1.
Meclis Türkiye’yi somut esâretten(!) kurtarırken, 2. Meclis ise soyut ve somut
esâret altına soktu.
12
Eylül Darbesi ile 28 Şubat post-modern darbe arasında, halkı
korkutup-sindirip-yıldırıp, istenilen ideolojiyi ve kişiyi-kişileri başa getirmek
projesi açısından fark yoktur.
12
Eylül darbesi, 24 Ocak Kararları’nın altına vurulmuş bir mühürdür.
14 Şubat Sevgililer(!) Günü, “sevginin
para harcamadan gösterilemeyeceği” propagandasıdır.
1492 yılı “Amerika’nın keşfi”nin değil,
“Amerika’nın sömürülmesi”nin başlangıç târihidir.
18. yüzyılın sonunda başlayan batı
ilerlemesi, aslında doğu’nun gerilemesinin bir sonucuydu. Doğu gerilediği için
batı ilerlemiş gibi gözüktü.
1980’den sonra Dünyâ’da “târihin sonu”na
gelindiğini söylemişlerdi. Târihin sonuna kıyâmete kadar gelinemez ama
modernizm ile birlikte “sanat târihinin sonu”na gelinmiştir.
2+2’nin
4 olduğunun nedenini ve nasılını bilmek sonucu değiştirmez.
60
yaşındayken 18-20 yaşındaymış gibi görünmeye çalışmak sapıklıktır.
AB’ye-ABD’ye girme-katılma tartışmaları
süre-dursun, Türkiye insanı, ahlâkî anlamda yâni ahlâksızlık anlamında AB’ye de
ABD’ye de girmiş-katılmış durumdadır.
Abartılan
şey zıddına döner. O şey “olmamış” gibi olur.
ABD, “süper ülke” olmasını; “kızıl”
derilileri öldürmesine, “kara” derilileri köleleştirmesine ve “sarı” derilileri
sömürgeleştirmesine borçludur. Geriye bir tek “beyaz”lar kalıyor. “Farklılıklar
ülkesi” diyorlar ama aslında kendilerinden daha farklısını gördüler mi boğa
gibi saldırıyorlar.
Acı yoksa kazanç da olmaz. Acısız kazanç
helâl olmaz.
Acımasız olanlar kurnaz olur. Yada
kurnaz olanlar acımasızdır.
Aç kalındığında domuz da yenir.
Mecbûriyet karşısında olağan-üstü çâreler aranır. Fakat bu çâreler geçicidir ve
doğal-normâl-fıtrî değildir. Bunun gibi; Kur’ân’ın “savaş için besili atlar
hazırlayın“ âyetinden anlaşılacak olan şey “tank”lar değildir. Günümüzde bize
karşı tanklarla savaşanlara karşı tabî ki biz de tank temin edip karşı
çıkacağız ama bu, atların yerine tankların anlaşılması demek değildir. Biz tankları
geçici olarak, aynen domuz örneğindeki gibi, olağan-üstü ve ârızî durumu
atlatana kadar kullanacağız. Yoksa insan için en ideâl hayat-şekli,
tarım-hayvancılık ve küçük esnaf-zanaatkâr şeklindeki, doğala, fıtrata ve
normâle uygun olan tarım-hayvancılık ve küçük esnaf-zanaatkâr şeklindeki yaşam
şeklidir. Allah bu nedenle, modern dönemi de içerek şekilde bir ifâde
kullanmayıp, “atlar” diyor, atlardan bahsediyor. Çünkü atlar boşuna
yaratılmamıştır.
Açık
konuşayım; kendinizi paralamadan İslâm’ı hakkıyla yaşayamazsınız.
Açıklanmasına
ihtiyaç olmayacak kadar açık olan şeyleri açıklamaya çalışmak, o şeyin
anlaşılamayacak hâle gelmesine yol açar.
Açlık sınırında yaşayanların sayısı
arttıkça, milyarderlerin sayısı fazlalaşır.
Adâletin ve eşitliğin olduğu yerde
uygarlık (medeniyet değil) ortaya çıkmaz.
Adâletsizliğin, haksızlığın,
ahlâksızlığın, küfrün, şirkin ve zulmün hâkim olduğu bir dünyâda, sevgi ve
hoşgörü kelimelerinin değeri azalır.
Adam kıymeti bilen “adamlara” hayrânım.
Adam
müslümanlığa bilinçsiz bir şekilde girmiş ve İslâm’ı hiç yaşamamış; sonra diyor
ki, “ben İslâm’ı bıraktım, artık deistim”.
Âdem’den bêri insanoğlunun ürettiği
bilginin %95’i yanlış, %4’ü de şüphelidir.
Ağaca
çaput bağlayıp dilekte bulunmakla, ağaca ampûl ve süs bağlayıp dilekte bulunmak
arasında, şirk ve cehâlet olması bakımından bir fark yoktur.
Ağaçlar
ormanın görülmesini engellediği gibi, gökdelenler de “kentlerin görülmesini”
engelliyor.
Ağızdan
çıkan söz, makattan çıkan söze/sese benzememeli. Aksi-hâlde etrâfı pis bir koku
sarar.
Ağzımızdan çıkan salya ile gözümüzden
çıkan gözyaşı “sıvı” olma bakımından aynı şey değildir.
Âhiret bilinci ve “cennet hedefi” ile
yaşamayanlar,
sürekli olarak modern hayâtın üst
seviyesi için hayâl kurarlar. Bu aslında şeytan, nefs ve tâğutun dürtmesinin
bir sonucudur. Fakat insan madde ile aslâ mutmain olmaz. Zîrâ insan salt
maddeden ibâret değildir. Madde “kesin tatmin edici” olmadığı için bu
tatminsizlik ve eksiklik yine sürekli olarak madde ile desteklenmek ve
tamponlanmak zorunda bırakır insanı. Böylece hayat “tatminsizliği
tamponlamak”la ziyân olur gider. Çünkü kâlpler ancak Allah’ın zikri-Kur’ân ile
tatmin olur.
Âhirete îman etmiş ve Dünyâ’nın “geçici
bir imtihan yeri” olduğu bilincine sâhip olan mü’minlerin, Dünyâ’da “coşkuyla
yaşama lüksleri” yoktur, olamaz.
Âhireti görmezden gelen ve arka-plâna
atan modern insan, “mutlu” olmak için kıçını yırtmak zorunda kalıyor.
Âhireti merkeze almayan din “hak din”
değildir.
Âhiret-merkezli olarak yaşamamak,
“denizi sürmek” gibi bir şeydir.
Âhirette biz îmânımızdan değil,
amellerimizden sorulacağız.
Âhirette günahkâr insanı yıkacak olan en
büyük şey, ona; “sen hiç-bir bok değilsin” denmesi ve onun da bunu anlaması ve
görmesi olacak.
Âhirette izletilmek üzere herkesin bir
“kaseti” vardır.
Ahlâk “Aşkın Olan”dan, etik ise düşük
olandan kaynaklanır. Ahlâkı hesâba katmayanlar ve etike sarılanlar, bu nedenle
sıkıştıklarında etik-metik tanımazlar.
Ahlâkı Allah ile temellendir(e)mezseniz,
başka bir şey ile temellendiremezsiniz.
Ahlâkınızı
kim ve ne belirliyorsa, dîninizi de o belirlemiş olur.
