkınca öldürür.
Bâzen birini
iyi tanıyabilmek için arada biraz mesâfe olması gerekir.
Bâzen eserler, eser sâhibinin ölümünden sonra değerlenir.
Bâzen geriye
gitmek, “ilerlemek” anlamına gelir.
Bâzen
insanların yaptıkları değil yapmadıkları, söyledikleri değil söylemedikleri
sıkıntıya sokar insanları.
Bâzen sıkıntıdan kurtulmanın yolu
“kuralları çiğnemek”le olur. Zîrâ sıkıntıları ortaya çıkaran şey çoğu-zaman
kurallardır.
Bâzı bireysel
istisnâları saymazsak Türkler târihleri boyunca hep kâfir ve müşrik
olmuşlardır. Hâlen de öyledir.
Bâzı lâikler ve
modernler, uydurma rivâyetlerle dîni kötüleme yarışı içindedirler. Bunların
yazdığına ve konuştuğuna baktığınızda, Kur’ân’dan hiç örnek ver(e)mediklerini
görürsünüz. Çünkü onlar böyle yapmakla aslında Kur’ân düşmanı olduklarını
gizlemektedirler. Dîne saldırılarını ise uydurma rivâyetler üzerinden
yapmaktadırlar.
Bâzı şeyler
yazılmaz, söz ile söylenir.
Bâzıları içki sofrasında domuz eti yememeyi “dindarlık”
zannediyor.
Bâzıları, felsefe ve sosyolojiyi gereksiz alanlar olarak
görüyorlar ve matematiğe yönelinmesini savunuyorlar. Bilmiyorlar ki, Dünyâ
şu-anda, 1.700 ve 1.800’lü yıllarda yaşayan filozof ve sosyologların
düşünceleriyle yönetiliyor.
Bedel mutlakâ
ödenecektir; ya bu Dünyâ’da yada âhirette.
Bedeli olmayan şeyin değeri de yoktur.
Bedelini ödemediğin şeyin sâhibi de
olamazsın, îmânın da bir bedeli vardır, bu bedel bâzen ağır olabilir, bu bedeli
ödemeden “îmân sâhibi” olamazsın.
Bedenen
şerefsiz bir hâldeyken, rûhen kendini çok iyi ve üstün görenler var. Oysa
beden, rûhun aynasıdır.
Bedenin bakımı hiç-bir zaman bitmez. Kendi ile uğraşanlar
başka hiç-bir şey yapacak zaman bulamazlar.
Beklemek, olgunlaştırır.
Beklentisi
olmayan insanı bekleyen şey, karamsarlık ve buhranlardır.
Ben “var” ile “mutlak var”ı ayırabiliyorum. Fakat “yok” ile
“mutlak yok” arasında ne
fark vardır?. “Yok”tan sonra “daha çok yok” olabilir mi?.
Ben bütün
yazılarımı “sövgü makâmında” yazıyorum.
Ben kandil kullanmıyorum.
Ben tarafım.
Karşı taraf..
Beni
söylediklerinden çok söylemediklerin kızdırıyor.
Beni
söylediklerinden daha çok söylemediklerin rahatsız ediyor.
Benim
“cumhuriyetçi”liğim, sâdece “cumhuriyet altını” ile ilgilidir.
Benim AVM’lere gidecek vaktim yok birâder!.
Benim derdim alamamak değil, “olamamak”tır. “Olmak için
ölememek”tir.
Benim seçimim,
“seçim yapmamak”tır.
Beşeri
sistemlerde ibâdetler, seneden-seneye yada bir-kaç ayda bir yapılır. Ulusal
bayramlar beşerî dinlerin ibâdetleridir.
Beşer-kaynaklı
sistemler, beşerî sorunları çözemezler.
Beyaz tenliler
esmer-siyah tenlilerden üstün ve güzel bulunuyor ama beyaz tenliler de kendi
renklerinden memnun değiller. Çünkü ya deniz kıyılarında yada solaryumlarda
sürekli olarak bronzlaşmakla ve bembeyaz renklerini esmerleştirmekle meşgûller.
Beyazlar ve
sarışınlar, esmer ve siyâhilere göre “evrimini tamamlamış” olarak kabûl
ediliyorlar. Fakat evrim niçin beyaza ve sarıya doğru evrilmiş olsun ki. Belki
de siyahtan beyaza ve sarıya kaymak “mutasyona uğramak” ve en iyi ve ideâl
olandan kopmak ve bozulmuş olmak demektir. Ne de olsa Kur’ân; “Doğrusu, biz
insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra aşağıların aşağısına çevirdik”
(Tîn 4-5) der.
Beyin ölümü,
“rûhun bedenden çıkması” durumu değildir. Uykuda alınan rûh nasıl ki uyanınca
bedene geri dönüyorsa, bir mevt durumu olan beyin ölümünde de rûh geri dönerse
kişi uyanır. O hâlde “beyin ölümü” “vefât” değildir, yâni “gerçek ölüm”
değildir.
Beyin,
zorlandıkça gelişir.
Beytullah yâni
Kâbe “Allah’ın evidir. Müşrikler o eve putlarını koyarak onları “Allah’ın
misafirleri” îlân ediyorlardı.
Bıktığın yerden
baktığında, baktığın yer bıkkınlığını
arttırır.
Big-Bang
Teorisi ve Evrim Teorisi sürecinde anlatılanlar, 300-500 yada 1.000 yıl sonra
hurâfe ve mitoloji olarak görülecek masallardır.
Bildiklerimizden değil,
yaptıklarımızdan-yapmadıklarımızdan sorulacağız.
Bildikleriyle
amel etmeyenler, bilmedikleri yönden cezâlandırılırlar.
Bilenler
çoğalınca yapanlar azalıyor. Herkes bilirse kim yapacak.
Bilenlerin
bilmeyenlerden farkları, “bildikleriyle amel etmek”tir. Yoksa “kuru-kuruya
bilmek” değil.
Bilgi
Allah’tan, doğadan ve doğal olandan koparılınca “modern-bilim” olur.
Bilgi ancak
İslâm-merkezli olursa hak olur ve doğru yolda kullanılabilir. Zîrâ bilgi,
Allah’ın, kâinâtın her zerresine yerleştirdiği bir değerdir. Allah işe
karıştırılmadığında bilginin ifsâd olması ve zarar vermesi kaçınılmazdır.
Bilgi arttıkça Dünyâ hakkındaki bilgilerimiz çoğalırken,
mâneviyat hakkındaki bilgilerimiz azalır.
Bilgi çoğaldıkça çoğalıyor ama ilerlemiyor.
Bilgi çok fazla arttı. Fakat modern insan bu bilgiyi
yönetemediği için fitne ve ifsâd ortaya çıkıyor. Zîrâ “Allah’ın bildirdiği”nden
başka-fazla bilgilere ulaşmaya çabalıyor.
Bilgi eyleme
dönmediğinde “yük” olmaya başlar.
Bilgi sonuç
değil, başlangıçtır.
Bilgi ve
bilinç, ancak beceriyle buluştuğunda bir değer ve farklılık açığa çıkarabilir.
Bilgi, insanı rahatsız eder, insanı rahatsız etmeyen bilgi
mâlûmattan başka bir şey değildir.
Bilgi, kişiye
sorumluluk yükler, kişi, bu bilgiye bağlı olarak yüklenmesi gereken sorumluluğu
yüklenmediğinde, o bilgi, kişiyi saptırmaya başlar. Kullanılmayan ve
somutlaştırılmayan bilgi hazımsızlık yapar ve hasta eder, zîrâ İslâm’ın bilgisi
lafta kalacak bir bilgi değildir. O hâlde sorumluluğunu yüklenmeyecek olanların
İslâmî bilgiden uzak kalması daha iyi olur.
Bilginin
doğu’dan batı’ya geçmesi ve modernizm olarak gözükmesi, insanlık için büyük bir
tâlihsizlik ve felâket olmuştur-olmaktadır.
Bilginler,
filozoflar ve sanatçılar arttıkça; tarım, hayvancılık ve zanaatkârlık azalır.
Bilgiyi Allah
adına okuyunca “İslâmî bilim”, madde adına okuyunca “modern-bilim” olur. Üçüncü
bir şık yoktur.
Bilim iyi-kötü ayırımı yapmadığı için, nefsinin
kontrôlündeki insan, bilimin kötü ve yıkıcı yönlerini daha çok açığa
çıkaracaktır. Modern-bilim ve teknoloji bu yüzden yıkıcıdır.
Bilim sınırsızdır demek, “madde sınırsızdır” demektir. Zîrâ
bilim ancak madde üzerinde çalışabilir.
Bilim ve
teknoloji ile hayâtın kolaylaşmasının(!) bedeli, “insanın rûhsuzlaşması”dır.
Bilim, “olguları” (yağmur yağması) açıklar, “olayları” (Nûh
Tûfânı) açıklayamaz. Açıklayamadığını ise inkâr eder.
Bilim, Allahsız
olunca farklı, Allahlı olunca daha farklı bir yorum ortaya çıkarır.
Bilim, durması gereken yerde durmadığında, yakın-uzak vâdede
bir felâketin ortaya çıkmaması imkânsızdır.
Bilim, insanı
doğadan koparır ve laboratuara
hapseder.
Bilim-bilim
derken tecrübe ıskalanmaktadır ki bilimden kat be kat üstündür.
Bilimsel
araştırma şirketleri, şeytana hizmet eden ve nefislerine tapan küresel tâğutların
yalan merkezleridir.
Bilimsellik ile
şeytanlık at-başı gider. Şeytan modern dönemde “bilimsellik” olarak
görünmektedir.
Bilim-teknoloji
ve kapitâlizm, emeği öldürdü.
Bilinç ile yapılan şey meleke hâline gelirken, taklit ile
yapılan şey çok zorlar ve çok yorar.
Bilinen
her-şeyin Allah’a muhtâç olması, hiç-bir şeyin Allah olmadığı ve olamayacağı
anlamına gelir.
Bilinenlerin
%90’ı kullanılmayan ve kullanılmayacak olan şeydir.
Bilmek
“yapmak”la tamamlandığı gibi, yapmak da “bilmek” ile tamamlanır.
Bilmek daha
doğrusu bilmeye çalışmak yada bildiğini sanmak îmânı azaltır. Çünkü her-şeyi
bilirseniz ve bilmeye kalkarsanız yada bildiğinizi veyâ bilinebileceğini
sanırsanız, geriye îman edecek bir şey kalmaz. Bu “îmansızlaşma”yı ortaya
çıkarır ki aklı ve bilgiyi ilahlaştırmış olan modernizmin îmansızlığı ve modern
insanın îmânının bitme noktasına gelmesinin nedeni budur.
Bilmek
konusunda; “daha çok bilmek” ile “daha iyi bilmek” farklı şeylerdir.
Bilmek ve
yapmak farklı şeylerdir. Bir kişi okuma-yazma bilmesine rağmen okuma-yazma
yapmıyorsa, “bildiğini yapmıyor” demektir. Allah bilmeye değil, yapmaya bakar.
Bilmek yetmez,
“bilenmek” de gerekir.
Bilmek, “sorunu
çözmek” demek değildir.
Bilmek, amel
etmenin bir sonucudur: “Siz bildiklerinizle amel ederseniz, Allah size
bilmediklerinizi öğretir” (sav).
Bilmekten
ziyâde, “ölçülü davranmak” önemlidir.
Bilmenin etkisi
“yapma”nın etkisine göre çok zayıftır. Öyle ki, bilinenler değişir yada
unutulur gider ama, yapılanlar âdet ve gelenek olarak -saçma bile olsa- çok
uzun yıllar boyunca sürer gider.
Bilmeyip de konuşanlar, bilip de konuşanlara gıcık olurlar.
Bir “büyük
amaç”a hizmet etmeyen şey, en-nihâyetinde boşa çıkar.
Bir “târihe
sâhip olmak” ile bir “geçmişe sâhip olmak” aynı şey değildir.
Bir adamın
Dünyâ’da rahat edebilmesi için 5 şeyin sorunsuz olması gerekir: 1-İş, 2-Diş,
3-“Kuş”, 4-Hanım, 5-Evlat.
Bir devlet
gerçek anlamda, en zayıf üyeleri kadar güçlü olabilir.
Bir din
“gökten” inmediyse “götten” çıkmıştır. Hak din “gökten” inmişken, bâtıl din ise
“götten” çıkmıştır.
Bir din ne
kadar yavşarsa, o kadar “evrensel” olur.
Bir din, inanç,
düşünüş ve felsefe “basit ve uygulanabilir” değilse, “hak” değildir, “Hak’tan”
gelmemiştir, Hak’ka da götürmez. İnsanı yarı-yolda bırakır.
Bir dînin yada milletin üzerinden uzun zaman geçince
efsâneleşiyor.
Bir düşüncenin
yada davranışın doğru olup-olmadığının sağlaması, eleştirmek ve eleştirilmekle
yapılabilir.
Bir fitneye
karşı yapılan ayaklanma başarısız olursa, o fitne bölünerek daha da büyür ve
güçlenir.
Bir geleneğe
karşı çıkmak mecbûren başka bir gelenek ile olabilir.
Bir gökdelenin
bekçiliğini yapacak kişinin boyunun gökdelen kadar uzun olmasına gerek yoktur.
Bir günahı,
Allah’tan başka affedebilecek olan yoktur.
Bir
günde olmaz ama bir gün olur.
Bir insan
Allah’ın zikri yâni Kur’ân ile tatmin olmuyorsa, hiç-bir şeyle tatmin olmaz.
Bir insan
Allahsız olduktan sonra, onun hangi ırktan olduğunun bir önemi yoktur.
Bir insan hayâtından memnunsa, ondan
bir değişim yapması beklenemez. Bu yüzden değişimi, hayâtından memnun
olmayanlar yapar.
Bir insan hayatta bir şeye karar verdiğinde, onun o
düşüncesini değiştirebilmeniz neredeyse imkânsızdır.
Bir insan hem
doğuran hem doğurtan hem de doğurulan olduğuna, Allah ise doğmamış,
doğurulmamış ve doğurtmamış olduğuna göre, insan Allah değildir.
Bir insan iç ve dış âleminde ne kadar düzenliyse, “düzen”i
de o kadar iyi anlar.
Bir insan için,
yaptığının bir sonucu olarak “kendini aptal gibi hissetmesi” ona cezâ olarak
yeter.
Bir insan
Kur’ân okumaya başladığı anda kendisine vahyedilmiş olur.
Bir insan,
modern-bilim ve teknolojiyi övüyorsa, sürekli olarak kadınları öne çıkaran
şeyler söylüyorsa, demokrasiye, lâikliğe ve moderniteye eleştirisi yoksa ve
sürekli olarak gelenek eleştirisi yapıyorsa, o kişi İslâm’dan ziyâde,
“modernite dîni” üzeredir.
Bir insana
“okuma-yazma biliyor musun?” diye değil; “okuma-yazma yapıyor musun?” diye
sormak gerekir.
Bir insana
Allah yetmiyorsa, hiç-bir şey yetmez.
Bir insanı,
“Allah’ın müslüman kabûl etmesi” ile “müslüman bir toplumun müslüman kabûl
etmesi” aynı şey değildir.
Bir insanı;
îmânına, ahlâkına, bilgisine, bilincine, kültürüne, liyâkatine ve yeteneğine
göre değil de, malına ve makâmına göre değerlendirmek, derin bir cehâlettir.
Bir insanın
Dünyâ’da “gönlüne göre” yaşaması “başarı” değildir.
Bir insanın
Dünyâ’dan, sanki cennetteymiş gibi haz alması câiz değildir.
Bir insanın
düşüncesini, zihniyetini ve inanışını; arzuları, istekleri ve hevesleri belli
eder. Bu bağlamda insanların çoğunun “hakîki din inancı” zayıftır.
Bir insanın
psikolojisinin ne durumda olduğu, ilk başta, “yemek yeme şekli”nden belli olur.
Sâdece yemek yerken mutlu oluyorsanız, psikolojik olarak çökmeye yüz
tutmuşsunuz demektir.
Bir insanın rûhu
(nefsi değil) coşku içinde değilse, o kişi "iyi" değildir.
Bir insanın
sâdece bilgisinin ve görünüşünün müslümanca olması yetmez, kişinin
isteklerinin/arzularının da müslümanca olması gerekir.
Bir iş en iyi şekilde yapılmamışsa, o iş boşa gitmiş bir iş
olmuş olur. Yada yarârı kadar zarârı vardır.
Bir işi
zamânında yapmak, o işi yapmaktan daha önemlidir. Bir işi dört-dörtlük yapmak
ise hepsinden önemlidir.
Bir kadeh atma, bir kadehi at!.
Bir
kadının-kızın, örgün eğitim sistemine dâhil olması ve sonunda çalışmaya başlaması,
fıtratına ve doğasına yapılan en büyük zulümdür.
Bir kazan bal
ile bir damla zehir karıştırıldığında, o şeyin tamâmı “zehir” olur.
Bir kere tâviz vermekle, bin kere tâviz
vermek arasında fark yoktur.
Bir kişi; “Allah’tan başka Allah gibi güçler vardır ve ben
de onlardan birine tapıyorum” diyerek apaçık bir şirki dillendirse ve sonra da,
meselâ Dünyâ’ya doğru hızla gelen ve Dünyâ’yı, insanları ve tüm canlılığı yok
edecek bir gök-taşını durdurarak tüm insanları, tüm canlıları ve Dünyâ’yı
kurtarsa bile, yine de müşrik ve cehennemlik olmuş olur.
Bir kişinin
“Allah’tan başka ilah tanımam” deyip de başı belâya girmiyorsa (meselâ mahkeme
ve hapis), söylediği söz “gök-gürültüsü” hükmünde kalır.
Bir köyün
yaylası köye ne kadar yakınsa, o köye ilk yerleşenlerin gücü de o oranda
fazladır. Gücü zayıf olan köylerin yaylaları uzak olur.
Bir malı 1’e alıp 5’e ve 10’a satmak da
ribâdır. (Murâbaha).
Bir meseleyi;
kimi insanlar kâlbine vura-vura, kimi insanlar beynine vura-vura, kimi insanlar
da kafasına vura-vura öğrenirler.
Bir meslek
(zanaat) sâhibi olmak, en değerli olandır. Ona eskiler “altın bilezik”
derlerdi. Çünkü hem ustalığı hem de adamlığı öğreniyordu kalfa ve usta olanlar.
Bir mü’minin
modern dünyâda yaşamayı sevmesi ve modern hayat tarzından zevk alması çok büyük
bir sorundur.
Bir mücâdelenin teorisi tamâmen önceden
hazırlanamaz, teori kendini mücâdelenin içindeyken tamamlatır. Kervan biraz da
yolda düzülür.
Bir müslüman,
“batı paradigması”nı “evrensel” olarak kabûl edemez.
Bir müslümanın,
Dünyâ’nın altını üstüne getirmek isteği, hedefi ve görevi, “Dünyâ’yı sükûnete
kavuşturmak” içindir.
Bir nedenden
dolayı korkutulan insanlarla koyunlar arasında fark yoktur. İkisini de
istediğiniz gibi yönetip yönlendirebilirsiniz.
Bir öğreti
hakkındaki kuşku, kişiyi eyleme geçmekten alıkoyar. Bu nedenle Kur’ân; “onda
hiç-bir kuşku yoktur” diye başlar. Zîrâ İslâm, eyleme dönük bir din’dir.
Bir ölüm
olayının ne kadar ses getireceği, mal-mülk, makam-şöhret ve cüssenin büyüklüğü
oranına göre değişir.
Bir önermenin “tam doğruluğu”, sâdece akla uygun olması
değil, akla uygun olduktan sonra kâlbe de uygun olmasıdır. Kâlpten onay almayan
önermeler eksik yada yanlıştır.
Bir penis kadar bile olamıyoruz ki penis sürekli kıyâm eder.
Bir sapkınlığa
karşı “sessiz kalmak”la başlayan bir süreç, kısa süre sonra “o sapkınlığa saygı
duymak” ve en sonunda da “o sapıklığı kabûl etmek” ve de “kabûl etmeyenleri
yobazlıkla suçlayıp dışlamakla” sonuçlanır.
Bir sisteme
yada düşünceye temelden bir eleştiriniz yoksa, sistemin ve düşüncenin argümanlarına
da bir eleştiriniz-îtirâzınız olmaz.
Bir sohbet ortamında bulunanlardan biri geçim sıkıntısı
yaşıyorken, bir diğeri bolluk içinde yaşıyorsa, orada bir kardeşlik oluşmaz.
Paylaşma olmadan kardeşlik oluşmaz. Kardeşliğin oluşmadığı yerden de bir hayrın
çıkması söz-konusu değildir. (Medîne örneği).
Bir sorundan
dolayı bir şeyi kafaya takmamak için ilaç yada içki kullanmak, o sorunu çözme
aşamasında sıfır etki yapar.
Bir
şehrin/kentin neyi merkeze aldığı, o şehre/kente kuş-bakışı bakıldığında göze çarpan
ilk şeydir.
Bir şey “bir-önceki”ne göre kıyaslandığında, “iyi” olmayan
hiç-bir şey yoktur. Çünkü bir-önceki de bir-öncekine göre iyidir.
Bir şey
çoğaldıkça, o şeyin korunması azalır. Az olan çok korunur.
Bir şey durgun değilse, “bir başlangıcı var” demektir.
Bir şey
hakkında kesin ve iknâ edici bir delil yoksa, o şey inancın konusu hâline
gelir, artık o şeye inanırsınız yada inanmazsınız.
Bir şey için
üzüntü duymak, o şey için bir şey yapmak demek değildir.
Bir şey kısa-vâdede düzelmez, ancak uzun-vâdede
düzelir diyorlar. İyi de, uzun-vâdede ölmüş oluruz ki!.
Bir şey ne
kadar “kıt” ise o kadar değerlidir.
Bir
şey olduğunuzun delîli, o şey hakkında bir şey yapıyor olmanızdır.
Bir şey söz ile
daha iyi anlatılır fakat söz, yazıya geçince daha etkili olur.
Bir şey yapmaya götü yemeyenler, “yapacak bir şey yok”
sözünü en çok kullananlardır.
Bir şeyde
başarılı olabilmek, o şeyi ne kadar sevdiğinle ve o şeye ne kadar
odaklanabildiğinle alâkalıdır.
Bir şeye aşırı
ve odaklanarak bakıldığında, o şey bozulmaya başlar. Peygamberimiz’in; “ilk
bakış lehine, ikinci bakış aleyhinedir” demesi bu bağlamda mânidardır.
Bir şeye karşı olan ilgi ve sevgi ona karşı olan
yatkınlıktır.
Bir şeye olan
körü-körüne ve aşırı bağlılık, o yapının günahlarını-kötülüklerini görmeyi
blôke eder.
Bir
şeye/düşünceye/hizbe vs. “körü-körüne taraftar olmak”, bir zamana sonra o
şeye/düşünceye/hizbe “körü-körüne düşman olmak”la sonuçlanır.
Bir şeyhe
“kayıtsız-şartsız” bağlanmak şirktir.
Bir şeyi
“duymuş olmak” demek, o şeyi" “bilmiş olmak” demek değildir.
Bir şeyi
adamakıllı idrâk edip içselleştirebilmeniz için, o şeyin karşısında olana eleştirel
olmanız, itirâz ve isyân etmeniz gerekir. Başkaldırmadığınızda o şeyi
içselleştiremezsiniz.
Bir şeyi araştırmak, onun hakîkatini bulmaya çalışmak
içindir. Fakat insanın aklı, zekâsı yâni çapı buna yetmez. Bu nedenle bir şeyi
aşırı şekilde araştırmak, en sonunda o şeyi inkâr etmeye dönüşür. Meselâ rûh
böyledir. Araştırma sonunda bulamayanlar onu inkâr eder.
Bir şeyi aşırı
araştırmak, o şeyin bokunu çıkarmakla sonuçlanır. Meselâ bağırsakları aşırı
incelemeye tâbi tuttuğunuzda karşılaşacağınız şey “bok”tur.
Bir şeyi çok sistematik bir şekilde öğretmek, öğrenmeyi
zorlaştırı(yo)r.
Bir şeyi din
edinmek, “felsefeyi ona göre yapmak” demektir.
Bir şeyi gerçekten bilmek, onun hakkında bir şey yapmakla
olur. Bir şey bilmek, bir şey yapmaktır.
Bir şeyi kim üretirse-üretsin, Allah’ın hammaddesini
kullanmak zorundadır.
Bir şeyin
“İslâmî” olması için, o şeyin “Allah rızâsı amacıyla” yapılması gerekir.
Bir şeyin “iyi”
olup-olmadığının ölçüsü, o şeyin “acıtması” ve “nefse ağır gelip-gelmemesi”dir.
Bir şeyin bedeli ne kadar ağır olursa,
gücü ve etkisi de o oranda ağır olur.
Bir şeyin beyaz
renkte olması, o şeyin “temiz” olduğu anlamına gelmez.
Bir
şeyin bilincine ermek yetmez, amel-eylemine de ermek gerekir.
Bir şeyin
dayanağı, o şeyin kendisi olamaz.
Bir şeyin doğru
olup-olmadığı, “mantıklı olup-olmadığına” bakarak değil, Dünyâ’da “iyi”ye,
âhirette ise cennete ulaştırıp-ulaştırmadığına bakarak bilinir. Dolayısı ile
“doğru”, “bilinebilecek” olan değil, “inanılacak” olandır. İnsanı iyiye ve
cennete götürecek olan şey “Kur’ân iyi bilmek” değil, “ona îman etmek”tir.
Bilgi ile değil, îman ile ulaşılır iyiye ve cennete.
Bir şeyin etkisini yok etmek istiyorsanız,
onun sembôlünü yok etmelisiniz. O sembôl orada durduğu müddetçe etkisi de devâm
edecektir.
Bir şeyin gelişmesi, geliştiği şeyden “zamanla başkalaşması”
demektir. Bir zaman sonra gelişen o şey başkalaşarak, ilk geliştiği şey
olmaktan çıkar.
Bir şeyin gerçek anlamda ne olduğu, pratiğe döküldüğünde
ortaya çıkar.
Bir şeyin
korkusu, o şeyin kendisinden daha kötüdür.
Bir şeyin nedeni olarak genetiği öne sürmek, modern bir
kaderciliktir.
Bir şeyin potansiyeli, o şeyin kaderidir.
Bir şeyin
varlığının kendi-kendine, şans ve rastlantı ile oluştuğunun bir delîli olamaz.
Bir şeyin
yapılabiliyor olması, onun ille de yapılmasını gerektirmez.
Bir taraf
olmayanlar bi-taraf olurlar.
Bir tepeye
çıkıp modern kente bir bakın. O gördüğünüz mekân-kent var ya; işte orada
İslâm’ın yaşanması yada “hakkıyla yaşanması” mümkün değildir. Dinden
uzaklaşmanın temel nedeni budur. İnsanın değişimi mekânın değişimi, mekânın
değişimi insanın değişimidir.
Bir ülkede
demokrasinin olması için en az ikiye bölünmüş bir toplum kesimi bulunması
gerekir.
Bir ülkede
üniversite sayısı ne kadar artmışsa, “beş para etmez” adam sayısı da o oranda
artmış demektir.
Bir varlığı açıklamaya çalışınca, o
varlık başka bir şey olur. Açıklanmaya çalışılan bir şey “o” olmaktan çıkar.
Bir yandan batı
emperyâlizmine karşı çıkarken diğer yandan batı düşünce ve sistemleriyle
gerdeğe girmek, lâik-modern müslümanların alâmet-i fârikasıdır.
Bir yanlışın “câhillik nedeniyle” yapılmış olmasıyla,
“şerefsizlik nedeniyle” yapılmış olması arasında fark vardır.
Bir yerde yada
şeyde Allah’ın olması ve bulunması demek, o şeyin yada yerin sonsuz (bâkî)
olması anlamına gelir. Bildiğimiz şeylerin içinde fânî ve yok olmayacak bir şey
olmadığına göre, bildiğimiz hiç-bir şeyin içinde Allah yok demektir. Bu,
“hiç-bir şeyin Allah olmaması” anlamına gelir.
Bir yerden arsa alırken yere değil, göğe bakın.
Bir yerleşim
yerinde birisi câminin nerede olduğu soruyorsa, o yerleşim yeri İslâmî mîmâriye
aykırı bir yapıdadır. Zîrâ İslâm’da en yüksek yapı, câmi minâresidir.
Bir zamanlar çok
iyi anlaştığı hâlde bir zaman sonra bilgi farklılaşmasıyla iki zıt insan
durumuna gelmek mümkündür. Bilgi, iyi yada kötü tefrikaya neden olabilir.
Bir zamanlar kâfirlerin ve mülhidlerin söylediklerini bugün
müslümanlar(!) söylüyor ve buna rağmen hâlen “müslüman” kalabiliyorlar.
Bir-çoklarının ciğerini yakan şey, dînin, hayâtın tam da
ortasında uygulanmasının emredilmiş olmasıdır.
Birey(sel)leşmiş
olan modern insanın putu, bedenidir. Lâkin beden aslâ tatmin olmaz.
Bireycilik umutsuzluktur.
Bireycilik, sorumsuzluktur.
Biriken şey
biçimsiz olur.
Birileri her-şeyin yolunda gittiğini söylerken, ben ise
ölenlere gıpta ediyorum.
Birileri kazanıyorsa birileri mutlakâ kaybeder.
Birileri; “Allah ile insan arasına
girilmez” diye-diye araya kendileri girerek Allah ile insanın arasını
açtıkça-açtılar.
Birine yada
birilerine karşı olan ön-yargılarınız yada karşıtlığınız, o kişiye ve kişilere
muhtaç kalınca değişir.
Birinin yada birilerinin sana verdiği hak, seni o kişiye
bağımlı yapar. Allah’ın verdiği haklara göre yaşarsan, Allah’a bağımlı/bağlı
olursun. Bu seni, kula kulluktan kurtarır.
Biriyle
yüzdeyüz anlaşabilmeniz için, ona tâbî olmanız gerekir.
Birlik
olamayan toplumlar demokrat olurlar. Birlik olanlar imparatorluktur. Türkler
diğer Türklerle ve müslümanlarla arasını açınca ve ayırınca demokrasiye
sarılmıştır. Bu, “imparatorluktan ulus-devlete düşmek” demektir.
Bir-şey için üzülmek, “o şey için bir şey yapmak” demek
değildir.
Biz “batı’nın
ahlâkını almayalım bilimin, alalım” derken aslında onların sâdece
teknolojilerini aldık/alıyoruz. Çünkü bilim satın alınabilen bir şey değildir.
Biz “mutlak”ın ne ve nasıl olduğunu
bilmediğimiz ve bilemeyeceğimiz için, fânî olanı bâkî sanıyoruz yada bâkî
olarak görmek istiyoruz.
Biz Allah’ın halifeleriyiz, yer-yüzüne
“düzen” getirmek için seçildik.
Biz Allah’tan
vazgeçtiğimiz için, Allah da bizden vazgeçti. Bizi süreç içinde yok edip
yerimize başka bir topluluk getirecektir.
Biz Dünyâ’ya, cennetten düştük de geldik. Dünyâ’ya olan
yabancılığımız ve uzaklığımız bu yüzdendir.
Biz günümüze,
târihin belli bir süre ilerisinden bakmadığımız için, yaşadığımız zamânı “en
modern” ve “en ideâl zaman” olarak görüyoruz. Bu zan, tüm zamanlardaki
uygarlıkların kendileri için düşündükleri şeyin aynısıdır. 1.000 yıl sonra
2.000’li yıllara bakacak olanlar, günümüzü kaba ve bağnaz bulacaktır.
Biz İslâm’ı
“dâvâ” edinmedik. Onu sâdece ilme indirgedik. O yüzden mücâdele gücümüzü ve
inancımızı kaybettik.
Biz nasıl ki günümüze göre 2-3 bin yıl önce yaşan insanları
“câhil” olarak görüyorsak, bizden 500-1.000 yıl sonrasında yaşayacak olan
insanlara göre de biz aynı şekilde câhiliz. Gerçek âlim olan Allah’tır. İnsan
her zaman câhil kalmaya mahkûmdur. Ancak “îman edenler ve sâlih amel
işleyenler” bundan müstesnâdır.
Biz,
inandığımız gibi yaşamadığımız için, yaşadığımız gibi inanmakla
cezâlandırılıyoruz.
Bizi “içimizden
geçen” değil, “içimizde kalan” düşünce günaha sokar.
Bizi Allah’ın zâtı değil, sanatı bağlar.
Bizim
“bedenimizin rûhu” değil, “"rûhumuzun bedeni” var. Aslolan beden değil, rûhtur.
Bizim gözümüz “mutlak olan”ı görmeye, aklımız da “mutlak
olan”ı idrâk etmeye programlı değildir.
Bizim küfre ve
şirke karşı olan düşmanlığımız, kâfirlerin ve müşriklerin İslâm’a olan
düşmanlığından daha güçlü olmadıkça İslâm’ı hayâta hâkim kılmamız mümkün
değildir.
Bizim, Allah’a olan muhtaçlığımız ebedîdir, ölünce bitmez.
Bolluğun,
“ahlâksızlık” riski vardır.
Borcun
ödenmesini geciktirmek, o borcu ödemek istememek duygusunu açığa çıkarır.
Borsa baştan-sona “kara-borsa”dır.
Boş vakit arttıkça insan rûhu huzursuz olur.
Boşanmalar çok fazla arttı. Millet evliliği
“evcilik oyunu” zannediyor gâliba.
Boynuzsuz koyun
boyzunlu koyundan hakkını alacaksa, parasız olanlar da paralı olanlardan hakkını
alacaktır.
Bozuluş şiddetle oluyorsa, düzeliş nasıl şiddetsiz olacak?.
Bölünemeyen
bilinemez.
Bu Dünyâ formatında “dayatma” kaçınılmazdır. Önemli olan bu
dayatmayı kimin yapacağıdır?.
Bu Dünyâ,
kişinin tüm hayâllerini ve arzularını gerçekleştirmek için çırpındığı, fakat
neredeyse hiç-bir hayâlini ve arzusunu gerçekleştiremeden ölüp gittiği bir
yerdir. Geriye sâdece Allah için yapılanlar kalır.
Bu dünyâ’da en
zor hattâ imkânsız olan bir şey varsa, o da halkları memnûn etmektir.
Bu Dünyâ’da hiç-bir zaman “rûyâ gibi” bir hayat
yaşanmamıştır. Zîrâ Dünyâ’nın yapısı ve formatı buna uygun değildir.
Bu Dünyâ’da yapılacak şey; ya yoğun bir şekilde ilim ile
uğraşıp belli bir süre sonra da kâfirle ve küfürle çatışıp, vurup-vurup
vurulmak ve şehit olmak, yada “bir deniz kenarında sessizliğin huzûruyla
kendinden geçmek”tir.
Bu dünyâda
“rüzgârı” bir kez arkana aldın mı, artık hızlıca “yol” alırsın.
Bu dünyâda en çok bilinmeyen, üzerinde en çok konuşulan ve
en çok korkulan şey, “bir-anlık olan şey”dir.
Bu gidişle AVM’ler 15-20 yıl sonra, geniş ovalara kurulacak.
Çünkü ovalar kurulacak dev AVM’lere ancak yetecek.
Bu kâinatta hiç-bir şey, hiç-bir şey
yapmadıkça hiç-bir değişiklik göstermez.
Bu kâinatta
hiç-bir şey, korkulduğu kadar korkunç değildir.
Bu maske işi
küresel bir “maskeli balo”ya dönmüştür.
Buhâri ve
Müslim çökerse İslâm’a bir şey olmaz ama, Sünnet çökerse-çökünce müslümanlar
çöker-çökmüştür.
Bütün bilinçsiz
varlıklar (dağ, taş, bitki, hayvan ve küçük çocuklar) işlerini dört-dörtlük
yaparken, bilinçli olanlar ise işlerini hep savsaklıyorlar.
Bütün hedefler,
“Allah’ı râzı etme hedefi”ne göre “tâli hedefler”dir.
Bütün’den koparılan parçalar, bir süre sonra “bütün” ile
kavga etmeye ve hattâ “bütün”ü reddetmeye başlarlar.
Büyü, “kötü plân yapmak”tır.
Büyük amaçları/hedefleri olmayanlar, hazların peşine düşmeye
ve hazları düşlemeye başlarlar.
Büyük siyâsi değişimler, büyük “fikrî değişimler”e neden
olur.
Büyük yanlışların güzellikle
düzeltildiğinin (Belli bir süreliğine Yûnûs Kavmi dışında -Yûnûs 98-) bir
örneği yoktur. Târih boyunca kötülük ancak şiddetle düzeltilmiştir.
Büyüklüğünü yaptıkların göstersin, başkasını küçük göstermen
değil.
Câhil, kötülüğü
yada azâbı, başına gelmeden göremeyen ve bilemeyen kişidir.
Câhiliyeden ayrılmanın bir bedeli vardır. Bu bedel ilk başta
“maddi azlık”la kendini gösterir.
Câhiller ve
muhterisler, her değerlendirmeyi, mîdesine giren-çıkana göre yaparlar.
Câhillerin
hiç-bir zaman affetmeyeceği şey, “putlarına dokunulması”dır.
Canı sıkılan
adam çok tehlikelidir.
Cehâletten ve
câhillikten “bilgili olmak”la değil, “kendinizi bilmek”le kurtulabilirsiniz.
Kadim bir cümledir: “Kendini bil”.
Cehennem,
kendini cennetlik olarak görenlerle dolu olacak.
Cennet sâdece
dış-âlemde değil iç-âlemlerde de kurulabilir. Fakat dış-âlemde de
kurulmadığında şeytanın vesveseleri ile iç-âlemdeki cennetten çıkmak kolay
olur.
Cenneti
Dünyâ’da kurmaya çalışmanın sonu, cinnet geçirmektir. Modern insanın cinnetinin
nedeni budur.
Cennetten
umûdunu kesenler, Dünyâ’ya cennet muâmelesi yaparlar.
Cep telefonları birer “tâkip etme-edilme cihazı”dır.
Cesâret bulaşıcıdır,
cesur insanlarla birlikte olursanız siz de cesur olursunuz.
Cihad olmadığında fitne başlar.
Cinsiyet
eşitliği söylemi, “Allah’ın belirlediği değil, bizim kabûl ettiğimiz önemli ve
geçerlidir” demeye gelir.
Coğrafyaya
göre, insanların rengi beyazlaştıkça psikolojilerinin zayıfladığı ve bozulduğu
gözlemlenir.
Cool olmak, “serin
ve soğuk olmak” demektir. Her-şeye karşı soğuk. Hiç-bir şeyi takmayan, kapıyı
kapatıp cool-serin ortamda kalan. Sorumluluk almayan. Dışarıda ne oluyor
bilmeyen ve bakmayan. Öyleyse cool olmaktan Allah’a sığınırım.
Cum’a günü
atılan “hâyırlı Cum’alar” mesajları, “dîni Cum’aya indirgeme”yle sonuçlanıyor.
Cumhûriyet
“tapeden inme” bir rejimdir. O yüzden 29 Ekim’de “cumhûriyet’in kuruluşu”
değil, “Cumhûriyetin îlânı” kutlanır.
Cumhûriyet
târihi, “İslâm’ın yasaklanmasının târihi”dir.
Cumhuriyet târihi, “Türkler’in paganizme geri dönüşünün
târihi”dir.
Cumhûriyet ve
demokrasi, “yağmurdan kaçayım” derken “doluya tutulma” ideolojisidir.
Çağdaş insan,
resmî olan her-şeyi koşulsuz-şartsız kabûl eden kişidir.
Çağdaş ve modern-bilim, “Amerika’yı yeniden keşfetmek”tir.
Tabi bu keşif, “parçalayarak” yapılan bir keşiftir. Bu nedenle Amerika’nın
ikinci keşfi zâlimce olmuştur.
Çakallık,
“akıllılık” değildir.
Çalışan
kadınların çocukları “ana-dil”den yâni “anne dili”nden yoksun olur.
Çalışmak “Allah
için” olunca “ibâdet” olur. Yoksa çalışmanın bizâtihi kendisi İslâm’da değil,
Protestanlık’ta ibâdettir. Böylece ibâdet bırakılarak, çalışmak ibâdetin yerine
konmuştur. Kapitâlizmin temeli bu sözde saklıdır. Allah için çalışmaktan
vazgeçip Dünyâ için çalışmayı ibâdet olarak gören batı, böylece
çalışıp-kazanmayı ve biriktirmeyi, dolayısıyla da kapitâlizmi “din”
yapmıştır.
Çâresizliğin ne
olduğu, ancak çâresiz kalınca öğrenilebilir.
Çâresizlikten dolayı oluşan
borçlulukta, borçlunun hapsedilmesi hem saçma hem de şerefsizcedir.
Çelenkler, heykellerin önüne konan
kurbanlardır. Ot kurbanları. Et kurbanı kötü görülürken, ot kurbanı takdir
görüyor.
Çıplaklık “cesurluk” falan değildir. Çıplaklık hayvanlık ve
ahlâksızlıktır.
Çift-vatandaşlık
olur ama “çift-din”lilik olmaz.
Çirkeflikler, okunup durulmasına ve
tespitinin iyi yapılıp bilinmesine rağmen, onu değiştirmek için bir şey
yapılmadığında, o çirkeflikler kanıksanmaya ve normâl görülmeye başlanır.
Çocuklarımızı kendi zamanlarına yâni moderniteye göre
yetiştirmek, İslâm-dışı bir şeye göre yetiştirmek olur. O yüzden “çocuklarınızı
kendi zamanlarına göre yetiştirin” sözü yanlıştır.
Çocuklarımızla iyi geçinmek demek, sürekli olarak onların “suyuna
gitmek” demek değildir.
Çocukların
oyuna olan düşkünlükleri, aslında “öğrenmeye olan düşkünlükleri”dir. Çocuklar
oynayarak öğrenirler.
Çocuklarla konuşmak geleceğinle, yaşlılarla konuşmak
geçmişinle konuşmaktır.
Çoğu kişinin
inandığı “önceden yazılan kader” düşüncesi, yaşanan bir sorunun “önceden
yapılmış hatâ”sının blôke ediyor. Herkes “önceden yazılmış kader”e inanıyor ama
“önceden yapılmış hatâ”yı dile bile getirmiyor.
Çok derinlere dalacaksan eğer, “vurgun” yeme riskini göze
almalısın.
Çok ilginçtir
ki müslümanların İslâmî hedefleri yok. Müslümanlar İslâm’ın bir hedefinin
olmadığını zannediyorlar.
Çok kesin olan şey şudur ki; çiçek-böcek muhabbetiyle
hiç-bir yere varılamaz.
Çok olunca
karmaşık olur. Karmaşık olunca yâni net olmayınca ise oraya mutlakâ şeytan
dâhil olur. Şeytan her zaman bulanık suda balık avlar ve karmaşık olanı sever.
Çok para, ya
israfta yada haramda kullanılabilir ancak.
Çok şükür ki ben “gerici”yim. Öyle ki bu gericilik 1.400 yıl
geriye kadar gidiyor.
Çok-eşlilikten
ve çok-çocuktan vazgeçen yada mahrûm kalan erkek, kadının ve çocuğun maskarası
olur.
Çok-tanrıcılık
(paganizm) bâtıl-sapık dinlere karşı hoşgörülüdür. Fakat tek-tanrılı din
(İslâm) tevhîdî olmayan dinlere karşı hoşgörüsüzdür. İslâm bir “”hoşgörü dîni”
değildir.
Çölde güzel bir şey görülmez. Ben Dünyâ’yı çöl olarak
gördüğüm için, güzel bir şey göremiyorum. Çölün “güzelliğini” görene yada kabûl
edene kadar.
Çözüm, kendisinden kaçtığınız şey(de)dir.
Çözümlemek
“çözmek” demek değildir.
Daha çok ve
kaliteli tüketim yapmak, kişiyi “daha iyi” ve “daha üstün” yapmaz.
Daha
iyi bir şeye, daha kötü bir yoldan ulaşılamaz.
Dâhi tiplerin
kişiliği, tâlimat almaya uyugun
değildir.
Darbe
girişiminden sonra Föte’den ayrılıp AKP’ye geçenler olduğu gibi, AKP’den kopup
Fetö’cülüğe devâm edenler de oldu. Bir de ikisini de bırakıp Atatürkçü olanlar
var. Fakat bunların câhil olduğu şey şudur ki, bunların hepsi de “aynı şey”dir.
Farklı olan ise, “hepsinden vazgeçip Allah’a ve Peygamber’e bağlanmak”tır.
Darbelerde
içerdeki siyâsetçileri, sermâyedarları ve askerleri yönlendirenler, “pandemi”
denen şeyde de bilimi, teknolojiyi ve bilim-adamlarını kullanıyor. Fakat
darbelerde rôl alanlardan şüphelenip de onların birer piyon olduğunu konuşan
insanlar, pandemide rôl alanlardan hiç şüphelenmiyor ve onların da birer piyon
olduğunu hiç konuşmuyor.
Dâru’n Nedve,
Mekke müşriklerinin parlamentosuydu. Kur’ân, Dâru’n Nedve yerine Dâru’l Erkam’ı
koymuştur.
Dâvâ-adamı ola()mayanlar, tâğutların adamı olurlar.
Dâvâlarınız ve gittiğiniz yol, uğruna
ölebilecek ve öldürebilecek değerde değilse.. bırakın gitsin.
Davûd’unuz varsa, Golyat’tan korkmayın.
Dedikodu yapmak, “muhabbet” değildir.
Dedikodu, “dedikodusu yapılan kişiyle arayı açmaya başlamak”
demektir.
Değer, mânevî
olan ile ilgilidir. Maddî olanın değeri değil, fiyatı vardır.
Değeri olmayan zaferin hiç-bir bereketi
olmaz.
Değişen ile değişmeyen şey arasındaki fark zamanla çoğalır.
Nihâyet farklılaşırlar. Bu, insanlar için de böyledir.
Değişim iki
türlü olur; 1-Doğal ilerlemeden kaynaklı değişim, 2-Kabûl etmeden kaynaklanan
değişim.