Ahlâklı davrananların hepsi de ahlâkı
bildiği için ahlâklı değildirler. Onlar “anadan ahlâklı” davranıyorlar ama bu
“bilinçli bir ahlâk” değildir.
Akıl ancak sınırlı olan üzerinde
çalışabilir. Çünkü kendisi de sınırlıdır.
Akıl bağımsız değildir
ve o da bir şeye dayanır. Görüşler arasındaki farklılıkların nedeni budur.
Akıl ile vahiy eşit ise yada akıl
vahiyden üstün ise vahye gerek kalmaz. Fakat târih boyunca aklın öne çıkarıldığı
zamanlarda küresel fitnelerin ortaya çıktığı görülmüştür. Akıl, vahyin izinde
olduğundaysa en doğruya ulaşılır.
Akıl ve bilimin dinleşmesinin nedeni,
“dînin bireyselleşmesi” ile başlar.
Akıl yürütme insanı Tanrı’dan
uzaklaştırır ve Dünyâ'ya yaklaştırır. Şeytanı Allah'tan uzaklaştıran şey akıl
yürütmesiydi. İnsanı Allah'a yaklaştıracak olan şey, akıl yürütmeyi "vahiy
merkezli” yapmasıdır.
Akıl, metafizik olanı; onu kuşatamadığı,
tasarrufu altına alamadığı, denetleyemediği ve sömüremediği için kabûl etmez.
Akıl, vahiy olmadığında sorunu tespit
edebilir ama çözemez.
Akıl-sâhibi olmak yetmez, “aklı
kullanmak” da önemlidir; aklı kullanmak yetmez, “aklı doğru kullanmak
önemlidir”; aklı doğru kullanmak ise ancak vahiy-merkezli olabilir.
Aklâkın olduğu yerde “ahlâkî hareket”
kaçınılmazdır. Zîrâ ahlâk, hareketsizlikte gözükmez.
Aklı “aşırı” kullanmak, rûhun geri plâna
itilmesine neden olur. O hâlde akıl, rûh-merkezli kullanılmalıdır.
Aklı ilahlaştıran “modern” insan, aklı
sâyesinde “her-şeye kâdir” olduğunu zannediyor.
Aklı ilahlaştıranlar, “ortaçağ
düşüncesi” diyerek ortaçağa düşman oluyorlar fakat, felsefenin başladığı M.Ö.
600’lü yılları ve Platon, Aristo felsefesini, aklını ve mantığını dillerinden
düşürmüyorlar.
Aklı kıt ama ahlâklı olan bir kişi,
ahlâkı kıt ama akıllı olan kişiden üstündür.
Aklı kullanmak şarttır. Aklı merkeze
almak ise şirktir.
Aklını kullanmayanlar köleleşir, aklına
tapanlar ise köleleştirir.
Akrabâ evliliğinde, çocuğun sakat
doğması meselesi, evlenmesi yasak olmayan akrabâların evlenmesinden dolayı
değil, akrabâların birbirinin çocuklarını bebekken emzirmeleri ile çocukların
süt-kardeş olmaları ve ileride, akrabâ olan bu süt-kardeşlerin süt evlenmeleri
nedeniyledir. Sakat doğum akrabâ olsun-olmasın herkeste olabilir. Fakat
süt-kardeş evliliklerinde çocuğun sakat olması çok olasıdır.
Alanın ve satanın râzı olması, o şeyden
Allah’ın da râzı olduğu anlamına gelmez. Allah’ın râzı olmadığı hiç-bir şey
rızâya müstahak değildir.
Aldatmak için değil, aldanmamak için ve tabî ki anlamak için
uyanık ol!.
Âlemlerin rabbi olan Allah’ın dînine göre
yaşamamanın cezâsı ve bedeli, “kendilerini ilah etmiş olanlar”ın, arzularına
göre aldıkları kararlara göre yaşamaktır.
Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın
emirlerini-kânunlarını birebir yerine getirmeyenler ve hattâ bunu çok da önemsemeyenler,
beşerin-devletin kânunlarını uygulamaya gelince devletin dediğini
ikiletmiyorlarsa ve sorgusuz-suâlsiz tam uyguluyorlarsa, bu şirktir. Şirk
budur.
Alevi-Bektâşi ve bâtınî-tasavvuf denen
akımlar, varlığını ve hayâtiyetini, Sünnîlik ve ortodoksi karşısında pozisyon
almakla sağlamıştır ve bu şekilde sürdürmektedir.
Algılanan hâliyle demokrasinin ikâme
edilebilmesi imkânsızdır.
Alış-veriş, bir “kimlik
göstergesi”dir. Neyin alınacağını, tercih edilen kimlik belirler.
Âlim,
(modernlerin zannettiği gibi) “câmi duvarına işeyen kişi” değildir.
Âlimliğin
göstergesi, “adanma”dır.
Alkol madden temizlerken, mânen
pisletir. Mânâyı umursamayanların ve sâdece maddeye takılanların, alkôlün
yararlarından bahsetmeleri bundan dolayıdır. Oysa su hem madden hem de (abdest
ile) mânen temizler. Bu nedenle su, alkôlden üstündür.
Allah “aklınızı kullanın” der ama
hiç-bir yerde “aklınıza uyun” demez. “Aklınızı kullanın da Allah’a-Peygamber’e
uyun” der.
Allah “doğrulanacak” değil de
“inanılacak” bir varlık olduğu için O’nun varlığına kanıt aramak abestir. Çünkü
inanmayacak olana hiç-bir delil yetmez.
Allah “kün” (vâr ol!) der, “mekân” olur.
Allah “mevcut varlığa göre” değil,
“kendi varlığına göre” vardır. Zâten mevcut varlıkların varlığı da kendi
varlıklarına göredir. Mutlak Varlık’ın varlığı, fânî varlıkların varlığına göre
değildir.
Allah “tek İlah” olarak kabûl
edilmediğinde mutlakâ insanlar ilahlaşırlar yada ilahlaştırılırlar.
Allah bâzen, “sapkınlığın cezâsını
vermemekle” azap eder. Sapkınlığın sürmesi azaptır.
Allah bizi, korona-virüs aracılığıyla,
“dinsiz bir yaşam”a karşı “yaşamsız bir hayat” ile cezâlandırmaktadır.
Allah dışında, bir şeye “doğru” yada
“yanlış” diyebilecek bir varlık yoktur. Doğru ve yanlış, ancak Allah ile
temellendirilebilir. Bir şey ancak “Allah’a göre doğru” yada “yanlış” olabilir.
Allah Dünyâ’yı ve insanı birbirine uygun
olarak yaratmıştır. Zâten vahyi de buna uygun olarak indirmiştir. Dünyâ da,
insan da, vahiy de; doğala, normâle ve fıtrata uygun formattadır. O hâlde Allah
Dünyâ’yı, tarım-hayvancılık ve küçük esnaf-zanaatkârlığa uygun olarak
yaratmıştır. Zâten adâlet, eşitlik de ancak bu tür bir toplum yapısında ikâme
edilebilir. Uygarlık insana çok da uygun değildir ve “yarı-uygarlık” belki daha
uygundur.
Allah hesâba katılmadığında insan
sapıklıktan başka bir şey üretemez.
Allah hesâba katılmadığında ve Allah’a
aykırı düşünüldüğünde ve davranıldığında; “mutlakâ olur, niye olmasın ki”
denilen şeyler, bir şekilde olmaz, olmuyor.
Allah için yapılmayan şey boşa gider.
Çünkü başka gidecek yeri yoktur.