Değişimlerin
nedeni Allahsızlıktır. Allah’lı olan değişmez. Kâinatta, hayvanlarda ve
bitkilerde bir değişme görebiliyor musunuz?.
Değiştiremiyorsan, “değişmemişsin” demektir.
Deizm;
“Allah’ın dînini ve emirlerini kabûl etmez ve tınlamazken, Allah’ın mutlak
varlığına inandığını söyleme” küstahlığı ve yalanıdır.
Deliksiz uyuyabilenlerle bir noktadan sonra anlaşamam.
Delisi olmadığınız şeyin velisi olamazsınız.
Demir-çelikten tahta-toprağa dönmedikçe hiç-bir şey “iyi”
olmayacak.
Demokrasi
“de-bok-rasi”dir.
Demokrasi “kışkırtılmış nefisler”in ideolojisidir.
Demokrasi bir
“seçkinler(!) yönetimi döngüsü”dür.
Demokrasi gericiliktir. İnsan tââ 2.500 yıl önceye götürür.
Demokrasi her
zaman “burjuvanın-aristokrasinin demokrasisi” olmuştur.
Demokrasi
yerine “emek-rasi” olsun.
Demokrasi,
“küçük devletler”in yönetimidir.
Demokrasi,
“sonuna kadar demokratik” değildir, olamaz.
Demokrasi, bir
“savaşsızlık dönemi uygulaması”dır. Savaşların olduğu yerde demokrasi işlemez.
Atina demokrasisi, Isparta ile yaptığı savaşta çökmüştür.
Demokrasi,
insanı “seçme hakkıyla avutmak” demektir.
Demokrasi,
milletin parasını ve malını-mülkünü “küresel fâiz sistemi”ne yedirme
ideolojisidir.
Demokrasi;
“kilise, krallar ve zenginlerin uzlaşması”dır.
Demokrasiden en
çok memnûn olanlar, “demokrasiden en çok beslenenler”dir.
Demokrasilerde
en üstün güç “demokrasi” değildir. Demokrasilerde en üstün güç, “demokrasiyi
ikâme edenler ve onu koruyan zihniyet”tir.
Demokrasilerde
her zaman, “mutlu azınlık (soylular)” ile “mutsuz çoğunluk (yarı-köleler)”
bulunur.
Demokrasinin
açıkları, “daha fazla demokrasi” ile giderilemez. Daha fazla demokrasi, “daha
fazla çirkeflik” demektir.
Demokrasiye ve cumhûriyete küfür etmek, “Yunanistan’a ve
Roma’ya küfür etmek” demektir.
Demokratik
seçimler, “putların tâzelenmesi” zamânıdır.
Deniz-aşırı
eşitsiz serbest ticâret, sömürgecilik öncesi “ön-sevişme”dir.
Denize
yaklaştıkça îman azalır.
Deprem de
gösterdi ki, modern insan, başına gelen bir musîbeti, (Nûh Tûfânı’nı hiç
düşünmeden) “Allah’a ve doğaya aykırı davranma”ya değil de, “aklı kullanmamaya”
ve “alt-yapı eksikliği”ne bağlamaktadır. İşte “zihnin modernleşmesi” budur.
İnsanın bu yanlış düşünceden kurtulması ya vahiy-merkezli düşünmesiyle ve buna
göre amel-eylemde bulunmasıyla olacaktır, yada -sünnetullahın gereği olarak-
Allah bu hakîkati kafamıza vura-vura öğretecektir. Zîrâ Allah, düşüncede bile
Kendisi’ne şirk koşulmasına râzı olmaz.
Deprem, dış âlemde olurken, aynı-anda iç âlemde de olur.
Depremi tetikleyen şey, HARP teknolojisi,
fayları harekete geçiren çubuklar, sinyâller ve petrôl kuyularına atılan
bombalar falan değidlr. Depremi tetikleyen şey; adâletsizlik, eşitsizlik,
haksızlık, ahlâksızlık, şirk, küfür, fitne, fesad, nifak, haram, günah, ayıp,
suç ve zulümölerdir. Deprem ve diğer “doğal” felâketler bunların sonucunda
ortaya çıkan cezâlardır.
Depremin zarâr
vermesi ilk başta “betonu-demiri az koyup-koymamakla ilgili değil, Allah’a-İslâm’a
aykırı yaşayıp-yaşamamakla ilgilidir.
Depremin
zarârı, “doğayı iyi bilmek”ten ziyâde, “doğaya aykırı davran(ma)mak” ile
alâkalıdır.
Deri rengi
beyazlaştıkça dünyevileşme başlayıp artıyor.
Derinlemesine
düşünüldüğünde, ne kadar da çok acı var Dünyâ’da.
Descartes’in
“düşünüyorum öyleyse varım” sözü, “düşünüyorum, öyleyse tanrıya ihtiyâcım yok”
anlamındadır.
Descartes’in “düşünüyorum, öyleyse varım” sözü, düşünmeyen
şuursuz varlığı ve az düşünen insanlığı yok saymak anlamına gelir.
Devlete dönecek
kadar olan servet, “Allah’a mülkte ortak koşmak” demektir.
Devlete isyân edemeyenler, e-devlete isyân etmeye başlarlar.
Devlete karşı
yapılan başarısız isyanlar, devleti daha da güçlendirir.
Devrim, kısa-yoldur.
Devrimi kim yapıyorsa “aga” odur.
Diğerleri gibi
olmak hayvanlara mahsustur.
Dik duramayanlar, maymunluktan (taklitten) kurtulamazlar.
Diktatörler insanlara, “katlanabildikleri kadar”
zulmedebilir.
Din
“bilim-dışı” değildir, modern-bilim “din-dışı”dır.
Din “çok iş” demektir.
Çok işin olduğu yerde kölelik yada kulluk vardır.
Din ile Dünyâ
ayrılınca, din blôke olup Dünyâ öne çıkar. Zîrâ nefisler Dünyâ’ya ayarlıdır.
Din ile ilgili olmayan bir şeye karşı
bir ilgim yoktur.
Din konusunda “âlim” olmamalarına rağmen dînin gereklerini
titizlikle yerine getirenler; din konusunda “âlim(!)” olmalarına rağmen dînin
gereklerini savsaklayanlardan üstündür.
Din ne kadar
umurunuzdaysa, o kadar dindarsınızdır.
Din târihi,
“tarım ve hayvancılık savaşımı” târihidir. Hâbil ve Kâbil ile başlayan bir
süreçtir bu. İlk baştan bêri hayvancılık yapanlar (göçebe) tek-tanrıcı olurken,
tarım ile uğraşanlar (yerleşik) pagan=çok-tanrıcı olmuşlardır. Zîrâ göçebelikte
çok-tanrıcı olmak pek mümkün değildir.
Din ve ahlâk,
“uygulandığında” korur. Uygulanmadığında ise rezil eder.
Din ve ilim, modernizm tarafından
doğallığından koparılarak “işlenmiş” hâle getirilmek isteniyor. Modern insan
“işlenmiş” olmayanı sevmiyor, benimseyemiyor.
Din ve îman bir
“cesâret işi”dir.
Din ve para
aynı anda yükselemez. Eğer yükseliyorsa orada ya kâfirlik vardır yada münâfıklık.
Din,
“bilim-üstü”dür. Bilim ilerler, din ilerletir.
Din, “mâddî
olandan vazgeçiş” ile başlar; “mânevi olandan vazgeçmemek” ile devâm eder.
Din, bir “şimşek parıltısı” gibidir. İnsanların gözleri ona
hemen alışamaz.
Din, insanın
konuşmasında, davranışlarında ve görüntüsünde görünmüyorsa, yoktur.
Din, insanları günahtan kurtarmak ister; sekülerizm ise
dinden.
Din, insanların sâdece rûhu için değildir. İnsanın sâdece
rûhunu değil, bedenini de kurtarmayı hedefler. Böylece hem ruhlar hem de
bedenler kölelikten kurtulur.
Din’de zorlama
yoktur demek, “kâfir olana zorlama yapılamaz” demektr, yoksa mü’minlere elbette
zorluklar yüklenir. Namaz ve oruç zorluktur meselâ.
Din-bilim
çekişmesinin gâlibi “bilim” değildir. Zîrâ kısır ve sınırlı bir alan, üretken
ve sınırsız olan bir alana gâlip gelemez.
Dinde “yeni”
yoktur, “yeniden” vardır.
Din-dışı
çeşitli ideolojilerle insanların gözlerine ve kulaklarına maske takanlar,
korona ile ağız ve burunlarına da maske taktılar. Peki sırada neresi var?.
Dîne “gevşek”
bir şekilde bağlı olmak, “Dünyâ’ya sıkı bir şekilde bağlı olmak”tan
kaynaklanır.
Dîne derin
dalmaktan korkanların aslında din ile çok da alâkaları yok demektir. Çünkü din,
derindir. Din yüzeysel bir şey değildir, din üstün-körü geçiştirilecek bir şey
değildir.
Dîne göre yaşamazsanız, yaşadıklarınızı din zannetmeye
başlarsınız.
Dîne olan
inancı zayıf olanların bâtıla olan inançları da zayıf olur aslında. Ondan
yararlandıkları kadar ona inanırlar.
Dîne, îmâna, vicdâna, merhâmete ve adâlete ne kadar mesâfe
konursa, günaha, isrâfa ve zulme o kadar çok alan açılmış olur
Dîni akla
indirgemek, “dîni sınırlandırmak” demektir.
Dîni hesâba
katmak, “doğal ve fıtrî olanı hesâba katmak” demektir.
Dîni
yaşamayanlar, dîne yabancılaşırlar.
Dînin “Allah
ile kul arasındaki özel ilişki” olduğunu söyleyenler, İslâm’ı bir-kaç ibâdet ve
ritüele hapsetmiş olurlar.
Dînin emirlerini yerine getirmeyenler, dînin dediklerini
“hakkıyla” idrâk edemezler. Böylece yanlış sonuçlara ulaşırlar ve artık
ulaştıkları sonuçları din yaparlar.
Dînin etkisinin
zayıfladığı yerlerde klâsik yada modern anlamda mitolojiler oluşmaya başlar.
Mitolojiler bu şekilde ortaya çıkar. O-hâlde ya hak-din vardır yada mitoloji.
Dînin
kaynağı Kur’ân’dır. Bu yüzden Kur’ân’a aykırı bir din olmaz.
Dînin siyâsete
karışması kaçınılmazdır. Bu din ya Hak din olur yada bâtıl dinlerden bir din.
Dînin ve inancın yorumunun sertliğini
ve yumuşaklığını, insanların yaşadığı coğrafyanın verimli-sulak, yada verimsiz-kurak
olup-olmaması belirler. İnsanların yaşamlarının rahatlığı yada zorluğu, dînin
ve inancın yorum-şeklini belirler.
Dînin yerine
aklı merkeze almak, târih boyunca materyâlizm ile sonuçlanmıştır. Sonuçta dînin
ve aklın değil, madde merkeze alınmaya başlamıştır.
Dîniniz,
benimsediğinizdir.
Dinler her
zaman felsefe ile tahrif edilmiştir.
Dinleri,
öğretilerinden ziyâde amel ve eylemlerine göre değerlendirmek gerekir. Zîrâ
neye inandıkları, ne yaptıklarıyla belli olur. En iyi, yararlı ve adâletli şeyi
hangi din yapıyorsa, işte o din “hak”tır.
Dinlerin yozlaşması
ve başka dinlere dönmesi süreci meselâ şu şekilde oluyor. Bâbil Sürgünü’nde
Nabukadnezar, yahudileri Bâbil’e sürdü ve 2. Kiros Bâbil’i fethetti ve yahudileri
kurtardı. Yahudilere Kudüs’e dönme izni verdi. Fakat yahudi kabîlelerinden
içinden bâzıları dönmedi ve bulundukları yerde kaldı. Bunlar Yahudilikle
Zerdüştlüğü birleştirerek Sâbilik’i oluşturdular. Fakat bunu daha sonra
yozlaştırdılar. Böylece yozlaşmış Sâbilik ortaya çıktı. Sâbilik de ileride
yozlaştı ve Yezidiliğe döndü. Yêzidilik açık bir sapıklıktır. Kaynağı hak din olan
şey, yüzlerce yıl sonra sapık bir dine dönüşüyor.
Direniş olmadan diriliş olmaz.
Diri olan Allah’a kulluk yapmayanlar, “ölü” olan insanlara
kölelik yaparlar.
Doğal olan
istikrarlıdır. Doğal olmayanda istikrar olmaz.
Doğal olan şey anlatılamaz, sâdece
yaşanır. Doğal olan şeyi anlatmaya başladığınızda onu doğallığından çıkarır ve
olağan-üstüleştirmeye başlarsınız.
Doğal olanı
doğada taklit edebilirsiniz ama doğal olmayanı taklit edemezsiniz.
Doğala,
normâle ve fıtrata birebir uygun olan Kur’ân-merkezli apaçık hakîkate inanmakta
aşırı zorlananlar ve hattâ vahiy-merkezli hakîkati “zaman-dışı” görüp
inanmayarak inkâr edenler, “kara-deliğin fotoğrafı” olarak gösterilen “uyduruk”
bir “sentez resim”e, hiçbir eleştiri-îtirâz getirmeden ve hiç sorgulamadan
ânında îman ediyorlar. Modern bilime olan bu sorgusuz-suâlsiz ve
kayıtsız-şartsız “mutlak îman ve güven”in nedeni nedir?.
Doğanın
doğallığının bozulması karşısında götünü yırtanlar, insanın-toplumun
doğallığının LGBT ile bozulması karşısında sus-pus oluyorlar.
Doğaya “ana”
denilmesi ve dişileştirilmesi, onu delik-deşik etmek içindir. “Doğa baba” böyle
bir şeye izin vermezdi.
Doğayla,
doğanın içindeyken direkt olarak konuşmak, doğayla bilim üzerinden konuşmaktan
çok daha üstündür.
Doğru bilgi
önemlidir, fakat “doğru davranış” daha önemlidir.
Doğru ve hak yolda gitmek istiyorsanız, herkes ne yapıyorsa
tam tersini yapın.
Doğruyu
“söylemek” yetmez, doğruyu “yapmak” da gerekir.
Doğum-günü
pastası bir puttur.
Doktorlar, ilaç
şirketlerinin; hukukçular, lâik-seküler ideolojilerin; mühendisler, Allah’sız
modern-bilim ve teknolojinin; öğretmenler de din karşıtı sistemlerin
finolarıdır.
Domatesin
ekilmesi gereken yere apartman dikerseniz depremle yıkılırsınız.
Dönüşenler “dönüşüm” yap(a)mazlar.
Dört duvar arasında “öğretim” olsa da, “eğitim” olmaz.
Dört duvar
arasında olması gerken şeyler alenen yapılırken, alenen olması gerekenler
dört duvar arasına sıkıştırılıyor.
Dövizi ve enflasyonu kontrôl etmek için fâizi yükselterek
fâizcilere “rüşvet vermek” ve alan açmak ahmaklıktır.
Duânın kitabı
olmaz. Duâ, kâlpten ve ciğerden gelen yakarıştır.
Duânın
muhabbeti bile duâdır.
Durmak, “ölmeye başlamak”tır.
Düalizm ezelî olamaz, çünkü vâr olmak için “ilk”ten sonra
“ikinci”ye ihtiyâcı vardır.
Dünyâ bir
hapis-hâneye dönmüş. Tünel kazarak kaçmak lâzım bu hapis-hâneden.
Dünyâ büyük bir
felâketle büyük ölçüde zarar görse ve
insanların sayısı da 1 milyona inse, Kur’ân onlara da hitâp edecek ve
yol gösterecek bir kitaptır.
Dünyâ hayâtı,
“ezeliyet” ile “ebediyet” arasında “bir lahzâlık imtihan dönemi”dir.
Dünyâ,
“gelişme”nin değil, “değişmenin” yaşandığı mekândır. Değişme ancak “İslâmî
anlamda bir değişme” olduğunda “iyi bir değişim” olmuş olur.
Dünyâ, “hak ile
bâtılın savaş meydanı”dır. Bu savaş ancak, hak gâlip olduğunda biter.
Dünyâ, “kibrini
ilahlaştırmış” olan insanlarla, “Mütekebbir’e kul olan” insanların savaş
alanıdır.
Dünyâ, târih
boyunca hiç-bir insana hayâl ve arzu ettiğini vermemiştir.
Dünyâ’da “nasırlaşmış bir şerefsizlik” hüküm sürüyor.
Dünyâ’da an
îtibârıyla yaşanan kötülükler, çirkinlikler vs. İslâm’ın hâkim olmaması ve
beşerî ideolojilerin hâkim olması nedeniyledir.
Dünyâ’da
batı’nın hâkim olduğu modern-seküler şirkin içinde yaşamaktansa, Dünyâ’ya
müslümanların hâkim olduğu klâsik-geleneksel şirkin içinde yaşamayı tercih
ederim.
Dünyâ’da en
kesin şeylerden biri de, “herkesin lâyığını bulacak-buluyor olması”dır.
Sünnetullah budur. Herkes lâyığını bulur.
Dünyâ’da her
zaman iki farklı din ve yaşam-şekli olmuştur. Biri, Allah’ın seçtiği bir
peygambere gönderdiği vahiylerden oluşan İslâm Dîni ve İslâmî yaşam-şekli;
diğeri ise, insanların şeytan-nefs ve istek-arzularına göre oluşturdukları,
düşüncelere uygun olarak ortaya koydukları beşerî din ve yaşam-şeklidir.
İnsanların çoğu, hak dîni yaşamadıkları için, yaşadıkları mevcut hayat-tarzını
hak din olarak görürler. İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi
inanmaya başlarsınız.
Dünyâ’da
meydana gelen kötülükleri ve zulümleri Allah yapmıyor ki O düzeltsin.
Kötülükleri ve zulümleri yapanlar “kötü insanlar”dır, o-hâlde düzeltmesi
gerekenler de “iyi insanlar” olmalıdır. Tabi Allah’ın sisteminde, zulüm kritik
seviyeyi aştığında sünnetullah mutlakâ devreye girer.
Dünyâ’da;
yenilen, içilen, giyilen vs. her-şey hem yararlı hem de zararlıdır. Dünyâ’da
tamâmıyla zararsız hiç-bir şey yoktur. Önemli olan dozdur.
Dünyâ’nın
“cennet”e dönmesi için, insanın “ben câhilim ve zâlimim” demesi gerekir.
Dünyâ’nın
“imtihan dünyâsı” olması, “Dünyâ’nın Cennet olmadığı” anlamına gelir.
Dünyâ’nın
“kâinatın merkezi oluşunun” değiştirilmesi, insanın da “varlıkların merkezi
oluşunun” değiştirilmesini getirmiştir. Fakat bu durum, insanın diğer
varlıklardan daha alt bir düzeye inmesine neden olmuştur. Bir-çok hayvanın
insandan daha üstün tutulmasının nedeni budur.
Dünyâ’nın en
basit şeyi, “bir şeyi parasını vererek almak”tır.
Dünyâ’nın en
kolay işi “Allahsızlık”ken, en zor işi ise “Allahlılık”tır.
Dünyâ’nın en kolay işi, “mevcut güce eklemlenmek”tir.
Dünyâ’nın en zengin ülkeleri ve insanları, en “günahkâr”
olanlarıdır.
Dünyâ’nın en
zor işi “dört-dörtlük iş yapmak”tır.
Dünyâ’nın en
zor şeyi, “boş adam”ı avutmaktır.
Dünyâ’nın en
zor şeyi, “karşılıksız iş yaptırmak”; Dünyâ’nın en kolay şeyi, “parayla iş
yaptırmak”tır.
Dünyâ’nın
gittiği yer, “insanların gittiği yer”dir.
Dünyâ’nın
yuvarlak olduğu, Dünyâ’nın kendi etrâfında ve Güneş çevresinde döndüğü, “insan
gözüyle” görülmüş (ve görülebilecek) değildir.
Dünyâ’ya mı
yoksa âhirete mi daha bağlı olduğunuz, hangisini riske atmaktan ve ıskalamaktan
daha çok korktuğunuzun sonucuna göre belli olur.
Dünyâ’yı ancak, “sorun çıkaran
insanlar” değiştirebilir.
Dünyâ’yı arı kovanı yada karınca yuvası gibi düzenlemek hem
mümkün değildir, hem de gereksizdir.
Dünyâ’yı ve
insanları melekler yönetse bile, sünnetullah gereğince insanlar, “doğal
imtihan”ın zorluklarıyla karşılaşmaya devâm edeceklerdir.
Dünyâlara sâhip olmak için “Dünyâ’dan vazgeçmek” gerekir.
Dünyevî
yüklerimizden kurtulmadan sırât-ı müstakîm üzre yol alamayız.
Dünyevileşmek,
dinden uzaklaşıp felsefeye ve bilime yaklaşmayla sonuçlanır.
Düşen yaprağın
neden düştüğünü araştırmak, o yaprağın düşerken ortaya çıkardığı duygunun
kaybolmasına neden olur.
Düşmana karşı attığınızı siz değil de Allah atarsa eğer, ne
attığınızın önemi yoktur. Attığınız o şey mutlakâ düşmanı helâk eder.
Düşmandan satın
alınan silahlarla düşmana gâlip gelinemez.
Düşmanına hayrân değilsen ve ona
benzememişsen “henüz yenilmemişsin” demektir.
Düşmeyen
düşünemez.
Düşmeyenler düşünemezler.
Düşünce ikiye
ayrılır; 1-Akıl-merkezli düşünce; 2-Vahiy-merkezli düşünce. Akıl, vahiy-merkezli
olunca düşünce de meşrû olur. Aksi-hâlde akıl nefis-merkezli olur ki bu aklın
ürettiği düşünce hiç-bir zaman kesin ve net olamaz. Kesin ve net olmayan
düşünce ise, insana yakın-uzak vâdede mutlakâ sıkıntı olarak geri döner.
Düşünce târihinin özeti, “temel”in ne olduğu
tartışmasıdır.
Düşünce,
istediği bir zamâna ânında gidebilir.
Düşüncede tutarlı gibi gözüken nice önermeler ve teoriler
vardır ki, pratiğe döküldüğünde kısa sürede çöküp moloz hâline gelir.
Düşünceleriniz
ve eylemleriniz kime yarıyorsa ona hizmet ediyorsunuz demektir. Kime-neye
hizmet ediyorsanız, onun ve o şeyin dindensiniz demektir.
Düşünce-suçu, aslında “düşündüğünü söyleme
ve yazma suçu”dur.
Düşünmekle
konuşmak aynı şeydir. Ne düşünüyorsanız onu konuşursunuz.
Düşünsenize; bir
meclis var ve bütün karaları o alıyor ve biz de onun kararlarına göre yaşıyoruz.
Düzeltme, vâhiy-merkezli yapılmadığında, farklı bir bozulma
başlar.
Düzensiz olan “düzenbaz” olur. Yada düzenbazlar düzensiz
olur. Düzenli olunca düzenbazlık yapamazlar çünkü.
Ebu Cehil’in
sorunu “Kur’ân’ı anlamamak” değildi; “Kur’ân’a îman edip de onu hayâta
geçirmemek”ti. Zîrâ işine gelmiyordu.
Efendiler
kölelerin hep “köle” olarak kalmasını isterler.
Efendilerin en
çok korktuğu ve istemediği şey, “kölelerin palazlanması”dır.
Efsâneleştirdiğiniz kişinin yada şeyin “aptalı” olursunuz.
Eğer “Allah’ın
dînini ve sözünü hayâta hâkim kılmak” mücâdelesi içinde olunmayacaksa, müslüman
olmanın ne anlamı ve ne heyecânı vardır ki?.
Eğer “Allah’ın
olmadığı” bir yere gidilemezse, o hâlde “imtihanın olmadığı” bir yere de
gidilemez. Demek ki sıkıntıdan ve zorluktan kaçıp gidilecek bir yer yoktur.
Eğer “bal”
yapmak istiyorsanız, “kovan”dan çıkmanız gerekir.
Eğer “bir şey yapma”ya gerek yoksa, “hiç-bir şey yapma”ya
gerek yoktur.
Eğer “deve”
isen, şehirde işin ne?. Senin yerin “çöl”dür.
Eğer
“güçlü”den yanaysanız, “güçsüz”e düşmansınızdır.
Eğer “kartal”
olamazsanız, “keklik” gibi avlanırsınız.
Eğer akıl ile
îman edilebilseydi, akıl îmandan üstün olurdu.
Eğer aklınız
hep sonradan başınıza geliyorsa, bu, “aklınızın yetersizliğinden” dolayıdır.
Keskin bir akla ve zekâya sâhip olmadığınız için aklınız hep sonradan başınıza
gelir. Bu yüzden tecrübe çok önemlidir.
Eğer bir hatâ
yapılmışsa, o hatâ, hatâyı yapan ile birlikte ölüme kadar gider. Hattâ ondan
sonra bile etkisini sürdürür.
Eğer bir şeyin
tarafı yada taraftârı iseniz, onun için bir şeyler yapıyor olmanız gerekir.
Eğer bir yerde
“Allah sevgisi”nden çokça bahsedildiğini duyarsanız, orada bir “îman sorunu”
olduğunu anlayın.
Eğer çok
sıkılıyorsanız, “anlamsız bir hayat” yaşıyorsunuz demektir.
Eğer din adına
bir şey yapmıyorsanız, din sizi kötülükten uzaklaştırıp iyiliğe yöneltmiyorsa
ve sizi olumlu değiştirmiyorsa, sizin “îman ettim” demenizin hiç-bir anlamı ve
değeri yoktur.
Eğer gerçekten İslâm yoluna girersek,
şu kesin ki peygamberin ve sahabenin başlarına gelenin benzeri bizim de
başımıza gelecektir ve biz de benzer bir süreci yaşayacağız; eğer bizim
başımıza peygamber ve sahabenin başına gelen şeylerin benzeri gelmiyorsa ve biz
de benzer şeyleri yaşamıyorsak, o-hâlde biz “gerçek İslam yolunda değiliz”
demektir.
Eğer hiç-bir
hayâlinizi gerçekleştiremiyorsanız, “sizin için hayat sona ermiş” demektir.
Eğer ideâl bir sonuca ulaşıldıysa, o sonuca
nasıl ulaşıldığını araştırıp durmanın ne önemi var?. O sonucu korumak daha
önemlidir.
Eğer ilâhi ve
yüce bir amacımız yok ise, biz bu dünyâya “ölmeye gelmişiz” demektir.
Eğer ilerleme
diye bir şey varsa, ortaya çıkan her olgu ve olayın ortaya çıkmış olması haktır
ve ortaya çıkan her olgu ve olay doğrudur.
Eğer illüzyon
izlemeye gelmişseniz, siz “kandırılmak istiyorsunuz” demektir.
Eğer insanlar homo-sapiens ve homo-erectus şeklinde milyon
yıldır yaşıyor olsalardı, bu süre içinde tüm bakteri, mikrop ve virüslere karşı
bağışıklık kazanmış olurlardı ve hasta olmazlardı.
Eğer insanlar
size çok müdâhale ediyorsa, bu büyük ihtimâlle saçma işler yaptığınızdan
dolayıdır.
Eğer iyilik
gibi kötülük de Allah’tan gelmiş olsaydı, kötülük “kötülük” olmazdı ve “iyilik”
olurdu. Fakat kötülük “iyilik” değildir. Kötülük, insanların kendi
işlediklerinin bir sonucudur.
Eğer
kadın-erkek eşitse ve cinsiyet ayrımcılığı yoksa, o zaman cephedeki ve
kışladaki bütün “mehmetçik”leri geri çekip oraları “ayşecik”lerle dolduralım.
Eğer kenti terk
edemiyorsanız küresel kapitâlizme ve emperyâlizme teslim olmak, şeytan, nefs ve
tâğutlar/küresel güçler tarafından sömürülmek zorunda kalırsınız.
Eğer kişi “dînine adanmış” değilse, o kişinin dîni,
sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik bağlılıklarıdır.
Eğer
mü’minlikten bahsediyorsanız, ölçünüz ve değerlendirmeniz halk-merkezli değil,
hak-merkezli olmalıdır.
Eğer sen “müslümanım” diyorsan, senin oruç tutman beni
ilgilendirmez ama tutmaman ilgilendirir.
Eğer siz
mikrop, bakteri ve virüs hâline geldiyseniz, tüm mikrop, bakteri ve virüsler
gelip sizi bulacaktır.
Eğer siz,
âileniz ve sevdikleriniz 75 yaşına kadar hiç hastâneye gitmediyse, iyi bir
hayat yaşamışsınız demektir.
Eğer size
deli gömleğini giydirdilerse, onun hangi renkte olduğu fark etmez.
Eğer Sünnet
Kur’ân’ın içinde ise, Kur’ân ile birlikte Sünnet de korunuyor demektir.
Eğer toplum bir şeyi kabûl etmeye hazır
değilse yada istemiyorsa, ne yaparsanız-yapın, ne delil getirirseniz-getirin
yine de kabûl etmez.
Eğer
yaşamınızda hiç-bir şey değişmeyecekse, müslüman olmakla olmamak arasında bir
fark yoktur.
Eğer
yiyecekleri “ilaç” olarak kullanmaya başladıysanız, yaşlanmışsınız demektir.
Ehliyet ve liyâkat sâhibi olabilme
fırsatının herkes için eşit olmadığı bir yerde, ehliyet ve liyâkatten
bahsetmenin pek de önemi yoktur. Ehliyet ve liyâkat (günümüzde olduğu gibi),
-imkâna sâhip olmaktan dolayı- babadan-oğula geçip duruyorsa eğer, orada
adâletsizlik devâm eder.
Ehliyet ve
liyâkatin yerini, reyting ve “tıklanma sayısı” aldı.
Ekserunnas, korku ile yönetilir.
Eksik-yanlış bir
inanış olan “Allah’ın gökte olduğu” düşüncesi, insanların yeryüzünde Allah’sız
bir şekilde istedikleri gibi yaşama arzusundan kaynaklanır.
El değmeden yapılan üretim “bereketsiz” olur.
El öpmek “rükû provası”dır.
El’in işlevi
azaldıkça, rûhun işlevi de azalır.
El-âlemin ne
dediği değil, el-Âlim’in ne dediği önemlidir.
Eleştiri ve îtirazda bulunmayanlar, isyân etmeyenler ve
sövmeyenler, bir-zaman sonra her-şeyi hoş görmeye başlarlar.
Eleştirmediğinde
ve eleştirilmediğinde doğru yada yanlış bir düşünce ve davranış kişide ve
toplumda yer edip yerleşir. Böylece o düşünce ve davranış kişinin yada toplumun
huyu olur.
Elimizi ateşe tuttuğumuzda yanan elimizin sorumlusu biziz
ama, ateşin yakması da bir “kader”dir.
Elmas-pırlanta
yüzük ve takı takmak câiz değildir.
En ağır kölelik, “ihtirasların kölesi” olmaktır.
En büyük
tecâvüzcü “şeytan”dır. Ruhların ırzına geçer.
En çok süslediğiniz şey, bağlı olduğunuz şeyi gösterir.
En doğru amel ve iş, Google’ın ve Youtube’un kaydettiği değil, Allah’ın
kaydettiği iş ve amellerdir.
En güçlü
devlet, insanın yaratılıştan gelen özelliğini destekleyen ve geliştiren
devlettir.
En güçlü söz
“en samîmice edilmiş olan söz”dür.
En güzel amel, “yarım bırakılmayan amel”dir. Bir şeyi yarım
bırakmak, “o şeyi hiç yapmamak” gibidir.
En hızlı
iletişim, kulun Allah’a elini açtığı anda olur.
En iyi beslenme-şekli, “kendi ürettiğini yeme” şeklindeki
beslenme-şeklidir.
En iyi kadın
“ayaklarının üzerinde durmasını bilen kadın” değil, “götünün üstünde oturmasını
bilen kadın”dır.
En iyi stres ilacı topraktır.
En iyi ve doğru
ticâret, hem satıcının hem alıcının memnun olmasıyla sonuçlanan ticârettir.
En kadim soru; “nereden geldik nereye gidiyoruz” sorusudur.
Bunun cevâbı gâyet basittir: “Nereden geldiysek oraya gidiyoruz”.
En kârlı şey, “suç”tan kazanılan paradır.
En saf ideâlin bir aşağı ideâli de ideâldir
düşüncesi, tâvizin ilk aşamasıdır.
En sıkı tâkipçilerim Kirâmen-Kâtibîn melekleridir.
En takvâlı kişi, hayâta en çok müdâhale eden kişidir.
En zor yada en kolay olan şey, domino
taşının ilki devrildiğinde, diğerlerinin de peşinden devrilmeye başlamasıdır.
Erkeğe göre “altta” olmak, kadının
kaderidir.
Erkeğin
kadınlaşması ve kadının erkekleşmesi yâni cinsiyet eşitliği, “insanın
yozlaşması”dır.
Erkek için ona
gerçekten yakın olan iki kadın vardır: 1-“İçinden çıktığı” kadın, 2-“İçine girdiği”
kadın.
Erkekler bu
dünyâya, sürekli olarak kadınları ve kızları memnun etmek için gelmemişlerdir.
Zâten bu hem Dünyâ’da hem de âhirette mümkün değildir. Zîrâ bir kadının tam
anlamıyla memnun edilmesi imkânsızdır. Hz. Havvâ’dan bêri bu dünyâdan tam bir
menûniyetle memnun olarak göçüp giden bir kadın olmamıştır. Cennette sonsuz
nîmetler içindeyken bile yetinmeyip ve memnûn olmayıp da “yasak ağacı” taşlayan
bir varlıktan bahsediyoruz.
Eskiden “açlık
içinde tokluk” vardı; şimdi ise “tokluk içinde açlık”..
Eskiden “eskime” diye bir şey yoktu yada her-şey çok yavaş
eskirdi.
Eskiden
“yağmuru melekler indiriyor” denirdi, şimdi ise yağmuru melekler değil, bâzı
bilimsel açıklamalarla îzah edilmeye çalışılan (ama edilemeyen) “mekanik
etkileşimlerin sonucunda iniyor” deniyor. “Yağmurun meleklerle irtibâtı
kesildiğinden bêri zarar verici olmaya başlaması bundan dolayı mıdır?” diye
sorup duruyorum..
Eskiden
insanların “kötü ruhları kovmak” dediği şey bugün “negatif enerjiyi atmak”
demektir.
Eskiden
karınlarını zor doyuran köleler evlenemezlerdi, şimdi de modern köle olan
asgarî ücretliler evlenemiyorlar.
Eşcinsellik,
bozuk âile yapısından kaynaklanır. Eşcinselliğin artması, modern âilenin
laçkalaşmasının bir sonucudur.
Eşekler ikiye ayrılır; 1- Normâl semer vurulmuş eşekler,
2-Altın semer vurulmuş eşekler.
Eşitliğin
önündeki en büyük engel “elitler”dir.
Eşyânın hakîkatini araştırmak, eşyâyı olduğu gibi kabûl
edememektir.
Etkili uyarı,
dinlenilmediğinde “etkili azâp”la sonuçlanır. Uyarının şiddeti, azâbın da
şiddetini belirler.
Evde karılarını
bile yönetemeyenlerin, memleketi ve Dünyâ’yı yönetmesini beklemek ağır bir
ahmaklıktır. Allah ise tüm kâinâtı kusursuz bir şekilde yönetmektedir.
Evinin damı akarken tatile çıkanlar
kafayı yemiş manyaklardır.
Evlere
kedi-köpek doldurulunca o evde çocuk bakılmıyor.
Evlilikte
“beden uyuşması” değil, “fikir ve inançların uyuşması” önemlidir.
Evlilikte amaç, sevişmek değil sevmek
olmalıdır, çünkü şarkıda denildiği gibi: “sevmek bir ömür sürer, sevişmek bir
dakîka”.
Evliyâ; “hayâtı iyi gözlemleyen kişi”dir.
Yoksa olağan-üstü bir durum yoktur.
Evrendeki materyâller
evren düzenine uymadıklarında ne olursa, insan da İslâm’a uymadığında o olur.
Evrensel
değerler ve doğrular, sâdece “Kur’ân’ın doğruları ve değerleri”dir.
Evrimcilik,
“gericilik”tir.
Ey çocuklarını kreşlere veren
anne-babalar!; hepiniz huzur-evlerinde gebereceksiniz..
Ey Hârûn!; sen “Allah” değilsin!.
Ey Mehdi bekleyenler!; o 1.400 sene önce gelmişti.
Eyleme dönmeyen
bilgi kibre döner.
Eyleme dönüşmeyen inanç-birliği,
“eyleme dönüşmeyen inanç-ayrılığı”na dönmekle sonuçlanır.
Eyleme geçmeyen
bilgi, değersizleşip dönüşmeye mahkûmdur. Tabi bu-arada sâhibini de dönüştürüp
değersizleştirir.
Eylemini yapmaya
götünüzün yemeyeceği şeyin, muhabbetini de yapmayın.
Fâhişeliğin iki
kötülüğü vardır; hem meşrû olmayan ve günah olan bir şeyi yapmak, hem de bunu
“para karşılığında” yapmaktır. Çünkü bu, kişinin bedenini paradan daha değersiz
görmesi anlamına gelir.
Fâizde bir
“sermâye birikimi” vardır.
Fakirlik, “uygun eşyâ ve gıdâdan mahrûm olmak”
demektir.
Farkında olmadığınız bir hatâ yapıyor
olabilir misiniz?
Farklı bir şey
söylemeye yada yapmaya gör, hemen: “bu devirde/bu zamanda böyle şey olur mu?”
diyorlar. Ne var amına koyayım bu devirde!. Bu devrin ta amına koyayım,
şerefini sikeyim bu devrin. Adamlar Allah’a değil de devire-zamâna
tapıyorlar.
Fâtih, İstanbul’u 21 yaşında çok gençken almıştı.
Peygamberimiz zamânında Medîne’ye dâvetçi olarak gönderilen Mu’sab bin Umeyr 17
yaşındaydı. Muaz 19 yaşındayken Yemen’e vâli olarak gönderildi. Üsâme 20
yaşındayken İslâm ordusunun başkomutanıydı. Şimdiki gençlere bakıldığında kıyas
bile yapılamıyor.
Fazla dünyâlık,
fitne ortaya çıkarır.
Felsefe ve
bilim, dinden dolayısı iel Allah’tan kopmuş olan insanın, varlık karşısında
korkularını yenmek için ortaya çıkardığı mırıldanmalardır.
Felsefe ve
bilim, küçük mekanların ve küçük devletlerin işidir. İmparatorluklarda ve büyük
devletlerde felsefe ve bilim olmaz yada çok da abartılmaz.
Felsefe,
“Allah’ı hesâba katmadan” düşünme, konuşma ve yazma sanatıdır.
Felsefe, bir “söz tapıcılığı”dır.
Felsefe, bir türlü îman edememenin ve
“Allah” diyememenin bir sonucu olarak, absürd dayanaklar bulma
safsatasıdır.
Felsefe, eyleme
dönük değildir. O yüzden İslâm’da temel bir konu değildir.
Felsefe’nin
götünü yırtarak anlattığını din kolayca anlatabilir.
Felsefenin,
kelâmın ve tasavvufun zor anlaşılmasının nedeni, “hakîkati ifâde etmediği
için”dir. Hakîkat “apaçık olan”dır ve bu nedenle de çok kolay anlaşılır. Kolay
anlaşılmayan şey ya hakîkat değildir yada hak ile bâtılın karıştırıldığı bir
şeydir.
Feminizm
bir “erkek kompleksi”dir.
Ferrari’ye binmektense eşeğe binmeyi tercih ederim.
Fetih, toprakların ve gönüllerin birlikte kazanılmasıdır.
Gönüller kazanılmadığında işgâl oluyor.
FETÖ’nün
“hizmet” dediği şey; İsrâil, ABD ve FBI
tâlimatlı “mecbûri hizmet”tir.
Fıtrattan gelen iyi huydan ziyâde,
“sonradan kazanılan iyi huy” önemlidir.
Filozoflarla
peygamberler arasındaki fark, filozofların “örnek alınamayacak kişiler”
oluşlarıdır. Peygamberler ise, bir örneklik ortaya koymak için seçilip
gönderilmişlerdir.
Fizik
kânunları, Allah’ın doğaya koyduğu kânunlardan (sünnetullah)tan başka bir şey
değildir.
Fizîki sağlığımızı bozan her-şey, mânevi
sağlımızı da bozar. Fakat bu zarar, sâdece fizîki varlığımız üzerinden
söz-konusu ediliyor.
Fotoğrafladığımız
şeyler aklımızdan çıkar.
Futbolda “iyi
oynayan kazansın” sözünün perdelediği asıl söz, “parası çok olan kazanır”
sözüdür.
Gariban, “maddî kriz” yaşamaz. Zîrâ o, sürekli olarak maddî
yokluktadır.
Garibanın para
kazanması zorlaştıkça, zenginlerin para kazanması kolaylaşır.
Garibanlar en yoğun olarak, zenginlerin bol olduğu yerlerde
bulunurlar.
Gayb ile ilgili
yapılan her yorum fitne üretir, ifsâd eder ve sapkınlığa yol açar.
Gayba konusunda
“gayba îman etmek” yerine “gaybı anlayıp açıklamaya çalışma” yoluna girmek,
“gaybın mahremine girmek” demek olacağı için, kişiye “îmânî zarar” verir.
Gayr-ı İslâmî sistemler, dış âlemi düzenleseler de,
iç-âlemleri darmadağın ederler. Batı, her zaman bir “iç düzensizlik” ile
mâlûldür.
Gayrı İslâmî
sistemlerde daha fazla yiyip-içenler, daha az yiyip-içenlere üstün tutulurlar.
İslâm’da ise üstünlük takvâdadır.
Gayri İslâmî
siyâset ve siyâsetçiler; küresel sermâyedarları, tâğutları ve dolayısı ile
“şeytanı râzı etmek” ile görevlidirler. Tüm çabaları bunun içindir.
Gazze olayı
genel anlamda tüm dünyâ insanlarının, özel anlamda ise müslümanların
bitmişliğini göstermiştir-göstermektedir.
Geçmişe mi gitmeyi istiyorsunuz?, bu çok kolay; hatırlayın
yeter.
Geçmişe
sövmeden modern olamazsınız, olunamaz. Zîrâ modernizm, geçmişe sövüp-saymanın
sistemli hâle getirilmesidir.
Geçmişi inkâr
eden modern müslümanlar, aslında “müslümanların geçmişini” inkâr etmekte, fakat
“modernitenin geçmişini” ise taklit etmektedirler.
Geçmişle ilişki “okuyarak”; gelecekle
ilişki “yazarak” kurulur.
Geçmiş-zaman
yada gelecek-zaman diye bir şey yoktur, bunların sâdece bilgisi vardır. Zaman
her zaman “an”dadır.
Geleceğin geleceği garanti değildir.
Geleneğe
çatmak, küresel güçlerin müslümanlara, okları kendi üzerlerinden çekmek adına
tanıdığı -güyâ- eleştiri hakkı olarak bir plân ve projedir.
Geleneği inkâr, yeni geleneğe tapımı hemen ardından getirir.
Geleneğin yozlaştırıcı etkisi yanında, her kafadan ayrı bir
ses çıkmasını önleyici bir etkisi de vardır.
Gelenek
eleştirisi de olmasa müslümanlar işsiz kalırlardı.
Gelenek ile
moderniteden birlikte kurtulmadan ikisinden de kurtulunamaz.
Gelenek
târihte yaşanmış alışkanlıklar değildir. Gelenek ya ilâhî yada şeytânî, nefsî
ve tâğûtîdir. Üçüncü bir şık yoktur. İslâm geleneği Sünnet’tir. İslâm’ın
geleneği “vahye dayalı olan Sünnet”tir (Ahzâb 21) .
Gelenekçiler, geleneğin yozlaşmış tarafına “mest”
olurlarken; gelenek düşmanları da, geleneğin yozlaşmış tarafına “düşman”
oluyorlar.
Geleneksel
toplumda bilgelik yaşlılardayken, modern toplumda gençler, modernitenin
etkisiyle yaşlıları “bunak” olarak görmektedirler.
Gelişmiş ülkelerin insanları ile geri kalmış ülkelerin
insanları arasındaki fark; geri kalmış ülkelerin insanları “amatörce”
kandırılırken, gelişmiş ülkelerin insanlarının ise “profesyonelce”
kandırılmasıdır.
Gençlere adanmayı öğretmezseniz, öğreteceğiniz diğer şeyler
bir işe yaramaz.
Gençliğin
enerjisi, kreşlerden başlayan ve ana-okulla devâm edip üniversite ile sonlanan
“eğitim” ile etkisizleştiriliyor.
Gerçeği
bulmaktan ziyâde, onu iyi yönde kullanmak önemlidir.
Gerçek iyilik,
ahlâk ve adâlete ancak, Allah korkusu ve âhiret endişesi ile ulaşılabilir.
Gerçek olan
şeyler, “yaşanmış” olan şeylerdir.
Gerçekleşmiş
olan her-şey hakîkat değildir, o-hâlde her gerçek hakîkat değildir. Hakîkat,
haktan gelen ve hak ile bağlantılı olandır.
Gereğini yapmadıktan sonra Kur’ân’ı Arapça olarak
seslendirmekle Türkçe olarak seslendirmek arasında fark yoktur:
Gericilik
kötüyse, ilericilik de kötüdür. Gericiliğin kötü, ilericiliğin ise iyi
olduğunun delili nedir ki?. İslâm vasat ümmet ile “orta ve dengeli yol”dur.
Gerilla ile, yine başka bir gerilla dışında kimse başa
çıkamaz. Zîrâ yerleşik olanlar hareketli olanlarla başa çıkamaz.
Gevezelik âlimlik değildir.
Giderken arkamı dağınık bırakmak istemem.
Göçebelikten
yerleşikliğe geçildikçe, etten sebzeye doğru bir geçiş olur.
Gökdelenlerde
oturup da her-şeyi tepeden izleme isteği, “Allah’lık taslamak kibri”dir. Ay’a
bile gidilme isteğinin ardında bu vardır.
Gökler,
sekülerleşmeye ve modernleşmeye izin vermez. Göklerde lâiklik yoktur.
Gökleri kim yönetiyorsa, yeryüzünü de o yönetmelidir.
Aksi-hâlde kaos kaçınılmazdır.
Göklerin
hükümdârı olan Allah, “yeryüzünün de hükümdârı” olmadıkça Dünyâ zulümden
kurtulamaz.
Gökten inmiş
yasalar, götten çıkmış yasalardan elbette üstündür.
Gönülleri yada
beyinleri dar olanlarla yaşamak çok zor olur. Hele ikisi birlikte ise..
eyvaaahh!.
Gördüğüm şeye
inanmam. Çünkü inanç-îman görünmeyene olur.
Görülen şey
îmânın konusu olmaktan çıkar.
Göt, ağzından (deliğinden) çıkan sözü/sesi bilmez. Nice
“göt”ler de var ki ağzından çıkanı bilmiyor.
Göz alışınca, beyin kabûllenir.
Göz-ardı ettiğimiz şeyler bir-gün mutlakâ
karşımıza çıkacaktır.
Greko-Romen
uygarlık ve onun uzantısı modernizm, Allah’a inanmaktan vazgeçip, dört elemente
inanma uygarlığıdır.
Güç, korkaklığı da yanında getirir. Zîrâ Allah’ın gücünden
başka hiç-bir güç “mutlak güç” değildir.
Güçlü olmak, “mutlu
olmak” demek değildir.
Güdüleri
baskılamamak “hayvâniyetten” kaynaklanır.
Günah işlemek,
“başını belâya sokmak” demektir.
Günah işlemeyi
kafasına koymuş birini günah işlemekten döndürmek çok zor bir iştir.
Günah öyle bir
şeydir ki, günaha girme olasılığı ve hayâli bile insana zevk verir.
Günah,
kesintisiz sürdürülebilir bir şey değildir. Bir noktadan sonra cezâ
yetişiverir.
Günahkârlar “günahsız alan”dan nefret ederler.
Günahta ısrar
günahkârlığa yol açar.
Güncele göre yapılan değerlendirmelerin iki-üç günlük ömrü
vardır.
Günde 40 kere okunan “iyyâke
na’budu ve iyyâke nestaîn” sözünün ne anlama geldiğini bilmeyenler,
Allah’tan başka herkesten ve her-şeyden medet beklerler.
Gündeme göre değerlendirme yapanlar, bir-süre sonra gündemi
dinleştirirler.
Gündemi Kur’ân
olmayanlar, “dayatılmış gündemler”e mahkûm olurlar.
Güneş’in
doğuşunu izlerken kazanılan bilgi, Güneş hakkında okuyarak elde edilen bilgiden
daha doğru ve daha üstündür.
Günümüz
müslümanlarından şikâyet eden modernler bilsinler ki, modern müslümanları
yetiştiren İslâm Dîni değil, lâik-seküler-demokratik-liberâl-kapitâlist-modern
ideolojiler ve düşüncelerdir.
Günümüzde câmi yaptırmak yada câmi
yapmaya destek vermek câiz değildir. Çünkü bu câmiler dinsiz-lâik devletin
kurumları olacaktır.
Günümüzde
çocuklar ve gençler bir nebze ana-dili konuşuyorlar ama “anne dilini” neredeyse
hiç konuşamıyorlar.
Günümüzde
spekülatif değer en yüksek değer olarak görülmektedir.
Günümüzden
geriye Âdem’e kadar giden “babadan-oğula” bir soy yoktur.
Gününü gün etmek, “yerinde saymak”
demektir.
Güzel deyince
eskiden ahlâklı ve karakterli olan anlaşılırdı. Şimdi ise “seksî olan”
anlaşılıyor.
Güzel olan
sağlıksız olur, çünkü güzeli güzel yapan onun naifliği ve kırılganlığıdır.
Güzel, çirkin
tarafından sürekli rahatsız edilir. Fakat güzelin güzelliği böylece
tescillenmiş olur. Güzel, çirkine muhtaçtır.
Güzellik
hastalıktır. Lâle bir üfürükle dağılıverir, dikene ise bir şey olmaz.
Ha bire “Kur’ân’ı
anlama” peşinde koşuluyor. Okunuyor okunuyor ama bir türlü anlaşılamıyor. 1.400
yıldır 360.000 bin kez tefsiri yapılan Kur’ân anlaşılamadı gitti. Ulan ne zor,
ne anlaşılmaz bir kitapmış bu böyle.. Yok yok; öyle değil. Kur’ân’ın “yap”
dediğini yapmak istemeyenler yada yapmak istemeyenler, yâni aslında “yapmamak
için” sözde “Kur’ân’ı anlama” yoluna düşmüşlerdir. Kur’ân’ın nasıl
anlaşılacağını daha doğrusu nasıl idrâk edileceğini mi soruyorsunuz?. Kur’ân en
iyi şekilde, bir zulme “dur” derken anlaşılır. Can boğaza gelip dayanmışken
anlaşılır: “Mü’minler (düşman) birliklerini gördükleri zaman ise (korkuya
kapılmadan) dediler ki: ‘Bu, Allah’ın ve Resûlü’nün bize vâdettiği şeydir;
Allah ve Resûlü doğru söylemiştir’. Ve (bu,) yalnızca onların imanlarını ve
teslimiyetlerini arttırdı” (Ahzâb 22).
Ha-bire bir şeyler istiyoruz. Fakat hiç-bir şey yapmıyoruz.
Haddini bilmeyen, rabbini bilemez.
Haddini
bilmeyenler her-şeyi bilmek isterler.
Hadis,
Kur’ân’ın “kavlî açıklaması” iken, sünnet ise “fiîli açıklaması”dır.
Hafif boyunduruklar da
“boyunduruk”tur.
Hak din, her şartta -kısmen de olsa- sürdürülebilir olandır.
Hak dîni
belirleyen şey vahiydir, mevcut zaman (konjonktür) değil.
Hak ile bâtıl
karışınca o şey “bâtıl” olur.
Hak ve
hakîkatin hâkim kılınması için yeryüzünde kurulması şart olan İslâm Devleti,
“göklerde kurulmuş olan İslâm Devleti”nin bir iz-düşümü olacaktır. Böylece
göklerde olduğu gibi yeryüzünde de her-şey yaratılışına uygun olarak hareket
edecektir.
Hak yola
girmemenin yada hak yoldan çıkmanın Dünyâ’daki cezâsı, “bâtıl yolu hak
zannetmek”tir.
Hakîkat ancak
ve ancak Kur’ân-merkezli olarak kavranabilir, “sosyâl medya-merkezli” olarak
değil.
Hakîkat aşırı
bilgiyle perdeleniyor.
Hakîkat deney
ile ortaya çıkarılamaz.
Hakîkat parçalandığında, her parça
bâtıl bir düşünceye ve inanışa döner.
Hakîkat,
“Kur’ân’dan çıkarılan”dır, “Kur’ân’a giydirilen” değil.
Hakîkat,
“reyting”in gösterdiği değildir.
Hakîkat, Allah’ın bildirdiğindne
gelir, insanın bildiğinden ve yargısından değil.
Hakîkat,
kendisine sâhip çıkmayanı terk-eder.
Hakîkati
aramak bâtılın içindeyken olmaz.
Hakîkati sert
sözlerle söylemek onun hakîkat olduğunu değiştirmez. Fakat hakîkatin têsir
etmesi için onu güzel bir dille söylemek gerekir.
Hakîkatin bâzı
bedelleri vardır. O bedellerden biri de “yalnızlaşmak”tır.
Hakîkatin
deneyi olmaz.
Hakîkatin
peşine düşmeyen insanlar, masal ve mitolojiye ihtiyaç duymaya başlarlar.
Hakka bâtılın karıştırılması, hakkın hiç olmamasından daha
kötü sonuç verir.
Hakka
inanmamanın kaçınılmaz sonucu “bâtıla inanmak”tır.
Hakkı
söylemenin her zaman bir bedeli vardır. Bu bedel “işin rajonu”dur. Bu bedelle
karşılaşmayanlar “hakkı apaçık bir şekilde söylemiyorlar” demektir.
Hakkında bilgi
sâhibi olmadığınız bir şeyi göremezsiniz. Görseniz bile anlam veremezsiniz.
Hakkıyla kıyâma
durmak, kişiyi kıyâm etmeye yönlendirir. Kıyâm etmek, kıyâmetin
provasıdır.
Hakkıyla
yapılan ev-hanımlığı, “kadının çalışması”ndan üstündür. Kadının (mecbûren yada
isteyerek) ev-hanımlığını bırakıp dışarıda çalışmaya başlaması, daha düşük bir
makam ve mevkîyi kabûl etmesi demektir. Allah’ın kadınlara verdiği makam ve
mevkî yerine, modern sistemin kadınlara önerdiği makam ve mevkîyi tercih etmek
elbette “daha düşük bir makâmı ve mevkîyi kabûl etmek” demektir.
Hal(â)k eden, aynı-zamanda helâk de eder.
Halk, parayı ve
silahı yâni gücü tâkip eder. Değerlendirmesini ise, yaşadığı mekânın ve
kullandığı araçların değişimine göre yapar.
Halk, sermâyedarı, sermâyedar da devleti besler.
Halkın “büyük” saydığı meşhûr evliyâlar(!), işlerini hep
kerâmetle yapmışlardır. Çünkü kerâmetten başka somut olarak yaptıkları bir şey
yoktu. İki taşı üst-üste koymaktan âciz olanların ünleri, sözde “gösterdikleri
kerâmetleri” nedeniyledir.
Halkın büyük kesimi, teoriden ziyâde pratik örneklere
ihtiyaç duyar ve ona göre hareket eder.
Hangi
alanda olursa-olsun, hiç-bir araştırma sonuçlandırılamaz. Çünkü insan ve akıl,
iknâ olabilen bir şey değildir.
Hangi devirdeyiz sözü, tüm devirlerin ortak sözüdür.
Haram ve günahı
televizyondan izleyince o şey haram ve günah olmaktan çıkmaz.
Haramdan gelen bir malı dağıtmak düşüncesi, “haramı dağıtmak
ve yaygınlaştırmak” anlamına gelir.
Hareket yoksa hiç-bir şey yoktur.
Hareketi
olmayan şeyin zamânı yoktur. Hareketsizlikte zaman yavaş akar yada hiç akmaz.
Hareketin
olduğu yerde sonsuzluktan bahsedilemez. Hareket mutlakâ bir-zaman önce başlamış
ve bir-zaman sonra bitecektir.
Harem bozulunca
devlet bozulmaya başlar.
Hârûn varken Samîri’ye uyma!.
Hârûn’a câiz olmayan şey, Kârun’a da câiz değildir.
Hasta kişi için
hastalığın kötü yanı “hastalığı çekmek”ten ziyâde, hastalıktan dolayı
birilerine muhtâç olmaktır.
Hastalık ölümün
başlangıcıdır.
Hastâneler insanları “yaşatmak” için değil, “öldürmemek”
için uğraşıyor. Oysa ölmemek “yaşamak” demek değildir.
Hatırladığın
fotoğrafı, baktığın fotoğraftan daha iyi bilirsin.
Havalar
düzelmedikçe hiç-bir ilaç romatizmayı tam düzeltemez.
Hayat Eve Sığar
(HES) söylemi “sâdece kadınlar için” uygun bir söylemdir.
Hayat önemli bir işi başarmaya yetecek
kadar yeterli ve uzun ama boş-boş yaşamak için çok kısa bir süredir.
Hayat, İslâm’dan başka hiç-bir dîne, düşünceye, ideolojiye,
sisteme ve akıma gerçek anlamda hayat-hakkı tanımaz. Zîrâ hayat ancak İslâm ile
uyumludur. İslâm’dan başka hiç-bir şeyin hayatta gerçek anlamda bir karşılığı
yoktur.
Hayat,
sünnetullah ve imtihanın gereği olarak iyiliği-kötülüğü ve yarârı-zarârı ile
iç-içedir. Hayattan ne kadar iyilik ve yarar beklerseniz, yanında kötülüklerle
ve zararlarla birlikte gelir. Kötülüğün ve zarârın az olmasını istiyorsanız,
hayattan çok da fazla bir şey beklememeniz gerekir.
Hayâta doğmak, “ölüm
sırasına geçmek”tir.
Hayâta dönmeyen
ve hayatta hâkim olmayan din “afyon” hâline gelir.
Hayatı anlamlandırmak
için Kur’ân ve Sünnet yetmiyorsa hiç-bir şey yetmez.
Hayâtı olduğu
gibi kabûl edemeyenler yada etmek istemeyenler, -boşu-boşuna- hayâtın kabûl
edebilecekleri derin anlamlarını arıyorlar.
Hayâtın
acımasız olması, “sünnetullahın şaşmaz olması” demektir.
Hayâtın ne
kadar üstüne giderseniz, hayat da o kadar sizin üstünüze-üstünüze gelir.
Hayâtın sigortası yapılamaz. Ölüm karşısında hiç-bir sigorta
işe yaramaz çünkü.
Hayâtınıza
anlam katan bir şey yoksa, bir hedef, ideâl ve amacınız yoksa; siz bir
hayvansınız. Hattâ hayvandan da aşağı.
Hayâtınızdan
memnun değilseniz, hayâtı şekillendiren etkenlerden de memnun olmamanız
gerekir.
Hayatlarındaki
düzeni çok zor sağlayabilenlerin düzeni, en küçük bir etkende çok çabuk
bozulur.
Hayatlarının
hiç-bir alanına Allah’ı karıştırmayanların, sâdece Allah’ın çözebileceği bir
sıkıntıda O’na dönmeye ve yönelmeye yüzleri ol(a)maz.
Hayatta sâdece
yemek yemekten zevk alıyorsanız, psikolojiniz bozulmuş demektir.
Hayvan
“hayvan”dır. Hayvanın hayvanlıktan daha üstün bir tarafı yoktur.
Hayvanat
bahçeleri aslında “hayvanat hapishâneleri”dir.
Hayvanlar yeni
bir şey öğrendiklerinde onu davranışlarına yansıtırlar.
Hayvanlar, artı
bir bilgiye sâhip olmadıkları hâlde yapmaları gerekeni dört-dörtlük yapıyorlar.
Hayvanlar,
kendileri gibi hareket etmeyen, kendileri gibi davranmayan ve kendilerine ayak
uydur(a)mayan üyelerini sürüden uzaklaştırır ve terk-eder.
Haz ile anlam
aynı-anda birlikte bulunmaz. Hazza yöneldiğinizde anlamdan, anlama
yöneldiğinizde de hazdan vazgeçmeniz yada en azından bunlardan biraz kısmanız
gerekir.
Haz, hiç-bir
zaman gerçek bir tatmine ulaştırmaz.
Hazırlanmak değil, “zâten hazır olmak” önemlidir.
Hazlar geçicidir, acılar kalıcıdır.
Hedef, anlamak değil, yapmaktır. Derinlemesine anlamadan
“yapmak”, derin bir şekilde anlayarak “yapmamak”tan kat-kat üstündür.
Hedefi olmayanlar “hedef” olurlar.
Helâl olmazsa
“helâ” olur. Helâl yemeyenler helâk olur.
Helenizm bir “Güneş
tapımı ve dîni”dir.
Helenizm,
“antik modernizm”dir.
Hem devleti hem
de halkı aynı-anda kalkındırmak ancak İslâm-merkezli yönetimlerde olabilir.
Hem îman edip
hem de hiç-bir şeye karışmamak mümkün değildir. Îmânın derecesi, olaylara
müdâhil olmanın derecesini belirler.
Hem moderniteyi savunmak hem de lüksü
kötülemek yada “lüksü severken moderniteye düşman olmak” bâriz bir cehâlettir.
Zîrâ modernlik “lüks” demektir. Modernite “lüks” ile ayakta durur.
Her beşerî ldeoloji
kendi cüz-i toplumunu oluşturur. Ülkede ve devlette suyun başını işte bu cüz-i
toplumun üyeleri tutar. O yüzden “yeni ideoloji” demek, bu “cüz i toplum”
demektir. Kânunlar-kurallar kâğıt üzerindeki boş laflardır. Önemli olan
ideolojiyi ve de devleti sâhiplenen bu cüz-i toplumu ber-tarâf etmektir.
Her cezâ “günahın kendi türünden” olur. Günahların cezâsı
olan koranavirüs, “cezânın virüs şekli”dir.
Her düşüncenin
hayatta ille de bir karşılığının olacağı garanti değildir. O hâlde, “hayatta
bir karşılığı olan düşünceler” insanları etkiler.
Her enstrümanda
potansiyel bir düşünce vardır. O enstrümanı çalanlarda o düşünce açığa çıkmaya
başlar.
Her gün aynı
şeyleri yapmak dikkat çeker.
Her hadis, hadis-i Şerif değildir.
Her inançlı
olan îmanlı değildir, fakat her îmanlı olan inançlıdır.
Her istediğini yaparak ve her istediğini vererek nefsinizi
uslandıramaz ve iknâ edemezsiniz. Nefs gücünü, kışkırtılmaktan alır.
Her kültürün
kendi kültürüne uygun rüyâsı vardır. İnsanlar, başka kültürlere uygun rüyâlar
gör(e)mezler.
Her ne kadar
tersini söyleseler de, insanlar duygudan uzaklaşıp aklını ve zekâsını
geliştirdikçe, insanlara ve doğaya verdiği zarar artmıştır.
Herkes bağlı
bulunduğu dînin çıkış-yerine gitmek ister. Hac budur. Bu bağlamda mü’minler
Mekke-Medîne, lâikler ise Fransa-Paris’e giderler.
Herkes
bir şeylere önem veriyor ve onu “olmazsa-olmaz” olarak görüyor da, peki Allah
neye önem veriyor ve neyi olmazsa-olmaz olarak görüyor?.
Herkes gibi
olmak “olmak” değildir.
Herkes gibi
olmak, anlamsız olmaktır.
Herkes -hâşâ-
Allah olsaydı bile, yine de “birinci sınıf Allahlar” ve “ikinci üçüncü sınıf
Allahlar” olurdu.
Herkes için
“iyi insan” deniyor fakat, târih boyunca kötüler iyilerden çok daha fazla
olmuştur.
Herkes inandığı
gibi yaşar, sevdiği şeyi yapar. Nasıl yaşadığınız ve neyi yaptığınız inancınızı
ortaya koyar.
Herkes Kur’ân’ı kendi gittiği yola göre yorumluyor ve o
yorum ona “en doğru yorum” olarak gözüküyor. Çünkü herkes Kur’ân’ı, âit olduğu
ve izlediği düşünce merkezinde okuyor ve yorumluyor. Sonra da “en doğru yorumun
kendi düşüncesine göre olan yorum” olduğunu zannediyor. Fakat bu yorumlar
arasında birbirine % 100 aykırı olan yorumlar da var. O hâlde hangisi
doğrudur?. Hepsi de yanlıştır. Çünkü Peygamber’i hesâba katmamaktadırlar.
Hâlbuki Kur’ân’ın en doğru yorumunu Peygamberimiz yaptığı gibi, en doğru
eylemini de yine Peygamberimiz göstermiştir. Peygamberler zâten bu nedenle
gönderilir.
Herkes, herkesin bir-anda tüm bildiklerinden ve
inandıklarından vazgeçip, kendisi gibi bilip inanmasını istiyor. Bunu
yapmayanları da başlıyor yaftalamaya.
Herkesçe “en ileri gelişmişlik
seviyesi” olarak kabûl edilen mevcut düzeni sorgulamaya başlamak, garip, yobaz,
gerici, câhil hatta saldırgan ve terörist diye nitelenmenize yol açar. Hakîkati
savunmanın bedelidir bu.
Herkesin
diploma sâhibi olması, “insanların yarısının işsiz olması” demektir.
Herkesin, yüzünün dönük olduğu yer, ona
göre “ilerisi”dir. Fakat o yer bir başkasına göre ilerisi değil “gerisi”
olabilir.
Her-şey Allah
olsaydı, Allah “hiç-bir şey” olurdu.
Her-şey, biz
“seyrederken” oldu-oluyor.
Her-şeyi
bilmeye gerek yoktur. Yeterince bilmek yeterlidir.
Her-şeyi
devletten beklemek, “devletin her-şeyi kuşatmasını ve her-şeye hâkim olmasını
istemek” demektir. Böylece devlet -hâşâ- Allah’laşır.
Her-şeyi -hâşâ-
Allah olarak kabûl etmek, “bilme” diye bir şeyin olmadığını söylemektir. Çünkü
bilmek, farklı iki şey arasında olur.
Her-şeyi
sorgulamak düşüncesi, materyâlist düşüncenin bir sonucudur.
Her-şeyin atası kendi türündendir.
Her-şeyin bir
“hikmeti” vardır ama her-şeyin bir “neden”i yoktur.
Her-şeyin
kendi-kendine olduğunu söylemek bir “açıklama” değildir, bir “inanç”tır.
Her-yerde mîde bulandırıcı bir “bilmişlik”
var.
Hırsızlık diye
bir şeyin olması hırsızlığı meşrûlaştırmayacağı gibi; ibnelik diye bir şeyin
olması da ibneliği meşrûlaştırmaz. İbnelik, “ibnelik”tir.
Hırslı olmanın
bedeli, hırslı kişinin hedefine ulaşamadığında ve bir umut kalmadığında kısa
sürede tükenmesi ve ölmesidir. Hırslı insanlar bir umut kalmadığında çabucak
soluverirler.
Hicap’sızlık, “hicapsızlık”tır.
Hiç eleştiri
yapmamak, bi-ince münâfıklıktır.
Hiç kimse
“zannettiğiniz gibi” değildir.
Hiç kimse
Allah’tan daha fazla; şefkatli, merhâmetli ve sevgi sâhibi ve de celâlli, şedid
ve cezâlandırıcı olamaz.
Hiç kimse bir
metni, yazarından daha iyi anlamış olamaz.
Hiç kimse size Allah gibi merhâmet edemez.
Hiç kimse ve hiç-bir şey Allah’tan daha iyi-kaliteli
ısıtamaz ve serinletemez.
Hiç tanımadığı kimseler hakkında ahkâm kesenler,
müneccimlerin “öptükleri” kişilerdir.
Hiç-bir
bilgi, insanı aptallıktan kurtaramaz. İnsanı aptallıktan kurtaracak olan şey
hayat tücrübesi ve yaşamdan alınan derslerdir.
Hiç-bir bok
bilmeyenler, her-şeyi bildiğini zannederler.
Hiç-bir deney
doğal değildir.
Hiç-bir garanti, Allah’ın verdiği “mutlak garanti” gibi
olamaz. Mutlak garanti, “mutlak güven” de demektir.
Hiç-bir kimseye ve hiç-bir şeye karşı bir eleştirisi ve
îtirâzı olmayanların, bir zaman sonra “yavşaklaşması” ve “ibneleşmeşi”
şaşırtıcı olmaz.
Hiç-bir profesyonel çocuk bakıcısı, o çocuğa annesinden daha
iyi bakamaz.
Hiç-bir sorun,
“zorla(n)madıkça” üstesinden gelinemez.
Hiç-bir
şey kendi-kendine olmaz. Korona-virüs ya “günahların cezâsı olarak”
Allah tarafından, yada “ahmaklıkların cezâsı olarak” tâğutlar tarafından
çıkarılmıştır.
Hiç-bir şey, “sandığınız gibi” değildir.
Hiç-bir şey,
yaşanmadıkça “tam-anlamıyla bilinebilir” değildir.
Hiç-bir şeyden
vazgeçemeyecekseniz eğer, İslam’ı meşgûl etmeyin.
Hiç-bir şeye
karşı çıkmayacaksanız, sizin Kur’ân ile bir işiniz olamaz.
Hiç-bir şeyin
varlık nedeni, o şeyin temel yapı-taşları değildir.
Hilâfet bir isyan ile saltanâta dönüştü ve saltanâtın
türevleri hâlâ yönetimde. Yine bir isyanla hilâfete dönmek gerekir. Bu hilâfet,
“Kur’ân hilâfeti”dir.
Hiroşima ve
Nagazaki, İslâmsızlığın dolayısıyla vicdansızlığın bir göstergesidir.
Huzurlu olmak
istiyorsanız “huzur”da olun.
Hz. Âdem ve
Havvâ’dan bêri Dünyâ’da 100 milyarın üstünde insan yaşamış ve bu insanların
hiç-biri de ölmeyi istememiş yada ölmekten korkmuştur.
Hz. Davûd zamânında
Filistinlilere karşı İsrâiloğullarının tarafındayken, şimdi ise İsrâiloğullarına
karşı Filistinlilerin tarafındayız.
Hz. Hatice
üzerinden kadının çalışması istismâr ediliyor. Hâlbuki o, pasif şekilde
ev-merkezli bir ortaklık kuruyordu.
Hz. İbrâhim’in
babası, İbrâhim’i putlara kurbân edip ateşe atmak isterken, Hz. İbrâhim, oğlu
İsmâil’i, Allah’a kurbân etmek istemişti. Babası ile arasındaki fark budur.
Hz. Mûsâ’nın
âsâ ile denizi yarmasına “hurâfe” diyor, fakat, “evrim” ile kıllı bir gorilin,
bakınca insanın içinin yağını eritecek bir dilbere dönüşmesine “bilim” diyor.
Hurâfe “modern” olunca hurâfe olmaktan çıkmaz.
Hz. Nûh,
yağmur, sel ve fırtına çılgınca Dünyâ’yı kuşatırken bile gemiye bindirmek için
kırk kişiden başkasını iknâ edemedi. Buna oğlu bile dâhildi.
Hz. Ömer’e söylenen: “Doğru yoldan saparsan seni kılıcımızla
düzeltiriz” sözünü söyleyip duranlar, halkı kılıçla düzeltenleri alkışlıyorlar.
Ilıman iklim-coğrafya ve bolluk, insanı yumuşatır ve
yumuşayan insan da tâvizkâr düşüncelere kapılır. Bu düşünceler en sonunda
Allah’sız düşünceler ortaya çıkarır.
IQ’nun derecesi önemli değil, îmânın derecesi önemlidir.
İbâdet; bütün
kâinatla birlikte “Allah’ın kânunlarına boyun eğme”nin fiîli şeklidir. Secde
etmeyenler, Allah’ın kânunlarına boyun eğmekte zorlanırlar.
İbneliğin
olduğu yerde kadın “ihmâl ediliyor” demektir. İhmâl edilen kadın bunun acısını,
“lezbiyenlikle” ve “ibneliği desteklemekle” çıkarı(yo)r.
İctihad hiç-bir
zaman boş bırakılamaz. Boş kalınca onu mutlakâ birileri doldurur.
İctihad
kapısı, sünnîlikte kapanmıştır ama şiîlikte kapanmamıştır.
İctihad kapısının kapanmasına neden olan şey, “korkak
âlimler” ve “zâlim yöneticiler”di. Şimdi de, ictihad kapısının açılmasına mâni
olanlar aynı kişilerdir.
İçeriden
yıkılan, dışarıdan tâmir edilemez.
İç-huzûru olmayanlar, “dış-huzûr(!)” için hazlardan oluşan
tamponlara müptelâ olurlar.
İçiniz cehennem
ateşiyle kuşatılmışken, dışınızı (Dünyâ’yı) cennete çeviremezsiniz.
İçinizde bir
şey yoksa, dışınıza da bir şey çıkmaz. Yada dışınıza bir şey çıkmıyorsa
içinizde bir şey yok demektir.
İçtihad kapısının kapandığını söyleyenler, dînin babalarının
malı olduğunu söylemektedirler.
İfrat ve tefrit, yâni zıt yönlerdeki aşırılık aynı sonuçları
verir.
İhlâs
ile söylenmeyen söz ve takvâ ile yapılmayan iş etki etmez.
İhtiraslar
arttıkça ihtiyaçlar fazlalaşır. Gerçek olmayan ihtiyaçlar yozlaştırır. Ne kadar
çok şeye ihtiyaç duyarsanız o kadar çok yozlaşırsınız. Modern dünyânın hâl-i
pür melâli bundandır.
İhtiyâca göre
değil de ihtirâsa göre olan tüketim, bereketi kaçırır.
İki çeşit dindar vardır: Soyut dindar; somut dindar. Soyut
dindarın dîni dardır.
İki
çeşit müslüman vardır. 1- Âhireti merkeze alarak İslâm’ı yaşayanlar. 2-
Dünyâ’yı merkeze alarak İslâm’ı yaşadığını zannedenler.
İki sorudan
“nasıl” sorusuna modern-bilimi de kullanarak (çoğu tutarsız olsa da) bâzı
cevaplar verilebilir fakat, “niçin” sorusuna, Allah’ı hesâba katmadan hiç-bir
cevap verilemez.
İki tâne cümle kuralım: 1- “Beni hiç kimse eleştiremez”; 2-
“Ben âlemlerin rabbi Allah’ım”.. İşte bu iki cümle arasında atom-altı parçacık
kadar bile fark yoktur.
İlaçlar vücûda iş bırakmamakla vücûdun işlevini engelliyor.
İlâhi-merkezli olmayan her-şey, çökmeye
mahkûmdur.
İlahlarla
uğraşanlar “ilâhiyatçı”, sâdece “tek Allah” ile uğraşanlara “Allah’çı” denir.
İlerleme,
“insanın ilerlemesi” olabilir. Yoksa insan gerilerken teknolojinin ilerlemesi
“ilerleme” değil “gerileme” olur.
İlim ile ameli
ayırdığınızda, amelin sağlamasından ve denetiminden uzak kalan bilgi ve
mâlûmat, sapıklığa doğru meyleder.
İlim mutlakâ
olmalı, ama ilim ile olacak iş değildir bu iş.
İlim, her-şeyi
açıklar yada açıklamaya çalışır, fakat sorunları fiîli olarak çözmek için bir
devlete ihtiyaç vardır. Bilmek ve yapmanın birlikteliğidir esas olan.
İlimden ve ilim
merkezlerinden uzaklaşıldıkça cehâlet ve hurâfe ortaya çıkmaya ve artmaya
başlar.
İlk insan diye
bir şey yoktur, “ilk âile” diye bir şey vardır.
İlk insanlar,
bir erkek ile bir kadın olan Hz. Âdem ve Havvâ idi. Peygamberlik, bir erkek
olan Hz. Âdem’e verildi.
İlk önce
“modern-bilim virüsünü” soktular zihnimize ve benimsettiler; ardından
Korona-virüsü sokmak zor olmadı ve kolayca giriverdi.
İlk önce;
“hadisler ve Sünnet Abbasiler’le birlikte 8. yüzyılda ortaya çıkarılmıştır,
uydurmadır” sözüyle başlayan inkâr, daha sonra “aslında Kur’ân, Muhammed ve
İslâm Dîni de 8. yüzyılda ortaya çıkarılmıştır” inkârına dönüşmüştür. Zîrâ
inkâr başladığı yerde durmaz.
İlkel dinler bile, “iç”te kalmayıp “dış”a yönelmişler ve
dıştaki her-şeyi din ile ilişkilendirmişlerdir.
İmamlar her
zaman îmanlı olmayabilir, fakat îmanlılar “imam” olmalıdır.
İmam-peygamber dönemleri hâriç Dünyâ her zaman
hânedanlıklarla yönetilmiştir. Şu-anda da yâni modern zamanlarda da bu
böyledir.
Îman (inanç
değil), bilgiden bağımsızdır. Bu nedenle îmânın ne olduğu, îman etmiş en
bilgisiz insan ile îman etmiş en bilgili insan için de aynıdır.
Îman “gayba
îman”dır. Bu nedenle kişinin, îmânını ispât etmek hattâ tartışmaya açmak gibi
bir mecbûriyeti yoktur.
Îman “kuru
îman” değildir.
Îman arttıkça
akıl, akıl arttıkça îman azalır. Îmânın kontrôlünde olan bir akıl “doğru
akıl”dır.
Îman edilen şey
sorgulanmaz; sorgulanan şeye ise (yeterince yada hiç) îman edilmiyor demektir.
Îman
edip-etmemek, “îmânın sorumluluğunu yüklenecek ahlâkî bir sorumluluk alma
potansiyelinin olup-olmamasıyla” ilgilidir.
Îman etmek ve
bilmek aynı-anda olmaz. Îman edilen şey bilinemez, bilinen şeye ise îman edilmez.
Îman etmek, hazza ve keyfe “cennete ulaşana kadar” ara
vermek demektir. Keyif içinde bir mü’minlik mümkün değildir.
Îman etmek, lafla olacak bir şey değildir. Lafla olanına
“tasdik” denir ki “müslümanım” diyenlerin çoğu “îman etmiş” değil, “tasdik
etmiş” müslümanlardır. Îman ediyor olmak, “amel ediyor olmak” demektir.
Îman ile iknâ
ve ihyâ olamayan ruhlar, sonsuz deliller arasında boğulmaya mahkûmdurlar.
Îman ile kanıt
bir-arada bulunamaz. Îman varsa kanıta gerek yoktur, kanıt aranıyorsa îman
yoktur. Anacak kanıt, kâlbi mutmain etmesi için iyidir.
Îman söz ile
aslâ ispatlanamaz, îman ancak amel-eylem ile ispatlanabilir.
Îman, “gayba
îman”dır. Tasavvuf, “gayba îman”ı kabûl etmeme üzerine kurulmuştur. Gnostisizm
budur.
Îman, “icâbında
Dünyâ’yı kaybetmeyi” göze alabilmektir.
Îman,
akla-mantığa bakmaz. Zîrâ îman, akıl ve mantık üstü olandır.
Îmânın delîli
“yaşam-tarzı değişimi”dir. Seküler-modern dünyâda “herkes gibi yaşayanlar”ın
îmânı sorunludur.
Îmânın, ispâta
ihtiyâcı yoktur.
Îmânınızla
kabûl edemediğiniz şeyi, şerefsiz bilim ile kabûl etmeye çalışmak modern bir
kâfirlik örneğidir.
İmparatorluklarda
ne cumhûriyet olur ne de demokrasi. Cumhûriyet ve demokrasi ,”küçük ülkeler”in
yönetim-şeklidir.
İmtihan biraz denize benzer, insanı
içine-içine çeker.
İmtihan
Dünyâsında yaşamak, “mücâhede-mücâdele içinde yaşamak” demektir.
İmtihan, Allah
için vazgeçilmesi gerekenlerden vazgeçip-geçememe denemesidir.
İmtihanlar
sürekli güncelleniyor ama müslümanlar kendilerini güncellemiyor.
İnananların
çoğunun inandığı şey, -yalan da olsa- “inanmak istedikleri” şeydir.
İnancın belgesi
olmaz.
İnanç, başka
bir şeye gerek duymadan ortaya çıkan bir bilgelik sağlar.
İnançsızlık,
zavallılıktır.
İnanmak ayrı
bir şey, “inanmak istediğin gibi inanmak” ise bambaşka bir şeydir.
İncelemek ve
aşırı yorumlamak, “o
şeyi başka bir biçime sokmak”
demektir.
İnfâk ettiğinde
dağıttığın mallar senin kölen olurken; infâk etmediğinde, dağıtamadığın
malların kölesi olursun.
İnkâr etmemek,
“îman etmek” demek değildir.
İnkârcıların
trajedisi “ölüm gerçeği”dir.
İnsalar ikiye
ayrılır. 1-“İmtihan”ın kocattığı insanlar. 2-Hazzın kocattığı insanlar.
İnsan .ikine
takmadığı şeyi kafasına da takmaz.
İnsan “doğuştan
müslüman” olur ama “doğuştan mü’min” olamaz.
İnsan “İslâm
fıtratına uygun” yaratılmıştır. Doğa da öyle. O yüzden insan doğaya benzer.
İnsan “paranın
her kapıyı açtığını” gördüğü ve anladığı zaman bozulmaya başlar.
İnsan ancak
mecbur kaldığında “insan” olur.
İnsan
anlayamadığında inanmaya başlar. Çünkü inanılacak olan şey anlaşılamaz.
İnsan bir şeyi
bilmeye başlayınca, o şeyi öğrendiği gibi uygulayacak diye bir şart yoktur.
İnsan bir
şeylerden korkmadan yapamaz. O hâlde fâni olanlardan korkmaktansa, Bâkî olan
Allah’tan korkmak en doğrusu ve iyisidir.
İnsan bir varlık hakkında; dokunarak,
görerek ve yiyip-içerek edindiği bilgiyi, onu araştırarak ve inceleyerek
edinemez.
İnsan
bireyselleştikçe şahsiyetsizleşir. Zîrâ insan, nihâyetinde toplumsal bir
varlıktır.
İnsan da bir
tür hayvansa, o zaman bırakın da güçlüler zayıfları yesin dursun.
İnsan denen
mahlûğun en gözüken özelliklerinden biri de; savunamadığı şeyi, yine de kabûl
etmekten vazgeçmemesidir.
İnsan en çok
neye ihtiyaç duyarsa, en çok o şey için çabalar.
İnsan endişe
ettiği şeye bağlıdır. Hayâtını ona göre düzenler.
İnsan görüp-durduğu bir varlığı
kusursuz bir şekilde tanımlayamaz. İş bilgiye ve anlamaya dönünce, en basit bir
varlığın bile ne olduğu “sorun” hâline geliyor.
İnsan her zaman, ıskaladığı şeyin
tokadını yer.
İnsan hiç-bir
zaman mutlak anlamda bağımsız olamaz. O hâlde ya Allah’a-Kitab’a-Dîn’e, yada şeytana-nefse-tâğuta
bağlanacaktır.
İnsan hiç-bir
zaman, tam da şu-anki zamâna bakamaz. Mutlakâ bir an da olsa biraz geriyi görür
hep.
İnsan için bir
şeyin tanımlanabilir ve anlaşılabilir olması, o şeyin “sınırlı” olmasını
gerektirir. İnsan (akıl), sınırsız olanı idrâk edemez, göremez ve tanımlayamaz.
İnsan için en uygun olanı, doğduğu yerde yâni memleketinde
ölmesidir.
İnsan için
sınırsız özgürlük “ağır bir köleliğe” yol açmıştır.
İnsan ilk
doğduğundan “İslâmî sermâye” ile doğar. İnsanların çoğu bu sermâyeyi şeytanın
yolunda harcayıp tüketirken, pek azı ise Allah yolunda sarf-eder ve ona
karşılığı kat-kat verilir.
İnsan kitleleri;
hakkaniyetli, net, ve akıllı insanların “2+2=4’tür” sözüne değil; resmî makâmın
ve kurumların, lîderin, devletin, sermâyenin, medyanın vs. yâni gücün sözüne
aldanarak “2+2=5’tir” sözüne inanırlar ve ona göre davranırlar. Böylece bâtıl
“hakîkat” olarak görülür ve kabûl edilir. Üstelik bâtıla “bâtıl” diyenler de
gerici, yobaz ve terörist olarak görülmeye başlanır.
İnsan
madde-nefs ve ruhtan oluşur. İki taraf da boşluk kabûl etmez. Maddî taraf rûh
ile doldurulamayacağı gibi rûh tarafı da madde ile doldurulamaz.
İnsan ne ile
ilgilenirse o yönde gelişir. İnsanın ne yönde geliştiği, neyle çok
ilgilendiğini gösterir.
İnsan ne iş
yapıyorsa ona benzer.
İnsan ne kadar
karaktersizse o kadar çok arkadaşı olur. Facebook karaktersizliğin pazarıdır.
İnsan
ya bir iş ile yada “dayak” ile uslanır.
İnsan,
“bildiğine” göre değil, “yaşadığına” göre düşünür, konuşur ve edip-eyler.
İnsan, “insanın oğlu” ve “Allah’ın kulu” iken, hristiyanlar
insanı; “Tanrı’nın oğlu” ve “insanın kulu” hâline getirmişlerdir. İnsanlara her
türlü kulluğu yapanlar, kendilerini “Tanrı’nın oğlu” zannetmektedirler.
İnsan, “işi” ve amel-eylemidir,
bilgisi değil.
İnsan,
“psikolojisini din edinmiş varlık”tır. İslâm ise, psikolojileri vahye göre
programlayan sistemin adıdır.
İnsan,
“tercihlerinin sonucunu yaşayan varlık”tır.
İnsan,
“yediğine” benzer.
İnsan,
anılarının muhabbetini yapar. Fotoğraf ve video, muhabbeti bitiriyor.
İnsan, baktığı şeyi gözünde büyütür. Baktığı şey, baktıkça
farklılaşır.
İnsan, doğduğu
ve yaşadığı yerin yiyecek ve içeceği ile beslendikten başka; oranın
malzemesiyle evini yapmalı, yine oranın havasını solumalı, oranın kadını ve
erkeğiyle evlenmeli ve -kısa ayrılmalar hâriç-, orada doğduğu gibi orada
ölmelidir. En doğal olanı budur. İşte modernite bu yaşam-tarzını yıkarak hayat
buldu-buluyor.
İnsan, içinde
ne varsa dışında onu gerçekleştirir yada gerçekleştirmeye çalışır. En azından
bunun hayâlini kurar.
İnsan, inandığı
şey üzerinde sağlam ve istikrarlı duran bir varlıktır. Lâkin genelde yanlış ve
sapık şeylere inanır.
İnsan, incelediği şeyi aşırı araştırınca, o şey o olmaktan
çıkar. Meselâ şarabı inceledikçe şarap “şarap” olmaktan ve dolayısı ile haram
olmaktan çıkmaya başlar o kişi için.
İnsan, inkâr
etmesi gerekirken inkâr etmediği şeyin/kişinin/düşüncenin kulvarına girer ve
onunla birlikte koşturmaya başlar.
İnsan, işine
gelen bir konuyu, etraflıca düşünmeden konuşur.
İnsan, kendine
iyi görüneni “iyi-doğru” gibi görür.
İnsan, kendini rahatsız etmiyorsa, o
şeyi değiştirmeye çalışmaz. Hâlbuki o şey rahatsız edicidir ve değiştirilmesi
gerekmektedir.
İnsan,
mecbûriyet altında yaşamak zorunda olan varlıktır. Bu mecbûriyet ya Allah’ın
ortaya koyduğu doğal mecbûriyetlerle, yada beşerin ortaya koyduğu sûni
mecbûriyetlerle olur.
İnsan,
mesleğine benzer.
İnsan, nesnelere
hangi şeyi merkeze alarak bakarsa, o şeyin anlamı ona göre ortaya çıkar.
Böylece farklı düşünceler oluşur. Nesneler, tek bir anlam taşıyan şeyler değil,
anlamlandırılabilme potansiyeline sâhip olan şeylerdir. Aksi-hâlde herkes aynı
anlama ulaşırdı.
İnsan, neye
değer veriyorsa, değer verdiği o şeyin mensubudur.
İnsan,
okuduklarından ziyâde, yaşantısına göre düşünür.
İnsan,
savunduğu bâtıl bir düşünceyi, o şey yüzünden acı azâba uğradığında ancak,
inkâr etmeye başlar.
İnsan, söz,
amel ve eylemini “en doğru duruşuna” (şâkül) göre söyler ve gösterir.
İnsan, sürekli olarak yaptığını “meşrû” görmeye başlar.
İnsan, yaptığı
şeyi meşrû, kaçındığı şeyi ise gayri meşrû görür.
İnsan; beden,
psike (psykhe) ve rûhtan oluşur. Rûh hasta olmaz. Hasta olan psike’dir ki,
psike “nefs”tir. Tüm psikolojik hastalıklar nefs ile ilgilidir.
İnsan; eleştirip îtirâz ettiğinde ve isyâna kalkıştığından “insan”
olur. Yoksa o “güdülen bir hayvan” olarak kalmaya devâm eder.
İnsana ancak
“insan gibi” yaşamak yakışır. “İnsan-altı” yada “insan-üstü” yaşamak “insanca”
değildir.
İnsana
en doğru şeyi öğreten şey “din”dir ama din de insana hakîkati “okuyarak” değil,
daha ziyâde “din-merkezli yaşatarak” öğretir.
İnsana kendisi
hâkim ol(a)mazsa hiç kimse hâkim olamaz.
İnsandan başka
hiç-bir “hayvan” şirk koşmaz. Târih boyunca insan, her şeyle şirk koşmuştur.
İnsanı
Allah’tan bağımsızlaştırıp bedene hapseden modernite, aslında kas kuvvetini
yâni şiddeti ilahlaştırmıştır. Zîrâ şiddet beden ile ilgilidir.
İnsanı değerli
yapacak ve kurtaracak olan şey, “kuru-kuruya bilgili olmak” değil, o bilgiyle
yaptığı sâlih amellerdir.
İnsanı en çok
üzen şeylerden biri de, sevdiği kişinin/kişilerin, yaşama olan tutkunlukları
yüzünden, onu unutmasıdır.
İnsanı en mutlu
eden şey, onun doğuştan gelen yeteneğini barındırır.
İnsanı
hayvanlardan ayıran şey, bilgi-bilinç ve sanat-kültür üretebilme
potansiyelidir. Bunlar her insanda “bil-kuvve” olarak vardır. İşte bunları
kuvveden fiile çıkaran insan “insanlığını” bulmuş ve medenîleşmiş olur. Yoksa
bir-şekilde paraya sâhip olup da o parayla ev, araba, elbise vs. almakla ve
yiyip-içmek ve giyinip-gezmekle insan insanlaşmış olmaz. Sâdece “insan
görünümlü hayvan” olur.
İnsanı merkeze
aldığınızda, insanın düşündüğü, söylediği ve yaptığı hiç-bir şeyi
eleştiremezsiniz.
İnsanı trajediden kurtarabilecek olan
tek şey “îman”dır.
İnsanı,
“Allah’tan başka taptıkları” helâk eder. Modern insanı helâk edecek olan şey
teknolojidir.
İnsanı, Allah
için vazgeçemedikleri bitirir.
İnsanı, okulun
değil, kendisinin ne kadar yetiştirdiği önemlidir.
İnsanın
“bildikleri” kolay değişir fakat “inandıkları” kolay-kolay değişmez.
İnsanın
“imtihan”a katılmama hakkı ve yetkisi yoktur.