Allah ile insan arasına ancak Deizm’de
girilmez. İslâm’da ise Allah ile insan arasına Kitap ve Peygamber
girer-girmiştir.
Allah insana rûhundan üflemiştir ama
Allah “rûh” değildir. Yine insana vahyini üflemiştir ama Allah vahiy değildir.
Allah, bildiğimiz ve hissettiğimiz hiç-bir şeye benzemez.
Allah insanın “rızkına” kefilir,
“lüksüne” değil.
Allah insanlar için, potansiyel anlamda
çok daha fazla imkân yaratmıştır. İnsanlar o potansiyeli açığa çıkarır yada
çıkar(a)maz.
Allah kadınlara anneliği vermiş ve
üstelik cenneti de ayaklarının altına koymuş. Modern kadın bununla yetinmiyor
da fıtratına aykırı şeyler istiyor ve yapıyor.
Allah katında üstünlük takvâya göre,
insanların arasında üstünlük ise paraya göre belirleniyor. Dünyâ'nın anasını ağlatan
şeyin sebebi işte budur. Takvâ, soyluluktan, zenginlikten ve eğitimli olmaktan
üstündür.
Allah kimine “yürü yâ kulum” derken;
kimine de “otur yâ kulum” der.
Allah nasıl ki Dünyâ’da yaptığımız bir
yanlışa -sünnetullahın gereği olarak- bir sıkıntıyla ve cezâyla karşılık
veriyorsa, hayâtımız boyunca Dünyâ’da yaptığımız kötülükler ve günahların
sonucu da -sünnetullahın bir gereği olarak- âhirette karşımıza çıkacak ve
terâzide günahlar daha ağır basarsa cehennemi boylayacağız. Allah bundan
gocunmaz ve birilerinin, -Allah’ın rahmetine güvenerek- zannettiği gibi,
“bırakın herkes cennete girsin” demez. Eğer öyle olsaydı aynı şey Dünyâ’da da
olurdu ve başımıza -Allah’ın rahmetinin gereği olarak- bir kötülük gelmemesi
gerekirdi. Oysa Dünyâ’da yaptığımız yanlışların cezâsını daha Dünyâ’da görmeye
başlıyoruz. O hâlde yaptığımız ağır günahların ve suçların cezâsını da âhirette
kesinlikle göreceğiz. Allah nasıl ki Dünyâ’da bir yanlışımıza cezâyı hemen
kesiyorsa, âhirette de, Dünyâ’da yaptığımız yanlışlara cezâyı kesecektir ve
Allah’ın rahmeti çok da işe yaramayacaktır. Tabi bu durum; iyilik, sevap ve
doğru şeylerin karşılığı olarak hem Dünyâ’da hem âhirette “mükâfat” şeklinde
olacaktır.
Allah nasıl ki insanları Dünyâ’ki
varlıklara yönlendiriyorsa, Dünyâ’daki varlıklar da insanları Allah’a
yönlendirmelidir.
Allah
olmaya çalışmak, Allah’a yapılmış en büyük hakârettir.
Allah ölenin yasını tutmaz.
Allah rızâsından başka hiç-bir şey
“kesin amaç” olamaz.
Allah ve âhiret olmadığında ahlâk yarım
kalır ve ona artık ahlâk yerine “etik” denmeye başlanır.
Allah
yoksa ahlâkın mânâsı yoktur.
Allah yoluna adanmak, malını-canını
Allah yolunda ortaya koymak ve varını-yoğunu harcamak, “Kur’ân’ın gramerini çok
iyi bilmenin” bir sonucu değildir.
Allah yolunda icâbında kelleyi koltuğa
al(a)mamışsanız, ya “İslâm’ı idrâk edememişsiniz” yada “tam teslim
ol(a)mamışsınız” demektir.
Allah, “yüce dertler” ile
dertlenmeyenleri, “küçük ve önemsiz dertler” ile cezâlandırır.
Allah, aklın “var” demesiyle vâr olan
bir varlık değildir. O’nun varlığı, akıl ile değil, kâlp ile kabûl edilebilir.
Zâten ancak kâlpten îman edenler O’na hakkıyla kulluk yapabilirler.
Allah, belli bir idrâke ulaşmalarına
rağmen emirlerinin ve nehiylerinin gereğini yerine getirmeyenlerin zaman içinde
şevklerini kırar, nurlarını söndürür. En nihâyet de ayaklarını kaydırır. Modern
müslümanların yaşadığı süreç ve gidişât budur.
Allah, bilime muhtaç değildir.
Allah, bizim aklımızla anlayıp târif
edilebileceğimiz kadar basit bir varlık değildir. Bu nedenle Allah aklın değil,
inancın konusudur.
Allah, cennet ve İslâm için kılını kıpırdatmayanlar, sıra vatana gelince mallarını ve canlarını bile
ortaya koyuyorlar.
Allah, insanı, “kim îmânını daha güzel
dile getiriyor” diye değil, “kim daha iyi amel ediyor” diye yaratmıştır.
İmtihan “iş” ile ilgilidir.
Allah,
insanları ev-hapsi/cezâsı ile uyarıp,
“ayağınızı denk alın” demektedir.
Allah,
kendilerini Tanrı-Kral îlân eden insanlara “tâc” yâni “korona” takmıştır.
Allah, kibrinden dolayı Allah’ın
kibriyâsından korkmayanları, zerre kadar virüsle ölesiye korkutmaktadır.
Allah, kişinin Allah rızâsı için ne
yaptığına bakar. O’nun için önemli olan budur.
Allah, peygamberleri ve vahiyleri,
“mü’minler herkes gibi olmasın” diye gönderir.
Allah, yarattığı şeyin kendisi olamaz.
Çünkü o zaman “Allah’ın yaratılmasından” bahsedilmiş olur.
Allah;
dîni, Kur’ân’ı dört duvar arasına hapsedenleri, korona-virüs ile dört duvar
arasına hapsetti.
Allah’a “inanıyor” olmak, “Allah’ı inkâr
etmemek” demek değildir.
Allah’a güvenerek yanlış iş yapmayın.
Allah’a güvenerek yanlış iş yapanlar, yaptıkları yanlışın cezâsını çekmekten
kurtulamaz.
Allah’a hakkıyla “kul” ol(a)mayanlar,
O’nu kendilerine -hâşâ- “uşak” yapmak isterler.
Allah’a inananlar, Allah’ı aramazlar;
Allah’ı arayıp duranlar ise, Allah’a inanmayanlardır. Allah, aranacak değil,
inanılacak olandır.
Allah’a inanmak önemlidir, fakat
“Allah’a kuru-kuruya inanma”nın pek de bir önemi, anlamı ve değeri yoktur.
Allah’a inanmaktan ziyâde, “sâdece
Allah’a inanmak” önemlidir. Sâdece Allah’a inananlar, sâdece O’nun dediğini
yaparlar.
Allah’a karşı gelmek, O’nun
kâinâta-dünyâ’ya-insana koyduğu yasalara aykırı hareket etmekle de olur.
Allah’a kul ol(a)mayanlar, beşeri
ilahlaştırmaya başlarlar.
Allah’a kul olmaktan imtinâ eden
toplumların, beşeri sistemlerden birine domalmaktan başka yapacak bir şeyleri
yoktur.
Allah’a kulluk etmeyenler, O’nu, “her
istenileni ânında yerine getiren bir uşak” olarak görmek isterler.