İnsanın
“inandığı gibi” yaşaması, inancına aykırı olan şeye eleştiri, îtirâz ve isyanda
bulunmasını gerektirir. Aksi-hâlde kişi, “inandığı gibi” yaşamayı bırakır ve
“yaşadığı gibi” inanamaya başlar. Hattâ “yaşadığı gibi” inanmayı ölümüne
savunmaya başlar.
İnsanın
“kalıcı” eserler bırakması güzel bir şeydir. Fakat onu kurtaracak olan şey
“geride bıraktıkları” değil, “âhirete yâni ileriye taşıdıkları” olacaktır.
İnsanın “ölüm
hakkında düşünmek”ten başka “ölüm” için yapabileceği hiç-bir şey yoktur.
İnsanın “özgür
irâdesi” vardır ama “sonsuz irâdesi” yoktur. Özgür irâdemiz hem o kadar da
özgür değildir, hem de sonsuz değildir.
İnsanın “sürekli ilgilendiği şey” hakkındaki yargısı
genişler. Sonuçta incelediği şeye, olduğundan çok daha fazla anlam ve özellik
yüklemeye başlar. Oysa bir şey ne ise odur.
İnsanın Allah için söyleyebileceği en iyi kelime “düzen”dir.
Allah demek “düzen” demektir. İslâm işte göklerde olduğu gibi yeryüzünde de o
muhteşem düzeni ikâme etmek için vardır.
İnsanın Allah’a
olan itaatsizliği ile, kadının kocasına olan itaatsizliği birbirine paralel
gelişir.
İnsanın
Allah’tan başka duâ edebileceği bir mercî yoktur.
İnsanın anasını siken,
“vazgeçemedikleri”dir.
İnsanın başına gelebilecek en büyük dert, “dertsizlik”tir.
İnsanın başına
gelebilecek en büyük felâket, anlamdan kopmasıdır.
İnsanın başına
gelen tüm musîbetler birer imtihandır. Fakat insanın başındaki imtihanların
büyük çoğunluğu insanın ahmaklığından yada şerefsizliğinden dolayıdır.
İnsanın bilgili
olup-olmadığı Allah’ın umurunda bile değildir. Allah, insanın temiz bir kâlple
Allah rızâsı için iyi şeyler (sâlih amel) yapıp-yapmadığına ve bu uğurda ne
kadar azimli olduğuna bakar.
İnsanın bu
dünyâdaki rezâleti, isyân etmeyenler yüzünden olacak.
İnsanın bulunmadığı bir mekânda, 1
sâniye ile 1 trilyon yıl arasında fark yoktur.
İnsanın davranışını belirleyen her-şey bir “din”dir.
İnsanın değeri
düştükçe paranın da değeri düşüyor, yada paranın değerinin düşmesinin nedeni, “insanın
değerinin düşmesi”dir.
İnsanın dîni,
en değerli şeyi olduğu için, en değerli şeyi onun dînidir.
İnsanın dîni, yaşam-tarzında gözükendir.
İnsanın en
büyük mahrûmiyeti, Allah’a, âhirete, dîne, vahye, peygamberlere, insana ve
akrabâlara muhtâç olmama durumuna gelmesidir.
İnsanın fıtrî
ön-bilgisi, “Allah’ın adıyla okumak”tır.
İnsanın
hayvâniyeti, yeme-içme ve cinselliktir. Oruç işte bunları sınırladığından dolayı,
insanı hayvanlıktan arındırmış olur. Böylece oruçlu insan melek gibi olur.
İnsanın hem bedeni hem de rûhu olduğu gibi, İslâm’ın da hem
bedeni hem de rûhu vardır. Rûhunu Kur’ân, bedenini ise Sünnet oluşturur.
İnsanın
ilahı, “aşılamaz” olarak gördüğü şeydir.
İnsanın
işlediği günahlar, onun “Dünyâ’da gördüğü cezâlar”ın nedenidir.
İnsanın
kafasının örümcek ağı ile sarılması, internet ağı ile sarılması kadar zararlı
değildir. Örümcek ağına yakalananlar ondan kolayca kurtulabilirlerken, intrenet
ağına yakalananların ondan kurtulmaları çok zor yada pek mümkün değildir.
İnsanın
kalitesi derdiyle orantılıdır.
İnsanın kurduğu
kentler insanın günahıdır. Kentlerde yaşamak ise günahının cezâsı.
İnsanın kutsalı
ne ise ona göre düşünür, konuşur ve amel-eylemde bulunur.
İnsanın ne
olduğu, hedefinden belli olur. İnsanın hedefi ne ise, dîni de odur.
İnsanın nefsini
ancak yine o insanın kendisi sınırlayabilir.
İnsanın neye
taptığı, neyi sorgulamadığına bakarak anlaşılır. Neyi sorgulamıyorsanız ona
tapıyorsunuzdur.
İnsanın olduğu
yerde -bâtıl yada hak- mutlakâ bir din vardır.
İnsanın ortaya
çıkardığı hiç-bir şey “evrensel” olamaz.
İnsanın
özgürleşmesi, rûhunun-zihninin özgürleşmesi değilse, “nefsinin
özgürleşmesi”dir.
İnsanın sikine
göre hareket etmesi, haram, günah, ayıp ve suçtur.
İnsanın
sorduğu sorular, onun zihniyetini de belli eder.
İnsanın söz ile
bir türlü anlayamadığı ve ancak 40 yaşından sonra mecbûren farkına varıp iknâ
olduğu şey, “görüntünün çok da önemli olmadığı”dır.
İnsanın tabiat
ve insan hakkında düşüncesinin değişmesi, Allah hakkındaki düşüncesinin
değişmesiyle başlar. Allah hakkındaki düşünmenin değişmesi., tüm her-şey
hakkındaki düşüncenin değişmesine neden olur.
İnsanın târih
boyunca yaptığı en büyük ahmaklık, “Allah’ı hesâba katmamak”tır. Allah’ı hesâba
katmamak çok yorar.
İnsanın târih
boyunca yaptığı en büyük ahmaklık, kendisine ilgi gösteren varlık (insan)
yerine, ilgi gösterme yetisi olmayan varlıklara ilgi duymasıdır. Bunun daha da
ötesi; bize en çok ilgi gösteren Allah yerine, bize yeterli ilgiyi göstermeyen
insanlara ilgi duymamızdır.
İnsanın târih
boyunca yaptığı en büyük hatâlardan biri de, insanlara ve varlıklara “Allah’tan
daha fazla merhâmet göstermek”tir. Bu nedenle aşırı merhâmetten her zaman maraz
doğar.
İnsanın ürettiği düşünce, daha çok “insan düşünce” ortaya
çıkar.
İnsanın
yapabileceği en iyi şey “îman etmek ve sâlih amel işlemek”tir.
İnsanın yiyeceği bir sopa yada aldığı
bir yara, şeytanın vesvesini önler. Çünkü sopayı yiyen insan, onun acısını
çekerken şeytanın vesvesesini duyamaz. “Dayak cennetten çıkmadır” sözünü
doğrulayan şeylerden biri de budur.
İnsanlar “akla
uygun olana” ve “bilimsel olana” falan değil, “inanmak istediklerine”
inanırlar.
İnsanlar “göğe”
bakmayı bırakıp “yere” bakmaya başlayınca bozulurlar.
İnsanlar “sâdece Allah’tan” korkmadığında, korkmadığı bir
şey kalmaz ve her-şeyden korkar hâle gelirler.
İnsanlar
“sosyâl medyada yüzlerce-binlerce arkadaşım var” zannediyor, hâlbuki derdini
dökecek tek bir dostları bile yoktur.
İnsanlar
“yaşayanlar”dan umûdunu kesince, türbelerden yâni ölülerden medet ummaya
başlıyor.
İnsanlar ancak
“kul” olduklarında “köle”likten kurtulurlar.
İnsanlar
arasındaki ana sorun, insanların “iyilik” anlayışlarının farklı olması ve herkesin ve her kesimin kendi iyilik anlayışına
göre hayâtı belirlemesi isteğidir. Oysa iyilik anlayışı Allah’a göre belirlense
ve herkes o anlayışa uysa ortada sorun kalmayacaktır.
İnsanlar
arasındaki eşitliği yada “benzer”liği ancak fakirlik-yoksulluk sağlarken,
zenginlik ise alabildiğine bozar.
İnsanlar artık “evli-bekâr” diye değil, “ilişkisi var mı yok
mu” diye tanımlanıyor.
İnsanlar
bilmedikleri bir şeyin yanlış bir fotoğrafı kendilerine gösterilse, bahsedilen
şeyin o olduğuna hemen inanırlar. Gözleriyle gördüklerine daha çabuk inanırlar.
İnsanlar boşuna ölümsüzlüğü arıyor. Ölümsüzlüğün yolu
şahâdetten geçer.
İnsanlar
delicesine yaşamak istiyorlar. Sanki önemli bir şeyler yapacaklarmış gibi.
İnsanlar
doğal-normâl-fıtrî hâllerinden çıkıp yapaylaşınca, artık yapay-zekâ düşüncesi
ortalıkta yoğun olarak dolaşmaya başladı.
İnsanlar
düşüncelerinde ve eylemlerinde iki şeyden birine dayanırlar; 1-Allah’a (İslâm,
Kitap, Peygamber) 2-İnandıkların şeyin kendisine (Yâni şeytan, nefs, tâğut,
ideolojiler ve bâtıl) yâni nefislerine. Çünkü Allah’tan başka gerçek bir
dayanak yoktur.
İnsanlar her
zaman mevcut hayat-tarzlarına uygun düşen şeylere inanmışlar ve onların
peşinden gitmişlerdir.
İnsanlar
hocadan ve kitaplardan çok, hayattan öğrendiklerine göre düşünürler ve
yaşarlar.
İnsanlar içinde
en zararsız insan toplulukları, modern insanın “vahşî ve ilkel” dedikleri insan
topluluklarıdır.
İnsanlar ikiye
ayrılır. 1-“Dünyâ tapusu” biriktirenler. 2-“Cennet tapusu” biriktirenler.
İnsanlar ikiye
ayrılır. 1-Bedeni fiyakalı olanlar; 2-Rûhu fiyakalı olanlar. Rûhun fiyakalı
olması için “acı çekmesi” gerekir.
İnsanlar ikiye ayrılır: 1- Vahyin peşinden gidenler; 2-
Nefsinin peşinde sürüklenenler.
İnsanlar ikiye
ayrılır: 1-Allah yolunda olanlar, 2-“Allah olma” yolunda olanlar.
İnsanlar ikiye
ayrılır: 1-Bedeninin ihtiyaçlarını öne alanlar; 2-Rûhunun ihtiyaçlarını öne
alanlar.
İnsanlar ikiye ayrılır: 1-Fiziğine önem verenler.
2-Meta-fiziğe önem verenler.
İnsanlar ikiye
ayrılır: 1-Geçimini “yüklenerek” sağlayanlar; 2-Geçimini “yükleyerek”
sağlayanlar.
İnsanlar ikiye
ayrılır: 1-Nefsine göre düşünce ve inanış belirleyenler; 2-İnancına göre
düşüncesini ve davranışını belirleyenler.
İnsanlar ikiye
ayrılır: 1-Târih yapanlar; 2-Târih olanlar.
İnsanlar ikiye
ayrılır; 1-Ateşle yolunu bulanlar, 2-Suyla yolunu bulanlar.
İnsanlar ikiye
yarılır. 1-Îtibârını “hak”tan alanlar. 2-Îtibârını “halk”tan alanlar.
İnsanlar
İslâm’ın ve “îman etme”nin ne demek olduğunu bile bilmiyorlar.
İnsanlar
kendilerini “bilmediklerinin uzmanı” sanıyorlar.
İnsanlar korona
korkusu nedeniyle, ölmemek için “yaşamaktan” vazgeçiyor.
İnsanlar
Kur’ân’dan hisse alacaklarına borsadan hisse alıyorlar.
İnsanlar
modern-bilim ve teknolojiye, bildikleriyle hiç orantılı olmayan şekilde inanmış
ve teslim olmuş durumdadırlar.
İnsanlar
modernitenin maddî-mânevî yıkımlarıyla o kadar harâb olmuş ki, uyarı-îkaz
anlamında söylenen tek bir cümle bile onu perişân edebiliyor.
İnsanlar
modernizm için ne kadar da çok fedâkârlık yapıyor.
İnsanlar nefret
ettikleri şeyleri “gereksiz” olarak görürler. Bu bakımdan aslında bir-çok şey
gereksizdir. Zîrâ hemen her-şeyin bir nefret edeni vardır.
İnsanlar ölümü
kışın daha fazla düşünür. Çünkü kış “doğanın ölümü”dür, insanlara ölümü
hatırlatır.
İnsanlar târih
boyunca konuşmalarını, “söz ile ve insanlara göre” olmaktan; “yazıya, telgrafa,
telefona, televizyona, bilgisayara, internete ve sosyâl medyaya göre” şeklinde
değiştirmiştir. Araçlar konuşmanın yönünü ve yöntemini belirliyor.
İnsanlar târih
boyunca şeytan, nefs ve tâğutlar tarafından “arzularından ve ihtiraslarından” yakalanmışlar
ve vurulmuşlardır.
İnsanlar
Tayyib’e karşı ama “Tayyibizm”i kana-kana içiyorlar.
İnsanlar üç
çeşittir: 1-Zarar edenler, 2-Kârdan zarar edenler, 3-Kâr edenler.
İnsanlar
zillete, âcizliğe ve hakârete de alışır.
İnsanlar,
Allah’a diklendiği kadar başka hiç-bir şeye diklenmemiştir.
İnsanlar,
Allah’ın kurduğu yapıya büyük zararlar verecek güce hiç-bir zaman ulaşamazlar,
fakat insanların yaptıkları yapıları yıkacak şeyler geliştirebilirler.
İnsanlar,
devletler ve sistemler, “küçük gördüğü ve önemsemediği şeyler” tarafından
yıkılır.
İnsanlar, dîni
içlerine çekmeden dışarıya üflemeye çalışıyorlar. Dudak tiryâkisi
olmuşlar.
İnsanlar,
düşüncelerine, görüşlerine ve davranışlarına hiç eleştiri ve îtirâz almadıkları
için, düşüncelerinin ve yaptıklarının doğru ve sorunsuz olduğunu zannediyorlar.
İnsanlar,
kendi sevdikleri ve yaptıkları şeyleri Allah’ın da beğendiğini, râzı olduğunu
ve desteklediğini zannederler, oysa Allah Kur’ân’da kimden-neyden râzı olduğunu
ve kimi-neyi destekleyeceğini açıkça söylemiştir.
İnsanlar;
“iddiâlarında sâbit olanlar” ve “iddiâlarından vazgeçenler” olarak ikiye
ayrılır.
İnsanlara “söz
ile” bir şeyler anlatmak ve bir şeyi kabûl ettirmek Dünyâ’nın en zor işi iken;
“devlet gücü ve imkânlarıyla” bir şeyler anlatmak ve bir şeyi kabûl ettirmek
Dünyâ’nın en kolay ve sıradan işidir.
İnsanlara “yarak kafalı” denilmesinin
nedeni, insanların kafalarının genelde yaraklarına ayarlı olması ve siklerine
göre hareket etmeleri nedeniyledir.
İnsanlara
peygamber, vahiy ve dâvetçi gelmese bile “Allah’ı” bulabilirler, fakat “Hak’kı”
bulamazlar.
İnsanlara
sürekli olarak “beğenmesi” (like) telkini yapılıyor. Böylece modern insan artık
“beğenmeme”yi unuttu. Eleştiriyi ve îtirâzı unuttu. İsyân edemiyor.
İnsanları
“insan” yapan, biraz da korkuları, acıları, endişeleri ve umutlarıdır.
Psikolojik ilaçlar bu duyguları blôke etmek üzerine kuruludur. Bu ilaçları
kullananlar, irâdelerini kaybetmişlerdir.
İnsanları çürüten şeyler, “işlerine
gelen şeyler”dir.
İnsanları
doğruya götürecek olan şey teknoloji değil, teolojidir.
İnsanları en
çok rahatsız eden şey, “hakîkati duymak”tır.
İnsanları kentlerde toplamanın devlet
açısından en büyük yararı, toplu(m) haldeki insanların daha kolay yönetiliyor
oluşudur. Bu nedenle "bölün ki, yönetileme" sözü söylenmiştir.
İnsanların “hastalıktan öldü”
dedikleri insnaların çoğu aslında ilaçlardan ve tedâviden dolayı ölüyor.
İnsanların
birbirine ihtiyaç hissetmeyecek hâle getirilmeleri, insanlık için en büyük
felâketlerden biridir.
İnsanların
büyük çoğunluğu pişmanlıklar içinde ölür. Huzûr içinde ölenler çok azdır.
İnsanların çoğu
felsefe bilmez ama felsefeye göre hareket eder. İnsanların %99’u felsefe bileme
ama insanların %99’u felsefeye göre hareket eder. Oysa felsefeyi bilmek ama ona
göre hareket etmemek gerekir.
İnsanların
çoğu, “akıllarını kullandıklarını” zannededursun, aslında korkularından başka
bir şeyi kullanmıyorlar. Onları korkuları yönlendiriyor ve yönetiyor.
İnsanların
çoğu, 40 yaşından sonraki ömrünü, 40 yaş öncesi yaptığı yanlışların
pişmanlığını yaşamakla geçirir.
İnsanların
çoğu, aslında “Allah’ın vâr olduğunu” kabûl etmekten ziyâde, “vâr olmadığını”
reddediyor. Allah’ın vâr olmadığını reddetmek, O’nun vâr olduğuna tam bir îman
değildir.
İnsanların
din’den ve dînî kavramlardan uzaklaşmış olmasının nedeni, “akıl-çağının,
gerçekleri ortaya koyması” değil, “varlığın büyüsünün bozulmuş olması”dır.
İnsanların düşünceleri ve davranışları, ya, Allah, din ve
inanç tarafından, yada şeytan, nefs ve tâğutlar tarafından belirlenir.
İnsanların
ekserisi; ayı gibi uyuyan, domuz gibi yiyen, eşek gibi çalışan ve köpek gibi
itaat eden “beşer”lerdir.
İnsanların en büyük yanılgısı, “insanlığın sürekli olarak
iyiye ve doğruya doğru gittiğini zannetmesi”dir.
İnsanların
gelecekte 1.000 yıl yaşayacağına (yapay zekâ-robot) inanan insan, geçmişte
1.000 yıl yaşadığına (Hz. Nûh) inanamıyor.
İnsanların
gerçek düşünceleri ve zihniyetleri, “söylediklerinden” ziyâde
“söylemediklerinde” saklıdır. Söylemedikleri, söylediklerinden belli olur.
İnsanların
içinden “müslümanım” diyenlerin çoğu, müslümanlıktan çıksalar hayatlarında bir
değişiklik olmaz. Zâten müslüman iken de olmuyordu.
İnsanların
İslâm hakkındaki en büyük yanlışı, “İslâm’ı salt rûhânî bir din” gibi
görmektir.
İnsanların
kişiler hakkındaki hükümleri, o kişilerin ne kadar para kazandıklarıyla
orantılıdır.
İnsanların
târih boyunca sürekli yaptığı hatâ, “bir yanlıştan benzer bir yanlışa düşmek”
olmuştur.
İnsanlık târihi
boyunca Allah’ın zâtı için yapılan düşünce ve araştırmalar alanında bir
arpa-boyu bile yol alınamamıştır, alınamaz.
İnsanlık târihi
boyunca üretilen dînî literatürün %90’ının “hak din” olan İslâm ile alâkası
yoktur.
İnsanlık
târihi, “kılavuzun ne olacağı savaşımı”nın târihidir.
İnsanlık
târihi, Allah’a karşı, insan aklının ve insan gönlünün tanrılaştırılmasının
târihidir.
İnsanlık
târihi, insanın kendini açtığı çukurdan çıkmak için çabalamasının târihidir.
İnsanlık
târihinde “kerâmet” gösteren tek bir kişi bile olmamıştır. Hiç kimse bir
kerâmet gösterisine şâhit olmamıştır. İnsanlar bâzı normâl olayları
a-normâlleştirip “kerâmet” diye aktarmaktadırlar. Kerâmet bir “ön-yargı”dır.
Kerâmet göstermek isteyenler, “kerem sâhibi” yâni “cömert” olduklarında kerâmet
göstermiş olurlar.
İnsanlık
târihinde din-merkezli olmayan bir devlet hiç-bir zaman kurulmadı. Fakat
hak-din merkezli bir devlet, târih boyunca çok az sayıda oldu.
İnsanlık
târihinde en büyük düşmanlık, Allah’a ve peygamberlere yapılmıştır.
İnsanlık târihinde
hiç-bir şey, aslında bir araç olmasına rağmen “ana-amaç” hâline getirilen para
kadar amaç olmamıştır.
İnsanlık
târihinde hiç-bir zaman, modernizmde olduğu oranda; sisteme, ideolojilere,
modern-bilime vs. körü-körüne, câhilce ve ahmakça bir bağlanma olmamıştır.
Modernizme olan bağlılık, târih boyunca yaşanan en yoğun ve körü-körüne olan
bağlılık şeklidir.
İnsanlık târihinde kadın, hiç şimdiki kadar “rezil”
olmamıştı.
İnsanlık
târihinde kameraya karşı yapılan şaklabanlık gibi bir şaklabanlık hiç-bir şeye
karşı yapılmamıştır.
İnsanlık
târihinde körü-körüne, câhilce ve ahmakça, sisteme bu denli bir bağlanma olmamıştır.
İnsanlık
târihinde nefsi tatmin etmek için tüketilen enerji miktârı, başka hiç-bir şey
için kullanılmamıştır.
İnsanlık
târihinde peygamberlerden başka olağan-üstü şeyler gösteren (mûcize, kerâmet,
büyü vs.) hiç kimse olmamıştır.
İnsanlık
târihindeki en ağır düşmanlık, tek hak din olan İslâm’a karşı yapılmıştır.
İnsanlık
târihinin en ağır köleliği, “matematiksel kölelik”tir. Matematiğin köleleri,
efendileri olan matematiğe en küçük bir îtirazda dâhi bulunamazlar.
İnsanlık
târihinin en büyük yanlışı-günahı-felâketi, liberâlizm adına “insanı sınırsızca
serbest bırakmak” olmuştur.
İnsanlık-târihi
önemli şeyleri önemsiz, önemsiz şeyleri ise önemli göstermenin târihidir.
Modern insan önemli şeyleri yapmamak için önemsiz şeyleri abartıp durmaktadır.
İnsanoğlu ilk
kez modernite ile birlikte bu derece pervâsızlaşmıştır.
İnsanoğlu, tüm
teoriler ve meseleler için en-nihâyetinde -hak yada bâtıl- bir inanca dayanmak
zorundadır. Zîrâ her-şeyin en doğrusunu sâdece Allah bilir.
İnternetin hızı
ve sınırsızlığı arttıkça, ahlâksızlığın hızı ve sınırsızlığı da artar.
İslâm (yâni
Kur’ân ve Peygamber) “hayâtın istisnâsız her alanına nizam vermek için
gönderilmiş bir din”dir. İnsanlık târihi, bunun kabûlünün yada reddinin
savaşımının verildiği târihtir.
İslâm “îman ve amel-eylem”dir. Fakat
amel-eylem bir tık daha öndedir.
İslâm
“muhâlefet” demektir, İslâm “kavga” demektir. İslâm; şeytanla, nefsle ve
tâğutla yapılan mücâdeledir. Müslümanların bir türlü kabûl etmek istemedikleri
hakîkat ve apaçık gerçek işte budur!.
İslâm “tek din”
değil, “tek hak din”dir.
İslâm adına
hiç-bir sorumluluk almak ve hiç-bir şey yapmak istemiyorsanız, tasavvufçu olun.
İslâm akıl-dışı
bir din değildir, fakat akıl-üstü bir din’dir.
İslâm aklı ile
modern akıl arasındaki fark vardır. Modern akıl beyne isnât edilirken, İslâm
aklı kâlbe isnât edilir. Bu nedenle modern akıl vicdansızlık üretirken, İslâm
aklı ise merhâmet ve vicdan-merkezlidir.
İslâm barış
dînidir. Zâten “silm” ve “İslâm” barış demektir. Peki barış kiminle yapılır.
Allah ile yapılır. Allah ile barış nasıl olur. Ona tam bir teslîmiyetle yâni
İslâmiyetle yapılır. Çünkü Allah’a teslim olmadan O’nunla barışamazsınız. Zîrâ
O’nu teslim alamazsınız ve O’na ancak teslîmiyet gösterebilirsiniz ve teslim olabilirsiniz.
Yoksa herkesle barış yapmak diye bir şey olmaz yada İslâm herkesle barış
yapabilir ama bu “savaştan sonraki barış”tır sünnetullaha gereğince.
Bu-bağlamda İslâm barış dîni olduğu kadar savaş dînidir.
İslâm bir “olay”dır. Olay olarak yeryüzünde gerçekleşmesi
gerekir. O hâlde “olay” çıkarmak gerekir.
İslâm bir
“rozet” değildir. Meselâ Atatürk rozeti takınca “Atatürkçü” olunduğu gibi,
İslâm rozeti takınca “müslüman” olunmaz.
İslâm
coğrafyasında, yenilgi-yenilgi büyüyen bir rezâlet var.
İslâm Devleti,
halkı, İslâm’ın emirlerini yerine getirmeye zorlayamaz, fakat kamusal alanda
İslâm’ın yasaklarına uymaya zorlar. Zîrâ İslâm Devleti’nde kamusal alan İslâm’a
göre düzenlenir.
İslâm dışında
hiç-bir beşerî sistemlerde, insanlar yasalar önünde eşit haklara sâhip
değillerdir, olamazlar da.
İslâm dışındaki
tüm beşerî sistem, ideoloji ve yönetim-şekilleri “sen mi yicen ben mi yicem
kavgası”dır. Bir tek İslâm yemeyip yedirir.
İslâm
felsefecileri hak ile bâtılı karıştırmaktan başka bir bok yapmamışlardır.
İslâm ile bâtıl
sistemler arasındaki en belirgin fark şudur ki; bâtıl sistemler, ortaya
çıkardıkları teorilere yöneltmek için insanları zorlarken, İslâm ise,
teorilerini ve önerilerini, insanın doğal, normâl ve fıtrî yapısına uygun
şekilde ortaya koyar.
İslâm ilim ile
başlayıp ilim ile biten bir din değildir.
İslâm karmaşık şeyler söylemez ve ne
dediği çok açıktır: Allah’ın Kur’ân’da söylediği emir-yasaklara ve
Peygamberimiz’in örnek yaşayışıyla gösterdiği hayâta yâni İslâm’a göre yaşamaya
engel olan her-şey günah, kötü ve yanlıştır.
İslâm kelimesi
“barış” anlamına gelir. Bu barış sâdece, insanın iç-âleminde yaşanacak bir
barış değil, dış-âlemde de yaşanması gereken bir barıştır. O hâlde İslâm, “tüm
Dünyâ’nın barışı ile” ilgilenen bir din’dir.
İslâm konusunda
insanların ne düşündüğü ve ne dediği değil, Kur’ân’ın ne dediği önemlidir.
İslâm bir “anket dîni” değildir.
İslâm
mevcuda karşı aykırılıkla gelir. Gönderilmiş tüm peygamberler sisteme ve
mevcuda aykırı söylem ve eylemlerde bulunmuşlardır. Onlara karşı olunmasının
nedeni budur. İslâm’ın özünde vardır bu aykırılık. Çünkü İslâm, “şeytan ve
nefsi merkeze almak” yerine “Allah’ı, dîni ve vahyi merkeze almayı hâkim kılmak
savaşımı”dır. İşte bu aykırılık moderniteye karşı da gösterilmelidir. Zîrâ
İslâm, tüm Allahsızlıklar gibi Allahsız modeniteye de aykırıdır.
İslâm
müslümanlar üzerinden değil Kur’ân ve Sünnet üzerinden değerlendirilir.
İslâm sâdece
gönüllere hitâp eden bir din değildir. Gönüller gönüllü olarak İslâm’ı kabûl
etmelidir. Fakat hayâtın diğer alanlarında, zor kullanarak itaat altına alma
vardır.
İslâm sâdece
iç-âlemlere nizam veren bir din değildir. İslâm, bir devlet ve toplum
nizâmıdır.
İslâm sâdece
mânâya değil, maddeye de hâkim olmayı hedefleyen bir din’dir. Zîrâ ikisine
birden hâkim olmadığında, ikisi birden yozlaşır.
İslâm siyasete
âlet edilemez diyenler, bâtıl dinler olan; lâik, seküler, demokratik, komünist,
sosyâlist, kapitâlist, feminist, sapık modern dinleri siyâsete âlet etmekte bir
sakınca görmezler. Evet; İslâm siyâsete âlet edilemez. Çünkü siyâset “İslâm’ın
âleti”dir.
İslâm söz ve amel bütünlüğüdür. Sözünü söylemesi için bir
yere ihtiyâcı olduğu gibi, amelini göstermesi için de bir yere ihtiyacı vardır.
İslâm Devleti isteği bunun içindir.
İslâm târihi
boyunca müslümanlar, enerjilerini, “Kur’ân’a ve Sünnet’e uymak” yerine,
“Kur’ân’a ve Sünnet’e uymamak” bağlamında boşluklar aramakla harcamışlardır.
“Nasıl uygulasak” yerine, “nasıl yapsak da uygulamasak”ın derdine düşmüşlerdir.
İslâm târihi,
“insan târihi”dir.
İslâm ve
Modernizm, “apayrı birer din”dir. Bu nedenle bir müslümanın aynı-zamanda modern
de olması imkânsızdır. Hem müslüman hem de modern olmak, aslında “hem modern
hem de münâfık olmak” demektir.
İslâm ve
yozlaşma süreci her zaman şu şekilde işlemiştir: Vahiy, peygamber, İslam’ın
hâkimiyeti (yada çabası), uydurmalar, zırvalıklar, doğaya dönüş, pozitivizm,
deizm, ateizm, materyalizm, şeytanizm, şirk, küfür, adâletsizlik, ahlâksızlık,
rezâlet, ölüm ve cehennem.
İslâm yoksa
insan da yoktur. İslâm demek rûh demektir. Rûh olmayınca geride hayvandan
başkası kalmaz.
İslâm,
“Dünyâ-nefs yerine İslâm’ın merkeze alınması”dır.
İslâm, “kuru
îman dîni” değildir.
İslâm, “özerk” yaşanabilecek bir din değildir.
İslâm, “salt
bir îman ve ibâdet dîni” değil, “îman, ibâdet ve hayatı İslâm’a göre düzenleme
dîni”dir.
İslâm, “sos”
değil, “yemeğin kendisi”dir.
İslâm, “tedâvi
edilmesi gereken bir hastalık” değildir. Tedâvi edilmesi gereken şey,
insanların nefisleridir.
İslâm, “zayıf
olanı gözetmeyi” mü’minlere ve İslâm Devleti’ne “sorumluluk-takvâ” olarak
yüklerken; modernite, “zayıf olanların sömürülmesi ideolojisi”dir.
İslâm, -adı
üstünde- bir “barış dîni”dir. Fakat bu barış, “İslâm’ın şartlarında olan
barış”tır.
İslâm, batı’ya
karşıdır. Zîrâ çatışmasız yapamayan batı, İslâm’ı çatışma alanı olarak
seçmiştir. Bir direniş gördüğünde de İslâm’ı “çatışmacı” olarak görmektedir.
İslâm, bir
“masal dünyâsı” olmadığı gibi, İslâm ülkesi de bir “masal diyârı” değildir.
İslâm, bir
devlet ve yönetim-şeklidir.
İslâm, dâvet
ile başlar, devlet ile devâm eder. İslâm, Mekke’de “dâvet”, Medîne’de “devlet”
şeklinde tezâhür etmiştir.
İslâm, hiç-bir sistemin alt-sistemi
değildir, olamaz. İslâm en ileri derecedeki üst-sistemdir. Böyle olduğu için de
“İslâm’a uymak yada uymamak” durumu vardır.
İslâm, ilim-amel
bütünlüğüdür. Müslümanların bir türlü sağlayamadığı şey budur.
İslâm, insanı
aklına göre değil, takvâya göre değerlendirir. “Üstün” olanlar, modern dünyâda
olduğu gibi “çok akıllı olanlar” değil, “takvâlı olanlar”dır.
İslâm, îtirâz
(lâ/hayır) ile başlayan bir dindir. Bu îtirâz daha sonra isyâna dönmüştür.
İslâm, kişinin
sosyo-kültürel, sosyo-psikolojik ve sosyo-ekonomik durumunu değiştirmiyorsa, o
kişinin îmânı “ucundan-kıyısından îman etmek” şeklinde olur.
İslâm, Kitap’ta
durduğu gibi durmaz.
İslâm, köle
âzâd etmeyi yâni köleliği kaldırmayı ibâdet olarak getirmiş ve uygulamış olan
bir dindir.
İslâm, köleliği
bir-anda kaldırmak yoluna gitmemiştir. Çünkü böyle bir şey toplumsal bozulmaya
dönerdi. Fakat zamanla köleliğin kalkması için sistemi kurmuştur. Kölelik zâten
zamanla işçiliğe dönmüştür. Modern zamanlarda da kölelik kalkmamıştır,
“işçilik”e dönmüştür.
İslâm,
Kur’ân’ın yasama ve yargı, Sünneti’n ise “yürütme” olduğu sistemin adıdır.
İslâm, nereye
çekerseniz oraya gidecek bir din değildir.
İslâm, seküler
pencereden bakıldığında sıkıcıdır. O sıkıcılığı göze alamayanlar hakkıyla
mü’minlik yapamazlar.
İslâm, şeytânî zekâların sorularına cevap verme dîni
değildir.
İslâm, tek
orijinâl din’dir.
İslâm; “Kur’ân
ne diyorsa o”, “Peygamber nasıl yaptıysa öyle”dir. Kur’ân’ı emrettiğine ve
Peygamberimiz’in örekliğine göre İslâm’ı yaşamak zor gelince, mistisizm, bâtınîlik,
tasavvuf, alevilik, modernlik ve türevleri ortaya çıkmıştır. Bunlar -sözde-
işin kabuğuyla-dışıyla değil de “özüyle-içiyle ilgililermiş.
İslâm; şeytana, tâğuta ve nefse bir “dur” deme dînidir.
İslâm’a dâhil
olmuşsanız şunu iyi bilin ki, “istediğiniz gibi yaşamanız” ve “istediğiniz
kadar kullanmanız” yasaktır.
İslâm’a göre
toprağın kullanım hakkı, ona alın-teri karışan kişinindir. Toprak, kimin emeği
geçiyorsa onundur.
İslâm’a göre
tüm varlık “beşer için”dir ama adâlet ve eşitlik “beşerîlik” ile sağlanamaz.
Çünkü beşerî olunca “tüm beşer için” olmaz.
İslâm’a göre
yaşamak istememek, “nefse göre yaşayamamak korkusu”ndan kaynaklanır.
İslâm’a inanmak,
“İslâm’ın hâkim olabileceğine inanmak” demektir.
İslâm’a uymak “doğaya
uyum sağlamak” demektir. Doğaya uyum sağlamak, kevnî âyetlere uyum sağlamak,
kevnî âyetlere uyum sağlamak ise vahyî âyetlere uyum sağlamak demektir.
İslâm’da
“açılım” yoktur. Zîrâ İslâm, söylediğinden vazgeçmez.
İslâm’da “akıl-vahiy
birlikteliği” yoktur. İslâm’da akıl, vahyin kontrôlünde ve yönlendirmesinde
olmak zorundadır.
İslâm’da
“aşırıya kaçmak” normâldir. Zîrâ Kur’ân “aşırı”dır.
İslâm’da “hüküm
koymak”, sâdece vahiy ile hükmü söylemek-bildirmek” demek değil, “hükmü,
Peygamber ile uygulamada da göstermek”tir. İşte ancak o zaman hüküm tam
anlamıyla konmuş olur.
İslâm’da “özel
eğitim” yoktur. Zîrâ, odaklandığında herkesin idrâk edebileceği bir söylemi ve
eylemi vardır İslâm’ın.
İslâm’da
bilmek, uygulanmayla tamamlanır. Uygulanmayan şey tam olarak bilinmiş olmaz.
İslâm’da
bozulan yeminin cezâsı üç gün oruçtur. Fakat bu cezâ, bozulan “Hipokrat Yemini”ninde
yoktur.
İslâm’da
hiç-bir ibâdet diğer bir ibâdeti iptâl etmez-edemez.
İslâm’da
kişinin “ölüm günü” (senesi) anması olmadığı gibi, “doğum günü” kutlaması da
yoktur.
İslâm’da
nikâhsız evlilik ve cinsellik yoktur. Nikâhın olduğu yerde ise mutlakâ
“evlilik” var demektir. Evliliğin olduğu yerde ise câriyelik olmaz.
İslâm’da tek
seçim “peygamber seçimi”dir ki bu seçimi Allah yapar.
İslâm’da, bâzı
yararları olsa da, “zarârı daha çok olan şeyden uzak durmak” esastır.
İslâm’dan
“hurâfeleri temizleme çalışmaları” İslâm’ın hatırına ve hakîkati ortaya koymak
adına değil, modernizmin hatırına yapılmaktadır. Amaç, “modernizme uymayan”
şeyleri silmektir, “İslâm’a uymayan” şeyleri silmek değil.
İslâm’dan
vazgeçerseniz, müslümanlığınızı kaybetmiş olursunuz.
İslâm’dan ve
gaybtan kuşku duymaya “cesâret” edebilenler, niçin moderniteden kuşku duymaya
cesâret edemiyor?.
İslâm’ı
akla-rasyonâliteye indirgemek, İslâm’ı dinden bilime çevirmek demektir.
İslâm’ı
bilmeyenler, müslümanların yoğun bir zâhitlikle uğraşmaktan başka bir şey
yapmamaları gerektiğini düşünürler. Bu zannın arkasında, zâhitlikle kendini
açığa çıkaran tasavvuf zihniyeti ve modeli vardır.
İslâm’ı hayâta
hâkim olmaktan alıkoyan şey, İslâm’ı cüzlerine indirgemektir.
İslâm’ı
ibâdetten ibâret görenler, ibâdet ettikten sonra her günahı kolayca
işleyebilmekte, her kötülüğü hiç çekinmeden yapabilmektedirler.
İslâm’ı kabûl
etmek, “Allah’ım beni imtihan et” demektir.
İslâm’ı yâni Kur’ân ve Sünnet’i
bilmeyenler, benimsemeyenler ve yaşamayanlar, felsefeyi ve modern-bilimi matah
bir şey zannederler. Müslümanların felsefeden ve bilimden bu kadar
etkilenmemesinin ve bunlarla ilgilenmemesinin nedeni, çok daha üstün bir ilim
ve amel içeren bir dîne sâhip olmuş olmalarıyken; batı düşüncede ve
insan-merkezli olanların felsefe, modern-bilim ve de teknolojiden bu kadar
etkilenmesinin nedeni, İslâm’dan nasiplen(e)memiş olmalarıdır.
İslâm’ın “özü” ile “kabuğu” arasında fark olmaz. O yüzden
“İslâm’ın özü” diye bir şey yoktur. İslâm bir bütündür ve neyse odur.
İslâm’ın
âyetleri temporâl yâni geçici, zamansal âyetler değildir.
İslâm’ın
bahsettiği akıl ile modernizmin bahsettiği akıl farklıdır. İslâm’ın bahsettiği
akıl kâlbe dayanırken (akleden kâlp), modernizmin bahsettiği akıl beyne
(pozitivizm) dayanır.
İslâm’ın başka-başka yolları yoktur. İslâm’ın tek bir yolu
vardır, o da; Kur’ân ve Sünnet yoludur.
İslâm’ın gerçek idrâki, ancak hayâta hâkim olduğunda tezâhür
eder.
İslâm’ın hâkim
olduğu bir Dünyâ’da insanlar ya “isteyerek” müslüman olurlar, yada
“istemeyerek” zımmî olurlar.
İslâm’ın hâkim
olmadığı bir Dünyâ, “Dünyâ’yı kim sömürecek ve kim semirecek” savaşımıdır.
İslâm’ın hâkim
olmadığı bir ortamda “İslâmî bir ütopya” düşleyebilirsiniz. Fakat şunu
unutmayın ki İslâm bir ütopya değildir.
İslâm’ın
hükümleri, hepsi birden uygulandığında ancak tam bir sonuç verir.
İslâm’ın isteği şudur: Gökleri, Dünyâ’da tabiatı, hayvanâtı
hattâ insanın fizîki yapısını nasıl ki “sâdece O” düzenleyip idâre ediyorsa;
insanlar arasındaki sosyâl hayâtı, ekonomiyi ve siyâseti de “sâdece O”
belirlesin ve düzenlesin”. Bütün gürültü bu istekten dolayı kopuyor.
İslâm’ın
muhteşem örnekliği, peygamberlerin ve Peygamberimiz’in vahyin-Kur’ân’ın
kazandırmış olduğu bilinç ile amel-eyleme geçen “güzel örneklikleri” ile açığa
çıkar.
İslâm’ın,
beşer-merkezli olanlardan farkı, “kurtarma”yı, “kurtulmaktan sonra kurtarmak”
şeklinde yapmasıdır.
İslâm’sız
Dünyâ’nın bir sonraki aşaması, “insansız Dünyâ”dır. Zîrâ İslâm’sızlık
“insans”ızlıktır.
İslâmafobi
“İslâm korkusu” değil, “İslâm nefreti”dir.
İslâmcılık
karşıtlarının İslâmcılığı eleştirmelerinin nedeni, hayatlarında hiç “İslâmcı”
görmemiş olmalarıdır.
İslâm-dışı
siyâsetin yaptığı şey “insan besiciliği”dir. İhtiyaç oldukça beslediklerini
sağar yada kesip yer.
İslâmî yönde
değişmiyorsanız, İslâm’ın o mesajını ya anlayamamış yada “kabûl edemiyorsunuz”
demektir.
İslâmî yönetim
hâricindeki yönetim-şekilleri, birer “saltanat mücâdeleleri”dir. Buna demokrasi
de dâhildir.
İslâm-merkezli olmayan devletler ve
sistemler, insanların sâdece refah ve güvenliğini iyileştirmekle ve korumakla
yetinirler. Gerçi bunda çok da başarılı olamazlar. İslâm devleti ise insanın
mânevî yanını da hesâba katar ve bunu da iyileştirmek ve korumak için önlemler
alır ve çalışmalar yapar.
İsrâf etmek, terbiyesizleştirir.
İsyân çıkarmayanlar, nisyân ile cezâlandırılırlar.
İsyân etmek
için çok neden var.
İsyân
etmeyenler, “insan” olamazlar.
İsyân, zulmün-mazlûmiyetin çoğaldığı yerden çıkar.
İşi kaybetmek
“rızkı kaybetmek” anlamına gelmez. Zîrâ rızkı veren Allah’tır.
İşi yapanlar, “daha akıllı olanlar” değil, “daha becerikli
olanlar”dır.
İşinize gelen
şeyler dîninizdir. Hak din ise, (“imtihan”dan dolayı) işinize gelmeyen
şeylerden oluşur.
İşsizler,
“yedek işçiler”dir.
İşsizlik,
mutlakâ “kalifiyeli eleman” açığını da yanında getirir.
İyi doktor,
“bilinçli hastalarla karşılaşan” doktordur.
İyi hayat yaşamak,
“daha çok tüketebilmek”le olan bir şey değildir.
İyi insan
olabilmek için “kötülük yapmamak” yetmez, “kötülükleri kaldırmak için çalışmak”
da gerekir.
İyi
insanlar ikiye ayrılır: 1-Bir-çok kişiye iyi insanlar; 2-“Kendine iyi”
insanlar.
İyi insanlar kente ayak uyduramazlar. Bu nedenle kente ayak
uydurabilenlerde biraz yavşaklık vardır.
İyi niyetli
kararlar almak, imtihanı celbeder.
İyi, vahyin
“iyi” dediğidir, “daha fazla” “daha iyi” demek değildir.
İyilik fedâkârlıktır.
Kabûl
etmeyeceğiniz yada en kısa zamanda unutup gideceğiniz şeyleri okumanın yada
dinlemenin bir yarârı yoktur.
Kader “ateşin yakması”dır, “ateşin çıkması” değil.
Kader
bilgisizliğin konusu olabilir ama gaybın konusu değildir.
Kader,
“yazılmış yazı” değil, “yazılmış yasa”dır.
Kadın “görünür”
oldukça İslâm “görünmez” olur. İslâm medeniyetinde kadın çok da fazla görünmez.
Kadının; başörtüsü-cilbab, bahçe ve ev olarak üç farklı tesettürü vardır. İslam
medeniyetinde kadın bu üç tesettürün ardındadır.
Kadın için
“yeterli” bir para Dünyâ’da yoktur.
Kadın ne kadar
görünür ve “gösterir” olursa, İslâm o kadar az görünür ve gösterilir olur.
Kadın, evden dışarıya adımını attığı
anda ya eziyet eder yada eziyet görür.
Kadının aşırı
övülmesi ve yüceltilmesi “şiir” ile başlamıştır.
Kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığının delîli,
kadının, erkeğin koluna girip kaburgasına-kaburgasına sokulmasıdır. Geldiği yer
onu çekiyor.
Kadının
ev-dışında çalışmak için ne zamânı, ne dermânı, ne de fermânı vardır.
Kadının işyeri
evidir.
Kadınlar boş kaldığında çenesine vurur. O yüzden sürekli
olarak bir şeylerle meşgûl olmaları gerekir. Fakat bu meşgûliyet ev-dışında
değil, ev-içinde olursa sorun çıkmaz.
Kadınlar
fedâkârlıklarından dolayı işlerini “ölümüne” yaparlar. “Kadın Çalışmalı”
yaygarasının arka-plânında bu var.
Kadınlar hem
“güçlü erkek” isterler hem de şiddet görmek istemezler.
Kadınlar ve
kızlar “dişi” olma bakımından aynıdırlar ve hepsi de aynı özellikleri
gösterirler. Aralarındaki bilgi, makam, ekonomik fark ve kariyer, “aynı
davranışta bulunma”yı değiştirmez.