Allah’a küfretmek iki şekilde olur:
1-Söz ile küfretmek, 2-Eylem ile küfretmek. Nice eylem ile Allah’a küfredenler
vardır ki, Allah’a söz ile küfredenleri kınarlar. Eylem ile yapılan küfür, söz
ile yapılan küfür gibi görülmüyor.
Allah’a, âhirete, meleklere,
peygamberlere ve kitablara îman etmeyenler yâni anlamdan yoksun olanlar,
mecbûren Dünyâ hazlarını “din” yaparlar.
Allah’ı “tek yasa koyucu” olarak kabûl
etmeyenler, aslında Allah’ın ilahlığını tam anlamıyla kabûl etmemiş olurlar.
Allah’ı akılla bildiğini yada Allah’ın
akılla bilinebileceğini zannedenler, O’na îman edemezler.
Allah’ı göremeyişimizin bir nedeni de
O’nun zıddının-çiftinin olmaması ve Allah’ın “tek” olmasıdır. Tek olan
görülemez. Zîrâ zıddı olmayan şey görülemez. Tek olan, bildiğimiz varlıkların
hiç-birisinin çifti yada zıddı değildir. İnsan, zıddı yada çifti olmayan bir
şeyi göremez ve idrâk edemez. Hattâ üstünde akıl da yürütemez.
Allah’ı görme isteği, “îmansızlık”tan
kaynaklanır.
Allah’ı görmek değil, “duymak”
önemlidir.
Allah’ı görmek demek, “düzen”i ve
“istikrâr”ı görmek demektir. Yoksa O’nun zâtını görmek mümkün değildir.
Allah’ı hesâba katmayanlar, Dünyâ’yı
“hayvanat bahçesi” zannederler.
Allah’ı umursamayan insanlar, Allah’ın
umurunda bile değildir.
Allah’ın “yarattığı” ve “indirdiği”
kavlî âyetler ile kevnî âyetler arasında bir çelişki olamaz. Eğer bunlar birbirlerini
inkâr ediyorsa, o zaman bunları yorumlayanlardan biri yanlış yapıyordur. Zâten
sorun ve kavga da, “kimin yanlış yaptığını belirleyememek”ten doğar.
Allah’ın bize verdiği cezâlar, bizim
kendi yaptıklarımızın bir sonucu olarak “sünnetullahın işlemesiyle” başımıza
gelir.
Allah’ın domuzu haram etmesinin nedeni,
insanların domuzluğa çok meyilli olmasından dolayıdır.
Allah’ın emirlerini ve yasaklarını îfâ
etmeyenler, şeytanın ve nefsin emirleri sonucunda iflâs ederler. Ya îfâ, ya
iflâs.
Allah’ın emirlerini yerine getirmek
yasaklarından kaçmayı, yasaklarından kaçmak da emirlerini yerine getirmeyi
gerektirir. Bunlar ayrı-ayrı şeyler değildir.
Allah’ın emri gereğince abdest niyeti
ile olmadıkça, abdest uzuvlarının milyon kere yıkanması bile kişiyi abdestli
kılmaz.
Allah’ın eşitlemediğini eşitlemeye
çalışmak “sapıklık” ortaya çıkarır.
Allah’ın eşitlemediğini hiç kimse
eşitleyemez.
Allah’ın farzlarını tam olarak yerine
getirenler, beşerin kânunlarını uygulamada gevşek davranırlar ve ancak mecbur
olduklarında gevşek şekilde uygularlar. Beşerin kânunlarını uygulamada çok
titiz olanlsr ise Allah’ın kânunlarını uygulamada çok gevşektirler.
Allah’ın fıtratınıza en uygun olan
yolunu izlemezseniz, kuşatıcılar sizi kuşattıkça kuşatır, size nefes alacak alan
bile bırakmazlar.
Allah’ın haşmetinden habersiz olanlar,
yersiz gururlara kapılırlar.
Allah’ın her-şeyi biliyor olması, “her-şeyden
râzı oluyor” olması anlamına gelmez.
Allah’ın huzûruna çıkmadıkça ve sürekli
olarak O’nun huzûrunda olduğunuz bilincine ermedikçe huzûr bulamazsınız.
Allah’ın ilk yarattığı, erkek yada kadın
değil, “âile”dir.
Allah’ın insan ile kurduğu ilişkinin bir
yönü de “imtihan etmekle kurulan ilişki”dir.
Allah’ın kâinâta koyduğu sünnetullah
yasası, “sâdece Kur’ân” şeklinde değil, “Kur’ân ve Sünnet bütünlüğü” şeklinde
tezâhür eder.
Allah’ın kânunları açık ve nettir. Bu
nedenle de kısadır. İnsanların çıkardığı kânunların ise bir türlü sonu gelmez.
Sürekli eklemeler yapılır durur.
Allah’ın kânunlarını savsaklarken,
lâik-demokratik-seküler devletin kânun ve kurallarını baş-tâcı etmek şirktir,
küfürdür, zulümdür.
Allah’ın kontrôl etmesinden rahatsız
olan modern insana, “Allah’sız dinler”e inanmaya başlamaktadır.
Allah’ın rızâsından gayrı
vazgeçemeyeceğiniz şeyler, mü’minlik önündeki engellerdir.
Allah’ın sosyolojik kuralıdır: Birileri
kendilerini paralamadan, diğerleri rahata kavuşamaz.
Allah’ın vahiy aracılığı ile
kontrôlünden rahatsız olmanın cezâsı, ağır bir şekilde insanın kuşatma ve
kontrôlüne girmektir.
Allah’ın varlığı “doğrulanma” ile değil,
“anlamlı olmasıyla” delillendirilebilir. Allah’ın varlığı anlamlıdır.
Allah’ın yaratması ve yönetimi basit
iken, beşerin üretmesi ve yönetimi çok karmaşıktır. İlâhî sistem ile beşerî
sistem arasındaki fark budur.
Allah’ın
yaratmasında hiç-bir karmaşıklık yoktur ve her-şey çok nettir; insanın
üretmesinde ise her-şey karmakarışıktır.
Allah’ın zâtını boşu-boşuna idrâk
etmekle uğraşırsanız, hiç-bir zaman O’na hakkıyla îman edemezsiniz.
Allah’ın zâtını idrâk etmek mümkün
olmadığı gibi, Allah’ın zâtını idrâk etmenin bir anlamı da yoktur.
Allah’ın, varlığa içkin olarak koyduğu
“bilgi” müslümandır. Modern-bilim, bilgiyi Allahsızlaştırmıştır. Modern-bilim,
“bilginin Allahsızlaşması”dır.
Allah’sız olunca “saçma” olur.
Allah’tan başka bir “şey”e âit olduğunuz
zaman, siz de “şey”leşirsiniz.
Allah’tan başka hiç kimse yeterince
güçlü değildir.
Allah’tan kopuk batı-aklı, insanlığı
“orta-çağın karanlığı”ndan “modern-çağın karanlığı”na getirmiştir. Her çağın
kendine-has bir karanlığı vardır.
Allah’tan kopuk Modernizm “en ideâl
toplum düzeni” olarak sunulur. Oysa Allah’tan bağımsız olan şeyin iyi ve ideâl
olması imkânsızdır.
Allah’tan ve dinden uzaklaşıldıkça,
“seküler bilim”e doğru gidilir.
Allahsız olan şeyler ve kişiler
Allahsızlaştırır.
Alternatif
olanlar pahalı olur.