Kadınlar,
dansöz gösterisi de olan düğünlere kocalarıyla birlikte gitmekten çekinmiyorlar
ama kocalarının pavyonda dansöz izlemeye gittiklerini duyunca dünyâ başlarına
yıkılıyor ve kıyâmetleri koparıyorlar. Bu ne yaman çelişkidir?. Pavyona da birlikte
gitseler sorun olmayacak mı yâni..
Kadınların
“peçe”si ile uğraşacağınıza, emperyâlizmin “pençe”si ile uğraşın.
Kadınların
işleri hiç bitmez. Çünkü konuşmaktan iş yapmaya sıra gelmez.
Kadim sorun,
“insanı ve toplumu, -doğayı olduğu gibi- Allah mı yönetecek, yoksa insan/beşer
mi yönetecek” sorunudur.
Kâfirin
Mekke’li olanı ile –meselâ- İzmir’li, İstanbul’lu olanı arasında fark yoktur.
Kâfirler,
müşrikler, münâfıklar, ahlâksızlar vs. kendileri gibi olmayanlardan nefret
eder.
Kâfirlerin ve
müşriklerin, kurdukları bâtıl ve sapık yolda kararlı oldukları gibi, biz de hak
yolunda onlar kadar kararlı olamıyoruz.
Kâfirlerle,
müşriklerle, gayr-ı İslâmî sistemlerle ve düşüncelerle ortak bir zeminde
buluşmak şirktir, küfürdür, cehâlettir.
Kâinâtı
matematiğe indirgemek, onu ruhsuzlaştırmaktır.
Kâinâtın,
Dünyâ’nın, insanın ve tüm varlığın belli ve sınırlı harekete ve değişkenliğe
sâhip bir formatı vardır. Bu nedenle varlıktan, sonsuz ve sınırsız bir hâl ve
hareket gözlemlenmez ve beklenmez. Ne olacağı, “olmuş” ve “olmakta olan”a
bakılarak anlaşılabilir. O hâlde Kur’ân da, târih boyunca benzer şekilde olmuş
ve olmakta olan hakkında konuşan bir kitaptır. Yoksa varlıkta hiç
bilmeyeceğimiz ve Kur’ân’ın açıklamakta çâresiz kalacağı bir durum ortaya
çıkmayacaktır. Bundan sâdece modernizm müstesnâdır. Zîrâ modernite, doğal,
normâl ve fıtrî yoldan bir sapmadır.
Kâinatta
hiç-bir şey kendisi için yaşamaz.
Kâinatta
hiç-bir şey mûcize değildir, çünkü her-şey mûcizedir.
Kâinatta -insan
ve hayvandan başka- bencil olan bir varlık yoktur.
Kalıcı din,
düşünce, felsefe ve ideolojiler, eleştirellik içerenlerdir.
Kalite, insanın
yaptığı şeye ne kadar rûh katabildiği ile ilgilidir.
Kâlpler gerçek
anlamda ne malla-mülkle-parayla, ne de makamla-kadınla tatmin bulur. Kâlpler
ancak ve ancak Allah’ın zikriyle; yâni ilim, amel ve eylem bütünlüğü ile tatmin
bulur.
Kâlpler
İslâm’la ve “helâl” ile tatmin olmayınca, nefisler Dünyâ ve “haram” ile tatmin
olmak isterler.
Kanser;
“yapılması gereken” işleri yapmayıp da “yapılmaması gereken” işleri yapmaya
başlayan hücreler nedeniyle ortaya çıkar.
Kapitâlizm
“huzûr İslâm’dadır” sözünün yerine “para var huzur var” sözünü koymuştur. Fakat
bir türlü huzûra erememiştir.
Kapitâlizm,
“kendi emeği ile geçinmek” yerine, “başkasının emeği üzerinden geçinmek”
zulmüdür.
Karanlık
orta-çağ, karanlık modern çağ kadar “karanlık” değildir.
Kardeşlik sohbeti “kardeşlik” değildir. Kardeşlik bilgisi ve
sohbeti kardeşlik değildir.
Karşınızda
îtirâz eden bir kişi yoksa, gittiğiniz yolun “doğru” olduğunu
zannedersiniz.
Karşısındaki kişiyi, kendisine karşı ezik-büzük davranmadığı
için, onu “çok kibirli” ve “aşırı egolu” görenler kibrin ve egonun
timsâlidirler.
Kavgasız-döğüşsüz
müslümanlık olmaz.
Kavimlere gelen azaplar, tabiatın devrimleridir.
Kavmiyetçilik,
sınırlanmaktır.
Kaybedecek
şeyleri olanlar, kaybederler.
Kedi kendini ne
kadar şişirirse-şişirsin aslan olamaz.
Kendi içtihadlarını yap(a)mayanlar, mecbûren başkalarının
içtihadlarını kânun yaparlar. İlginç olan ise; yaptıkları o kânunlara bir-zaman
sonra taparcasına inanmalarıdır.
Kendi plânlarınız olmazsa, ömrünüzü başkalarının plânlarını
çözmekle geçirirsiniz. Plânın birini tam “çözdüm” dediğinizde, karşı taraf yeni
bir plân yapmıştır bile.
Kendilerini
amel-eylem anlamında değiştirmek istemeyenler, hep aynı muhabbetleri yaparlar.
Kendine
“müslümanım” diyen biri, İslâm’ın yasakladıkları şeylerden birini yapmışsa,
bunu “müslüman” olarak yapmış olamaz.
Kendine iyi
bakamazsın, o yüzden sen iyisi mi “Allah’a emânet ol”.
Kendini bilen
insanlar, bilgileriyle değil, olgun sözleriyle ve olgun davranışlarında açığa
çıkar. Davranışa yansımayan bilgi, kişiyi “çiğ”likten kurtaramaz.
Kendini dînin
yerine ikâme eden bilimi, Dîni anlamak için yegâne yol olarak görmek,
ahmaklığın daniskasıdır.
Kendini
modernizm ile sınırlama!.
Kendini/kendilerini
paralayan birisi/birileri olmadıkça Dünyâ ve insanlık, maddi yada mânevî olarak
olumlu anlamda değişmez. İşte bu yüzden mesele, “kendini paralayacak
birilerinin olması yada olmaması” meselesidir. Îman etmek, “Allah rızâsı için
paralanmayı göze alabilmek” demektir.
Kendiniz
yapmayacağınız şeyi başkasından beklemeyin.
Kendinizi iyi hissetmiyorken birisi size “seni iyi gördüm”
diyorsa, durumunuzdan şüphelenin!.
Kendinizi neye bağlı sayıyor ve neye âit hissediyorsanız,
dîn olarak da ona bağlısınız demektir.
Kendisi için imkânsız gördüğü kötü bir şeyi başkası için
mümkün görmek, ağır bir kibir ve bencillik hâlidir.
Kendisindeki gücü istismâr etmeyecek tek güç Allah’tır.
Kente
yaklaşıldıkça, dinden uzaklaşılır.
Kentlerde-köylerde
normâl günde giyimine-kuşamına dikkat eden kadınlar-kızlar, denize ve düğüne
gittiğinde açılıp-saçılmaya başlıyorlar.
Kentte
kendinize yüksek hedefler koyarsanız, köydeki küçük hedeflerinizden vazgeçmeniz
gerekir.
Kerâmet göstermek isteyenler, kerem (cömert) sâhibi
olsunlar.
Kılıç
kullanmaktan bahsetmeyen din “hak din” değildir.
Kılık-kıyâfet devrimi, tesettüre yapılmış bir saldırıdır.
Kırmızı ışıkta
âni fren yaparak duran fakat Allah’ın “dur” dediği yerde durmayan insanlar ortaya
çıktı.
Kırsal yerler
insanları kabalaştırırken, kentler ise şerefsizleştirir.
Kıyâm etmeyenler, “kıyâmet” ile cezâlandırılırlar.
Kıyâma durmadan kıvâma erilemez.
Kıyâmet gelmeden önce kıyâm et!. Ya
kıyâm et, ya kıyâmet.
Kıyâmetin alâmeti, kıyâmetin kendisidir. O bir-anda gelir.
Kızlar için;
“çalışın da hayâtınızı kurtarın” sözü yanlıştır. Doğrusu şudur: “Ey kızlar!;
çalışıp da hayâtınızı karartmayın”.
Kibir, durduğu yerde durmaz. Kibrin varacağı en uç yer,
“Allah’lık iddiâsı”dır.
Kibrin
sıfırlandığı hâl, “secde hâli”dir.
Kilisenin
bilim-adamlarına olan düşmanlığı ve engizisyon mahkemelerini kurması, o
bilim-adamlarının bilgiyi müslümanlardan almış olduğundan dolayıdır.
Kime
borçluysanız ona kul olursunuz. Mü’minlik “sâdece Allah’a borçlu olmak” demektir.
Kimi örnek
alıyorsanız, onun dînindensiniz demektir.
Kimi taklit
ediyorsanız ona yenilmişsinizdir.
Kiminle
içli-dışlı olursanız, kâpleriniz onlara benzer.
Kimseye muhtâç olmak istemeyenler, herkesin kendilerine
muhtâç olmalarını isteyenlerdir.
Kimseyi “dost”
edinemeyenler, psikologların “kanki”leri olurlar.
Kişi, devamlı
yapmadığı şeyin ustası olamaz.
Kişi, öleceğinin farkına varır ama öldüğünün farkına
varamaz.
Kişinin
“Allah’a inanıyorum” demesi bir şey yapmasını gerektirir, ama “inanmıyorum” demesi
bir şey yapmasını gerektirmez. İnanmıyorum sözü pasiftir. Bu nedenle pasifliğe
götüren şey geçerli ve üstün olamaz.
Kişinin
bakış-açısı, baktığı ve gördüğü şeyi etkiler ve ondan aldığı algıyı
farklılaştırır ve değiştirir.
Kişinin kim ve ne olduğu, söylemediklerinde gizlidir.
Kişinin,
oturduğu yerden “başkasının yanlışını söyleme” hakkı yoktur. Daha iyisini
yapmayanlar, daha kötüsünü eleştiremezler.
Kişiyi
inanmak değil, îmâna yönelik işler yapmak kurtarır.
Kişiyi kötü
olmaktan gerçekten engelleyecek şey, “devlete hesap vermek” değil, “Allah’a
hesap vermek” korkusudur.
Kitleler, gerçek anlamını bilmedikleri şeylerin peşine
düşerler.
Kitleleri sâdece
tebliğ ve dâvet ile iknâ etmek ve kazanmak imkânsız bir şeydir.
Klâsik bilim
yada tümdengelimde bilim, zâten ne olduğu belli olan şeyin işleyişini
araştırdığı için alâkasız bir yere varmazken, modern bilim yâni tümevarım ise,
ille de yeni ispatlar araken aşırı incelemeye tabi tuttuğu şeyi, olduğu gibi
olmaktan ayırdı. Aşırı incelenen şey o olmaktan çıkar.
Klâsik çalışma biçimi, “herkesin kendi kazancı için” olan
çalışma biçimiydi; modern çalışma şeklinde ise “başkasının kazanması için
çalışmak” vardır. İnsanları buna nasıl da râzı ettiler..
Klâsik dönemde
konjonktüre paralel hadis uydurmak ne ise, modern dönemde konjonktüre paralel
modern âyet yorumları yapmak odur.
Klâsik
Yunanlılar için “eski Yunan” derler. Hâlbuki “eski Yunan” diye bir şey yoktur,
sâdece “Yunan” vardır. Çünkü “yeni Yunan” yoktur. Yunanistan, toplama bir
devlettir.
Klip, müziği-melodiyi
blôke eder.
Kolay elde edilen fazla zevk vermez. Zor ve riskli olanlar
daha çok tatmin edicidir. Ayrıca değeri bilinir.
Kolaycılık,
insanı çürütür.
Koltuk sevdâsıyla kör olanlar, babaları dâhil hiç kimseyi
tanımazlar.
Komünizmin ve sosyâlizmin en büyük
sorunu, insanlarda bir nefsin olduğunu ve nefsin dizginlenebilmesinin tek
yolunun ancak İslâm ile mümkün olabileceğini idrâk edememesi yada kabûl
edememesidir. Komünizm ve sosyâlizm, “nefse yenilmiş” ideolojilerdir.
Korktuğunuz şeyle yüzleştiğinizde, o şeyin
aslında o kadar da korkulacak bir şey olmadığını görürsünüz.
Korku filmi
izlerken korkmak istemiyorsanız, filmin sesini kapatın.
Korku, sevgiden daha öndedir. Zîrâ Dünyâ cennet değildir ve
Dünyâ “imtihan dünyâsı”dır. İmtihanın olduğu yerde bir ürkeklik olur ve sevgi
daha siliktir. Yine, korku sevgiye göre daha etkileyicidir. Fıtratı daha çok
etkileyen şey sevgiden ziyâde korkudur. İnsana; “anne-babanı, eşini ve
çocuklarını yâni âileni, evini-arabanı ve sevdiğin her-şeyi sevme duygun mu?, yoksa
onları kaybetme korkun mu daha fazla?” diye sorulsa, elbette kaybetme korkusu
daha ağır basar. Dünyâ’nın formatı böyledir ve bu durum sevginin üstün olduğu
cenneti farklı ve anlamlı kılar. Dünyâ’da ise insan, bildikçe yâni âlim oldukça
Allah’tan daha çok korkar. Çünkü Allah’tan en çok korkanlar âlimlerdir.
Korona bir
“porno”dur. Porno “bir şeye odaklanmak, o şeyi aşırı öne çıkarmak” demektir.
Meselâ normâlde dönüp bakmayacağınız diz-altı bacak görüntüsüne, eğer kamera
bacağa odaklanırsa o görülen şey tahrik edici ve erotik-porno olur. İşte korona
da “aşırı gösterim”de olan tshrik edici pornografik bir virüstür. Yoksa normâl
influenza virüsünden daha riskli ve tehlikeli değildir.
Korona bir
virüs salgını değil, “korku salgını”dır.
Korona ile
mücâdele için 6-7 aydır aşı-ilaç bulma çalışmaları yerine Allah’a duâ edilip
yakarılsaydı daha olumlu sonuçlar alınırdı. Zîrâ bir arpa-boyu bile yol
alınamamıştır.
Korona
nedeniyle maske takmak, “maske” üstüne maske takmaktır. Zîrâ modern insan kendi
olamadığı için zâten her dâim maskelidir.
Korona ve
sosyâl mesâfe, aslında muhâtap olmaya gerek olmayan insanları belli etmiştir.
Korona-virüs bize, ihtiraslarımızın ihtiyaçlarımız
olmadığını gösterdi.
Korona-virüs göstermiştir ki, şerrin
yayılması, hayrın yayılmasından çok daha hızlı oluyor.
Korona-virüs ile birlikte insanların en çok neyden korktuğu
ortaya çıktı. İnsanlar “ölüm-ötesi”nden değil, “ölmekten” korkuyorlar. Ölmemek
için her-şeyden vazgeçebiliyorlar.
Korona-virüs ile birlikte salgınların ilkellikle bir alâkasının
olmadığı anlaşılmıştır. Beton, asfalt ve hijyen korona-virüsü önleyememiştir ve
insanlar kırsal alanlara kaçmaktadır. Böylece modernizmin bir teorisi daha
çökmüştür.
Korona-virüs
nice modern teorileri çürüttü.
Korona-virüs olayı ile birlikte, modern aklın ortaya koyduğu
bilim ve teknolojinin, bir abdest kadar bile gücünün olmadığı anlaşılmıştır.
Korona-virüs
olayı, aklını kutsamış olan modern insanın aslında ne kadar da aptal olduğunu
ortaya koymuştur.
Korona-virüs salgını, bir nevî “kıyâmet provası” gibidir.
Korona-virüs, modern insanın üç tanrısını yıktı: Akıl, para,
modern-bilim ve teknoloji.
Korona-virüs’ün tüm Dünyâ’yı etkileyen bir salgın hâline
gelmesi, tüm Dünyâ’nın sapkın hâle gelmesinden ve sapmış olmasından dolayıdır.
Korona-virüsten en çok etkilenenler, emperyâlizmi en yoğun
kullananlardır.
Kozmetik değişiklikler-değişimler, gerçek
değişiklikler-değişimler değildir.
Kozmetik,
“yüzü örtmek” anlamında “küfür”dür.
Kök olma filiz ol. Kök karanlığa, filiz
aydınlığa doğru gider. Karanlığı değil, aydınlığı seç.
Köle, borcunu
ödeyemeyen ve alacaklısına esir olan kişidir.
Köle,
kölelikten kurtulamayacak olduktan sonra, kölenin efendisinin değişmesinin
köleye bir faydası olmaz.
Köleliğe alışmış olanların en büyük
hayâli, “kaliteli bir kölelik içinde yaşamak”tır.
Köleliğin
klâsik yada modern anlamda devâm etmesinin en önemli nedenlerinden biri de;
Dünyâ’nın bir bölgesindeki kölelerin, kendilerini, Dünyâ’nın diğer bölgesindeki
kölelerden üstün görmesidir. Meselâ Batı’nın köleleri, kendilerini, Doğu’nun
kölelerinden üstün görmektedirler. “Profesyonel kölelik” de bir köleliktir.
Kölelik
sisteminde köle sâhipleri kölelerinin ihtiyaçlarını “asgarî” seviyede
karşılarlardı. Şimdiki “köle” sâhipleri onu bile yapmıyor.
Köpek, nerede ulursa ulusun, köpektir.
Körü-körüne bağlılık, kişiyi, bağlı olduğunun lehine aşırı
yoruma zorlar.
Körü-körüne
bağlılıklar, bir süre sonra aynı şeye “körü-körüne düşmanlıklara” dönüşür.
Körü-körünelik
olunca göz-ardı etmek kaçınılmaz olur.
Kötü fiiller ve kötü insanlar çoğaldıkça, kötü fiiller ve
kötü insanlar “kötü” olmaktan çıkıyor.
Kötü görülen ve
gösterilen “radikâl İslâm” sözü çok absürdtür. Zîrâ İslâm baştan-sona
radikâldir.
Kötülükten uzak
kalarak “iyi insan” olunamaz.
Köyden kente
göçüş, köylünün kentlerde “modern sömürüye tabi tutulması projesi”dir.
Krizler çıkıp üretim ve ekonomi bozuldukça, doğa rahat bir
nefes alır.
Krizler,
insanları fakirleştirme-sömürge projesinin gerekçesi olarak ortaya çıkarılır.
Kulluk, sâdece ibâdetle ilgili konularda değildir. Sosyâl,
siyâsal, ekonomik ve hukûki alanda da “sâdece Allah’a” kulluk
yapılmalıdır.
Kur’ân
“Allah’ın sözü”dür, “Allah” değildir.
Kur’ân
“dokunulmaz” bir Kitap değildir. Böyle olduğu için “okunulmaz” da değildir.
Kur’ân
“İslâm’ın aklı”, Sünnet ise “İslâm’ın akıllı eylemi”dir.
Kur’ân “kâlpler
için” bir şifâdır; zihinleri ise allak-bullak eder, Dünyâ’nın altını üstüne
getirir. Zîrâ o “büyük bir haber (Nebe’)”dir.
Kur’ân “ne
yapılacağını” söylerken, Sünnet “nasıl yapılacağını” gösterir. Buradaki “gösterir”
kelimesi önemlidir. Kur’ân ne yapılacağını söyler ama nasıl yapılacağını
gösteremez.
Kur’ân akılla
çelişmez, akıl Kur’ân ile çelişiyor.
Kur’ân bilim
ile ilgili şeylerden bahsetse de, Kur’ân’ın hedefi ile bilimin hedefi aynı
değildir.
Kur’ân bütünlüğünü
yâni Mekkî ve Medenî âyetleri birlikte değerlendirmeyerek sâdece Mekkî
âyetlerle ilgilenilmesinin nedeni, Mekkî âyetlerin yoruma ve farklı anlaşılmaya
müsâit olmasından dolayıdır.
Kur’ân düşmanı
olan “Kur’ân’cılar” var.
Kur’ân en çok,
“Kur’ân bize yeter” diyenlere yetmemekte ve onu sürekli aşırı yoruma boğarak
tahrif etmektedirler.
Kur’ân eyleme geçirilmediğinde anlamlandırma sorunu yaşanır.
Böylece ilgisiz anlamlar zihinleri doldurur.
Kur’ân ezelî
değilse ebedî de değildir. Ebedî değilse tüm zamanlar için olamaz. Tüm zamanlar
için olmayan şey “değişebilir” düşüncesi oluşturur.
Kur’ân için “bu
zamanda uygulanamaz” demek, “ben bu mevcut modern hayattan memnunum” demektir.
Kur’ân için
önemli olan “Ay’a çıkılması” değil, insanın “sırât-ı müstakîm üzre olması”dır.
Kur’ân kusursuz
bir kitap, içinde aradığımız her-şey var, insana hem bilgi-bilinç hem de huzûr
veren bir kitap, insanın hayâtını değiştiren kitap… Eee!. Ne olacak şimdi?.
Kur’ân
olmasaydı Sünnet olmazdı, ama Sünnet olmayınca Kur’ân bir işe yaramaz-yaramıyor.
Kur’ân varken,
başka yerlerde ve şeylerde “Allah’ı aramak” sapıklıktır.
Kur’ân ve
Sünnet bu zamâna ve mekâna uygun değilse -ki değildir-, mü’minlere düşen şey,
Kur’ân’ı ve Sünnet’i değil, mekânı, dolayısıyla zamânı değiştirmektir.
Kur’ân ve Sünnet ile değil de modern-bilim ve teknoloji ile
iknâ olanlar, modern-bilim ve teknolojiyi din yapmışlar demektir.
Kur’ân ve
Sünnet yolunun dışındaki yollar, “İslâmî yaşamdan nasıl kurtulabilirim
çabası”dırlar.
Kur’ân ve
Sünnet, modern insanın “son fırsatı”ıdır.
Kur’ân,
“ateist”lerle değil, “ataist”lerle uğraşır.
Kur’ân, “son kullanma târihi geçmiş”
bir Kitap değildir, hiç-bir zaman da olmayacaktır. “Kâfirler” ne kadar kabûl
etmese de..
Kur’ân, “tepeden
inme”dir. Çünkü Kur’ân tepeden inme olduğu için hayâta müdâhildir.
Kur’ân,
bilinmekten ziyâde, uygulanmayı bekleyen bir Kitap’tır.
Kur’ân,
İslâm’ın son Peygamberi’ne indirilen İslâm’ın son vahyidir.
Kur’ân,
kendisine takvâ ile yönelmeyeni saptırıp çarpar. Modern müslümanlar içinde
“Kur’ân çarpmış” kişiler ortalığı doldurmuş durumdadır.
Kur’ân,
modernite tarafından engellenip sınırlandırılabilecek bir Kitap değildir.
Kur’ân moderniteyi de aşan bir Kitap’tır.
Kur’ân, Sünnet,
bilim, akıl, mantık vs. istediğiniz delîli getirin, insanların çoğu yine de
mevcut zihniyetlerine, alışık oldukları şeylere, hayâllerine, arzularına ve
çıkarlarına göre hareket edeceklerdir. O yüzden “güzellikle” olmaz.
Kur’ân; “el” ve
“dil” değmeden hazırlanmıştır.
Kur’ân’a en
doğru yaklaşım şekli, Peygamber’in yaklaştığı gibi yaklaşmaktır.
Kur’ân’a îman
edenler “âhiret cenneti”ne; Kur’ân’ı istismâr edenler ise “dünyâ cenneti”ne
girerler.
Kur’ân’a îman
etmek, “onun kapağına-cildine îman etmek” demek değil, “Kur’ân’ın içindekilere
îman etmek ve gereğini yerine getirmek” demektir.
Kur’ân’cılar,
“Kur’ân abdestin sâdece namaz için olduğunu söyler” derler, onlara; “tavaf için
abdeste gerek yok mudur?” diye sormak gerekir.
Kur’ân’da
“zamanla anlamsızlaşacak” âyetler yoktur.
Kur’ân’da bizi
ilgilendirmeyen hiç-bir âyet yoktur.
Kur’ân’da
karşılığı olmayan bir Sünnet olamaz. Zîrâ Sünnet, zâten Kur’ân’ı hayâta aktarma
tarzıdır.
Kur’ân’da
sürekli söylenen; “yalnızca Allah’a kulluk edin” sözü, “yalnızca Allah’ın
kânunlarına uyun” demektir.
Kur’ân’da, Peygamberimiz’den daha iyi anlayacağımız bir şey
yoktur.
Kur’ân’daki
anlamın tamâmı metinde değildir. Anlamın belki de daha çoğu, onun hayatta mâkes
bulmasındadır. Yâni anlamın çoğu amel-eylemdedir.
Kur’ân’daki
tekrarlar Kur’ân’ın salt bilgi amaçlı olmadığını ve onun inanç, amel ve eylem
yönünün de olduğunu gösterir.
Kur’ân’dan
başka vahiy yoktur, fakat İslâm “sâdece Kur’ân” değildir.
Kur’ân’ı “en
ideâl hayat senaryosu” olarak kabûl edersek, Hz. Muhammed de o senaryonun baş-rôl
oyuncusudur.
Kur’ân’ı anlama
sorununun nedeni, “Kur’ân’ı anlama çalışmaları”dır.
Kur’ân’ı anlama
ve yorumla sorunu, “Kur’ân’ı neye göre anlayacağız ve yorumlayacağız”
sorunudur.
Kur’ân’ı okuduğunuzda keyfiniz
kaçmıyorsa ve kafa-beden konforunuz bozulmuyorsa, siz Kur’ân’ı
“Kur’ân-merkezli” olarak okumuyorsunuz” demektir. Kur’ân-merkezli okunmayan
Kur’ân; lâik, demokratik, kapitâlist, liberâl, komünist, sosyâlist, feminist,
muhâfazakâr ve modern yâni çıkar-merkezli okunuyor demektir. Fakat bu,
“Kur’ân’a uymak” değil, “Kur’ân’ı cehâlete ve menfaate uydurmak” demektir.
Kur’ân’ı
sürekli olarak yorumlanıp günümüze uydurma düşüncesi, modernitenin bir
uygulamasıdır. Burada “her-şey değişiyorsa din de değişmelidir” mantığı işler.
Kur’ân’ı
takvâsız okumak, amel-eyleme dönük olmayacak şekilde, “ruhsuz bir şekilde
okumak” demektir. Rûh, amele-eyleme döndüğü anda açığa çıkar.
Kur’ân’ın
Allah’ın değil de Muhammed’in kitabı olduğunu söylemek, “ondan hiç-bir çelişki
yoktur” âyeti bağlamında, ya, “bir insanın kusursuz bir kitap yazdığını” yada o
insanın yazdığı kitabın kusurlu olduğunu söylemek ve kabûl etmektir.
Kur’ân’ın
âyetlerini anlayıp-kavramaktan ziyâde, o âyetleri kabûl edip savunmak ve o
âyetlere göre hareket etmek önemlidir.
Kur’ân’ın
bahsettiği akıl ile felsefenin bahsettiği akıl farklıdır, farklı çalışır.
Kur’ân’ın
bâzı âyetleri akıl ile uyuşmaz. Zîrâ Kur’ân akıl-üstü bir Kitap’tır.
Kur’ân’ın
bizden istediği, “Peygamber’i taklit etmek” değil, “Peygamber’i örnek
almak”tır.
Kur’ân’ın değiştiğine inananlar,
Atatürk ilke ve inkılaplarıyla demokrasinin ve cumhûriyetin niteliklerinin de
değiştiğini düşünmezler ve kabûl etmezler.
Kur’ân’ın değiştirdiği mü’minler, “değişik” işler yapmaya
başlarlar. Bu onlara zor da gelmez. Değişip-değişmediğimiz, değişik işler
yapıp-yapmadığımızla belli olur.
Kur’ân’ın
güzelce tebliğ ettiği şeyleri reddederseniz, hayat, (sünnetullahın gereği
olarak) o şeyleri size dayatır. İslâm’da zorlama yoktur ama, sünnetullahta
zorlama vardır. Meselâ Kur’ân “günde beş kere abdest alın” der, “temiz ve helâl
yiyin” der, “evlerinizde oturun” der, “Dünyâ’ya çok da tamah etmeyin” vs. der.
İşte bunları (Kur’ân’ın bir emri olarak) güzellikle yapmazsanız, (sünnettullah
gereğince) zorla yapmak zorunda kalırsınız.
Kur’ân’ın hüküm
koymada şirk koşulmasına bir şey diyemeyenler, şirk konusunu “din adamlarının
haram-helâl koyması”na indirgiyorlar.
Kur’ân’ın
hükümleri, “hareket hâlinde olan” toplumlarda billurlaşır ve yankı bulur.
Hareketsiz toplumlar Kur’ân’ın hükümlerini anlamsız bulurlar ve “hükmü geçmiş”
görürler.
Kur’ân’ın ilk
emrini (oku!) yerine getirmeyenlerin diğer emirleri hakkıyla ve bilinçli bir
şekilde yerine getirmeleri mümkün değildir.
Kur’ân’ın inişi
ve uygulaması tamamlandıktan ve Peygamberimiz vefât ettikten sonra eğer kıyâmet
kopmuş olsaydı, bu dinde hiç-bir eksiklik olmuş olmazdı.
Kur’ân’ın
kelimelerini-harflerini öyle bir inceliyorlar ki, “sanki Sümer tabletlerini
çözmeye çalışıyorlar” zannedersiniz.
Kur’ân’ın
kendisi bir “kaynak Kitap”tır, başka kaynak kitaplara ihtiyâcı yoktur.
Kur’ân’ın ne
dediğinden çok, Peygamberimiz’in Kur’ân’ın dediklerini kavlî ve fiîlî olarak
nasıl yorumladığı önemlidir.
Kur’ân’ın
Türkçeleştirilmesi niçin Cumhûriyet ile başladı?. Çünkü Cumhûriyet ile birlikte
Türkçe’den 60.000 kelime atıldı ve Türkçe’ye de Frenk dillerinden 15.000 kelime eklendi. Böylece Türkçe özünden uzaklaştı.
Sonuçta, aslında “Türkçe” olan Kur’ân dili anlaşılmamaya başlandı. İşte bu
nedenle de Türkçe meâllerin sayısı 300’leri geçti.
Kur’ân’ın
yorumu Kur’ân bütünlüğüne ve sünnete göre olmalıdır, moderniteye ve keyfe göre
değil.
Kur’ân’ın
yüzünden arapça olarak okunması, onu okuyana en azından rûhen fayda verir ama;
o kişinin Kur’ân’ı yüzünden arapça olarak okumasının bana yada mazlumlara ne
faydası var?. Oysa Kur’ân “kâlplere şifâ” olduktan sonra, mazlumlara da
dermandır.
Kur’âncıların
dediği gibi, “Sünnet’e ihtiyaç olmaması”, “Peygamber’e ihtiyaç olmaması”
demektir.
Kur’ân-merkezli
âhiret îmânı ve bilinci olmayanların yapacağı yada hayâlini kuracağı şey,
“refahı tâkip etmek”ten başkası değildir.
Kur'ân'da
"öz" ve "kabuk" şeklinde iki farklı dînî anlayış yoktur.
Kurban Bayramı bir “vahşet” değildir, fakat “garibanların et
yememesi” vahşettir.
Kuş beslemek istiyorsanız, balkona biraz buğday atmanız
yeterlidir. Kuş beslemek için ille de kuşu kafese koymaya gerek yoktur.
Kutsal olan
biraz “sıkı-cı”dır. Çünkü sıkı tutar.
Küçük çocuklar, merhâmeti celbeden en
etkili varlıklardır.
Küçük kâinat
olan insan bozulduğunda, büyük kâinat olan evren de bozulmaya başlar.
Küfür ve şirki
yıkmak, ilk önce “küfrü ve
şirki dile dolamak”la
başlar.
Küfür, “rengârenk” olsa da küfürdür.
Küfür, tüm
zamanlarda aynı niteliksizliktedir.
Küfüv olmadığında “küfür” olur.
Kültürünü
benimsemediğiniz şeyin müntesibi olamazsınız.
Kültürünü edinmediğiniz ve
içselleştirmediğiniz şeyin bilgisine de vâkıf olamazsınız. Hangi kültürü içselleştirdiğiniz,
sizin kim olduğunuzu gösterir.
Küre, sonsuz
olamaz. Evrendeki gökcisimlerinin çoğu küredir. Bu bakımdan tüm gök cisimleri bize,
kînâtın sonsuz olmadığını söyler durur.
Küresel anlamda
insanlarda ve müslümanlarda; dinden, ahlâktan ve insanlıktan bir “tâviz verme
yarışı” var. Kim daha çok tâviz verirse, o kişi üstün tutuluyor.
Küresel sermâye para kazanmak için insanlara “üste bakmayı”,
kendini garibanlardan korumak için ise “alta bakmayı” öğretiyor. Gerektiğinde
de yeni bir “alt kesim” oluşturuyor.
Küresel
tâğutlar, yaptıkları şerefsizlikleri İslâm’a yıkarak sürdürüyorlar. Ahmaklar da
“iyi olan ne varsa modernlikten dolayı”; “kötü olan ne varsa İslâm’dan dolayı”
oluyor zannediyor.
Küresel tâğutlar,
yaptıklarıyla, hayvan avlar gibi insan avlıyorlar aslında. Hem de tuzağa
çekerek.
Lâ fâile
illallah=”Yapan-eden Allah’tır” demek olduğuna göre, zorunlu olarak her-şey
olması gerektiği gibidir. O hâlde bir kötülüğe karşı çıkmak Allah’a isyân etmek
anlamına gelir.
Lafta kalacak laflar etmeyin.
Lâik-CHP’li
kesimin muhâfazakârlara-dindarlara katlanamamasının nedeni, bu kişiler hakkında
kafalarında; temizlikçi, hizmetçi kapıcı vs. gibi kalıpların oluşmuş olmasıdır.
Son 20-30 yıldır kafasındaki dindar-muhâfazakâr insan-tipinin ama özellikle de
kadının, devletin en başındaki kişinin hemen yanında olması, devletin
başındakilerin hep bu tip insanlardan oluşması ve onların lüks yaşamlarını
hazmedemeyişleridir. Çünkü lâik kesim başörtülü-tesettürlü kadını ancak
temizlikçi olarak, onların kocalarını ise kapıcı olarak kabûl edebilmektedir.
Cumhuriyet târihi boyunca kendilerini devletin sâhibi olarak gören bu kesim
artık onlara diş geçiremediğini görünce çileden çıkmaktadır.
Lâik-demokratik
cumhûriyete geçiş, İslâm kânunlarından, Roma-Yunan kânunlarına geçiştir.
Lâiklik “dînin devletten
ayrılması”dır; “devletin dinden ayrılması” değil.
Laiklik ve Demokrasi,
modern müslümanların, “acıkınca yedikleri putlar”dır.
Lâik-seküler-demokratik-liberâl-kapitâlist
sisteme mevcut bir alternatif olmadığı için, modern sistem “uzatmalı Dünyâ
ideolojisi” rolünü devâm ettirmektedir.
Lâik-seküler-demokratik-modern
sistem, “sermâyedarların kendilerini garantiye alması”dır.
Lâilâheillallah demek, büyük bir riske girmek ve ağır bir
işe girişmek demektir. Hem Lâilâheillallah diyeceksiniz, hem de gönlünüze göre
bir hayât hayâli mi kuracaksınız?, bu imkânsız bir şeydir.
Lâilâheillallah sözü, fısıltıyla söylenecek bir söz
değildir.
Ledünnî ilim,
“lâ dînî ilim”dir.
Lîderleri biraz da, ona aşırı bağlı olan
kitleler bozar-bozuyor.
Lüks ve sefahat
içinde yaşayanlar, tatmine ulaştıkları ve artık bir ideâlleri ve hedefleri
kalmadığı için, “yüce hedefler” için koşturmaktan vazgeçerler.
Madde
üzerinde -maddeyi merkeze alarak- aşırı araştırma yapmak ve çalışmak, “maddeyi
ilahlaştırmak”la sonuçlanır.
Madde,
nefisleri dizginleyemez, tam-aksine kışkırtır. Nefisler ancak vahiy ile
dizginlenebilir. O-hâlde Allah’ı hesâba katmadan nefislerin dizginlenebilmesi
mümkün değildir.
Maddî-mânevî
paylaşımın yerini, abuk-sabuk sosyâl-medya paylaşımları aldı. İlki şahsiyeti ve
toplumu güzelleştirirken, ikincisi ise bireyi ve toplumu çirkinleştiriyor.
Makine, bir
“standartlaştırma nesnesi”dir. Ondan çıkan her-şey aynıdır.
Makineler “tatmin etmeyen ürünler” üretirler. Zîrâ el
değmeyince rûh olmuyor.
Makineleşme arttıkça insanın
nesneleşmesi de artıyor.
Makinenin ahlâkı olmadığı gibi,
makineleşmiş insanın da ahlâkı olmaz.
Maksadı kâr olan sosyâl(!) kurumlar, iyilikten ziyâde zulüm
üretirler.
Mâlûmat ilmin
düşmanıdır ve ilmi yavaşlatır yada engeller. Mâlûmâtın yerine amel-eylem konmalıdır.
Mâlûmat, mâneviyat değildir.
Mantık şu: “lâ
fâile illallah” ise, o zaman “lâ mevcûde illallah”tır. “Lâ mevcûde illallah”
ise de, “lâ mevcûde illâ ene”dir. O hâlde bir “efendi”ye gerek yoktur ki bir
efendiye gerek duymak “şirk” olur. Sonuçta da “seyr-i sülûk” gereksiz hâle
gelir.
Mantıklı olan
her-şey “dîne uygun” demek değildir. Modern insanın mantıklı kabûl ettiği
bir-çok şey din-dışı olabilir.
Maraton koşusu,
Yunanlıların, atlardan çok fazla faydalanamamalarının bir sonucudur.
Marksizm, kâinâtın formatına aykırı temel görüşleri olduğu
için mitoloji hâline gelmeye mahkûmdu ve mitoloji oldu.
Mars’ta hayat
yok; fakat öldükten sonra ebedî bir hayat var. Hazırlanılması gereken hayat
âhiret hayâtıdır.
Marxizm,
“kırmızı kapitâlizm”dir.
Masa-başında yapılan tartışmaların sonu gelmez.
Masa-başında yazılan tefsirler ancak yine masa-başında
okunur. Hayâtın ortasında yazılan tefsirler ise, hayâtı şekillendirir.
Matbaa,
telgraf, telefon, radyo, televizyon, bilgisayar, internet, sosyâl medya vs. her
îcat, kendi kültürünü oluşturuyor. Oluşan yeni kültür, insanları kendilerinden
ve birbirlerinden uzaklaştırıyor.
Matematiğin
doğada somut bir karşılığı yoktur. Bu yüzden bir yerden sonra tıkanmak
zorundadır. Mesela 10’u, tam ve net bir
şekilde 3’e bölemez matematik.
Matematiğin
sâbiteleri birer dayatmadır, zîrâ bu sâbitelerin doğada bir karşılığı yoktur.
Matematik bir
“sâbite ve teori dayatma” ameliyesidir.
Matematik
pornografidir. Her yeri meydandadır. Görünmez
ve hayâl edilir tarafı yoktur.
Matematik
türedi bir şeydir. Nihâyetinde yazıya dayanır. Yazının olmadığı bir zamanda
“sözel” vardı.
Matematik,
düşünmenin değil, ticâretin bir sonucu olarak başlamıştır. Zâten astronomi de,
tüccarların gemi yolculuklarında yıldızlara bakarak yollarını bulma
çalışmalarıyla başlamıştır.
Matematik;
dînî, ahlâkî ve sosyâl sorunları çözemez.
Maymun, Evrim
Teorisi’nin totemidir.
Mazlumun kâbus görmesine gerek yoktur. Zîrâ
onun hayâtı kâbus gibidir.
Mecliste kânun çıkaran vekiller, “aleyhlerine olacak bir
kânun” çıkarırlar mı?. Tabî ki de çıkarmazlar. O hâlde çıkarılan kânunlar,
“vekillerin lehlerine” olan kânunlardır.
Medeniyet,
münâsebetlerin sonucudur. Bu ister insan-ferdi şeklinde, isterse de
devletler-milletler şeklinde olsun fark etmez. Münâsebet varsa medeniyet,
münâsebet yoksa barbarlık vardır.
Medyada boy
gösterebilmek için, sistemi elinde tutanlara “yan bakmayan” biri olmanız
gerekir.
Medyada reklâmı
çok fazla yapılan kişiler ve şeyler “küresel bir proje”dir.
Mehdi
bekleyeceğine, sen mehdi ol.
Mekân imkândır.
Mekânı olmayan fikirler, buharlaşıp yok olup giderler.
Mekânı ve
zamânı dîne göre düzenlemezseniz, dîni zamâna ve mekâna göre anlama çabasına
girer durursunuz.
Mekânın modern
anlamda değişmesi, nice imkânı bitirdiği gibi, îmânın da azalmasına ve
bitmesine neden oldu-oluyor.
Mekke
müşriklerinin Kâbe’de “el-lâh” adında taptıkları bir put da vardı. Allah’ın
putuna tapmak da şirktir. Zîrâ şirk, “aracılı tapım”dır.
Mekke’nin
Fethi’nden sonra müslüman olmak kolaydır. Zor olan Hicret’ten önce müslüman
olmaktır.
Meleke hâline
gelmeyen şey ızdırap verir.
Meselelerin
çözümü, o meseleler üzerine konuşmakla başlar. Fakat meseleler üzerine konuşmak,
“meseleleri çözmek” demek değildir.
Metrekareye
en çok insanın düşeceği yer cehennem, en az insanın düşeceği yer ise cennettir.
Mevcuda karşı bir güvensizlik
oluşmadığı sürece bir değişim olmaz.
Mevcut Dünyâ,
“insanın gelebileceği en ileri seviye” değil, “insanın gelebileceği en aşağılık
seviye”dir.
Mevcut sistem bağlamında düşünmek, okumak, yazmak ve
konuşmak ne kadar da kolaydır, zîrâ “nefsi merkeze almak” yeterlidir. Sisteme
aykırı bir din (İslâm) bağlamında düşünmek, okumak, yazmak ve konuşmak ise ne
kadar da zordur. Zîrâ nefsi karşınıza almanız gerekir.
Mevcut sistem
nedeniyle ortaya çıkan adâletsizliklere, ahlâksızlıklara ve zulümlere
sövmeyenler duyarsız insanlardır.
Mevlâ varken, Mevlâna’ya uyma!.
Mevlâna Moğol, İbn-i Arâbi haçlı
ajanıdır.
Mevlâna’nın hoşgörüsü, sâdece Moğollara karşı gösterdiği bir
hoşgörüdür. Egemenlere gösterdiği hoşgörü.
Meylettiğiniz
yada arzuladığınız şey doğal, temiz ve helâl değilse, nefsten kaynaklanıyor
demektir.
Mezarlıklar
“dünyâ hapis-hânesi”nden kaçmak için kazılmıiş tünellerdir. Ölenlere
mezarlıklarda tünel kazarlar ki âhirete geçebilsinler.
Mezarlıklar
insanların “ekildiği” yerlerdir. Dünyâ’da ekince-dikince âhirette çıkarlar.
Tabi bir de ara-ara sulamak gerekir o ekilenleri. Mezarların üstüne su
dökülmesinin nedeni bu mu acaba?.
Mîde doyurulduğunda, sıra “mîdenin aşağısı”nın doyurulmasına
gelir.
Milet’li doğa bilginlerinden önce bir
şey “mitolojiye göre” açıklanırken, bu kişilerle birlikte “akla göre”
açıklanmaya başladı. Aslında buna, doğa bilginlerinden önce “eski mitolojiye
göre”, bunlardan sonra ise “yeni mitolojiye göre” açıklanmaya başlamıştır
denilebilir. Çünkü akla göre olan açıklamalar da birer mitolojik açıklamadır. Çünkü
Allah’a dayanmadan yapılan her açıklama mitolojiye dayanır.
Milliyetçilik “kana
tapmak”tır, İslâm’da kan haramdır.
Milliyetçilik bir “geri(ye) gidiş”tir.
Milliyetçilik
bir bölme ve güçsüzleştirme projesidir.
Mîrâsa konmak
için birilerinin ölmesi şarttır.
Mistisizm,
bâtınîlik ve tasavvuf, “işgüzarlık”tır. Allah’ın insandan böyle bir beklentisi
yoktur.
Mistisizm,
bâtınîlik ve tasavvuf, “şeytana yapılan kıyakların toplamı”dır. Zîrâ insan
fiillerinin %99’unun fâili şeytan olmasına rağmen, fillerin fâilinin Allah
olduğunu söylemek ancak, şeytanı ve nefsi kurtarır.
Modern (yâni
Allah’sız) tıp, insana “insan” gibi değil, bir makineymiş gibi muâmele ediyor
ve bir makineymiş gibi davranıyor.
Modern Âdem ve
Havvâ’lar, “Dünyâ cenneti”nde “elma” bırakmadı.
Modern akıl
çağı, hırsızlıkla başlamıştır.
Modern aklın ve
bilim-teknolojinin geldiği yer, “piçlere çip takma” olacak.
Modern batı
uygarlığını, mahremiyetsizlik yıkacaktır. Bu mahremiyetin delinmesi en çok,
karma eğitim ve kadının iş-hayâtına katılması noktasında ortaya çıkmaktadır.
Modern batı’nın
her zaman yaptığı şey: “İşine gelmeyen şeyi yok saymak”tır.
Modern bir
cümle olan; “erken evlenme, hayâtını yaşa!” sözü, “hemen sorumluluk alma, biraz
sorumsuzca yaşa” anlamındadır.
Modern
cehâletler, modern kölelikleri de yanında getirir.
Modern çağda
ortaya çıkan sorunlar İslâm nedeniyle ortaya çıkmamıştır ki, o sorunları
çözebilmek için “İslâm’ı yeniden okumak ve modern-yeni bir yorumla yorumlamak”
meşrû olsun. Sorunları ortaya çıkaran şey modernizmdir. O hâlde değişmesi
gereken şey modernizmdir.