Altının
bir gücü vardır, fakat çelik ondan daha güçlüdür.
Amel hâlinde olmayınca ayrıntılarda
boğulmak kaçınılmazdır. Ameldeyken şeyler farklı görülür ve değerlendirilir.
Amel
ve eylem, söylenenden üstündür. Belki de söylem, amel ve eylemi
zayıflatmaktadır.
Amel yâni pratik azaldıkça, teori yâni
fikir artar. Teorinin kaydedilmesi ise pratiği-ameli daha da azaltır. Çünkü
eskiden amel, pratik ile kaydedilmiş olurdu.
Amele dönmeyen ilim saptırır.
Amele-eyleme dönmeyen fikir ve bilgiler
toksikleşir.
Amel-eylem yokluğunda din ile uğraşan
kişinin yapacağı şey “Allah’ın zâtını araştırmak ve düşünmek” yada “Kutsal
Metni didiklemek” olacaktır.
Amerika’nın
keşfi, “Amerika’nın yeniden keşfi”dir.
Amerikan
uygarlığı kölecilikle başladı, modern anlamda yine kölelikle devâm ediyor.
Ana-babanın sözünü dinlemeyince
Dünyâ’da; Allah’ın sözünü dinlemeyince hem Dünyâ’da hem de âhirette azap olur.
Ana-kuzusu olarak büyütülenler, ileride
karılarına çok bağlı olurlar ve bu iş kılıbıklığa kadar gider.
Ananı ağlatmayan şey “hak din” değildir.
Ankara
İlahiyat’ın (Ankara Okulu) tezgâhından geçmiş olanlar, bir süre sonra neden
sapıtmaya başlıyorlar?.
Anlam daha çok acı ile birliktedir. Haz
ve zevk ile anlamın bir-arada olmaları mümkün değildir. Hazda anlam yoktur. O
bir “kendinden geçme" hâli”dir. Anlam ise insanı kendine getirir.
Anlam, anlamsızlığa isyân edince ortaya
çıkar. Anlamsızlığa aykırı davranmadıkça anlam ortaya çıkmaz.
Anlamadan okumanın
faydası olmadığı gibi, amele-eyleme dökmeden okumanın da bir faydası yoktur.
Neticede amele-eyleme geçirmedikten sonra yâni gereğini yapmadıktan sonra onu
Arapça yada Türkçesinden okumak arasında bir fark yoktur
Anlamak
yetmez. Asıl önemli olan, anladığını kabûl etmektir.
Anlaşılan şey, “anlatılan şey”dir.
Anlattıklarımı
dinlemeyenleri, anlatmamakla cezâlandırırım.
Annelik zamanla ötelenip iptâl ediliyor.
Bu da cennete gidecek olan yolları kapatıyor. Zîrâ cennet annelerin ayakları
altındadır. Ne kadar az sayıda “anne” olursa, cennete giden yollar da o oranda
daralır. O-hâlde anneleriniz ölmeden önce onların rızâsını kazanarak cennetin
yolunu açın ve cenneti hak etmeye bakın.
Annenin karnındaki çocuğa göre Dünyâ
“âhiret”tir.
Anti-demokratik kânunlara, demokratik
kânunlar izin veriyor. Zâten demokrasi bunu için çıkarıldı.
Aptalca
işler yaparsanız, kendinizi aptal gibi hissedersiniz.
Aptallık, insanın aklının ancak belâ ile
başına gelmesi durumunda farkına varılan bir şeydir.
Arabayı “okuyan “ adamdan almak
mantıklıdır. Çünkü okuyan adamın arabası yıpranmamıştır. Zîrâ okuyan adam araba
kullanmaya çok zaman ayıramaz.
Arabayı sürmek içn, motor ustası olmaya
gerek yoktur.
Aradığını bulamayanlar, bulduğunu
“aradığı şey” zannederler.
Aramızdaki bağ “din bağı” değilse, çok
güçlü bir bağ değildir. Çünkü en güçlü bağ, “Allah bağı”dır.
Aranılacak
şeyin ne olduğu bilinmediğinde, bulunacak şeyin o olduğu da bilinemez.
Araştırma ayrıntılandırıldıkça
hatâ ve yanlış artar.
Arayış
içinde olmayıp da aslında o şey hakkında karârını zâten vermiş olan birine bir
şey anlatmak, deveye hendek atlatmaktan daha zordur.
Arının çiçek-çiçek gezmesi
iyidir-güzeldir ama, bala dönüşmeyen emek zâyi olur.
Armut yerine elma, üzüm yerine incir,
karpuz yerine kavun yerseniz, hepsi de meyvedir ve farketmez. Fakat namaz
yerine yoga, oruç yerine perhiz, zekat yerine bağış yapamazsınız. Çünkü ibâdet
yapmış olmazsınız.
Artık evlerimizde tahta kurdu olmuyor.
Çünkü artık evlerimizde “tahta” yok.
Artık
iyilik yapmak riskli hâle geldi.
Asfalt yol, modern insan hâriç hiç-bir
canlı için uygun değildir.
Asgarî ücreti belirleyenler, “kadın
işçiler”dir.
Askeri açıdan ne kadar güçlü olursan ol,
yerleşmiş bir kültüre-uygarlığa yenilirsin. Medeniyeti olmayanlar, başka
uygarlıkların kültürleri, dinleri ve milliyetleri içinde eriyip giderler.
Askerî darbeler, halka verilmiş “esas
duruş!” komutudur.
Askerî kânunlar İslâm’a aykırı olduğu
gibi, sivil-beşerî kânunlar da İslâm’a aykırıdır. İslâm’da kânunlar, vahye
uygun olmalıdır.
Aslında %99, %100 demektir.
Aslında “çöpe atılan para” asla çöpe
gitmez. O paralar küresel sermâyedarların kasalarına giden paralardır.
Aslında “gün” ortalama 12 saattir, kalan
zaman “gün” değil, “gece”dir. Gün, Gün-eş’in “gün”ü dür, gündüzün “gün”üdür.
Günü 24 saate çıkarmak zulümdür.
Aslında güçlü olan, devletler değil,
“devletlere olan bağlılık”tır.
Astroloji
nasıl ki hurâfe ise, astronomi de aynı-şekilde hurâfedir. Biri “klâsik hurâfe”
iken, diğeri “modern hurâfe”dir.
Astronomi gericidir. Sürekli
geriye doğru bakar. Zîrâ yıldızlar, geçmiş bir zamânın yansımalarıdır.
Âşık
olmak, “Aşkın Olan”dan vazgeçip, âşık olunan kişiyi “aşkın”laştırmaktır.
Aşırı açıklama, açıklanan şeyin büyüsünü
bozduğu için değerini düşürür.
Aşırı araştırma ve okumalarla İslâm’ı -güyâ- Peygamberimiz’den
daha fazla bilmeye çalışmak, işgüzarlıktan başka bir şey değildir.
Aşırı araştırma, bir zaman sonra
araştırılan şeyin inkârı ile sonuçlanır. Zîrâ aşırı araştırılan şey “o”
olmaktan çıkar.
Aşırı araştırma, inceleme ve ölçme,
yapılan araştırma ve ölçümün sonuçlanmasını engeller.
Aşırı araştırma-inceleme ve bilgi elde
etme, “enformatik pornografi”dir.
Aşırı bağlılıkların zamanla
“bağımlılık”a dönüşmesi kaçınılmazdır.