Modern
değişimlerde “aralık” yoktur. Hiç ara vermez. Modernite safları sıkı tutuyor.
Modern devlet, çocuğun velâyetini âilesinden ayırarak kendi
tekeline almıştır.
Modern dünyâ İslâm’a uygun bir mekân olmadığı gibi, insana
uygun bir mekân da değildir.
Modern dünyâ,
“patlamak üzere olan bir balon” şekline gelmiştir. Patlaması an meselesidir.
Modern dünyâ’nın yükselttiği çıtayı herkes için eşit yada
benzer bir seviyeye indirmedikçe insanoğlunun azâbı bitmeyecektir.
Modern dünyâda
adam vurmanın bile “af”fı var ama bankaya borçlu olmanın ve borcu ödeyememenin
affı yok.
Modern dünyâda
rahatlığın şiddeti, modernite lehine verilen tâvizlerin şiddetine bağlıdır.
Modern dünyâda,
“hazzı en yüksek seviyede yaşayanlar, “en başarılı insan” olarak kabûl
ediliyor. Kendini Allah’a adamış ve bu uğurda her-şeyden vazgeçerek malını ve
canını ortaya koymuş olanlar ise; ahmak, gerici, yobaz ve terörist olarak
görülüyor.
Modern dünyânın
yaşadığı sorunların %95’i modernite yüzündendir.
Modern dünyâyı
kucaklarken gelenek eleştirisi yapmak samîmiyetsizliktir.
Modern düşünce,
din yerine, “Allah’sız düşünceleri ikâme etme” sürecidir.
Modern eğitim
kurumları “terbiyesiz insanlar yetiştirme merkezleri”dir.
Modern eğitim
sistemi, insanları 25 yaşına kadar oyalıyor ve bir şey de öğretmiyor. Eğer yeni
bir peygamber gelecek olsaydı üniversite okumamış (ümmî) biri olurdu.
Modern eğitim
sistemindeki sınavlar, öğrencilerin “sistem”e yeterince adapte
olup-olmadıklarını görmek içindir. Adapte olanlar îtibarlı ve paralı işlerle
ödüllendirilir. Adapte olamayanlar ise “vasıfsız” olarak fişlenir.
Modern eğitim,
mêzunları sermâyenin kulu yapar.
Modern
Firavunları salmışlar, taşları bağlamışlar.
Modern hayat
tarzı, Allah’ın rızâsını kazanmayı kesin bir şekilde blôke ediyor.
Modern
hayâtın sunduğu hiç-bir şeyden geri kalmayanların müslümanlığı sorunludur.
Modern hayatta
iş, küresel sistemin, "insanları kontrôl etme mekanizması”dır.
Modern ideolojilere karşı olmak, moderniteye de karşı olmayı
gerektirir. Zîrâ modern-seküler ideolojiler modernitenin bir sonucudur. Eğer
Dünyâ modernleşmeseydi, ideolojiler de modernleşip sekülerleşmezdi.
Modern insan “görmediğime inanmam” ve “görmediğimden
korkmam” diyordu. Fakat görmediği koronavirüse hem kesin olarak inanıyor hem de
ondan, her-şeyden daha çok korkuyor.
Modern insan
“insan”a benzemiyor.
Modern insan
“sırrı olmayan kişi”dir.
Modern insan
5000 yıllık Sümer tabletlerini değil, 64 GB’lık bilgisayar tabletlerini
önemsiyor. İşin kötüsü, bunu “ilerlemişlik” olarak görüyor.
Modern insan
Allah’a duâ etmeyi bırakınca, evrenin rûhuna mesaj göndermeye başlamıştır.
Modern insan
çalışmadan para kazanılamayacağını ve zengin olunamayacağını çok iyi biliyor
ama, Allah’ın emirlerini yerine getirmeden cennete girebileceğini umuyor.
Modern insan
Güneş’in nereden doğup nereden battığını bilmiyor.
Modern insan için “like” almak “sevap” almaktan daha önemli
hâle gelmiştir.
Modern insan
kitlesel anlamda Allah’tan koptuğu ve O’nu unuttuğu için, Allah da onları
unutmuştur. Modern insanın sapkınlığı bu nedenledir.
Modern insan o
kadar hızlı yaşlıyor ki, “an”ı fark
edemiyor.
Modern insan
sâdece bedeniyle yaşıyor. Zîrâ rûhunu kaybetti.
Modern insan
sağlık(sızlık) tarafından tutsak edilmiş olan kişidir.
Modern insan
yaşlılarına da bebeklerine de bakamıyor. Aslında âciz olana bakamıyor.
Modern insan,
“aklı” ve “aşkı” putlaştırmış durumdadır.
Modern insan, “gücünü
tam anlamıyla kullanamayan insan”dır. Modern olan her-şey onu bundan mahrûm
bırakır. Gücünü kullanamayan insan “tatminsiz insan” olup çıkar.
Modern insan, “tüm
doğal dürtülerini bastırmış” olan insandır.
Modern insan,
acılardan kaçmak yada acılarını susturmak uğruna acılar içinde kalıyor. Oysa
acı, “çekmek” içindir. Acıyı çekmeyen o acıdan kurtulamaz.
Modern insan,
Ay’a ve Mars’a gitmeyi, cennete gitmekten daha önemli ve daha üstün tutuyor.
Modern insan, bâzılarının şehylere
bağlandıkları gibi doktorlara bağlanmış durumdadırlar. Bağlandıkları doktorlar
ne derse emir telâkki edip sorgusuz-suâlsiz itaat ediyorlar.
Modern insan,
bedenine öyle bir tapıyor ki, Allah’a tapmaya vakit bulamıyor.
Modern
insan, bir şeyin “yapay” olanının, “doğal” olanından daha iyi ve üstün olduğunu
kabûl edebilecek kadar aptal ve ahmak
bir varlıktır.
Modern insan,
Dünyâ yaşamına gelince nefsine göre, dîni yaşama gelince keyfine göre hareket
eden varlıktır.
Modern insan,
hakkâniyetli davranmayı kerizlik olarak görmektedir. Zîrâ modern insan,
çıkarına göre hareket etmemeyi enâyilik olarak görüyor.
Modern insan,
hiç-bir bilgisi olmamasına rağmen mevcut ve popüler olan şeye yalakalık yapmayı
“bilmek” zanneden kişidir.
Modern insan,
insanlık târihindeki en câhil insan kesimidir. Daha önce Dünyâ’da, böyle küresel
çapta câhil insanlar topluluğu hiç olmamıştı.
Modern
insan, kâlbini kullanamıyor, çünkü aklını çok kullanıyor, hattâ ona tapıyor.
Modern insan, Koronavirüs’ü ısrarla çağırdı, o da geldi. Bu
belâ, tebliğ-dâvet-uyarı görevini yapmayan müslümanlara da geldi.
Modern insan,
mevcut her kötü durumu eğitimsizliğe bağlıyor. Hiç kimse dinsizlikten ve
beşerî-şeytânî hayat-tarzının kötülüğünden bahsetmiyor. Yılanın başı
dinsizliktir.
Modern insan,
modern îcatları rahatlığıyla kullanamıyor. Tedirginlik içinde kullanıyor. Oysa
kl>âsik îcatlar için sorun olmuyordu.
Modern insan, modern-bilim hatırına İslâm’a düşman
olmaktadır.
Modern insan,
popüler olan her-şeyi hayâtına yansıtmaya başlıyor. O şey isterse şerefsizce ve
ahmakça olsun fark-etmiyor.
Modern insan,
şerefsizliği “akıllılık” zannediyor. Bu yüzden de yaptığı şerefsizlikle
övünüyor.
Modern insan,
târih boyunca mevcut olan paganizmi her türlü ve seve-seve araştırıp
incelerken, sıra İslâm’a gelince bâriz bir şekilde öteliyor ve gündeme
getirmiyor.
Modern
insan, ya kendisi it ve köpek durumuna gelmiştir, yada bir iti ve köpeği tâkip
eder hâle gelmiştir.
Modern insana
belâ yetmiyor. İlle de acı azap..
Modern insana;
“sorgulamaktan korkma!” diye-diye onu -Allah dâhil- her-şeyi sorgular ve inkâr
eder duruma getirdiler. Oysa İslâmîyet “teslîmiyet” demektir. Sorma vardır ama
sorgulama yoktur.
Modern insanı
gerçekler etkilemediği için, etkilendiği şeyleri gerçek olarak kabûl ediyor.
Modern insanı
içten ve dıştan kuşatıp mahkûm eden şey, kendisine verilmiş olan “aşırı
özgürlük”tür.
Modern insanın
“modern-bilim iyidir” ön-kabûlü yanlıştır.
Modern insanın
“sarışın ve mavi gözlü” tutkusunun ardında ırkçılık vardır.
Modern insanın
aklı, “ilahlaştırılmış akıl”dır.
Modern insanın
Allah ile arasına giren-girene. Fakat modern insan, nefsi ile arasına hiç
kimseyi sokmuyor.
Modern insanın
Ateizm’e ve Deizm’e kaymasının nedeni, modern-bilimin ortaya koydukları
hârikalar(!) ve yaptığı araştırma ve açıklamalarla dînin değerini azaltması ve
-hâşâ- dînin “yalan(!)” olduğunu ortaya çıkarmasından dolayı değil;
yaptıklarıyla başta insanı ve tüm her-şeyi ifsâd edip fitneye düşürmüş
olmasından dolayıdır.
Modern insanın
doyumsuzluğu ve domuzluğu, modern üretimlerin “sâdece bedene yönelik” olması ve
“rûha hitâp etmemesi”nden dolayıdır.
Modern insanın düşündüklerinin, söylediklerinin,
yazdıklarının, plânladıklarının ve hayâl ettiklerinin %90’ı “uygulanabilir”
değildir. Kalan %10’u ise arzu ettiği ve beklediği gibi olmaz.
Modern insanın
en güçlü tutkularından biri de, “bolluk içinde yaşama” isteğidir.
Modern
insanın maddîleşmesinin nedeni, her-şeyde madde-merkezli bir şeyler aramasından
dolayıdır.
Modern insanın
târifi: “Cehâlet içinde, sürekli haz alma hâlinde yaşamak isteğinde olan
varlık”.
Modern insanın
yaptıklarından dolayı âhirette domuzlar bile bizden hesap soracak.
Modern insanlar
ve de müslümanlar, akıllarını kullanarak(!) hurâfelerden kurtulacaklarını
sanırlarken “din”den kurtuldular ve şeytanın, nefsin ve tâğutların kucağına
düşerek dünyevileştiler.
Modern insanlar,
efendilerini tanımayan kölelerdir. Bu sistemde efendi-köle ilişkisi hiyerarşik
bir şekilde piramidin en tepesine kadar gider.
Modern insanların
yüzlerine taktıkları maskeler, “maskelerin üzerine takılmış maskeler”dir.
Modern kadın
“izlenmenin nesnesi”dir. Kadınları hem erkekler hem de kadınların kendisi
izler. Erkekler kadınları izlerken, kadınlar ise izlenmelerini izlerler. Kadın
kendisini erkek üzerinden izler. İslâm’da ise buna izin verilmez ve bakışlar
yere indirilir.
Modern
mitoloji, modern-bilimden oluşur.
Modern
müslümanlar “hılf-ûl fıdûl”a fit olmuş durumdadırlar.
Modern müslümanlar da dâhil modern insan, nefsine hitâp eden
şeylere zinhar laf ettirmiyor.
Modern
müslümanlar, “bâtıl içinde hakkı ikâme etmek” gibi imkânsız bir işin peşine
düşmüş durumdadırlar.
Modern
müslümanlar, dîne değil, modern din yorumuna îman ediyorlar.
Modern müslümanlar, ellerinden geleni yapmamak için
“ellerinden geleni” yapıyorlar.
Modern
müslümanlar, Kur’ân’ı kullanarak “modern-bilimi temellendirme” derdine düşmüş durumdadırlar.
Modern
müslümanlar, nefislerine hitâp etmeyen dîne düşman oluyorlar.
Modern müslümanlar; “dinde şu yok, bu yok, şöyle değildir,
böyle değildir, şu anlamdadır” vs. diye-diye İslâm’ı eleyip, tam da
moderniteyle uyumlu bir felsefe ortaya çıkarıyorlar.
Modern
müslümanların ilgisini çeken yazılar-kitaplar, “geleneğe vuran” yazılar ve
kitaplardır.
Modern
müslümanların söyleyip durduğu; "yapacak bir şey yok, çünkü gücümüz
yok" sözü "imanın zayıflığının bir göstergesi"dir. Yapılması
gereken şey şu: "Tayyib'in yada bakanlardan birinin karşısına çıkıp,
moderniteye-batı'ya-şeytanlara uyacağız diye insanların ve de hayvan-bitkilerin
zarar görmesine neden oluyorsunuz. Bundan vazgeçin. Vazgeçmezseniz sizin
ananızı-avradınızı, yolunuzu-dâvânızı sikerim" demek, sonra da darp edilip
hapse tıkılmaktır. Gerisi boş laftır.
Modern
müslümanlık, “dînin vesâyetinden kurtulma mücâdelesi”ne döndü.
Modern
müslümanlık, “domuzun etini yemeyen ama sütünü içen” bir müslümanlık(!)
şeklidir.
Modern müslümanlık,
“hadımlaştırılmış müslümanlık”tır.
Modern
müslümanlık, “müslümanların kadim geleneğini taklit etmekten vazgeçip, batı
modernitesini (geleneğini) taklit etmeye başlamak” demektir.
Modern nesil,
“atalara tapmayalım” sözünü abartınca, ataların (anne-baba, dede-nine) değeri
kalmadı, bir yük olarak görülmeye başladılar.
Modern
nîmetler, garibanların ulaşamaması için “camdan paravanlar”la çevrelenmiştir.
Nîmet gözükmekte fakat ona ulaşmak mümkün olmamaktadır.
Modern ordular,
küresel zenginlerin tahsildarlarıdır.
Modern -sözde-
müslümanların, Allah’ın hükümlerini pek de takmamalarının nedeni, mevcut batı
kültürü ve modernizme sımsıkı bağlı olduklarından dolayıdır.
Modern târih,
“avcı”ların yazdığı târihtir.
Modern zamâna
geçiş, “kanın değeri”nden, “paranın değeri”ne bir geçiştir. Eskiden ülkeleri ve
Dünyâ’yı “asil kana” sâhip olanlar yönetirken, modernizmle birlikte, (kansız
biri olsa da) “milyar dolar”a sâhip
olanlar yönetiyor. İki durumda da takvâlı olanlar îtibâr görmüyorlar. Oysa
Allah katında üstünlüğün ölçüsü takvâdır.
Modern-bilim ve teknoloji, doğaya yapılan ağır saldırının
bir sonucudur.
Modern-bilim
(klâsik-bilim değil) de bâtıl dinlerden bir dindir.
Modern-bilim
“dîne karşı din”dir.
Modern-bilim
“şüphe” (merak değil) ile başlayıp
şüphe ile devâm eder. Kur’ân’da ise şüpheye
aslâ yer yoktur: “Bu, kendisinde şüphe olmayan, muttakîler için yol gösterici
bir kitaptır” (Bakara 2).
Modern-bilim
“yanlışlanabilir olan” değil, “yanlış olan”dır.
Modern-bilim
Allah’sız olduğundan dolayı, Allah’ın yarattığı kâinât hakkındaki gözlem ve
yorum yöntemi mecbûren yanlış olacağından dolayı, çoğunlukla zarar vericidir.
Modern-bilim ve
teknoloji çağı Allahsız olduğu için Allah’ı hatırlatmaz. Oysa doğal-geleneksel
toplumda doğayla iç-içe yaşandığı için Allah sürekli hatırdadır. Bir çiçek
doğal olarak insana Allah’ı hatırlatır, fakat bir entegre Allah’ı hatırlatmaz
ve tam-aksine unutturur. Bu nedenle de doğallıktan uzaklaşıldıkça Allahsızlaşma
başlar.
Modern-bilim ve
teknoloji ilerlemesinin(!) bedeli, “insan özgürlüğünün kısıtlanması”dır.
Modern-bilim ve
teknoloji isrâfa yöneliktir ve mutlakâ isrâf edilecek ve isrâfa alıştıracak
ürünler ortaya çıkarır. İsraf etmeden üretim yapamaz.
Modern-bilim ve teknoloji maddeyi ve
eşyâyı araştırmak için parçalayınca onu aşırı nesneleştirmiş oluyor. Aşırı
nesnneleşen şey ise Allahsız bir veri vermeye ve dinsiz bir düşünce üretmeye
başlıyor ki bu da Allahsızlığı ortaya çıkarıyor ve yaygınlaştırıyor. Bilim ve
teknoloji çağında Allahsızlığın ve dinsizliğin bu derece yaygınlaşmasının
nedeni budur.
Modern-bilim ve
teknoloji, “Allahsız bilim ve teknoloji”dir.
Modern-bilim ve
teknoloji, bizim “sorunlarımızın nedeni”dir, “çâresi” değil.
Modern-bilim ve teknoloji, farklı ve
bambaşka bir düşünmenin, farklı bir çalışma-şeklinin ve ilerlmenin bir sonucu
değildir. Modern-bilim ve tekonloji “varlığa zulmetmenin” bir sonucudur.
Modern-bilim ve teknolojide sizin için bâzı yararlar vardır,
fakat zararları ve günahları daha büyüktür.
Modern-bilim ve teknolojinin özünde,
“zamanla insan denetiminden ve yoldan çıkma” meyli vardır. Zîrâ modern-bilim
Allahsızdır.
Modern-bilim
yasalara bağlıdır. Bu yasaların çoğunu şeytan ilhâm eder.
Modern-bilim,
“bilgiyi Allahsızca ve dinsizce kullanma yöntemi”dir.
Modern-bilim,
“çürütülmüş-çürütülecek teoriler” üretme kurumudur.
Modern-bilim,
açıklama yapamadığı konularda “vardır Allah’ın bir hikmeti” diyemediği için,
bir gözlem ve sonuca dayanmayan hayâli şeyler kullanarak sözde açıklamalar
yapıyormuş gibi görünür. Meselâ “paralel evrenler” uydurmasını kullanır. Modern-bilim %90 bilimsel değildir.
Modern-bilim,
Allah’ın yarattıkları üzerinde çalışırken, Allah’ı inkâr etme
sapıklığıdır.
Modern-bilim,
dîne alerji duyanların sığınağıdır.
Modern-bilim,
en popüler “çocuk masalları”dır.
Modern-bilim,
örneği olmayan ama -sözde- “teorik olarak mümkün” olan şeyleri “gerçek ve
doğru” olarak kabûl ediyor.
Modern-bilimi
“din” edinen modern müslümanlar, Kur’ân’ın 1.400 yıl önce anlaşılmadığını ve
daha ancak 100 yıldır anlaşıldığını söyleyerek Peygamber’i ve sahabeyi “câhil”
îlân etmektedir.
Modern-bilimin
%90’ı “bilim” değil, “bâtıl bir inanç”tır.
Modern-bilimin en önemli söylemlerinden giri olan; “bilim
yanlışlanabilir olandır” sözü, ortaya atılan hiç-bir teorinin “tam” olmadığını
gösterir.
Modern-bilimin
teorileri, “seküler projeler”dir.
Modern-bilimin
verileri “nihâi sonuçlar” değil, yorumlardan bir yorumdur. Fakat modern-bilim
Allahsız olduğu için her zaman eksiklik ve yanlışlıkla mâlûl olacaktır.
Modern-bilimin
yasaları pozitivist-sosyâl bilimlere dayanır.
Modernite “bir
haddini bilmezlik”tir.
Modernite
bağlamında nefsini sımsıkı tâkip edenler, “akıllarına uyduklarını”
zannediyorlar.
Modernite
bid’attır.
Modernite bir
“deney uygarlığı”dır. Fakat deney, “deneyim” kadar sağlam ve kesin bilgi
vermez. Bu nedenle de insana zarar verecek sonuçlar açığa çıkar.
Modernite bir
“göz ve görünürlük uygarlığı”dır. Kadınlar görünürlülüğe çok meyyâl oldukları
için, modernite en çok da kadınları etkilemiştir.
Modernite bir
“insan-altı uygarlık”tır. Modernitede merkeze alınan şeyler, insandan aşağı
olan şeylerdir. İslâm ise, insan-üstü medeniyettir. İslâm medeniyetinin kaynağı
Allah’tır.
Modernite bir “irâdesizlik
uygarlığı”dır.
Modernite bir
“mesâfesizlik uygarlığı”dır
Modernite bir
“pervâsızlık uygarlığı”dır.
Modernite bir
“yalan uygarlığı”dır.
Modernite
içinde bulunmak, aç kalındığında zorunlu olarak domuz yemek gibidir.
Modernite ile
birlikte ağırlık batı’ya doğru kayınca, Dünyâ’nın dengesi bozulmuştur.
Modernizm bir “dengesizlik uygarlığı”dır.
Modernite ile
birlikte etkisi kaybolan “el âlem ne der?” sözü, bir “toplumsal denetim
mekanizması” idi.
Modernite
kadınları melekleştirirken, erkekleri ise şeytanlaştırıyor.
Modernite
karşımıza o kadar çok sorun çıkarıyor ve bizi o kadar çok oyalıyor ki,
nefsimizle mücâdele edecek fırsatı bulamıyoruz.
Modernite
nedeniyle en çok işsiz kalanlar, “atlar”dır.
Modernite ve
kentleşme, akrabâlık-bağını yok ederek insanları yalnızlaştırdı ve
pısırıklaştırdı.
Modernite ve
modern mîmâri, bir “dikkat dağınıklığı” oluşturuyor.
Modernite ve
modern mîmâri, Güneş’e “batacak” yer bırakmadı.
Modernite ve
ürünleri, “olmazsa-olmaz” değildir.
Modernite,
“akıl-üstü”nü, “akıl-dışı” olarak kabûl ediyor.
Modernite,
“dâhili vesâyet”ten kurtulup, “hârici vesâyet”e sığınmaktır.
Modernite,
“kadına saygı”yı, “kadının götünü kaldırmak” zannediyor.
Modernite,
“kendi-kendini aldatma uygarlığı”dır.
Modernite, Avrupa’nın din-birliğini kaybetmesinin bir
sonucudur.
Modernite,
cehennemi cennet diye kakalayan sistemin adıdır.
Modernite,
dîni, ancak modern-bilimin süzgecinden geçtikten sonra gündemine alabiliyor.
Modernitenin, dîni, o saf hâliyle kabûl edebilmesi söz-konusu bile değildir.
Modernite,
erkeği kadın karşısında “öteki” durumuna getirmiştir.
Modernite, insandan, kendisi karşısında
nesne olmasını istemektedir.
Modernite, insanoğlunun gördüğü ve mâruz kaldığı en ağır
“kanser”dir.
Modernite,
İslâm karşısında oluşan bir kompleksin sonucudur.
Modernite, mahâretle ortaya atılmış sapık bir sistemdir.
Mahâretli olunca meşrû ve doğru olacak diye bir şey yoktur.
Modernite,
modern olmayan bilgi için “değildir” derken, sağlam bir şekilde “şudur”
diyemiyor.
Modernite, sınırlı yaşamak isteyenleri cezâlandırıyor.
Modernite; Allah, âhiret, gayb, vahiy,
peygamber, din ve mâneviyat-merkezli düşünmek, konuşmak ve davranmaktan
vazgeçip; insan, akıl, doğa ve madde ve eşyâ-merkezli düşünmek, konuşmak ve
davranmaya geçişin adıdır. Yâni modernite bir Allahsızlıktır. Allah’ın yâni
varlığı Yaratan’ın olmadığı yada hesâba katılmadığı şeyden bir hayrın çıkmasını
beklemek ne kadar akla yada sağduyuya uygundur?.
Modernite;
iyiliğe, ahlâka ve adâlete, “eğitim-öğretim ile” ulaşılacağını sanan bir
ahmaklıktır.
Modernitenin
ana öğelerinden ikisi, müzik ve spordur. Bu, eski Yunan ve Dorlar’a kadar
gider.
Modernitenin
başarılı gözükmesinin ve yaygınlaşmasının nedeni, insanın zaaflarına
dayanmasından ve zaaflarına oynamasından dolayıdır.
Modernitenin
batı’da ortaya çıkması, batı’da köklü bir dînin çıkmamış olmasından dolayıdır.
İslâm ve doğu dinlerinin, dinden vazgeçmeden tam anlamıyla modernleşmesi mümkün
değildir. Bu nedenle doğu hâlen “doğu” olarak kalmaktadır.
Modernitenin
kuşatıcılığında ne yaparsan-yap, moderniteye hizmet etmiş olursun.
Modernitenin
pazarladığı en ucuz et, “kadın eti”dir.
Moderniteye
karşı yeterli ve güçlü bir reddiye ortaya koyamıyoruz. Zîrâ modernite “yeni bir
sapıklık türü”dür ve insanlık târihinde bu derece bir sapıklık örneği daha önce
olmadığı ve buna karşı ortaya konmuş bir tecrübe bulunmadığı için
ona karşı ilmen ve eylem olarak güçsüz kalıyoruz.
Moderniteyle
birlikte “târihin sonu” değil ama “medeniyetin sonu” gelmiştir.
Modernizm
“dînin eleştirisi” ile başlamıştır; o hâlde dînin hâkimiyeti de “modernizmin
eleştirisi” ile başlamalıdır.
Modernizm
“insanlığın gelebileceği en ileri seviyedir” sözü, Peygamberimiz’in Medîne’sini
ilkel görmek anlamına gelir.
Modernizm
“kuşku uygarlığı”dır (cogito).
Modernizm “neo-paganizm”dir.
Modernizm bir
“abartı uygarlığı”dır.
Modernizm bir
“inanç değişikliği mîlâdı”dır. Modernizm; Allah’a, gayba, peygamberlere, vahye
ve dîne inanmaktan vazgeçilip, insana, akla ve bilime inanmanın
başlangıcıdır.
Modernizm bir
“korsanlık uygarlığı”dır.
Modernizm bir
“mahremiyetsizlik uygarlığı”dır.
Modernizm bir
“parçalama uygarlığı”dır. Zîrâ modernizm, “bütünlük” fikrine katlanamaz ve
kabûl edemez.
Modernizm bir “porno uygarlığı”dır.
Modernizm bir
“sahtelikler uygarlığı”dır. Gerçekten çok sahteler vardır onda.
Modernizm
denilen şey hiç ortaya çıkmasaydı ve insanlar tarafından hiç bilinmeseydi,
insanlık zerre kadar bir şey bile kaybetmemiş olurdu.
Modernizm en
temelde köleciliğe, öldürmeye, sömürmeye ve zulme yâni şerefsizliğe dayandığı
için hiç-bir zaman genel hayır getirmedi, getirmez, getirmeyecektir.
Modernizm ile
birlikte günümüzde ilahlaştırılmamış bir şey kalmamıştır.
Modernizm ile
birlikte hakîkat aleyhine olarak çember daraldıkça daralmaktadır. Fakat
insanlar “çemberimde gül oya” türküsü çığırmaya devâm etmektedirler.
Modernizm
kâfirdir. Varlığın gizemini örter.
Modernizm
nerede ve ne zaman olursa olsun hep aynı sonuçları üretir. Çünkü Allahsızdır ve
Allahsızlık hep aynı sonuçları üretir. Zira küfür tek bir millet ve tek bir
zihniyettir.
Modernizm ve
modern insan, gelinen an îtibârıyle “mümkün olan en iyi dünyâda yaşanıldığına”
inanır ve der ki: “Bundan daha iyisi ne ve nasıl olabilir?”.
Modernizm, "kazanan her-şeyi
alır" oyunudur.
Modernizm,
“Allah’tan korkmak” yerine, “Allah’ı -sözde- sevme”nin ikâme edilmesidir.
Modernizm,
“dîne açılan savaşla” başlamıştır.
Modernizm,
“Dünyâ’yı, insanın gözüne-gözüne sokmak” demektir.
Modernizm,
“greko-romen hayranlığı” demektir.
Modernizm,
“Greko-Romen uygarlığın modernize edilmesi”nden başkası değildir.
Modernizm, “hiç
gereği yokken nesne ortaya çıkarmak ve nesne çoğaltmak”tır.
Modernizm,
“insanın gelebileceği en ileri ve en son nokta” değil, târih boyunca yaşanan
sapık dönemlerden biridir.
Modernizm,
“insanın taleplerini” karşılamak için, “Tanrı’nın taleplerini” es geçen
sistemdir.
Modernizm,
“kadının değiştirilmesi” durumudur.
Modernizm, “paganizme geri dönüş”tür.
Modernizm,
“varlığı olduğu gibi kabûl edememek” ve “ona sürekli müdâhale etmek” demektir.
Modernizm,
ana-babanın, çocuğunun kucağında ölmesine izin vermez.
Modernizm,
Aristo’nun terk edilip, Platon’a dönülmesi olayıdır.
Modernizm,
başarının “sayısallık” ile ölçülmesidir. Modernizmde sözelliğe yer yoktur. Modernizmde
dîne yer verilmemesinin bir nedeni de budur.
Modernizm,
binlerce yıldır olmayan ve olmasına gerek de olmayan şeylerin açığa çıkarılması
ve bunların aşırı şekilde yaygınlaştırılmasıdır.
Modernizm, bir
“akıl yarıştırma” çağıdır.
Modernizm, eski hâkim paradigma olan İslâm’ı ötekileştirerek
ve silmeye çalışarak hâkimiyetini kurmak istiyor ve büyük ölçüde kurdu. O hâlde
İslâmî hâkimiyeti yeniden kurmak için modernizmi ötekileştirmek ve silmek
şarttır. Zîrâ hiç-bir sistem bir-önceki hâkim sistemi silmeden hâkim
olamaz.
Modernizm,
evlerin yamaca yapılmasından vazgeçilip ovaya yapılmaya başlamasıdır. Böylece
tarım yerine sanâyi ortaya çıkar.
Modernizm,
Helenizm’in güncellenmesidir.
Modernizm,
insana verdiği kolaylığı ancak kendi sınırlarında kullanmasına izin verir.
Meselâ bir yol yapar, sana araba verir ve o yolu izlemek zorunda bırakır. Fakat
klâsikte böyle değildir. At ile eşek ile gidiyorsan bir yola bile gerek yoktur.
Modernizm, İslâm’a karşı alınmış bir “gard”dır.
Modernizm,
maddî bilginin en üstün bilgi olduğunu zannetme ahmaklığıdır.
Modernizm,
modern insana, hayatta çok aşırı derecede yüksek bir tatmin ve beklenti düzeyi
aşılamıştır.
Modernizm, şeytanın; “onları her yönden saptıracağım” sözünü
tezâhür ettiren uygarlığın adıdır.
Modernizm,
tâviz vermeden çocuk yetiştirilemeyecek bir çağdır.
Modernizm;
“Tanrı’nın önde ve yol gösterici” olmasından vazgeçip, Tanrı’yı arkaya atma ve
bilimi öne alarak bilimin yol göstericiliğini(!) kabûl etme düşüncesinin
sonucudur.
Modernizm; tembel, pısırık, korkak,
gevşek, yavşak ve aptal insanlara göre kurgulanan şeytânî-beşerî bir sistemdir.
Modern olmaktan Allah’a sığınırım
Modernizm;
vahiy-merkezli yâni “Allah’a göre” olmaktan, akıl-merkezli yâni “insana göre”
olmaya bir çevriliştir. Bu bağlamda modernizmi kabûl eden müslümanların bilgi
ve düşünceleri yanlış (câhiliye) olduğu gibi, inançları sorunludur.
Modernizmde
mimari evlâdiyelik olmaz. Fakat deprem bunu ne kadar yanlış bir düşünce
olduğunu hatırlatıverir.
Modernizmden
bêri şeytan hep cenâbet geziyor.
Modernizmin
ortaya çıkardığı sorunlara İslâm ile çözüm bulma çalışmaları, “İslâm’ı
moderniteye uydurmak”la sonuçlanıyor. Zîrâ bal (İslâm) ile zehir (Modernizm)
karışınca bal, zehir olur. Çünkü Hak, aslâ bâtıl kabûl etmez.
Modernizmin târihi, “Allah’a meydan okuma”nın târihidir.
Modernizmin
târihi, “dinden kopuş” ve “dîne düşman olma”nın târihidir.
Modernizmin
târihi, insanın ilahlaşma serüvenidir.
Modern-layt
erkekler, sanki Allah’ı değil de “kadınları râzı etmek için yaratılmışız” gibi
davranıyor.
Modernler,
“kesilen hayvan eti”ne (kurban) düşman olacaklarına, “metalaştırılan kadın
eti”ne düşman olsunlar.
Modernler,
“zaman değişti, artık din eskisi gibi anlaşılamaz” diyorlar ama
“asr-ı saadet” örnekliği değişmedi
ve aynen orada duruyor.
Modernler,
Dünyâ’da sanki her-şey yolunda gidiyormuş da sâdece geleneksel İslâm sorunu
varmış gibi konuşuyorlar.
Modernler, kadının erkek için
yaratılmadığını söyleye-söyleye erkeği kadının emrine verdiler. Sonuçta “erkek
kadın için yaratılmıştır” durumuna gelindi.
Modernler;
“insan aklı gelişti, artık dinlere gerek yoktur” diyorlar ama Hristiyanlık ve
İslâm’dan önce ortaya konan Yunan felsefesine dört elle sarılmaya devâm
ediyorlar.
Modernleşmek
kaçınılmaz bir şey değildir.
Modernlik ilacının (daha doğrusu zehrinin) yan etkisi,
“zâlimlik”tir.
Mozole,
greko-romen bir taş kültüdür.
Mûcize “aklı
âciz bırakan” demektir. Zîrâ mûcizeler, aklın değil, îmânın konusudur.
Muhâfazakâr
demokrasinin eleştirilere îtirâzı, “hâlinize şükredin” sözünde ifâdesini bulan;
“ölümü gösterip sıtmaya râzı etme” söylemidir.
Muhâfazakârlık,
“İslâm geleneği”ni değil, “geleneksel İslâm”ı savunmaktır.
Muhâlif olmak
Sünnet'tir.
Muhteşem eserler,
muhteşem bir têsirin sonucudur.
Mutlak eşitlik, eşitsizliktir.
Mü’min olmak,
biraz “deli” olmayı gerektirir. Zîrâ İslâm’ı, “İslâm’ın delisi” olanlar hâkim
kılabilir ancak.
Mü’min olmak;
direniş ve sabır göstermek, îcâbında dayak yemek, Allah yolunda malını-mülkünü
harcamak, her-şeyden vazgeçerek hicret etmek, cihad etmek, şehid olarak ölümü
göze almak demektir. Mü’min olmak “kelle koltukta yaşamak”tır.
Mü’min, ölümden
değil, ölüm-ötesinden korkan kişidir.
Mü’minler,
“akıllarını iptâl edenler” ile “akıllarını ilah edinenler” arasında sıkışıp
kalmış durumdadır.
Mü’minler;
istediği gibi yiyip-içemez, giyinip-gezemez, istediği evde oturamaz, istediği
arabaya binemez vs..
Mü’minlerin
görevi “Allah’ı aramak” yada “O’nu bulmak” değil, “O’na hakkıyla kul olabilmek”tir.
Mü’minlerin
yaşama arzusu, “mü’mince yaşama arzusu” olabilir.
Mü’minlerin,
“hakîkati hâkim kılmak” için muhtaç olduğu kuvvet, damarlarındaki kandan değil,
“Allah’a olan îmanlarından” kaynaklanır.
Mücâdele, Allah’ın dînini yeryüzüne hâkim
kılma mücâdelesidir. Gerisi boş iş ve oyalanmadır.
Mücâhede ve
mücâdele etmeyenler ilerleyemez.
Mükemmeliyetçilik, “Allahçılık”tır. Zîrâ tek mükemmel olan
varlık Allah’tır.
Mülk, “küfr” üzere
bâki kalır fakat “zulm” üzere bâki kalmaz diye ahmakça bir söz söyleniyor. Küfr
ile de bâki kalmaz, zîrâ küfrün zulme dönmemesi imkânsızdır. Hattâ tüm
zulümler, küfürden neş’et eder.
Münâfık, ağzıyla söylediği şeyi yüreğinde taşımayan kişidir.
Mürtedin
öldürülmesini reddedenler, İslâmî bütünden koparak mürted oldukları için
aslında kendilerini savunmaktadırlar.
Müslüman
çocuğun vaftizi, “kulağına ezan okunması”dır. Sesle yapılan vaftizdir bu.
Müslümanca yaşamak, “nefsine göre yaşamak” değil, “Allah’ın
emrine göre yaşamak” demektir.
Müslümanım
diyenlerin %90’ının inandığı falan yok ve sâdece inandığını zannediyor. Îmânın
ne demek olduğunu bile bilmiyor ki!.
Müslümanım
diyenlerin bir-çoğunun din ile ilişkileri “cenâze namazı” ile sınırlıdır.
Müslümanım
diyenlerin çoğu, İslâm’a değil, “İslâm toplumu”na mensuptur.
Müslümanlar da dâhil insanlar, Dünyâ’da bulunmanın yegâne
amacının, “Dünyâ’dan olabildiğince zevk almak” ve “Dünyâ’nın tadının çıkarmak”
olduğunu zannediyor.
Müslümanlar
doğayla savaşmazlar. Zîrâ doğa bizim hizmetimize verilerek bize teslim
olmuştur. Bize teslim olanla niye savaşalım ki?.
Müslümanlar
fâiz olarak ödedikleri paraları, “karz-ı hasen” yâni güzel borç olarak
verselerdi, Dünyâ cennete dönerdi.
Müslümanlar
hayâtı “Kur’ân-merkezli” okumuyorlar ve tam-tersine, Kur’ân’ı
“modernite-merkezli” okuyorlar. Böyle olunca da Kur’ân modernitenin ve zamânın
öznesi olacağına nesnesi oluyor. Kur’ân
özne yerine “nesne” olunca, müslümanlar da Kur’ân yerine modernitenin
gölgesinde modernitenin ve zamânın nesnesi oluyorlar. Rezillikleri bu
yüzdendir. Bâzen moderniteye uymaya mecbur kalmak, “bâzen domuz yemeye mecbur
kalmak” gibidir.
Müslümanlar
İslâm’dan uzaklaştıkça ve batı’lılaştıkça ahmaklaştılar, ahmaklaşıyorlar.
Müslümanlar
olarak, sosyâl medya üzerinden “dâvetçi” olacağımıza “tâkipçi” olduk.
Müslümanlar
sürekli olarak “müslümanlık” öğreniyorlar ama müslümanlık yapmıyorlar.
Müslümanlar,
“sâdece Allah’a tapıyorum” demelerine rağmen, beşerin “gösterdiği yolda”
gidiyorlar ve beşerin izini tâkip ediyorlar. Şirk işte budur.
Müslümanlarda “güçten yana olma” inancı ve güdüsü vardır.
Müslümanlar, “yanlış kader inancı” nedeniyle, başa gelen hükümdârın Allah
tarafından başa getirildiğine inandığı için hükümdâra kayıtsız-şartsız boyun
büker ve destekler. Türklerde de kardeşler arasındaki savaşı kim kazanırsa onu
Tanrı’nın seçtiği kabûlü vardır ve en güçlüden yana olurlar. Bu durum günümüzde
de aynıdır. Seçimleri kazanandan yana oluyorlar.
Müslümanların
%90’ı, “dînin gizli düşmanı”dır.
Müslümanların
hâl-i pür melâlinin nedeni; “ilimsiz amel” ile “amelsiz ilim”dir.
Müslümanların
siyâset yapması, “dînî siyâset yapması” demektir. Müslümanlar dîni
karıştırmadan “dinsiz siyâset” yapamazlar.
Müslümanlar-Türkler,
bilim ve teknolojide geri kalmamızı büyük bir felâket olarak göre-dursun, asıl
büyük felâket; dinde, düşüncede, felsefede, sosyolojide, psikolojide ve târihte
geri kalmaktır.
Müslümanlığı
seçmek, hayâta 1-0 yenik başlamayı kabûl etmek ve göze almak demektir.
Müslümanlık
“kısıtlanmayı kabûl etmek” demektir.
Müslümanlık
adına hiç-bir şey yapmayanlar “müslüman” değildir.
Müslümanlık
sâdece “İslâm’a mensup olmak” değildir, müslüman olmak “İslâm’ın gereğini
yerine getirmek” demektir.
Müsümanların ve
doğu’nun batı karşısında -görece- geri kalmasının nedenlerinden biri de,
müslümanların ve doğu’nun, batı ile ahlâk-dışı bir yarışa girmek istemeyişi
idi. Çünkü İslâm’da ve doğu’da, ahlâk-dışı bir kulvarda yarışmak zihniyeti
yoktur.
Mütekebbir
Olan’dan geldiği için bilginin özünde bir kibir vardır. Bu kibir ancak, o bilgi
Allah-merkezli olursa ve emele-eyleme dönerse kişiyi bozmaz.
Namaz kılmamak
kibirdendir.
Namaz, oruç, hac
ve zekat, insanı doyurur.
Nasıl ki belli
bir zaman önce İslâm toplumlarında yaşayanlar, uydurma da olsa
hadisleri-rivâyetleri, devlet başkanından, bürokrasiden, diğer âlimlerden ve
halktan çekindikleri için inkâr edememiş ve o rivâyetleri kullanmışlarsa; şimdi
de modern müslümanlar, yine modern devlet-adamlarından, bürokrasiden, diğer
âlimlerden ve modern halktan çekindikleri için moderniteye aykırı olan İslâm
uygulamalarını ve hattâ âyetleri ya aşırı yoruma tâbi tutuyor yada moderniteye
aykırı olan âyetlerden hiç bahsetmiyorlar. Yâni aslında değişen bir şey yok.
Nasıl ki cep
telefonlarında kullanmadığımız bir-çok gereksiz uygulama varsa, modern hayatta
da kullanmadığımız-kullanmayacağımız gereksiz bir-çok üretim ve uygulama var.
Nasıl ki çok
fazla tahlil ve tetkik yaptırınca insanda -aslında çok da önemli olmayan- bâzı
hastalıklar-sorunlar ortaya çıkıyorsa, bu, Kur’ân için de geçerlidir. Kur’ân’ı
aşırı inceleyip tahlil ettiğinizde onda bir-çok yanlış gibi görülen şeyler
bulursunuz. Böylece Kur’ân’ın açık bir emrine bile eylemden kopuk bir anlam
vermeye başlarsınız. Modern Kur’ân çalışmaları bunu yapmaktadır.
Ne gönlümüzde derman var, ne de dizimizde..
Ne için
domalırsanız, kıçınıza o girer.
Ne kadar çıkar
elde ettiğiniz, çıkarlarınız için ne kadar fedâkârlık yaptığınızla doğru
orantılıdır.
Ne kadar çok
para harcarsanız, o kadar az düşünürsünüz
Ne kadar çok üretemezsen, o kadar çok tüketirsin.
Ne yapılması gerektiğini biliyoruz fakat
“gereken”i yapmak için gönlümüzde derman yok. Gönlümüzde derman olmayınca
dizimizde de derman olmuyor.
Ne yapıyorsanız
onu savunursunuz.
Ne yapmalı, ne
yapmalı? diye sormaya gerek yok. Kur’ân-merkezli oku, bilgi-bilince er ve idrâk
et; Sünnet-merkezli amelde-eylemde bulun. İslâm budur.
Ne yiyeceğinizi
belirlemek için ne yemeyeceğinizi belirlemeniz gerekir. Ne yemeyeceğinizi
öğrendiğinizde ne yemeniz gerektiğini de öğrenmiş olursunuz.
Neden-sonuç
düşüncesinin bir sonu yoktur. Buna göre “neden” ilahlaşır. Çünkü her-şey
“neden”e dayanır. Bir şeyin nedeni, onun yaratıcısı ve ilahı olur.
Nefis, “azdıkça
azan” bir şeydir. Süreli azmak ister ve hep “bi-ilerisi”ni ister. En sonunda
gide-gide kişiyi uçurumun kenarına kadar getirir. Uçurumun kenarına kadar
geldiyseniz, büyük ihtimâlle düşersiniz.
Nefret
ettikleriniz gibi yaparsanız, “nefret edilir” hâle gelirsiniz.
Nefret ile yapılan iş çok yorar.
Nefs
bağımsızlaştıkça tatminsizlik artar.
Nefs ne kadar
açık olursa, bilinç o kadar kapalı olur.
Nefs ne kadar
palazlanırsa, hayvâniyet o oranda artar. Modernite “nefsin alabildiğine kışkırtıldığı”
bâtıl bir sistemdir.
Nefsi
kışkırtılmış ve yoldan çıkmış insana azap yetmez. Onu ancak “acı azap” kendine
getirir.
Nefsin
surlarını ve kalesini yıkmadan, düşmanın surlarını ve kalesini yıkamazsınız.
Nefsine karşı darbe-devrim yap(a)mayanlar, şirke-küfre karşı
da darbe-devrim yap(a)mazlar.
Nefsine sâhip
çıkamıyorsan, müslümanlığına da sâhip çıkamazsın.
Nesnel bilgi
diye bir şey yoktur. Herkes inandığı şeyi bilir ve söyler. Bilmek, “ancak
Allah’ın bildirdiği kadar idrâk etmek” demektir.
Netlik olmadığında bölünme başlar. Tezinizi
çok iyi ortaya koymadığınızda, tezin eksik yönleri üzerinden yeni görüşler ve
akımlar ortaya çıkar. Mezhepler ve târikatların çoğalmasının nedeni budur.
Herkes tezin eksik yönleri kendisinin tamamladığını iddiâ eder.
Neyden
etkileniyorsanız ona bağlısınızdır.
Neye
inanıyorsanız onu temele koyarsınız. Temel olarak kabûl ettiğiniz şey sizin
dîninizdir.
Neye/kime îman
ediyorsanız ona inanırsınız ve ona göre yaşarsınız.
Neyi kabûl ederseniz ona inanırsınız; neye inanırsanız onu
kabûl edersiniz.