Aşırı bilgi, bilinci blôke eder.
Aşırı görsellik, düşünselliği blôke
eder.
Aşırı hırs, hırsızlığa kapı aralar.
Aşırı korku şirktir.
Aşırı matematik şirktir.
Aşırı okumak, insanlardan uzaklaşmayı
yanında getirir. Hattâ bu durum zamanla kişi insan-sevmez (misantrop) biri
hâline gelir.
Aşırı ve derin bakış, bakılan şeyi
çirkinleştirir.
Aşırı yorum, yorumlanan şeyi pasif hâle
getirip nesneleştirir.
Aşırılığın sonu yoktur.
Aşk, bir tapınma biçimidir. İki insan
birbirine tapar.
At
gözlüğü, atın belli bir noktaya odaklanması içindir. At gözlüğü yararlıdır.
Atalara
uymanın olumlu yönü, “beslenme”yle ilgilidir. Onlar gibi beslenirseniz, doğru
beslenmiş olursunuz.
Ata-sözünde söylenen; “işe başlamak
bitirmenin yarısı” olduğu gibi, işe bir türlü başlayamamak da o işin yükünü iki
katına çıkarır.
Atatürk için “Türkiye’nin yüzünü batı’ya
çevirmiştir” diyorlar ama aslında yüzünü değil “götünü” çevirmiştir batı’ya.
Atatürk Melâmilik’te “zât” makamındaydı;
Atatürk hafızdı; Atatürk’ün son sözü Azrail’in selamına verdiği “aleykümselam”
sözüydü… Tapınma budur işte.
Atatürk’ün en üstün başarısı(!),
“Filistin Cephesi yenilgisi”dir.
Atatürk’ün ürettiği CHP zihniyeti ile,
AKP’nin ürettiği AKP zihniyeti arasında, “lîderleri-kişileri ilahlaştırmak”
anlamında bir fark yoktur.
Atatürk’ün, modern dünyâya uymak yâni
Avrupa’ya benzemek için yaptığı şeylerden biri de “saltanâtı kaldırmak”
olmuştur. Fakat Avrupa’da hâlen bir-çok ülkede saltanat devâm etmektedir. Demek
ki saltanâtı kaldırmanın modernleşmekle bir alâkası yoktur.
Ateist, deist, cumhûriyetçi, demokratik,
lâik, seküler, feminist, cinsiyetçi, kemalist, Atatürkçü, kapitâlist, liberâl,
modern, post-modern vs. Allah’ı hesâba katmayan beşerî sistem, düşünce ve
ideolojilere inanmanın bedeli nedir?. Bunlara inanmanın bedeli olarak, çökmüş
ve yıpranmış birini tanıyor musunuz?.
Ateistler, “utangaç deist”tirler.
Ateistlikten kurtulmak “mü’min olmak” anlamına gelmez.
Ateizm
ve Deizm’in yaygılaşmasının nedeni, “din”den çok, nefisle alâklıdır. Nefse hoş
gelmeyince ateist ve deist oluyorlar.
Ateizm; “Allah’a kul olamamanın” ve
üstelik “Allah’ı kendine kul yapamamanın” bir sonucudur.
Atom
bölünemez, parçalanır. Fakat o zaman da her-şeyi yok etmekten başka bir işe
yaramaz.
Atom,
teoride bölünse de pratikte aslâ bölünemez.
Avcılık ve toplayıcılık târihte kalmış
bir şey değildir. Modern zamanlarda da niceleri “avcılık” ve “toplayıcılık”
yapıyorlar. Öyle ki, avladıkları ve “topladıkları”, torunlarının torunlarına
bile yeter.
AVM’ler, “köle toplanma merkezleri”dir.
Avro-Amerika’nın “dişine göre” olan
İslâm, mü’minin dişinin kovuğuna yetmez.
Avrupa, zenginliğini ve uygarlığını
denize-denizciliğe borçludur. O yüzden denize tapmaktadırlar. Turizm onlar için
tâtilden başka aynı-zamanda bir ibâdettir de.
Ay,
her zaman dolunaydır.
Âyetlerin bir-çoğu, “yaşanmışlık” üzerine inmiş ve, ya o
yaşanmışlığı onaylamış, yada onaylamayarak kaldırmış veyâ düzenlemiştir.
Âyetlerin
kırpıntısı “âyet” değildir.
Aynı
kapının önüne “giriş”, arkasına ise “çıkış” yazılır. Oysa kapı aynı kapıdır.
Aynı şeyi 100 kere yapmakla 1.000 kere
yapmak arasında fark yoktur.
Ayrıntılar
bâzen konuyu anlamamızın önüne geçer. Bu nedenle üzerinden belli bir zaman
geçen yıllar, ayrıntıları elendiği için daha iyi akılda kalır ve idrâk
edilebilir.
Az beslenmede (oruç), zihin sürekli
olarak yiyecek ile meşgûl olduğundan dolayı cinsel düşünceler olmaz. İnsan,
yedikçe azan bir varlıktır.
Bağımlı
ülkelerde “özelleştirme” demek, “kapitülâsyon” demektir.
Bağışıklık sistemini en çok zayıflatan
şey “korku”dur. Korkuyla zayıflayan bağışıklık sistemini her türlü hastalık
mahveder".
Bahçe evin tesettür ve insanın
sigortasıdır. Allah garantili sigortası.
Balık tutmasını istediğiniz kadar bilip
öğrenseniz de, hiç balık tut(a)madıysanız bir işe yaramaz.
Bana
“neden çok kabasın” diyorlar. Çünkü dobrayım.
Bana
“ot gibi yaşıyorsun” diyorlar. İyi de; ot olmayınca “süt” olmuyor ki!.
Bana
çaldığın enstrümanı söyle, sana kim
olduğunu söyleyeyim.
Barut,
elektrik ve motorun karıştığı tüm üretimlerden nefret ediyorum.
Basit insanların ana hedefleri,
mü’minlerin vazgeçtiği dünyevî hedeflerdir.
Başarılı
patron, işçisinin emeğinin karşılığını “hakkıyla” ve “alın-teri kurumadan”
verendir.
Başarının iki şartı vardır: 1-Sevgi,
2-Mecbûriyet.
Başınıza
gelen tüm kötülükler ve olumsuzluklar, aptallığınız yüzündendir.
Başkasını aydınlatmak isteyenin, mum
gibi erimeyi göze alması gerekir.
Başörtüsü takmayanlar, Allah’ın emrini
“takmamış” olurlar.
Baş-örtüsü, kadının başının tâcıdır.
Başta cep-telefonu olmak üzere tüm
elektronik cihazlar, modern-tekno paganizmin taptığı temsiller ve sûretlerdir.
Bataklığın
içindeyken “sinekler”le mücâdele etmek çok anlamsızdır. O bataklıktan
kurtulmadan ne bataklık kurutulabilir ne de sineklerden kurtulunabilir.
Bataklıktan
memnun olanlar, “bataklığın sinekleri”dir. Onlar, bataklıktan beslendikleri
için, “bataklığın” kurutulmasını istemezler ve buna karşı çıkarlar.
Batı
Hristiyanlığında Tanrı, “sevgi tanrısı” olduğu için, korona-virüsün “tanrının
bir cezâsıdır” düşüncesi yoktur. Ne de olsa Tanrı onları Îsâ’nın çarmıha
gerilmesiyle birlikte ebediyyen affetmiştir.
Batı ilerlemiştir ama haddini aşmış ve çok
ileri gitmiştir.
Batı klâsik zamanlarda İncil’i kâinattan
bağımsız olarak okurken, modern zamanlarda da kâinâtı İncil’den yâni vahiyden
bağımsız olarak okumaktadır.
Batı uygarlığı, İslâm ve Doğu
medeniyetleri üzerine yükseldi. Fakat batı, medeniyeti sekülerleştirerek ifsâd
etti.
Batı uygarlığının kaynağı Roma ve Yunan
mitolojisidir. Bu bağlamda batı uygarlığı müthiş bir gericiliktir.
Batı
uygarlığının kökeni Greko-Romendir, yâni Yunan ve Roma’ya dayandırır. Fakat
Yunan ve Roma da uygarlığını Mısır, Fenike ve Akdeniz’den almıştır. Bu uygarlık
Yunan ve Roma’da yorumlanarak değiştirilmiştir. Zâten modern batı uygarlığı da
Greko-Romen uygarlığın yeniden yorumlanmasının bir sonucudur. O hâlde modern
uygarlık, Mısır, Fenike ve Akdeniz uygarlığının “yorumunun yorumu”dur.
Modernite orijinâl değil, “suyunun suyu” bir uygarlıktır.
Batı, bilgide ve eylemde hiç-bir zaman
“yalın” olmamıştır. Felsefesi, siyâseti ve bilimi de yalın değildir. Bu nedenle
hem Türkler, hem müslümanlar hem de doğu’lu için felsefe, seküler siyaset ve
modern-bilim ve teknoloji hem anlaşılamaz
hem de sindire-sindire yaşanamaz şeylerdir. Zîrâ
doğu düşüncesi, “apaçık ve net” olanı sever.
Batı’lı yada batı gibi olmak için;
kızılderilileri ve Aztek-Maya-İnka uygarlıklarındaki insanları öldürmek,
Afrika’yı köleleştirmek ve uzakdoğuyu sömürgeleştirmek gerekir.
Batı’lıların Türkiye’deki en önemli
başarıları, Türkiye’de lâikliği yerleştirmek olmuştur.
Batı’nın “ilerleme” dediği şey,
“ekonomik ilerleme”dir. Yoksa “insânî bir ilerleme” değil.
Batı’nın ilmini alalım ama
ahlâkını almayalım derken, ahlâksızlığını aldık ama ilmini alamadık.
Batı’nın
o çok matah zannedilen değerleri “şarta” bağlıdır. Bu şart, “maddî şart”tır.
Madden zenginliği kaybolduğunda değerleri de kaybolur.
Batı’ya râm olmak, bâtıla meftûn olmanın
bir sonucudur.
Bâtıl toplumların genel özellikleri tüm
zamanlarda aynı olmuştur.
Bâtılın bâtıl olduğunun net olarak
görülmesini engelleyen şey, insanların ona körü-körüne inanmasıdır.
Bâtılın ve bâtılın lîderlerinin
başarısını(!) o kadar da büyütmeye gerek yok, zîrâ nefse uygun işler yapmak o
kadar da zor değildir. Zâten şeytan en büyük destekçi olur.
Bâtınîlik ve tasavvuf, “Allah’ı râzı
etmek” yerine “insanı râzı etmeyi” merkeze alan bir sapkınlıktır.
Batmayacak olan gemi Titanic değil,
Nûh’un Gemisi’dir.
Bâzen
bıçak girince değil, çıkınca öldürür.
Bâzen birini iyi tanıyabilmek için arada
biraz mesâfe olması gerekir.
Bâzen
eserler, eser sâhibinin ölümünden sonra değerlenir.
Bâzen geriye gitmek, “ilerlemek”
anlamına gelir.
Bâzı bireysel istisnâları saymazsak
Türkler târihleri boyunca hep kâfir ve müşrik olmuşlardır. Hâlen de öyledir.
Bâzı lâikler ve modernler, uydurma
rivâyetlerle dîni kötüleme yarışı içindedirler. Bunların yazdığına ve
konuştuğuna baktığınızda, Kur’ân’dan hiç örnek ver(e)mediklerini görürsünüz.
Çünkü onlar böyle yapmakla aslında Kur’ân düşmanı olduklarını gizlemektedirler.
Dîne saldırılarını ise uydurma rivâyetler üzerinden yapmaktadırlar.
Bâzı şeyler yazılmaz, söz ile söylenir.
Bâzıları
içki sofrasında domuz eti yememeyi “dindarlık” zannediyor.
Bâzıları,
felsefe ve sosyolojiyi gereksiz alanlar olarak görüyorlar ve matematiğe
yönelinmesini savunuyorlar. Bilmiyorlar ki, Dünyâ şu-anda, 1.700 ve 1.800’lü
yıllarda yaşayan filozof ve sosyologların düşünceleriyle yönetiliyor.
Bedel mutlakâ ödenecektir; ya bu
Dünyâ’da yada âhirette.
Bedeli
olmayan şeyin değeri de yoktur.
Bedelini ödemediğin şeyin sâhibi de olamazsın, îmânın da bir
bedeli vardır, bu bedel bâzen ağır olabilir, bu bedeli ödemeden “îmân sâhibi”
olamazsın.
Bedenen şerefsiz bir hâldeyken, rûhen
kendini çok iyi ve üstün görenler var. Oysa beden, rûhun aynasıdır.
Bedenin
bakımı hiç-bir zaman bitmez. Kendi ile uğraşanlar başka hiç-bir şey yapacak
zaman bulamazlar.
Beklemek, olgunlaştırır.
Beklentisi olmayan insanı bekleyen şey,
karamsarlık ve buhranlardır.
Ben
“var” ile “mutlak var”ı ayırabiliyorum. Fakat “yok” ile “mutlak yok” arasında ne fark vardır?. “Yok”tan
sonra “daha çok yok” olabilir mi?.
Ben bütün yazılarımı “sövgü makâmında”
yazıyorum.
Ben
kandil kullanmıyorum.
Ben tarafım. Karşı taraf..
Beni söylediklerinden çok söylemediklerin
kızdırıyor.
Beni söylediklerinden daha çok
söylemediklerin rahatsız ediyor.
Benim “cumhuriyetçi”liğim, sâdece
“cumhuriyet altını” ile ilgilidir.
Benim
AVM’lere gidecek vaktim yok birâder!.
Benim
derdim alamamak değil, “olamamak”tır. “Olmak için ölememek”tir.
Benim seçimim, “seçim yapmamak”tır.
Beşeri
sistemlerde ibâdetler, seneden-seneye yada bir-kaç ayda bir yapılır. Ulusal
bayramlar beşerî dinlerin ibâdetleridir.
Beşer-kaynaklı sistemler, beşerî
sorunları çözemezler.
Beyazlar ve sarışınlar, esmer ve
siyâhilere göre “evrimini tamamlamış” olarak kabûl ediliyorlar. Fakat evrim
niçin beyaza ve sarıya doğru evrilmiş olsun ki. Belki de siyahtan beyaza ve
sarıya kaymak “mutasyona uğramak” ve en iyi ve ideâl olandan kopmak ve bozulmuş
olmak demektir. Ne de olsa Kur’ân; “Doğrusu, biz insanı en güzel bir biçimde
yarattık. Sonra aşağıların aşağısına çevirdik” (Tîn 4-5) der.