Neyi okuduğun
ve ne kadar okuduğun önemli değil; “hangi bakışa-açısıyla okuduğun”
önemlidir.
Neyi
yapıp-duruyorsanız, onu sevmeye başlarsınız. Böylece onu yapmak bir tutku
hâline gelir.
Nice Kur’ân
dersleri yapanlar vardır ki merkeze Kur’ân’ı almamaktadırlar.
Niçin hep “batılılaşmak”tan söz
ediliyor da “doğululaşmak”tan söz edilmiyor?.
Nikâh, ruhlar arasında gerçekleşmeli,
imam-nikâhı bu nedenle olmalı ve ruhsal bağ yapılmalı. Beden-nikâhı sağlam
olmaz, zîrâ beden 6 ayda tümden değişir, 6 ay görüşmeyen eşlerin bedenen
bağları kopmuş olur, ayrılmış olurlar, dolayısıyla 6 ay sonra karşılaştığınız
kişi farklı bir kişidir. Nâ-mahremdir.
Nîsâ 34. âyet
bağlamında, karısına laf geçiremeyen bir erkeğin İslâm’ı tam anlamıyla idrâk edip
uygulaması mümkün değildir.
Nitelikli işler yap(a)mayanlar, sayılara (nicelik) râm olur.
Niyeti olmayan, hiç-bir şey yapmaz.
Nobel Barış
Ödülü almak şerefsizliktir.
Normâl
alış-verişte ilk önce mal alınıp sonra parası ödenirken, internet alış-verişlerinde
önce para ödenip sonra malın gelmesi bekleniyor. Bu modernizm her-şeyi tersine
çevirdi.
Normâl olmayan
bir iş yapmaya kalkarsanız, a-normâl engellerle karşılaşırsınız.
Normâlden sapmış olanlar, a-normâli “normâl” olarak
görürlerken, “normâl”i ise a-normâl olarak görmeye başlarlar.
Nûh’un
Gemisi’ne binmeyen, Nûh’un âilesinden değildir.
Okul bir
“elek”tir. Elenenler, sistemin ameleleri olurlar.
Okul, başarı ve
popüler işler.. İnsanın hayâtı ıskalamasına neden olan üç etkendir.
Okumak
istemekle, “okumak” çok farklı şeylerdir.
Okumayan insanı ancak “çalışmak” zapt-eder. Yoksa insanın
uyumaktan ve gezmekten başka bir düşüncesi olmaz.
Okuma-yazmaya
önem vermeyen toplumlar, ağzı iyi laf yapanların peşinden giderler.
Okumayı
“Yaratan Rabbinin adıyla” yapmak önemlidir. Modernite okumayı Allah adına
yapmıyor.
Okunması gerekenler okundu, konuşulması gerekenler
konuşuldu, yazılması gerekenler yazıldı, sıra “yapılması gerkenleri yapma”ya
geldi.
Okuyan adam çok
da “aktif” değildir, olamaz. A-sosyâl olmadan “okuyucu” olamazsınız.
Okuyucu, okumak için birinden tavsiye
kitap sormaz. Çünkü okuyucuya okuyacağı kitabı okuduğu kitap tavsiye eder
zâten.”Bana hangi kitabı tavsiye edersiniz” diye soranlar pek de
okumayanlardır.
Olayları yada
bir şeyi açıklamada Allah’ı, sünnetullahı ve vahyi hesâba katmadan ve katmayan
neyi kullanıyorsanız, “onunla şirke düşüyorsunuz” demektir.
Olgunluk, “eğitimlilik”le değil, “çiğlikten kurtulmak”la
alâkalıdır. Nice eğitimliler vardır ki çiğdirler.
Olmayan bir şeyin yokluğu ispât
edilemez.
Olmazsa-olmazınız ne ise, dîniniz de odur.
Onların dinlerine girinceye-uyuncaya kadar âyetinin bir
anlamı da; “domuz yiyene kadar”dır.
Ordular
güçlendikçe, savaş olasılığı artar.
Organik tarım, kişinin bizzat kendisinin yaptığı,
ekip-biçtiği tarımdır.
Organize bir hareketin gücü, “inancının gücü” kadardır.
Orta-çağ karanlığı, hristiyanların “ictihad kapısını
kapattığı” zamanlardır.
Orta-çağ,
İslâm’ın ve doğu’nun değil, Avrupa’nın karanlığıdır. Fakat aslında Avrupa bile
ortaçağda, modern çağda olduğu kadar “karanlık” değildi.
Ortaçağda
bilim ile hastalıklar bir miktar azalınca, batı’lılar, “bizi Allah değil bilim
korudu” diye, Allah yerine bilime tapmaya başladılar.
Oruç, metabolizmayı
yavaşlatarak ömrü uzatır.
Oy kullanarak şirki AKP üzerinden yada CHP üzerinden
gerçekleştirmek arasında fark yoktur. Demokratik sistem içinde oy kullanmak her
hâlükârda şirktir.
Oy kullanmak
ile, demokrasi adına bir heykel yapıp ona tapmak arasında fark yoktur.
Oyun kurucusunu mat etmediğiniz her oyunun piyonu olursunuz.
Oyunu kurallarına göre oynarsanız sürekli olarak “oyun”un
içinde kalırsınız. Kurallara aykırı hareket etmedikçe kendi oyununuzu hiç-bir
zaman kuramazsınız.
Ödül verilen
kişilere, “sûnî bir otoriterlik” verilmiş demektir.
Öfkeli dil, acının sesli hâlidir.
Öfkenin olmadığı yerde “yavşaklık” başlar.
Öldükten sonra
âhirette dirileceğimize olan “inanılmazlık”, Dünyâ’da vâr olmamızın
inanılmazlığından fazla değildir. Yâni Dünyâ’da vâr olmuş olmamız da normâl
değildir.
Ölmek basit bir
şeydir. Zor olan ölüm-ötesidir.
Ölmek
istememek, kendini fazla önemsemektir.
Ölmek üzere
olan kişiye ancak Kur’ân okunur, başka bir şey söylenmez.
Ölmek ve
öldürmek, bir-çok sorunu kökünden halleden şeylerdir.
Ölmemiş olmak,
yaşıyor olmak demek değildir.
Ölüm “güçlü bir
format”tır.
Ölüm bir cezâ
değildir. Cezâ, ölümden önce yada sonra başlar.
Ölüm düşüncesi
yada ölümün kendisi, modern insanın bütün sistemini bozup hayâllerini
yıkıyor.
Ölüm korkusunun
şiddeti, kişinin yaşamındaki tatminsizliğin şiddetine eşittir. Hayatta tam
anlamıyla tatmin olamayanlar, ölümden çok korkarlar.
Ölüm,
savaşılacak bir şey değildir. Ölümle yapılacak savaş mutlakâ kaybedilecek bir
savaştır.
Ölümden ne
kadar korkuyorsanız, moderniteye o kadar yaklaşırsınız.
Ölümsüz olmanın
yolu “ölmek”tir.
Ömür-boyu “ne yapılması gerektiği” ile ilgili araştırma
yapıp da hiç-bir şey yapmadan göçüp gitmek…
Önemli olan
“nüfus” değil, “nüfûz”dur.
Önerilen çözüm-şekli “pratik bir çözüm-şekli” değilse,
“çözüm” değildir.
Ön-yargının en
büyük kaynağı cehâlettir.
Örnek alacak
olan varlık bir insandır. İnsan ise ancak yine kendisi gibi bir insanı örnek
alabilir. Peygamberlerin gönderilmesinin nedeni budur.
Örtüsünü
açtığınızda, güzelin güzelliği azalır.
Öyle bir duruma gelindi ki, herkes herkesle
çatışıyor.
Öyle bir şey söyle ki, köleler seni izlemeye başlasın.
Özel olan
hiç-bir şey, asgarî ücretliler ve emekliler için değildir.
Özgürlük sert
ortamları sever. Yumuşak ortamlarda özgürlük olmayacağı gibi yavşaklaşma
kaçınılmazdır.
Özü gür
olmayanlar, özgür olamazlar.
Pâdişahlık yönetiminde pâdişah babadan-oğula belirlenirken,
demokraside pâdişah, seçimle belirlenir.
Para çoğaldıkça
merhâmet azalır ve acımasızlık başlar.
Para kazanmanın
en yüce değer olduğu bir dünyâda hiç-bir şeye îtirâz edemezsiniz. Zîrâ tutarsız
olur.
Para ve maddî
çıkar için olmayan bir eyleminiz olsun.
Para, insanları
değersizleştirir. Çünkü parası olan için karşıdaki insan çok da önemli
değildir. Zîrâ bir ihtiyaç durumunda, bir insanın yerine başka bir-çok insan
vardır.
Paranın
“çıkışı” kolay olurken, “geri dönüşü” her zaman zor olur.
Paranın hâkim
olduğu yerde ne rûh kalır, ne anlam kalır ne de ahlâk kalır.
Paraya kıyarak
dünyevî şeylere ve eğlenceye aşırı para harcamak, uhrevî ve mânevî şeylere para
harcamaya kıyamamakla sonuçlanır.
Parayı Lidya’lılar bulmuştur ama parayı her bulan “Lidya’lı”
değildir.
Parçalamanın sonu yoktur. Temel parçacığa kadar
parçalayabilirsiniz. Bundan sonra, günümüzde olduğu gibi “zihnî parçalanmalar”
başlar ve devâm eder gider.
Parlamenterler
“eski feodâller”dir.
Parlamentolar
birer panteondurlar.
Parlamentolar,
“demokrat kral”ın “tek adam”lığını perdelemekle görevlidirler.
Peçenek, Uz,
Kuman ve Batı Bulgar Türkleri, İslâm’a girmedikleri ve dinlerini korumadıkları
için, yayıldıkları balkanlarda Slavlaşmışlar ve hristiyanlaşarak asimile
olmuşlardır. Halkların asimile olmalarına neden olan şey, dinlerini
korumamaları ve hak dîne tâbi olmamalarıdır.
Peygamber
döneminden sonrasını İslâm’dan saymayanlar, sıra demokrasiyi savunmaya gelince
İslâm’ın “Peygamber’den sonraki” yönetim şeklinin “demokratik bir cumhuriyet”
olduğunu söylerler.
Peygamber’e
güvenmeden Kur’ân’a îman edilemez. “Peygamberlere îman” bunun için vardır.
Peygamber’in
hadisi ve sünneti yoktur diyenler, tâbi oldukları kişilerin sözlerini (hadis)
can kulağı ile dinleyip tekrarlıyorlar ve onların yaptıklarını (sünnet) da
aynen yapıyorlar.
Peygamber’in
örnekliği amelî yöndedir. Yoksa Kur’ân’da olmayan bir şeyden bahsedemez.
Rivâyetlere dayalı bir şeyi İslâm’da varmış gibi söyleyemez. O, din’de olan
şeyin kavlî ve fiîlî yorumunu (Sünnet) yapar.
Peygamber’in
yaşam-tarzını beğenmeyenler ve benimsemeyenler “müslüman” değildir.
Peygamber’siz
İslâm, “Tayyip’siz AKP” gibi bir şeydir.
Peygamberimiz ve ilk iki halifeden
sonra “gerçek İslâm” olarak ortada hiç-bir şey kalmamışsa eğer, o zaman -hâşâ-
“İslâm güçlü ve sağlam bir temele sâhip olmayan bir din’dir” düşüncesi açığa
çıkar.
Peygamberimiz
ve onunla birlikte olanların yaptığı gibi; olağan-üstü şeyler yapmadıkça
olağan-üstü değişimler ve olağan-üstü sonuçlar beklemek abes ve hayâldir.
Peygamberimiz,
“doğuştan müslüman” değildir. Onun müslümanlığı, “babadan-oğula geçen bir
müslümanlık” değildir.
Peygamberimiz,
evlatlığı Zeyd’in, boşadığı hanım ile evlenmeseydi, insanlar Kur’ân’ın o âyetlerini
pek de uygulamazlardı da yorumlamaya başlarlardı.
Peygamberimiz’den sonra İslâm
târihinin İslâm’a uygun olmayan bir şekilde ve iç-savaşlarla geçmiş olmasının
bir nedeni de, Azhâb Sûresi 33. âyetin yerine getirilmemesiydi: “Evlerinizde
vakarla-oturun (evlerinizi karargâh
edînin), ilk câhiliye (kadınları)nın süslerini açığa vurması gibi, siz de
süslerinizi açığa vurmayın; namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, Allah’a ve
elçisine itaat edin. Ey Ehl-i Beyt,
gerçekten Allah, sizden kiri (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz
kılmak ister”. Bu âyete uymayan Hz. Âişe yüzünden ileride iç-savaşlar ve
ayrılıklar yaşandı ki İslâm’ın tarihini olumsuz yönde etkileyen şeylerin
başında bu gelmektedir. Bu durum günümüzde bile etkisini olumsuz anlamda
sürdürmektedir.
Peygamberimiz’in
söyledikleri (hadis) ile yaptıkları (sünnet) birbirleriyle çelişmeyeceği için
söyledikleri, yaptıklarıyla, yaptıkları da söyledikleriyle uyumlu olmalıdır.
Aksi-hâlde bir çelişki olduğunda, çelişen şey “sahih” olmaz.
Peygamberimiz’in;
“ilim Çin’de bile olsa gidin alın” dediği ilim, “modern-bilim” değildir.
Peygamberler
bilgileriyle değil; îman, ahlâk, takvâ ve amel-eylemleriyle öne çıkan ideâl
örnekliklerdir.
Peygamberler hayâtın yeni sorularına
ve sorunlarına cevaplar ve çâreler üretmek için değil, bozulan düzeni
İslâm-merkezli olarak yeniden rayına oturtmak için gönderilmişlerdir.
Peygamberler,
“Allah’ın seçtikleri”dir. Allah’ın seçtikleri varken “insanların seçtikleri”ne
göre düşünmek ve hareket etmek küfürdür, şirktir ve mutlakâ zulmü açığa
çıkarır.
Peygamberler, insanların kafalarına göre yaptıkları
yorumları iptâl etmek ve “Allah’a göre” yapmak için gönderilirler.
Peygamberler,
vahiy-merkezli bir hikmet-sünnet ortaya koyabilecek ahlâkî bir potansiyele
sahip oldukları için “peygamber” olarak seçilirler.
Peygamberlerin çok etkili olmalarının nedeni, bambaşka bir
yol ve bambaşka bir dünyâdan bahsetmiş olmalarıdır.
Peygamberlerin
söz ile yaptıkları yorumdan ziyâde fiîlen yaptıkları yorumlar bağlayıcıdır.
Pınarın gözünden, onu bulandırmadan
içmek istiyorsan, “toprağa kadar” eğilmek zorundasın.
Pişmanlık iyi bir öğretmendir.
Plân yapmaktan
ziyâde, plânı gerçekleştirebilmek önemlidir.
Porno, “bir şeye odaklanmak” ile başlar. Meselâ
ayak-bileğine uzaktan bakılınca bir etki olmaz fakat ayak-bileğine yakın-çekim
yapıldığında iş başkalaşır.
Pornografi,
hayâl kurmayı ve keskin bakışı blôke eder. Zîrâ her-şey ortadadır.
Pornografi,
örtüsüzlükle başlar ve gizemsizlikle son bulur.
Post-modern
insan, korkuyu ve her-şeyden korkmayı bir hayat-tarzı hâline getirmiştir. Bu,
“sâdece Allah’tan korkma” düşüncesi ve inancından vazgeçmenin bir cezâsıdır.
Post-modern
zamanlarda dünyevîlik insanlara “damardan” verilmektedir. Bu nedenle hemen etki
etmekte ve alışkanlık yapmaktadır.
Pozitivist
modernite “doğayı hâkimiyeti altına alma”ya dayanır. İnsan da doğanın bir
parçası olduğu için insanı da hâkimiyeti
altına alıp sömürmeyi sorun olarak görmez.
Pozitivistler gaybî konulara inanmanın
bir dayanağı olmadığını söylerler. Zîrâ pozitivistler açıklanamayan şeylere
inanmazlar. Fakat gayb, “açıklanacak” değil “inanılacak olan” şeydir. İnanırsın
yada inanmazsın. Şu da var ki, modern-bilimin Dünyâ-dışı verilerinin %90'ı da
masa-başında üretilmiş zırvalıklardır. Peki bunlara niye inanayım?. Görülmesi
aslâ mümkün olmayan “elektron” denilen şeye niye inanayım ki?.
Prangaların
demir olmasıyla altın olması arasında fark yoktur.
Pratiğe dökülmemiş şeyler için “sonsuz zannetmeler”den başka
bir şey yoktur.
Pratiğe dönük olmayan düşünceler,
unutulmaya mahkûmdur.
Psikologlar dinsizlerden ve dîni
dar/zayıf olanlardan beslenirler.
Psikoloji,
normâli “a-normâlleştirme” ameliyesidir.
Psikolojik
ilaçlar gerçek anlamda sâdece üreticilerini-satıcılarını mutlu ediyor.
Put edinilmiş olanların çoğu, eski zamanlarda yaşamış “put-kırıcılar”dır.
Putçuluğun târihte kaldığını zannedenler bilmelidir ki,
insanlık târihinde hiç-bir zaman, günümüzdeki kadar put ve putçuluk olmadı.
Putçuluğun, şirkin, küfrün ve
dolayısıyla zulmün kökeninde “aşırı sevgi” vardır.
Putçuluk, kendi
putunu yüceltirken, başkasının putunu aşağılamaktır. Oysa bunların ikisi de
şirk ve küfürdür.
Putlar;
önceki zamanlarda yaşayan kahramanlar, bilginler, yöneticiler vb. gibi
insanlardı. İnsanlar bu kişileri çok sevmişlerdi. Bu kişilerin ölümlerinden
sonra resimleri ve heykelleri yapıldı. Onlar ilk başta ölüm yıldönümlerinde,
daha sonra ise sık-sık ziyâret edildi. Zamanla onlara tâzim gösterilmeye ve en
nihâyet de tapılmaya başlandı. Demek ki şirkin kökeni “aşırı bağlılık” ve
“aşırı sevgi”dir. Allah’tan başkasına aşırı bağlılık şirk sürecini başlatır.
İslâm’da resim ve heykele iyi gözle bakılmamasının nedeni de budur.
Putlaştırma ve
tabulaştırma, putlaştırılan ve tabulaştırılan üzerinden kaçamak
yapılabilmesinden dolayıdır.
Putperestlik
“sanat” adı altında pazarlanıyor.
Rabbiniz, “tâlimâtına göre hareket ettiğiniz”dir. Kimin
tâlimâtına göre hareket ediyorsanız “onu râb edinmişsiniz” demektir.
Rabbiniz, eleştiremediğinizdir.
Ramazan; açlık
ve susuzluktan başka bir de uykusuzluktur. Yoksa ayı gibi uyuyarak tutulan orucun
etkisi çok da fazla olmaz.
Ramazan’ın ilk gününde Oruç Baba’ya gitmek ile, ulusal
bayramlarda ve özel günlerde Anıtkabir’e gitmek arasında “hurâfe olmak
bakımından” bir fark yoktur. İkisi de bir tapınmadır, şirktir, küfürdür.
Reel-politiğe
destek verirken ve lâik-demokrasiye kuyruk sallarken; reel-politiğin ve
lâik-demokrasinin ortaya çıkardığı ahlâksızlıklardan ve çirkeflerden dert
yanmak ahmaklık ve münâfıklıktır.
Referans
kaynağınız ne ise, dîniniz de odur.
Risk
olmadan rızk olmaz.
Romalılar, Roma
Uygarlığı’nın köklü geleneklerinden nasiplenmemiş olanları “barbar” sözcüğüyle
tanımlanıyorlardı. Bu tutum şu-anda da geçerlidir. Modernizm bir greko-romen
uygarlıktır. Bu uygarlığa ayak uydur(a)mayanlar barbar, yobaz, ilkel, gerici ve
terörist olarak kabûl ediliyor.
Rönesans, tabiatçılığa (paganizm) bir dönüştür.
Rûh karşısında
nefse verilen en küçük bir tâvizde, nefs rûhu inkâr etmeye başlar.
Rûhun bedenden
ayrı bir şey olmaması, maddenin mutlaklığıdır, mateyâlizmdir.
Saat gece 12.00 yâni 24.00.’den yarım sâlise önce yada yarım
sâlise sonrası arasında ne fark var?. Yada 24.00’den bir sâniye önce ve
sonrası; 1 saat önce ve sonrası?. Koca bir hiç. Ancak 1 saat önce yada sonra
zâten her-gün olan periyodik döngüler sebebiyle yıldızlara farklı bir açıdan bakarız
sâdece. O hâlde günün 24.00’de bitmesinin ne anlamı var?. Hattâ yeni yılın
girmesi için bile 24.00’ü bekliyorlar. Bu saatlerde olağan-üstü bir şey olmuyor
ki. İslâm’da ise gün, Güneş battığında biter. Hem de muazzam görünümlü bir
batış/bitiş şekliyle. Akşam-ezanı okunduğunda.. Zâten “gün”, Gün-eş’in
“gün”üdür. Güneş battığında gün biter. “Batmak” ile “bitmek” aynı yazılır
arapçada. Gün-eşin batması, gün-ün bitmesidir.
Sâdece “müziğin klâsiği” değil, “hayâtın da klâsiği”
güzeldir; arındırır, rahatlatır.
Sâdece Allah’a
tapmaktan imtina edenlerin, en nihâyetinde nefislerine tapmaktan başka çâreleri
kalmaz.
Sâdece îman ve
ibâdet içeren dinler, bir peygambere ihtiyaç duymazlar. İslâm’ı kuru îman ve
ibâdet dînine çevirmeye çalışanlar, bu nedenle
Peygamberimiz’i gündem-dışı etmek istiyorlar.
Sâdece kendini
düşünen bencil insan “kimsesiz insan”dır.
Sâdece lâik, seküler, liberâl ve Atatürkçü olmakla “aydın
insan” olduğunu zannedenler var.
Sâkin olmak
için en iyi yol “sâkin” bir yerde sâkin olmaktır yâni sâkin bir yerde
yaşamaktır.
Samanı süte dönüştürecek bir makine
yapabilir misiniz?.
Samîmi
mü’minlik, pirinç yemek yolunda bulgurdan da olabilmeyi göze almak ve bunu
kabûl edebilmek demektir.
Samîmi olması
için, ille de “bilgece” olmasına gerek yoktur.
Samîmiyet
sorumluluk gerektirir.
Sanal demek, sonsuz demektir.
Sanat, devrin siyâsi görüşüyle örtüşür. Zâlim siyâsetler,
biçimsiz mîmâriler üretir.
Sanâyi, “işe
hem Allah’ı hem de insanı karıştırmamak” demektir. Çünkü makine ne Allah’ı
takar ne de insanı. Makineler el değmeden üretim yaparlar.
Sanâyileşme
arttıkça, enâyileşme de artar.
Sapık akımlar
târih boyunca, kendilerini eleştirenleri, “öğretilerini anlayamamakla”
suçlamışlardır.
Sapık bir fikrin özgürlüğünü savunmak
sapıklıktır.
Savaş, bulaşıcıdır.
Savaşmayan
erkekler yavşaklaşmaya başlar. Sonunda da “kadın-erkek eşitliği” görünümü
altında kadın tarafından ezilirler.
Savaşsız bir
dünyâ yavan olur.
Savaşta mağlûb
olanlar, eski kültür ve edebiyatlarına yönelmeye başlarlar.
Savaşta ön cephede bulunmak, namazda
ön safta bulunmanın fazîleti gibidir.
Savsaklanan iş
ve savsakçının işleri yolunda gitmez ve bitmez.
Savunduğunuz şeyin “doğru” olması yetmez. Onu samîmi ve
gayretli bir şekilde savunuyor olmanız gerekir.
Secde,
eşitleyicidir.
Seçik olan bir
şey aynı zamanda açık değil midir?. Kuşun kuş olduğu anlamak ve bundan emin
olmak için kuş hakkında derin bir bilgiye mi sâhip olmamız gerekmez.
Seçimde aday
olmak, “ben kâfirliği kabûl ediyorum” demektir.
Seküler aklın “tabiatı
hâkimiyeti altına almak” sevdâsı, modern zamanlara kadar tabiatı ilahlaştırarak
kendisine ceberrut edinmiş olmasının pişmanlığından dolayıdır. Batı, tabiatla
hiç-bir zaman dengeli bir ilişki kuramamıştır.
Seküler bilgi
arttıkça korku azalır, İslâmî bilgi arttıkça korku çoğalır.
Seküler bir ülkenin zenginleşmesi her
zaman, eşitsiz-adâletsiz bir ekonominin ve ekonomik uçurumların ortaya
çıkmasına neden olur.
Seküler devlet,
ayrıcalıklı sınıfların temsilcisidir.
Seküler
devletler her zaman, halkın çoğunluğunu ezik, gariban ve güçsüz bırakmak ister.
Zîrâ zenginleşip, güçlenip de kendisine kafa tutmasın ister. Dolayısıyla halkın
çoğunun gariban olması-bırakılması şeytânî bir politikadır.
Seküler
devletlerde devletin güçlü olması, halkın da güçlü olması anlamına gelmez.
Seküler
ideolojiler, eşitsizliğin -güyâ- meşrûlaştırılması uygulamalarıdır.
Seküler kânun
ve kurallara sımsıkı bağlı olanların, Allah’ın kânun ve kurallarını hayâta
hâkim kılmak yolunda adım atması mümkün değildir.
Seküler sâbiteler, “gerçek değişimi” imkânsızlaştırırlar.
Seküler sistem,
modern dünyâdan domuz gibi yararlanmayanları deli ve sapık olarak îlân ediyor.
Seküler sisteme
karşı teslim olarak ellerinizi havaya kaldırırsanız, “donlarınızı da aşağıya
indirmiş” olursunuz.
Seküler sistemlerde insanlara verilmiş tek bir hak vardır, o
da; “hâkim sınıfı alkışlama hakkı”dır.
Seküler
siyâset, “insanın insan üzerindeki egemenliği” iken; İslâmî siyâset; “Allah’ın
insan ve tüm varlık üstündeki hâkimiyeti”dir.
Seküler-dinsiz
sistemler “seküler-dinsiz insanlar” ortaya çıkarır.
Seküler-kamusal
alan, özel alanı ifsâd ettiği gibi, dijitâl alan ise hem kamusal alanı hem de
özel alanı bitirmiştir.
Seküler-lâik-modernite
ile birlikte insanlar “Tanrı Krallığı”ndan koparılıp, “Dünyâ Kralllığı”na
bağlanmıştır.
Semirmiş insanda
“anlamlandırma” ya çok az olur yada hiç olmaz. Anlamlandırma, bir şeyin
eksikliği, yokluğu ve özleminde olur.
Sen Allah’a ne
kadar “kulluk” yaparsan, Allah da sana o kadar “Allah’lık” yapar.
Sen uyuyarak geçiyorsun diye, gece yok
değildir.
Seni rezil eden şey, senin
zihniyetindir.
Senin îman
ettiğini söylemen benim için önemli değildir. Senin o îmanla ne yaptığın benim
için önemlidir.
Senin özlemini duyduğun şeyler, başkasının
iğrendiği şeyler olabilir.
Sermâyedarlar ekonomiyle “kedinin
fâreyle oynadığı gibi” oynuyorlar.
Sermâyedarların servetlerini katlamaları “büyüme” değildir.
Serotonin seviyesi zirveye çıkmışsa, serotonin seviyesini
yükselten şeyin ne olduğunun bir önemi yoktur.
Servet,
sâhiplerinde şiddetli bir “yönetme ve yönlendirme isteği/arzusu” oluşturur.
Parayı bulanlar, yönetimi de kendileri yapmak isterler. Servetin oranı,
yönetilecek alanın büyüklüğünü belirler. Tüm insanların sâhip olduklarından
daha çok servete sâhip olanlar, tüm Dünyâ’yı ve tüm insanları yönetmek ister.
İşte şirk budur. Bu yüzden sınırı aşmış olan zenginlik, mutlakâ şirki, küfrü,
sapmayı ve zulmü de yanında getirir.
Servet-sâhibi
olmanın yolu akıllı/zeki olmaktan değil, şerefsiz olmaktan geçer.
Ses çıkarmak, “konuşmak” demek değildir.
Sevmek
standartlaştırılamaz.
Seyyar satıcılar (işporta) esnafların ilk hâlidir. Esnaflar,
ilk hâllerini hatırlatan seyyarları (işportacıları) sevmezler, bu nedenle de
onları zâbıtaya şikâyet ederler ki oradan uzaklaşsınlar da “psikolojik olarak”
rahat etsinler.
Sıkılan şey
rûhunuzdur. Boş kalınca sıkılmaya başlar.
Sınır, yâni ulaşamamak, fikri ve sanatı ortaya çıkarır.
Sınırsızlıkta fikir ve sanat oluşmuyor. Bu nedenle, ulaşmayı çabuklaştıran ve
kolaylaştıran makineleşme, fikri ve sanatı öldürdü.
Sınırlı akıl,
sınırsız olan dîni sınırlayamaz. Tam-tersine din, aklı sınırlar.
Sınırsızlıkta anlam kaybolur. Zîrâ tek
sınırsız olan Allah’tır. Meselâ kâinâta “sınırsız” derseniz Allah inkâr
edilmeye başlanır. Allah olmayınca anlam da kaybolur.
Sıra-dışı
şeyler şartları değiştirme gücü taşısa da, sıra-dışı şeyleri yapmak için
şartların uygun olması gerekir. Sünnetullaha göre bu böyledir. Uygun değilse,
şartların olgunlaşmasını beklemek ve uygun olması için onu tatlı-sert zorlamak
gerekir.
Silahtan vazgeçenler, sonsuz tâvizler vermeye başlarlar.
Sisteme
sövmeyenlerin sonu, “kızını dövmeyenlerin” sonu gibi olur.
Sistem-içi
sorunlara üretilen sistem-içi çözümler “gerçek birer çözüm” değildirler.
Sistemin ortaya
çıkardığı sorunları sistem içinde kalarak çözmek imkânsızdır.
Siyâset dîne
âlet edilmezse, din siyâsete âlet edilmeye başlar. Siyâset dîne âlet
edilmediğinde, din, her türlü siyâsete her zaman âlet edilmeye çalışılmıştır.
O-hâlde ya -doğru olarak- “siyâset dîne” âlet edilecek yada -yanlış olarak-
“din siyâsete” âlet edilecektir.
Siyâset düzelmeden hiç-bir şey düzelmez.
Siyâset yalnızca İslâmî düzende “ekonomik güçler” tarafından
belirlenmez.
Siz fark-etmiyorsunuz
diye kötülük yok demek değildir.
Siz Kur’ân’ın
hayâta dönük tarafından uzaklaşırsanız, Allah da -bir cezâ olarak- sizi rûhî-mânevî
tarafından uzaklaştırır.
Siz ve sen tartışmaları yapılıyor. “Siz” hitâbı hem
dilbilgisi kurallarına aykırı, (çünkü karşıdaki kişi tek bir kişi olsa da ona
“siz” deniyor ve kişi “kendisi” olarak kabûl edilmiyor) hem de daha baştan “biz
ayrıyız” uyarısını veriyor. Bâzı “siz”ler o kadar hakâret içeriyor ki.. hem de
samîmiyetten yoksun; oysa bâzı “sen”ler o kadar yumuşak, samîmi ve ferahlık
verici ki, “siz”den daha çok seviyorum ben o “sen”leri.
Sizden sürekli olarak saygı bekleyenler, size egemenlik kurmak
isteyenlerdir.
Sizi hizâya
sokan ne ise dîniniz odur.
Sizi motive
etmiyorsa, dîne olan bağlılığınızda bir sorun var demektir.
Soğukkanlı
insanlarda “tedbirde aşırılık” çok bâriz olarak gözükür.
Son 150 yıllık
târih, aklın en az kullanıldığı târihtir. İnsanlar nefislerinin peşinde
giderlerken “aklımızı kullanıyoruz” zannediyorlar.
Son 200 yıldır
“Dîn’i, hurâfelerden arındırma” çalışmalarında ölçü Kur’ân ve Sünnet olacağına,
modernizm olmuştur. Böylece “Dîn’i modernizme uydurmak” sorunu ortaya çıkmıştır.
Ölçü bu sefer de tersinden şaşmıştır.
Son
200 yıllık târih, Allah rızâsının en az gözetildiği” zamandır.
Son zamanlarda “selam sana” söylemi çok kullanılmaya
başlandı. Allah bunun farklı nedenle söylenmesini isterken, şimdikiler ise,
kendisi gibi düşünmeyeni aşağılamak için kullanıyorlar.
Sonradan olan
“sonuna kadar” olmaz.
Sonsuz olan tek
şey Allah’tır. O-hâlde uzay sonsuz değildir. Uzaya sonsuz diyenler onu
tanrılaştırmaktadırlar.
Sorgulayamadığınız şey, ilahınızdır.
Sormayana cevap
vermek Dünyâ’nın en zor işlerinden biridir.
Soru şu: Allah, takvasını güçlendirene
mi yoksa ordusunu güçlendirene mi yardım eder?.
Sorumluluk
(nikâh) olmadığında zinâ olur.
Sorun, “benim
niye sinirli ve isyankâr oluşum” değil, “senin niye sinirli ve isyankâr olmayışın”dır.
Sorunları yok
saydığınızda sorunlar “yok olmuş” olmaz.
Sosyâl medyada
yapılan yemeklerin ve pastaların resimleri paylaşılıyor ama bu yemekler açları
doyurmuyor.
Sömürmeyen
zenginleşemez.
Sövmeniz
gerekip de sövmediğiniz şeyi, kısa süre sonra sevmeye başlarsınız.
Sövmeyen adam ciddî değildir.
Sövmeyen adam
yavşağın tekidir.
Sövülecek o
kadar çok şey ve kişi var ki, sövgünün hakkını vermek isteyen birinin, ölene
kadar sürekli sövmesi gerekir.
Sövülecek olana sövmüyorsanız, bâri
sövene engel olmayın.
Söylene-gelen;
“sakalımız yok ki sözümüz dinlensin lafı; “sosyâl medyada bol tâkipçimiz yok ki
sözümüz dinlensin” olarak değişti.
Söylenip duran; “kızlar okuyup çalışıp kendi ayakları
üzerinde durmalıdır” sözü bir fitnedir.
Söz ile yâni
“müslümanım” demekle müslüman olunmaz, “müslümanlık yapmak”la müslüman olunur.
Sözün de nâmusu
vardır ve sözün nâmusu; “Ey îman edenler!; yapmayacağınız şeyleri niçin
söylüyorsunuz?” âyetinde ifâdesini bulur.
Spor
karşılaşmalarında kötü oynayıp da haksız gâlibiyet alanlar gibi, cennete,
İslâm’a aykırı yaşayarak haksızca girmek yoktur.
Stresin ve
buhranların nedeni düzensizliktir. Düzenlilik, ilk başta ağır, sonra da hafif
bedeller ister. Böylece düzenlilik sürdükçe stres ve huzursuzluk azalır.
Su canlıdır. Fakat suyu oluşturduğu
söylenen oksijen ve hidrojen cansızdır.
Suyu (rahmet) kirletenler, dîni haydi-haydi kirletirler.
Suyun formülünü ortaya koyduğunuzda,
artık o mucizevî özellikteki sudan bahsedemezsiniz ve “su” deyince formüller ve
atomlar akla gelir. Çünkü modern-bilim ve de teknoloji, varlığı özünden
saptırır ve “o” olmaktan çıkarır. Şu da var ki 2 hidrojen 1 oksijen formulü
suyu indirgemektedir.
Suyun, formûl olarak H2O (iki hidrojen bir oksijen) olduğunu bilmenin insanlığa
hiç-bir faydası yoktur.
Sünnet söz
değil, amel-eylemdir. Bu nedenle gayr-ı metluv vahye değil, metluv vahye
dayanır.
Sünnet,
“Allah’ın hükümleriyle hükmedilmesini söylemek” değil, “Allah’ın hükümleriyle
hükmetmek” demektir.
Sünnet,
“İslâm’ın sosyâlleşmesi”dir.
Sünnet,
“Kur’ân’ı idrâk etme ve uygulama yöntemi”dir.
Sünnet, “Peygamberimiz’in içtihâdı”dır.
Sünnet,
“vahiy-merkezli bir motivasyon”dur.
Sünnet, “vahyin
ete-kemiğe bürünmesi”dir.
Sünnet, bir
“İslâmî hayat felsefesi” ameliyesidir.
Sünnet, Hz.
Muhammed’in, resûl ve nebî olarak 23 yıl boyunca Kur’ân’ı merkeze alarak
yaptığı kavlî ve fiîlî yorumlardır.
Sünnet, ilk
İslâm toplumunun Kur’ân-merkezli tatbikâtıdır.
Sünnet,
Kur’ân’ı değil ama İslâm’ı bütünler. Zîrâ İslâm, Vahiy ve Peygamber yâni
Sünnet’tir.
Sünnet,
Kur’ân’ın “aura”sıdır.
Sünnet,
Kur’ân’ın amel-eylem şeklinde yansımasıdır. Bu bağlamda Kur’ân ve Sünnet (yada
İslâm geleneği) ayrılamaz. Modernite ise parçalayıcıdır ve bölücüdür. Modernite
Kur’ân ile Sünnet’i yâni İslâm geleneğini de, “eski”ye olan nefretinden dolayı
(çünkü hayâtiyetini bundan almaktadır) ayırıp-bölmüş ve böylece geleneği kötü
göstermiştir-göstermektedir.
Sünnet,
Sünnetullahın izdüşümüdür.
Sünnet; ideâl
bir mü’minlik şeklidir.
Sünnet’i hesâba
katmayıp da “Kur’ân yeter” demek, “İslâm sâdece gönüllerde yaşansın ve hayâta
karışmasın” demektir. Zîrâ İslâm-Kur’ân hayâta “Sünnet ile” karışır.
Sünnetin
kaynağı Kur’ân’dır.
Sünnetullah
denen ilâhi sisteme ancak ve ancak “İslâm Dîni ve düşüncesi” ayak uydurabilir.
İslâm-dışı ideolojiler ve düşünceler ise yakın-uzak vâdede bertarâf olmaya
mahkûmdur.
Sünnetullaha göre, biri zayıflamadan diğeri irileşemez.
Sünnî ve Şiîlerin toplam hadisleri 2,5-3 milyon
civârındadır. Bunların sâdece ve en fazla 1.000 tânesi sahih olabilir. Gerisi
uydurulmuştur ve hâlen de uyduruluyor.
Sürât, sersemleştirir.
Süreç şu
şekilde işledi: Allah/Kitap-merkezlilik; insan-merkezlilik, eşyâ-merkezlilik..
Sürekli olarak
Allah’ı aramak ve O’nu görmek-bilmek istemek “ateizm”den kaynaklanır.
Sürekli olarak
başkalarının ürettiğini yemek, hastalıkların nedenidir. En sağlıklı beslenme
şekli, “kendi ürettiğini yemek”tir.
Sürekli
olarak dîn, zamâna ve mekâna uydurulmaya ve uyarlanılmaya çalışılıyor. Peki
niçin zamân ve mekân dîne uyarlanıp uydurulmaya çalışılmıyor?.
Sürekli olarak
kullanılan “gönlünce yaşa” dileği aslında “nefsince yaşa” demektir.
Sürekli olarak söylenen; “Kur’ân’ın dilini günümüze göre
değiştirmeliyiz” sözüyle Kur’ân’ı modernitenin nesnesi yaptılar.
Sürüden ayrılmayan, “çoban” olamaz.
Şamanizmin kaynağı, totemizmdir.
Şans dilemek,
“duâ etmek” demek değildir.
Şartların
değişmesi, “yeni araçların ortaya çıkması” demektir.
Şaşırılması gereken en ilginç şey, “sömürülen kitlelerin bir
isyân başlatmaması”dır.
Şehâdet, saadettir.
Şehâdetin tam metni aslında şöyledir:
“Lâilâheillallah, Muhammedürresûlûllah, yekfur bit-tâğûti”. “Allah’tan başka
ilah yoktur, Muhammed O’nun kulu ve resûlüdür, buna göre tâğutu tanımayıp inkâr
ediyorum” (Bakara 256).
Şehir, insanları bir-birlerinden koparıyor. Şehirler “en
ufak bir yardım”ın bile esirgendiği yerlerdir. Göçebelikte ise
misâfir-perverlik çok önemlidir. Hattâ hayatları pahasına.
Şehirler birer “açık-hava hapis-hânesi”ne dönüştü.
Şehrin
merkezinde ne varsa, insanların merkezinde de o vardır.
Şerefsizlere
kânun/yasa yetmez.
Şerefsizlik, profesyonelce yapıldığında “şerefsizlik”
olmaktan çıkmaz.
Şeytan “boş
adam”ı hedef alır.
Şeytan ateist
değildir, Allah’a inanır. Şeytanın “şeytan” olması, Allah’a inanmasına rağmen
emrini yerine getirmemesiydi. “Secde et” emrini yerine getirmemek şeytanlaştırır.
Şeytan
insanlara “virüs”ü iliklerine kadar yaymış olduğu hâlde, insanlar korona-virüsün tüm Dünyâ’ya yayılacağından
endişe ediyorlar.
Şeytan
insanları bisiklete bindirdi. Ya sürekli pedal çevirip ilerleyeceksin, yada
düşeceksin dedi. Böylece "ilerleme" denen şey ortaya çıktı.
Şeytan, yaptığı
şeyi câzip gösterdikten sonra bir insanın yapmayacağı şey yoktur.
Şeytana,
nefisinize ve tâğutlara uyarsanız yâni sisteme ayak uydurursanız, Dünyâ’da -dünyevî
anlamda- mis gibi yaşarsınız.
Şeytanı, nefsi,
tâğutları ve moderniteyi sorgulamaya götü yemeyenler; Allah’ı, âhireti, vahyi,
peygamberleri sorgulamaya başlarlar.
Şeytanın
fısıldamaları ve nefsinin kışkırtmalarıyla her türlü fitneyi-fesadı çıkarıyor,
sonra da “aklımı kullanıyorum” diyor.
Şeytanın telkinleriyle
nefse uyarak, her türlü düşünce, amel-eylem ve üretimler nefse göre
yapıldığında, bir süre sonra Dünyâ, tam da nefse uygun bir hâle gelirken;
Allah’ın emir ve nehiylerine uyarak, her türlü düşünce, amel-eylem ve üretimler
İslâm’a, Kur’ân’a ve Sünnet’e göre yapıldığında ise Dünyâ tam da İslâm’a,
Kur’ân’a ve Sünnet’e uygun hâle gelir. Dünyâ’yı nefse yada İslâm’a göre
şekillendirmek için birilerinin on numara ve kusursuz bir plân yapmasına gerek
yoktur. Mekân, şartlar ve dolayısı ile zaman, ne yaparsanız ve nasıl
davranırsanız ona göre şekillenir.
Şiddet çok fazla kötülenerek, şiddetsizlik, şiddetsizlik
diye-diye insanlar, şiddet gösterenlere karşı bile şiddet gösteremez hâle
geldiler.
Şiddet, fikirlerin somut şekilde çarpışmasıdır.
Şiir gibi bir dünyâda yaşamak varken; “zehir gibi” bir
dünyada yaşıyoruz.
Şimdilerde sigara içenlere: “duman rahatsız ediyor, söndür
sigaranı” dediğimiz gibi; cep telefonu ile konuşanlara da: “ışınlar rahatsız
ediyor, kapat telefonu” denilecek zamanlar gelecek.
Şirk, “Allah’ı
ikinci sıraya koymak”tır.
Şirk,
“sirk”tir.
Şirk, “yer ile
göğün uyumunun bozulması”dır. Yer, aynen gökler gibi Allah tarafından
yönetilmediğinde şirk ve küfür başlar.
Şirk, Allah’a
“Allahlık” yaptırmama ameliyesidir. Şirkte Allahlık, Allah dışındakilere
verilir.
Şirk, Allah’ın
“yaratıcı” olarak kabûl edilmesine rağmen, “yönetici” olarak kabûl edilmemesi
ve “yöneticiliği başkalarına verme” demektir.
Şirk, Allah’ın
kânunlarını çok da tınlamazken; Firavun’un, Kârûn’un, Bel’âm’ın ve Samîri’nin
kânunlarını baş-tâcı etmek demektir.
Şirk, gökte
mecbûren Allah’a bağlı, yeryüzünde ise Allah’tan bağımsız (özerk) bir düşünme
ve yaşama şeklidir.
Şirke, küfre,
adâletsizliğe, ahlâksızlığa yâni zulme karşı isyân etmeyenler, nisyân (unutmak)
ile cezâlandırılır.
Şirkin kökünde,
“birilerine karşı duyulan aşırı sevgi” vardır. O kişiler yaşamlarında yada
ölümlerinden sonra onları aşırı sevenler tarafından putlaştırılır.
Şirkten sâdece
“şirki bilmek”le kurtulunamaz. Amel-eylem olarak da şirkten vazgeçip tevhide
dönmedikçe şirkten de kurtulunmuş olmaz.
Şöyle bir
çelişkimiz var; bizim düşüncemiz kent düşüncesi, fakat yaşamak istediğimiz yer
kent değil. En azından “şehir”de (kent değil) yaşamak istiyoruz.
Şu 3 şey bir
kadına aslâ yetmez: Zaman, mekân ve para.
Şu dâr-ı
dünyâda, şöyle karşılıklı oturup da (şirke, küfre, adâletsizliğe, ahlâksızlığa,
ahmaklığa ve moderniteye) sağlamca ve iyice sövecek bir dostum olmadı ya,
yanarım da ona yanarım.
Şu
koca uzayda “sığınılacak ve güvenilecek” tek bir şey bile yoktur.
Şu-anda
bulunduğunuz yer “ulaştığınız yer” değil, “sürüklenerek getirildiğiniz yer”dir.
Şu-andaki
ekonomi sistemi ve tarzı, bir-zaman önce mâlikanelerde yaşayan burjuvanın
ekonomi anlayışıdır.
Şüphe duymadığınız şey, dîninizdir.
Tâğutlar,
insanların güdülerini kullanarak Dünyâ’yı yönetiyorlar.
Tâkipçilerine “kendisini eleştirmeyi” öğretmeyenler “âlim”
değildir.
Taklit sâdece
dîn alanında olmaz. Dînî olmayan konularda da taklit olabilir.
Takvâda
yarışmayınca “nefste yarış” başlar.
Tam bir îmâna, “güçlü bir isyân” ile ulaşılabilir.
Tanklar, Enfâl
60. âyetteki: “Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar
hazırlayın…” âyetinin karşılığı değildir; modern potansiyel düşmanların
silahlarının karşılığıdır.
Tanrı göğe hapsedildiğinde, yeryüzünde yeni tanrılar peydâh
olur.
Tanzimatta (1839) öyle bir tâviz verildi ki, hâlâ önü
alınamıyor.
Tapmak,
“tapılana göre yapmak” demektir. “Kime göre yapıyorsanız ona tapıyorsunuz”
demektir.
Târih boynca
sapanlar ve sapmanın sonucunda değişenler, kendileri gibi değişmeyenleri,
“değişmedikleri için” suçlamışlardır.
Târih
boyunca “hicret” edip de pişman olan olmamıştır.
Târih boyunca
ahmaklık, başta İslâmî düşünce olmak üzere her türlü bilgeliye meydan
okumuştur.
Târih boyunca
anne ve babasının iyi niyetini, modern gençlik gibi istismâr eden bir nesil hiç
olmamıştır.
Târih boyunca
bütün köleler kent-merkezlerinde yada mâlikâne çevresinde yaşamışlardır.
Târih boyunca devletler, biriktirdikleri paraları, maddî
gücü ve gençlerini savaşlarda harcamışlardır.
Târih boyunca din’den uzaklaşmanın ve
çıkmanın sonucu “felsefeye sarılmak” olmuştur. Modern insan ise daha farklı
olarak modern-bilim ve teknolojiye sarılmaktadır. Bu elbette bir cezâ olarak
böyledir; din’den uzaklaşmanın ve çıkmanın cezâsı.
Târih boyunca
Dünyâ’yı hep “derdi olanlar” değiştirmiştir. Dünyâ’da zevk, neşe ve refah
içinde yaşayanların yada yaşamak isteyenlerin hakka uygun bir değişim
yapabilmeleri hattâ bunu düşünebilmeleri bile söz-konusu değildir.
Târih boyunca
hemen her zaman zenginlere “zengin fıkhı” uygulanmıştır.
Târih boyunca
insanlar hep, “daha zevkli bir hayat” için çabalamışlardır.
Târih boyunca
insanlar, uygarlığını edindiği ülkeleri fethetmeye kalkmışlardır.
Târih
boyunca insanların dinden uzak durmaları ve nefse uygun düşünmeleri, konuşmaları
ve hareket etmeleri, dînin “eğlenceli” olmaması nedeniyledir.
Târih boyunca
insanların düşünceleri ve aldıkları kararların on tânesinden dokuzu bâtıldır,
yanlıştır ve kötü sonuç vermiştir. Modernizm ile birlikte ise bu oran %99
oranına kadar ulaşmaktadır.
Târih boyunca
köylüler hep baskı altında bırakılmış ve gariban kalmışlardır. Çünkü insanları
besleyen üretimi yapan köylünün kalkınıp da farklı işlere yönelmesi önlenmek
istenmiştir. Bu durum, zenginlerin, kendilerini besleyen köylüleri hep ezik görmesine
sebep olmaktadır. Besle kargayı oysun gözünü..
Târih boyunca
savaşlarda gâlip gelenler, etkili medeniyetler karşısında yenik düşmüştür.
Târih boyunca
tüm devletler, halkı kendi dinlerine yâni yaşama felsefelerine bağlanmaları
için örtülü şekilde zorlamıştır.
Târih boyunca
tüm seküler devletler, aldığı kararlar ve uygulamalar nedeniyle halkını ya
mallaştırmış yada “devlet düşmanı” yapmıştır.
Târih boyunca Türklerin Dünyâ’da en
başarılı ve önder olduğu dönemler, otoriter ve İslâmî rejimlerin hâkim olduğu
dönemler olmuştur. Türklüğü seven ve övenlerin bahsettiği târihî lîderler ve
devletler hep otoriter rejimlerle yönetilen devletler ve önderlerin olduğu
devletlerdi. Hattâ Türkleri Dünyâ’da 1.000 yıl boyunca önder ve hâkim kılan
rejim din ve İslâm’dı. Cumhûriyet ve demokrasi, Türkleri vasat bir toplum olma
noktasında oyalamaktadır. Fakat Türkleri kurtaracak olan şey komünizm ve sosyâlizm
de değildir.
Târih boyunca
yönetim her zaman aristokrat zenginlerin ellerinde olmuştur. Bu durumu bozan
Peygamberimiz’in kabûl edilmesinin zorluğu biraz da bundan dolayıdır.
Târih boyunca,
aynen modern zamanlarda olduğu gibi, çeşmenin başını tutanların işine gelmediği
için peygamberlerin yaptıkları ve dînî anlatılar kayda geçirilmemiştir.
Târih farklı
işleseydi insanlar Dünyâ’yı hâlen kâinâtın merkezi olarak görmeye devâm
edecekti. Peki bunun ne zararı olurdu?.
Târih hakkında konuşan herkes târihçi, felsefe
hakkında konuşan herkes filozof, siyâset hakkında konuşan herkes siyâsetçi
olmadığı gibi, İslâm hakkında konuşan herkes de “müslüman-mü’min” değildir.
Târih, “Allah’a
tapanlar” ile “paraya tapanlar” arasındaki “yönetim döngüsü”nün târihidir.
Merkezde ya Allah vardır, yada -çoğu zaman olduğu gibi- para.
Târih, yaşanan
olaylardan sonra yazılır. Olaylar olmadan önce yazılanlara kehânet denir.
Tarladan verim almak için tarla
sürülür, tarlanın sürülmesi o tarlanın terbiyesidir.
Tasavvuf bir
“mitoloji”dir.
Tasavvuf nedir?
sorusuna verilecek tek kelimelik cevap şudur; “tembellik”tir.
Tasavvuf tüm
dinlerden ve felsefelerden etkilenmiş ve alıntı yapmış eklektik bir felsefi
sistemdir. Fakat en az alıntıyı Kur’ân’dan yâni İslâm’dan yapmıştır.
Tasavvuf ve
bâtınîlik, bozuk psikolojilerin felsefesidir. Psikolojik bozulup
anormâlleşince, tasavvûfî düşünce ortaya çıkıyor.
Tasavvuf,
“müslüman kitlelerin afyonu”dur.
Tasavvuf,
Allah’ın, pek-çoklarının karşısına aşmaları için çıkardığı bir imtihandır. Niceleri
o imtihanı kaybetmiştir.
Tasavvuf, her
türlü bâtıl düşünceyi kabûl edip içselleştirmeye uygun bir felsefedir.
Tasavvuf, laçkalığın
bir sonucudur. İnsan laçkalaştıkça tasavvufçu olur.
Tasavvuf,
panteizme yapılan -sözde- İslâmî yorumlardır. Panteizm, İslâm’ın alâkasız ve
uzak yorumlarıyla yorumlanınca, tasavvuf ortaya çıkar.
Tasavvuf, zühd
ve takvâ yerine, aşk ve cezbeyi ikâme eden bir düşüncedir. Bunun ise hiç-bir
İslâmî dayanağı yoktur.
Tasavvufçularla
aramdaki fark, onlar “Allah olmak” için uğraşıyorlar, ben ise “on numara bir
kul” olmak için uğraşıyorum.
Tasavvufta
sıralama şöyle yapılır; şeriat-târikat-hakîkat-mârifet. Bu sıralamada şeriat en
alta konarak hafifletilmektedir.
Tasavvuftaki
“Allah ile doğrudan bağ kurmak” sözü, “peygambere ve vahye gerek yoktur”
demektir.
Tasavvuftaki
“ölmeden önce ölmek” diye bir şey yoktur. Eğer ölmek varsa, bu, ölmeden önce
olmaz. Bir insan ölmüşse, bu ölme “ölmeden önce” değil, ölmeyle birlikte olur.
Tasavvuftaki;
“Allah’tan başka varlık olmadığı” kabûl edildiğinde, kadın-erkek arasındaki
halvet “şirk” olur.
Tasavvufun
çıkmaza girdiğinde dayandığı en son şey, “bunu ancak seyr-i sülûkta olanlar ve
tasavvuf neşvesiyle zevk edenler anlayabilir” sözüdür. Oysa İslâm apaçıktır.
Tasavvufun
kaynak sorunu yoktur, onlar haberlerini Allah’tan direkt olarak aracısız
alırlar.
Tasavvufun
mensubu olmak için bir Allah inancına sâhip olunmasına gerek yoktur.
Tasavvufun temeli
zühd ve takvâ değil, Hint, Îran, Mısır, Hristiyan, Yahudi, Mezopotamya, Türk ve
Anadolu mistik-bâtınî düşünceleridir.
Tasavvur,
düşünce ve söyleminizin doğru olup-olmadığının sağlaması ve testi, ancak
amel-eylem ve davranışlarla yapılabilir. Son 3-5 yıl içindeki düşünceniz ve
inanışınız sizi -İslâmî anlamda- doğruya mı yoksa yanlışa mı götürdü? ona
bakmak gerekir. Yâni son 3-5 yıl içindeki düşünceniz ve zihniyetiniz size artı
bir katkı mı yoksa eksi bir katkı mı yaptı ona bakmak gerekir. Arttınız mı
eksildiniz mi? ona bakın ve ona göre tasavvur, düşünce ve söyleminizin doğru
yada yanlış olduğunu anlayın.
Tebliğ ve dâvet karşılık bulmazsa, helâkı celbeder.
Tecâvüz, zinânın bir üst aşamasıdır.
Tefekkür (fikretmek, fikir ortaya koymak), tedebbüre (tedbir
almak) yol açar. Tefekkürü olmayanın tedebbürü de olmaz.
Teheccüde, “uyuyamayan”lar kalkar.
Tek meşrû olan
şeriat yâni kânun, Şâri’nin koyduğu şeriattır.
Teknoloji ancak teknolojik olana zarar
verebilir, doğal olan şeylere pek bir şey yapamaz.
Teknoloji
ilerledikçe israf artar.
Teknoloji
olmasa, millet, modern-bilimi sikine
bile takmazdı.
Teknolojik-askerî
gelişme, savaşı hoş gösterir. Askerî açıdan güçsüz olan devletlerin insanları
çok barışçıldır.
Teknolojinin
“iyi” taraflarının alınıp da “kötü” taraflarının atılması diye bir şey yoktur.
Ya tamâmını alırsınız yada tamâmını atarsınız.
Teknolojinin
ilerlemesi, teknolojik parçaların küçülmesiyle oluyor. Fakat fizik yasaları
buna sonuna kadar izin vermez.
Tekrarlar, sıradanlaştırır. Bir şey ne kadar tekrâr ederse,
o kadar sıradanlaşır.
Tek-tek parçaların toplamı “bütün” etmez.
Telefonla yada internetten konuşunca, ha yan dâirede
olmuşsun ha Dünyâ’nın öbür ucunda. Ne fark eder ki?.
Teleskop, bir “fitne aracı” olarak kullanılmış ve
kullanılmaktadır.
Televizyon bir “yalan kutusu”dur.
Tembel, “hiç-bir iş yapmayan kişi”
değil, “yapması gereken işi yapmayan yada o işi erteleyip duran kişi”dir.
Temel ihtiyaçlarımız Allah’tan gelir, sûni ihtiyaçları
ortaya çıkaran ve üretenler ise fabrikalardır.
Temelsiz olan düşünceler zor
anlaşılır. Bir şey zor anlaşılıyorsa sağlam bir temele dayanmadığı için
eksik-yanlış olur.
Teoride olumlu gibi gözükmesine rağmen pratikte bilim ve
teknoloji, insanlığın anasını ağlatmış durumdadır. Bilimin “mutlak iyi”
olduğunu zannedenler, insanın nefsini hiç hesâba katmıyorlar. Bilim-adamları
ahlâk-timsali kişiler değildir ki!. Bilim özünde “mutlak iyi” bir şey değildir.
Kötüye kullanılmaya çok fazla müsâittir ve kullanılmaktadır da. Hattâ bilim ve
teknolojinin kuşatmasında insanoğlu, târih boyunca hiç olmadığı oranda zulüm
görmekte ve acı çekmektedir.
Termodinamiğin 1. Yasası olan
Enerjinin Korunumu Yasası’nda ifâdesini bulan “madde yada enerji ne yok olur ne
de yoktan yaratılır” sözüne göre, “yaratılmış” bir şey olmadığı gibi “bir
Yaratıcı’ya da gerek yoktur” sonucu ortaya çıkar.
Teröre karşı olmak, “ABD’nin tarafında olmak” anlamına
gelmemeli. Zîrâ değişen bir şey olmaz.
Tesettür,
“Allah rızâsı için giyinmek”tir. Çıplaklık, “insan ilgisi için soyunmak”tır.
Teslîmiyet olmadan temsîliyet olmaz.
Teşrî hakkını siyâsetçilere vermekle, âlimlere vermek
arasında fark yoktur. Bu hak sâdece Allah’a âittir.
Tevbe ve kefâret, “suçu üstlenmek” demektir.
Tevbe
zorlaştıkça azap kolaylaşır.
Tevbe, nefsimize karşı şiddet ve zor kullanmaktır.
Tevhid acıdır,
zîrâ bedeli vardır; şirk ise tatlıdır, insanı kendinden geçirir, zîrâ bedeli
yoktur.
Tevhid dîni
bozulunca yada unutulunca, Animizm ve Totemizm’e dönüşür.
Tevhid,
kâinâtın en büyük ve en üstün kânunudur.
Ticârette potansiyel
bir sömürü gizlidir. Ticâret büyüdükçe bu sömürü ortaya çıkmaya başlar.
Tok adamı
ağırlamak ne kadar zor ise, okumayacak adama yazı beğendirmek de bir o kadar
zordur.
Toplumu
câhiller ve ahmaklar sarmış fakat, ne acı ki biz de aynı fotoğraf karesinin
içindeyiz.
Toprağa
basmamak “üstünlük” ve “gelişmişlik” değildir.
Tövbesi
yapılmamış her günah, şeytanla yapılan bir uzlaşmadır.
Traktörün kağnıdan daha gelişmiş olduğunun
delîli nedir?. Ruhsuz olması mı?.
Tüccarlar
insanları budala ve düzenbaz olarak ikiye ayırmaya meyyâldirler. Bu nedenle iki
tarafın inançlarından da şüphe ederler.
Tükürdüğünü
yalamak, orucunu bozar.
Tüm devrimler,
mevcut toplumdan farklılaşmayla başlar. Fark yoksa, farklı bir toplum da yok
demektir. “Farklı” bir toplum yoksa devrim de yoktur.
Tüm Dünyâ’ya
musallat olan korona-virüs, bir “tâlihsizlik” değildir, “Allah’ın bir
cezâsı”dır.
Tüm Dünyâ’yı saran Korona-virüs, tüm Dünyâ’yı sarıp kuşatan
“modernizm virüsü”nün somutlaşmış şeklidir.
Tüm
kâinât akla göre değil “emre” göre işler. Zâten muhteşem nizâmını ve döngüsünü
buna borçludur. Eğer akla göre hareket etmiş olsaydı, -aynen insanlarda olduğu
gibi- sürekli bir karışıklık ve kaos içinde olurdu.
Tüm modern
kötülükler, “deneyim”in yerine “deney”in geçirilmesiyle başladı.
Tüm
peygamberler, yaşadıkları zamanlarda yürürlükte olan resmî din anlayışına karşı
çıkmıştır.
Tüm
sorumluluğun devlete yüklenmesi, modern insanı “sorumsuz” hâle getirdi.
Tüm sorunlar
nefsten kaynaklanır. O hâlde sorun giderici en iyi sistem, “nefse karşı olan
sistem”dir ki nefse karşı olan sâdece İslâm’dır.
Tüm varlığı tüm
ayrıntılarına kadar tahlilden geçirseniz de, “niçin yaratıldım” sorusunun
cevâbını bulamazsınız. Zîrâ Allah olmadığında tüm varlık bir-araya gelse bile
bir “anlam” ortaya çıkaramaz. Anlam, “varlığın sentezi”nden değil, “varlığın
dışından” yâni Allah’tan gelen bir şeydir.
Tüm varlık için
bu dünyâda hiç-bir şey “olmazsa-olmaz” değildir.
Türban yasağı
kalktı ama “baş-örtüsü yasağı” devâm ediyor.
Türkiye
“demokratik krallık”la yönetiliyor.
Türkiye
Cumhûriyeti anayasasının “değiştirilemez” ilk üç maddesinin değiştirilmesini
dile bile getiremeyen târihselci şerefsizler, sıra Kur’ân’a gelince, neredeyse
%90’ının hükmünün kalmadığını ve mevcut modern zaman ve mekâna göre değiştirilmesi
gerektiğini teklif edebiliyorlar. Bunu yapmaya cüret edebilmelerinin tek
nedeni, bir yaptırım ile karşılaşmayacaklarına olan güvenleridir.
Türkiye
cumhûriyetle birlikte greko-romen uygarlığa girmiştir. Türkiye bir “yunan
uygarlığı”dır.
Türkiye Devleti
2. Dünyâ Savaşı’na girmediği ve büyük acılar yaşamadığı için, özellikle
lâikler, hâlâ tüm Dünyâ’nın vazgeçtiği Pozitivizm propagandasına devâm ediyor.
Türkiye mevcut
zaman ve durum olarak madden gelişmiş ve yükselmiş olsa da, hak-hakîkat,
adâlet-eşitlik ve ahlâk olarak çürümüş, kokmuş ve çökmüş durumdadır.
Türkiye ve Türk
insanı “batı’dan daha fazla batıcı”dır.
Türkiye,
"parasını verdikten sonra" her türlü günahın işlenmesinin serbest
olduğu bir yer hâline geldi.
Türkiye,
türklüğünü değil, müslümanlığını öne çıkaran insanlarca fethedilmiştir.
Türkiye’de
“vatan, toprak ve ülke bütünlüğü” sözünün çok fazla söyleniyor olmasının
nedeni, aslında Türk insanında vatan, torak ve ülke bütünlüğü bilinci olmasına
rağmen birlik düşüncesi ve uygulamasının olmaması nedeniyledir, yâni Türkiye’de
birlik yoktur. Birlik olmadığı için bütünlüğün bozulması riski vardır. İşte bu
riskten dolayı sürekli olarak vatan bütünlüğünün korunmasından bahsedilmektedir.
Peki neden bütünlük bilinci varken birlik yoktur?. Bunun nedeni; lâik-seküler demokrasi
ve cumhûriyet, kemalizm, Atatürkçülük, kapitâlizm, feminizm, hümanizm,
modernizm vs. ne kadar Allahsız izm ve ideoloji varsa, bunların hiç-birinin birliği
sağlayamadığı ve sağlayamayacak olmasından dolayıdır. Zîrâ birliği
sağlayabilecek olan tek şey İslâm’dır ve Kur’ân bu nedenle “mü’minler
kardeştir” der.
Türkiye’de kıyılara yaklaşıldıkça
“batı’lılaşma-hristiyanlaşma temâyülü” görülür yada artar.
Türkiye’de mevcut neslin ve insanların terbiyecisi, “dinden
uzaklaşmış Cumhuriyet nesli” ve hemen sonraki nesildir.
Türkiye’nin
“bekâ sorunu” vardır. Çünkü diğer devletlerin ve ülkelerin de bekâ sorunu
vardır. Bekâ sorunu olmayan hiç-bir devlet ve ülke yoktur. İnsan, hayvan,
bitki, canlı-cansız her-şeyin bekâ sorunu vardır. Hattâ Dünyâ’nın, Güneş
Sistemi’nin, Samanyolu Galaksisi’nin ve kâinâtın bekâ sorunu vardır. Tüm
yaratılmış olan varlığın bekâ sorunu vardır. Zîrâ hiç-bir varlık bâki değildir.
Bâki olan tek varlık Allah’tır. Bekâ sorunu olmayan tek varlık Allah’tır.
Türkiye'de kerhâneye gitmek suç
olmadığı için zînâ yapmak da suç değildir. Resmî kayıtlara göre Türkiye’de 61
tâne kerhâne vardır. Bu da Allah’ın “günah” diyerek haram kıldığı zinâyı
meşrûlaştırmaktadır. Bu meşrûlaştırmaya, oy vererek halk da katılmış
olmaktadır.
Türkler
batı’ya doğru gittikçe slavlaşmışlar, batılılaşmışlar ve hristiyanlaşmışlardır.
Türkler her
dîne kolayca girip-çıktılar. Sâdece İslâm’ı çok zor kabûl ettiler. Zâten onu da
Kitap-merkezli olarak değil, tasavvuf-bâtınî senkretik ve eklektik şekilde ve
kendi şaman geleneklerine uydurduktan sonra benimsediler. Bu -istisnâları
saymazsak- hâlen de büyük oranda böyledirler.
Türkler inanç
konusunda iki bin sene önce ne durumdaysalar, şimdi de aynı durumdadırlar.
Türkler
kalemden ziyâde kılıç ile yükselmişlerdir. Lâkin kılıç işe yaramamaya
başlayınca da Dünyâ hâkimiyetlerini yitirmişlerdir.
Türkler
müslümanlığı kabûl ettiklerinde aslında İslâm’a çok da sıkı bağlanmamışlardı. O
yüzden de şamanlığı da andıran tasavvufî-mistik bir anlayışı benimsediler. İşin aslı şu ki, Türkler
(istisnâlar hâriç) İslâm’a hiç-bir zaman dört elle sarılmadırlar. Örf her zaman
bir adım öndeydi.
Türkler târih
boyunca kitap okumayı hiç sevmemiştir.
Türkler târih
boyunca meydanda bir-çok savaş kazanmış olmalarına rağmen, kültürlere,
uygarlıklara ve konformizme yenilmişlerdir. At üstünde kazandıkları savaşı
attan indiklerinde kaybetmişlerdir.
Türklerin
baskın dînleri, Şamanlık’tır.
Türklerin,
“Kur’ân ve Sünnet-merkezli İslâm”ı kabûl edip de İslâm’a geçmesi kolay
olmamıştır. Fakat Türklerin, Kur’ân ve Sünnet’e aykırı olan “tasavvuf-merkezli”
“müslümanlık”a geçmesi çok kolay olmuştur. Zîrâ Şamanizm ile tasavvuf arasında
çok da fark yoktur.
Türler tamâmen ortadan kalkmaz, türün varyasyonları ortadan
kalkar.
Uçakla bir yere
gitmek, “yolculuk yapmak” demek değildir. Zâten uçağın ardından su da dökülmez.
Uluslar-arası politikada her zaman “orman kânunları” işler.
“Güçlü” olan her zaman kazanır.
Umutsuzluk, mutsuzluktur.
Uyarının etki etmediği kişiye duâ da etki etmez.
Uydurma
hadislerin-rivâyetlerin bulunması, doğru-sahih hadislerin ve rivâyetlerin de
olduğu anlamına gelir.
Uydurulmuş din
“bir zamanlar uydurulmuş ve bırakılmış” değildir. Şu-anda da modern şekilde
uydurulmaya devâm ediyor.
Uygarlık (medeniyet
değil) altında ezilen köleler ayaklanmadıkça uygarlık çökmez.
Uygarlık
(medeniyet değil) devletin ilahlaşmasıdır.
Uygarlık
biriktirmeyle, medeniyet paylaşmayla başlar.
Uygarlık, “kaynak uygarlığıdır”. Kaynaklar
değiştikçe uygarlıklar da değişir. Taş uygarlığı, bronz uygarlığı, demir
uygarlığı vs. gibi. Günümüz uygarlığı “petrôl ve uranyum uygarlığı”dır. Daha
sonraki uygarlık meselâ “toryum uygarlığı” yada değerini şimdilik bilmediğimiz
başka bir kaynağın uygarlığı olabilir. Mesele, bu uygarlığın yöneticiliğini
kimin yapacağıdır.
Uygulanabilirliği
olmayan çözüm önerilerinin beş paralık bile değeri yoktur.
Uykuda
değilseniz, başınıza gelen her-şey gerçektir.
Uymazsan
Kur’ân’a, olursun Korona.
Uzaktan
“yuvarlak” gibi gözüken ve yuvarlak olduğuna inanılan bir nesnenin, yanına gidildiğinde
“kare” olduğu görülebilir. Fakat yanına gidilmediğinde bir sorun yoktur ve o
şey nasıl görünüyorsa öyledir.
Uzayda
gördüğümüz ve uzaklığı 4.10 ışık-yılı uzaklıktan fazla olan gökcisimlerinin
varlığı kesin değildir.
Uzun süren barış, fitne çıkarır.
Uzun yaşamak,
“daha fazla hayatta kalmak” demek değildir.
Uzun yılları kapsayan zorunlu eğitim, bir “beceri köreltme
ve insanları tek-tipleştirme uygulaması”dır.
Üç harflilerden
(cin, ruh) değil, dört harflilerden (şirk, küfr, zulm) korkun.
Ülkenin zenginleşmesi, fiyatların yükselmesine, dolayısıyla
da garibanların daha gariban hâle gelmesine bağlıdır.
Ümmetin “ölüsüne” bile hasret kaldık.
Üniforma
“tek-tip”tir. Zamanla içindekileri de “tek-tip” yapar.
Ütopyalar, sanatsal yazı-söz ifâdeleridir.
Üzerine menkîbe
uydurulmayan şeyler ve olaylar kutsallaşmaz.
Üzerlerine azap gelen kavimlerin işledikleri günahların tümü
ve daha fazlası şu-an modern dünyâda modern insan tarafından hırsla işlenen
günahlardır. Bu günahların cezâsı “salgın” olarak gelmiştir.
Vahdet-i Vücûd, her-şeyin Allah olduğu düşüncesiyle “Allah’ı
inkâr ve iptâl etme” sapkınlığıdır.
Vahiy, hakîkati
“aklın ötesinde” idrâk etme bildirimidir.
Vahiy, zamandan
ve mekândan etkilenmez. Fakat zamandan ve mekândan etkilenenler müslümanlardır.
Vahye göre
olmadığında insanın ne içi ne de dışı “temiz” olabilir.
Vahyi
moderniteye uydurmak için yapılan yorumlar, vahyin özgün, gerçek ve doğru
anlamını savunmak istemeyenlerin uğraşısıdır.
Vahyin dışında
hiç-bir şey büyük bir sorunu çözemez. İnsanlık târihinde bunun bir örneği
yoktur.
Vahyin
rehberliği olmadığında aklın sapmaması mümkün değildir.
Vâkıa
61. âyette; “biz sizi bilmediğiniz bir şekilde yeniden yaratacağız” denir. O
hâlde bu yaratılış bildiğimiz karbon temelli yaratılış olmayacaktır. Çünkü biz
bu yaratış şeklini biliyoruz. Buna göre, âhiretteki-cennetteki yaratış, “rûhun
yeni bir şekilde yaratılması” şeklinde olacaktır. Demek ki; cennnete sâdece ruh
-sâhipleri girebilecektir. Hayvanlarda “idrâk” anlamında bir rûh olmadığı için
cennette hayvan olmayacaktır. Zâten cennetin varlıkları da bilmediğimiz şekilde
çok daha güzel şeyler olmalıdır.
Vâr olmak için
kıyâm etmek şarttır. İnsanların varlık sebebi bile bir kıyâmın sonucudur. Cimâ
sırasında yaşanan kıyâmın sonucu.
Vâr olmanın ve
yaşamın temelinde “çatışma” vardır. İçtiğimiz su bile bir çatışmanın sonucudur.
Meselâ bağışıklık sistemimiz mikroplarla ve virüslerle çatışmasa, çoktan ölüp
gitmiştik.
Varlığı
yaratmak, “varlığı açıklamasıyla birlikte yaratmak”tır. Bu nedenle varlığın ne
olduğu apaçıktır.
Varlığın
formatı, imtihan ve sünnetullah gereğince, yarar ve zarârı birlikte taşır.
Başka türlüsü olmaz. Yoksa Dünyâ da cennetlerden bir cennet olurdu. Cennetin Dünyâ’dan
farkı, kötülüğün ve zarârın olmamasıdır.
Varlığın her
zerresi meta-fizik özelik taşır. Bu nedenle pozitivizm imkânsızdır.
Varlık çeşitli
bilimlerle ve düşüncelerle açıklanmaya uygundur. Matematikle olduğu gibi fizik
ile ve edebiyat ve felsefeyle de açıklanabilir. Tabî ki din ile de
açıklanabilir. Önemli olan, hangi açıklamanın doğru ve en doğru olduğudur.
Varlıktaki
anlam, maddenin kendisinde değil, “yaratılması”ndadır. Madde “yaratılmış”
olduğu için anlamlıdır, yoksa kendi-kendine olan bir şeyde anlam bulunma
Varlık-yokluk
konusunda, “var”ın tersi “yok” değildir. “Var”ın tersi, “vâr olmayan”dır. Çünkü
yokluğun ne olduğu bilinemez. “Yok” olan bir şey târif edilemez.
Vasıfsızlıktan
kurtulmak istiyorsanız, Allah’ın gözüne girmeye bakın.
Vazgeçemediğiniz
fâni şeyler, cehenneminizdir.
Vazgeçmek rahatlatır.
Vazgeçmeyenler, “vazgeçememek”le cezâlandırılırlar.
Vücûdumuzdaki tüm kanı değiştirdiğimizde, kan-bağımız
olanlarla aramızdaki kan-bağı biter mi?.
Ya “tek ilah” vardır, yada İlah yoktur.
Ya İslâm yada
saçmalık; üçüncü bir şık yoktur.
Ya kıyam, ya kıyâmet.
Ya kurban kes, yada kurbân ol!.
Yağma olmadan
yığma olmaz.
Yağmur duâsı
yağmur bombasından üstündür. Zîrâ yağmur bombasının bir faydası yoktur.
Yağmur, Allah’ın ordularından biridir. Allah’ın ordusu,
yıkıcılıktan çok yapıcılıkla alâkalıdır.
Yahudiler
yarılan Kızıldeniz’i bir günde geçtiler ama, Tih Çölü’nü kırk yılda geçemediler.
Koca deniz onlara kuru bir yol olurken, dümdüz çöl onlara hapis ve mezar oldu.
Yahudilerin bir ülkeye sızmak ve ülkeyi ele
geçirmek için uyguladığı kadim taktik, “fâizle borç vermek”tir.
Yalan içinde
yaşamak kolaydır; hakîkat ise adamın belini büker.
Yalan, bir kişi
tarafından söylense de, bir milyon kişi tarafından söylense de yine de
yalandır. Bütün Dünyâ bir yalana inansa ve o yalanı kabûl etse bile o şey yine
de yalandır.
Yalanı kim söylerse söylesin, yalan yalandır.
Yalanın
büyüklüğü, insanların ahmaklığının büyüklüğü kadardır. İnsanlar ne kadar
ahmaksa, “yalancılar” da o kadar büyük yalan söylerler. Modern insan, insanlık
târihinin en büyük ahmağıdır.
Yalanın içinde yalana destek olurken,
yalanı görebilmek ve ifşâ etmek pek mümkün olmaz.
Yalın bilgi,
görünenin üzerinde basit bir bakışla ilk bakışta görülebilecek şekilde nesnenin
üzerinde bulunur. Bilimsel bilgi bunun üzerine kurulur.
Yamyamlık,
ilkelliğin değil, sapıklığın bir sonucudur.
Yanlış
adım atıp dururken, “iyilik” için yapılan duâ kabûl olmaz.
Yanlış yolda
olanlar herkesin her-şeyi yanlış anladığını zanneder.
Yapanlar, bilenlerden üstündür. “Bilerek yapanlar” ise en
üstünü.
Yapılacak işleri yapmayanlar; yapılmayacak işleri yapmaya
başlarlar.
Yapılan
çılgınlıklar bir süre sonra kişiyi çıldırtır.
Yapılması gereken şeyleri yap(a)mıyorsanız, bâri
“yapılmaması gereken şeyler”i yapmayın.
Yapılması gerekeni ben yapmıyorsam, başkası da yapmaz.
Yapılması gerekeni yapamıyorsan, ne yapılacağını bilmenin bir
yararı yoktur.
Yapmayacakları
şeyi söyleyenler, söylediklerini yapmayanlardır.
Yaptığın işler kendinin yada başka birinin yükünü kaldırsın,
yeni bir yük yüklemesin.
Yaptığınız şeyler, “değer verdiğiniz” şeylerdir.
Yaptıklarınız,
inançlarınızdır.
Yaratılmışlar
üzerinden Yaratıcı’nın zâtını kavramak mümkün değildir. Zîrâ yaratılmış olanlar
“geçici” iken, Yaratıcı ise “bâkî”dir. Yaratılmış olanlar üzerinden
Yaratıcı’nın zâtı değil, belli ölçüde sanatı ve yasaları kavranabilir
ancak.
Yaratış hızlı
olur. Bu yüzden yaratılan durgun gibi görünür.
Yasa, “yürütme”
olmadan görünür olamaz. Bu durum Kur’ân ve Sünnet için de geçerlidir. Sünnet
olmadığında Kur’ân, “zihinlerin ve kâlplerin kitabı” olarak kalacaktır.
Yaşamak “imtihanda olmak” demektir. Hiç-bir şeyle imtihan
olmak istememek, yaşamak istememek demektir. O hâlde yapılacak duâ: “Rabbimiz,
kendisine güç yetiremeyeceğimiz-taşıyamayacağımız şeyi bize yükleme” (Bakara
286) duâsıdır.
Yaşamak için
ulvî bir nedeni olmayanlar, “gerçekten yaşıyor” değillerdir. Yaşamak, “Dünyâ’da
bulunuyor olmak” demek değildir.
Yaşamak yerine
“hayatta kalmak” endişesi içinde olmak, “yaşamak” değildir.
Yaşamınız kime benziyorsa, düşünceleriniz de ona benzer.
Yaşanıp duran
din “kutsal” olmaktan çıkar ve “hayat dîni” hâline gelir.
Yaşayanlar
ölenlere “rahat uyu” derler. Hâlbuki ölüm bir uyku değildir ve uyuyanlar yaşayanların
kendileridir.
Yazacak şeyleri olmayanlar, anlamsız cümleler kurarlar.
Yediğimiz-içtiğimiz
şeyler fabrikasyon-sanâyi ürünü olduğu için, onların vücuttan atılırken
bıraktığı kirler de “fabrikasyon kirler” oluyor. O kirler doğal şeylerle
çıkmıyor. O yüzden de temizlik için de sanâyi ürünleri kullanmak zorunda
kalıyoruz. Bu her-şeyde böyledir. Sanâyinin ortaya koyduğu sorunları temizlemek
için de sanâyi ürünleri gerekiyor ki, “kapitâlist döngü” budur ve kapitâlizm
buradan besleniyor zâten. Bu nedenle kesin vazgeçişler ile kapitâlist-modern
mekânlardan uzaklaşmadan ve doğala dönmeden bu sorunlara çâre bulunamaz.
Sistem-içi sorunların gerçek çözümü sistem-içinde bulunamaz.
Yemeği herkesin
ayrı-ayrı yemesi ilkel bir beslenme biçimidir.
Yemeği
sulandırmak onu “zenginleştirmek ve fazlalaştırmak” demek olmadığı gibi,
İslâm’ı sulandırmak da onu genişletmek ve zenginleştirmek demek değildir.
Yeni bir bilinçli nesil için, sezaryenin
yasaklanması mı gerekir acaba?. Zîrâ sezaryen “bilinçsiz ve acısız doğum”dur.
“Doğum”, bilinçsiz ve acısız olamaz.
Yeni bir
savaşın çıkmasına neden olan şey, bir-önceki savaş-sonunda yapılan
anlaşmalardır.
Yeni nesil genç kuşak, “ânı yaşa” sözünü fazla ciddiye aldı.
Zîrâ hiç-bir şeyin önünü-arkasını düşünmüyor.
Yeni neslin daha az anısı var. Zîrâ hatırlamaya değer
yaşanmışlıkları çok az.
Yerde “aklımızı başımızdan alacak” ve
bizi oyalayacak o kadar çok şey var ki, gökyüzüne bakmaya fırsat bulamıyoruz.
Yerine daha
iyisini yada başka bir şey koyamadıysan, uygulamadan kaldırdığın hurâfelerin
faydası değil zarârı olur. Çünkü uygulamadan kalkan “eski hurâfeler”nin yerini
“yeni hurâfeler” alır.
Yerine daha iyisini yap(a)mayacaksanız, “yıkma”nın bir
anlamı olmaz.
Yersiz suçlama, ilmin yetersiz kaldığı
yerde başlar.
Yeterli
araçlara sâhip ol(a)mayanlar, amaçlarını yeterince gerçekleştiremezler.
Yeterli îman,
dirâyet ve cesâretleri olmayanların, dolayısı ile bir eleştiri, îtiraz ve
isyânda bulunamayanların sonu, “modernizm ile günah çıkarmak”tır.
Yıkmadan yapmak Allah’a mahsustur.
Yılbaşında 2020 yılından; sağlık, mutluluk, huzur, para,
barış vs. dileyenler ve bekleyenler; 2020 yılında başımıza gelen her türlü
pisliğin nedenini de 2020 yılına yükleyecekler mecbûren. “Kara yıl” diyecekler
her türlü iyiliği bekledikleri 2020 yılına.
Yıldızların ışıkları, onların eserleridir.
Yok olmamak,
“vâr olmak” demek değildir.
Yokluk, gözümüzü kapattığımızda gördüğümüz şeydir. Rengi
karadır.
Yolda yürürken
karşımıza birden kırmızı bir ışık çıkıyor ve kırmızı ışığın sönüp yeşilin
yanmasına kadar yürümeden öylece duruyoruz. Bu hiç normâl bir şey değil.
Yorumunu
yaşamıyla göstermeyenler, her-şeye sonsuz yorumlar yapmak zorunda kalırlar.
Yöneticiler
kötü ve sert yönetim gösterdiklerinde, orada yaşayan insanlar, sert yönetim
altında onur ve cesâretlerini kaybedeceklerinden dolayı yavşaklaşmaya
başlarlar.
Yönetimin
-güyâ- halkta olması demek, “yönetimin zenginlerde olması” demektir.
Yunan ve Roma
yâni greko-romen uygarlığın ekonomisi köleciliğe dayanıyordu. Bu sistem yıkılınca
uygarlık çöktü. Modern greko-romen uygarlık olan batı uygarlığı da modern
anlamda köleciliğe ve sömürüye dayanmaktadır. Bu sömürü ve kölecilik çökünce o
da çökecektir.
Yunan’dan
yapılan çeviriler, Îran uygarlığına karşı argüman için yapılmıştır.
Yüce hedeflerden yoksun olan insanlık, haramlarla teselli
buluyor.
Yürürlükteki
bâtıl, insanlar ona inanmaya ve uymaya devâm ettiği için geçerliliğini
sürdürür. Bâtıl, hayâtiyetini, ona körü-körüne inananlar olduğu müddetçe
sürdürebilir.
Yüz-göz boyama (makyaj) pagan bir olgudur. Bir pagan ibâdet
görünüşüdür. Paganlar ibâdet ederken yaparlardı. “Gerici” bir olaydır.
Zâlim olmaktansa mazlum olmayı seçmesi
ve Habil’in Kabil’e karşı çıkmayarak boyun bükmesi, insanlığın kaderini
belirlemiştir. Böylece Dünyâ, zâlim olmakla mazlum kalmanın seçiminin
yapılacağı bir yer hâline gelmiştir. İslâm ise, zâlim olmaktansa mazlum kalmayı
emretmez ve adâleti ortaya koyar.
Zaman diye bir
şey yoktur, dolayısıyla zaman değişmez. Değişen şey mekândır. “Bu zamanda
olmaz” demek, “bu mekânda olmaz” demektir.
Zaman izâfi
değildir. Bizim zamânı algılayışımız izâfidir.
Zaman ve mekân
dîni değil, din, zaman ve mekânı belirlemelidir. Aksi-hâlde din, “dinlerden bir
din” hâline gelir.
Zaman, anlamaya
ve açıklamaya çalıştığımız anda yok olur. Zaman, hissedilen bir şeydir.
Zaman, mekân ve
koşullar değiştiği için artık İslâm’ın günümüzde uygulanamayacağı söyleniyor.
İyi de zamânı ve mekânı Allah mı değiştirdi?. Eğer Allah’ın râzı olmayacağı bir
değişme varsa, o zaman o değişen şeyi yeniden Kur’ân’a göre değiştirmek
gerekir. Zîrâ değişen şey sapıklığa doğru değişmiştir.
Zamânın çok
çabuk geçmesini hissetmemizin en önemli nedeni, “bereketsizlik”tir. Bereketsiz
olunca, zaman, insana “çok çabuk geçiyor” gibi görünür.
Zamânın
değişmesi aslında “mekânın değişmesi” demektir. Mekân İslâm’a aykırı ve
İslâm’ın hayat bulamayacağı bir şekilde değiştirilmişse, orada yapılacak
“İslâmî değişim”, “bir süreç içinde olacak olan bir değişim” değil, “devrim ile
olacak âni bir değişim” şeklinde olabilir. Zîrâ şeytânî bir mekân ve zaman
içindeyken insanın değişmesi ve dolayısıyla İslâm’ın, kişileri
değiştirip-dönüştürmesi pek mümkün değildir.
Zamânın
değişmesiyle yeni sorunların ortaya çıkması insanların nefislerinden
kaynaklanır. Yoksa doğa, dağlar, denizler, çiçekler, hayvanlar ve bitkiler aynı
şekilde hareket etmektedirler ve onlarda herhangi bir değişiklik olmamaktadır.
Bir zaman önce düzeltilmiş ve ideâl hâline getirilmiş bir düşünce ve amel-eylem
zamanla bozulmaya uğramışsa, bu nefisten kaynaklanmıştır. Nefisten kaynaklanan
bozulmalara her zaman “aynı ilaç” verilir.
Zamânın farzı
ikidir; gelmek ve geçip gitmek.
Zamânın ve
mekânın değişimi, “nefsin ve kâlplerin değişiminin bir sonucu”dur.
Zamânında,
küresel sistemin plân ve projesi kapsamında, “kızıl şeytan”ı yok etmek için
mücâdele dernekleri kuran ve onlara karşı savaşan geleneksel müslüman kesimin
yerini günümüzde, “yeşil şeytan”ı ber-terâf etmek için çalışan modern
müslümanlar var ve her yerde borazan gibi ötüyorlar.
Zarar vermemek yetmez, yarar vermek şart.
Zebânilerin en
çok yaptığı söylem: “Âhirette yoğun olacağız”.
Zekat
seve-seve, vergi .ike-.ike verilen şeydir.
Zekâtın hedefi, “zekât alacak” ve “zekât verecek” bir
kimsenin kalmamasıdır.
Zengin ile
yoksul arasındaki fark, ilk başta giysilerden anlaşılır.
Zengin olmak
şirktir: “Allah ise, Ğaniy (hiç-bir şeye ihtiyâcı olmayan)dır; fakir olan
sizlersiniz” (Muhammed 38).
Zengin olmamak,
“yoksul olmak” demek değildir.
Zenginlik ille
de refah demek değildir. Ferahlık olmadan refah olmaz.
Zerdüştlükte
ateş, “ışık ve nûrûn bir kaynağı” olarak kutsanır. Hiç söndürülmeyerek
ateş-ışık kutsanır. Modern dünyâda da ampulün îcadıyla birlikte, “hiç
söndürülmediği için” ışık kutsallaştırılmaktadır.
Zinâ “sınırı aşma” iken, tecâvüz “işgâl”dir.
Zincire
vurularak sömürülenler, zincire vurulmadan sömürülenlerden üstündür.
Zorladıkça
güzellik bozulur. “Zorla güzellik olmaz” bu demektir. Güzellik “doğal
güzellik”tir.
Zoru
sevmeyenler, kolaylığın ve rahatın kölesi olurlar.
Zulüm 1789’da
başladı.
Zulüm, “az
şer”=“ehven-i şer” ile başlar.
Zulüm, fakirlerin, “yeter artık” deyip de ayaklanacağı
zamâna kadar devâm edecektir.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ocak 2015 (ilk
taslak)
Âhirette biz îmânımızdan değil, amellerimizden sorulacağız demişsiniz bu konuyu açabilir misiniz?
YanıtlaSilSelam.
SilAnkebût 2. âyette: ‘İnsanlar, (sâdece) 'îman ettik' diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?’ denir. Yâni îman tek-başına yetmiyor ve ‘îman edenler ve sâlih amellerde bulunanlar’ (Asr Sûresi) âyetinde denildiği gibi, ‘îmandan sonra amel’ olması gerekiyor. Biz cennette ‘îman ettin mi?’ sorusuna ‘evet’ deyince ‘tamam geç o zaman cennete’ cevâbını almayacağız. ‘Îmânın gereğini yaptın mı’ şeklinde bir sorgulama olacak. Yâni ‘îmânına uygun amelleri işledin mi?’ tarzında bir sorgulama yapılacak. Îmânına uygun olarak yapman gerekenleri yaptın mı ve yapmaman gerekenlerden uzak durdun mu?’ anlamında. Bu düşünce ile yazmışltım o cümleyi. Yoksa salt kuru-kuruya inanmış olmak insanı kurtarmaz. Tani biz Kur’ân’dan anladığımızı söylüyoruz. Âhiretin sâhibi Allah’tır ve en doğrusunu O bilir.
‘Cümlenin başında müslüman lafzının olması gerekmez mi?’ demişsin. ‘Biz’ derken müslümanları kastediyoruz elbette. Îman etmeyene ve şirk koşana zâten bir sorgulama yapmanın anlamı yoktur:
‘İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr edenlerdir. Artık onların yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır, kıyâmet gününde onlar için bir tartı tutmayacağız’ (Kehf 105).
Cümlenin başında müslüman lafzınin olması gerekmez mi?
YanıtlaSil