Beyin ölümü, “rûhun bedenden çıkması”
durumu değildir. Uykuda alınan rûh nasıl ki uyanınca bedene geri dönüyorsa, bir
mevt durumu olan beyin ölümünde de rûh geri dönerse kişi uyanır. O hâlde “beyin
ölümü” “vefât” değildir, yâni “gerçek ölüm” değildir.
Beyin, zorlandıkça gelişir.
Beytullah yâni Kâbe “Allah’ın evidir.
Müşrikler o eve putlarını koyarak onları “Allah’ın misafirleri” îlân
ediyorlardı.
Bıktığın yerden
baktığında, baktığın yer bıkkınlığını
arttırır.
Big-Bang Teorisi ve Evrim Teorisi
sürecinde anlatılanlar, 300-500 yada 1.000 yıl sonra hurâfe ve mitoloji olarak
görülecek masallardır.
Bildiklerimizden değil, yaptıklarımızdan-yapmadıklarımızdan
sorulacağız.
Bildikleriyle amel etmeyenler,
bilmedikleri yönden cezâlandırılırlar.
Bilenler çoğalınca yapanlar azalıyor.
Herkes bilirse kim yapacak.
Bilgi Allah’tan, doğadan ve doğal
olandan koparılınca “modern-bilim” olur.
Bilgi ancak İslâm-merkezli olursa hak
olur ve doğru yolda kullanılabilir. Zîrâ bilgi, Allah’ın, kâinâtın her
zerresine yerleştirdiği bir değerdir. Allah işe karıştırılmadığında bilginin
ifsâd olması ve zarar vermesi kaçınılmazdır.
Bilgi
arttıkça Dünyâ hakkındaki bilgilerimiz çoğalırken, mâneviyat hakkındaki
bilgilerimiz azalır.
Bilgi
çoğaldıkça çoğalıyor ama ilerlemiyor.
Bilgi
çok fazla arttı. Fakat modern insan bu bilgiyi yönetemediği için fitne ve ifsâd
ortaya çıkıyor. Zîrâ “Allah’ın bildirdiği”nden başka-fazla bilgilere ulaşmaya
çabalıyor.
Bilgi sonuç değil, başlangıçtır.
Bilgi ve bilinç, ancak beceriyle
buluştuğunda bir değer ve farklılık açığa çıkarabilir.
Bilgi,
insanı rahatsız eder, insanı rahatsız etmeyen bilgi mâlûmattan başka bir şey
değildir.
Bilgi, kişiye sorumluluk yükler, kişi,
bu bilgiye bağlı olarak yüklenmesi gereken sorumluluğu yüklenmediğinde, o
bilgi, kişiyi saptırmaya başlar. Kullanılmayan ve somutlaştırılmayan bilgi hazımsızlık
yapar ve hasta eder, zîrâ İslâm’ın bilgisi lafta kalacak bir bilgi değildir. O
hâlde sorumluluğunu yüklenmeyecek olanların İslâmî bilgiden uzak kalması daha
iyi olur.
Bilginin doğu’dan batı’ya geçmesi ve
modernizm olarak gözükmesi, insanlık için büyük bir tâlihsizlik ve felâket
olmuştur-olmaktadır.
Bilginler, filozoflar ve sanatçılar
arttıkça; tarım, hayvancılık ve zanaatkârlık azalır.
Bilgiyi Allah adına okuyunca “İslâmî
bilim”, madde adına okuyunca “modern-bilim” olur. Üçüncü bir şık yoktur.
Bilim
iyi-kötü ayırımı yapmadığı için, nefsinin kontrôlündeki insan, bilimin kötü ve
yıkıcı yönlerini daha çok açığa çıkaracaktır. Modern-bilim ve teknoloji bu
yüzden yıkıcıdır.
Bilim
sınırsızdır demek, “madde sınırsızdır” demektir. Zîrâ bilim ancak madde
üzerinde çalışabilir.
Bilim ve teknoloji ile hayâtın kolaylaşmasının(!)
bedeli, “insanın rûhsuzlaşması”dır.
Bilim,
“olguları” (yağmur yağması) açıklar, “olayları” (Nûh Tûfânı) açıklayamaz.
Açıklayamadığını ise inkâr eder.
Bilim, Allahsız olunca farklı, Allahlı
olunca daha farklı bir yorum ortaya çıkarır.
Bilim,
durması gereken yerde durmadığında, yakın-uzak vâdede bir felâketin ortaya
çıkmaması imkânsızdır.
Bilim, insanı doğadan koparır ve laboratuara hapseder.
Bilim-bilim derken tecrübe
ıskalanmaktadır ki bilimden kat be kat üstündür.
Bilimsel araştırma şirketleri, şeytana
hizmet eden ve nefislerine tapan küresel tâğutların yalan merkezleridir.
Bilimsellik ile şeytanlık at-başı gider.
Şeytan modern dönemde “bilimsellik” olarak görünmektedir.
Bilim-teknoloji ve kapitâlizm, emeği
öldürdü.
Bilinç
ile yapılan şey meleke hâline gelirken, taklit ile yapılan şey çok zorlar ve
çok yorar.
Bilinen her-şeyin Allah’a muhtâç olması,
hiç-bir şeyin Allah olmadığı ve olamayacağı anlamına gelir.
Bilmek konusunda; “daha çok bilmek” ile
“daha iyi bilmek” farklı şeylerdir.
Bilmek ve yapmak farklı şeylerdir. Bir
kişi okuma-yazma bilmesine rağmen okuma-yazma yapmıyorsa, “bildiğini yapmıyor”
demektir. Allah bilmeye değil, yapmaya bakar.
Bilmek yetmez, “bilenmek” de gerekir.
Bilmek, “sorunu çözmek” demek
değildir.
Bilmek, amel etmenin bir sonucudur: “Siz
bildiklerinizle amel ederseniz, Allah size bilmediklerinizi öğretir” (sav).
Bilmekten ziyâde, “ölçülü davranmak”
önemlidir.
Bilmenin etkisi “yapma”nın etkisine göre
çok zayıftır. Öyle ki, bilinenler değişir yada unutulur gider ama, yapılanlar
âdet ve gelenek olarak -saçma bile olsa- çok uzun yıllar boyunca sürer gider.
Bilmeyip
de konuşanlar, bilip de konuşanlara gıcık olurlar.
Bir “büyük amaç”a hizmet etmeyen şey,
en-nihâyetinde boşa çıkar.
Bir “târihe sâhip olmak” ile bir
“geçmişe sâhip olmak” aynı şey değildir.
Bir adamın Dünyâ’da rahat edebilmesi
için 5 şeyin sorunsuz olması gerekir: 1-İş, 2-Diş, 3-“Kuş”, 4-Hanım, 5-Evlat.
Bir devlet gerçek anlamda, en zayıf
üyeleri kadar güçlü olabilir.
Bir din “gökten” inmediyse “götten”
çıkmıştır. Hak din “gökten” inmişken, bâtıl din ise “götten” çıkmıştır.
Bir din ne kadar yavşarsa, o kadar
“evrensel” olur.
Bir din, inanç, düşünüş ve felsefe
“basit ve uygulanabilir” değilse, “hak” değildir, “Hak’tan” gelmemiştir, Hak’ka
da götürmez. İnsanı yarı-yolda bırakır.
Bir
dînin yada milletin üzerinden uzun zaman geçince efsâneleşiyor.
Bir düşüncenin yada davranışın doğru
olup-olmadığının sağlaması, eleştirmek ve eleştirilmekle yapılabilir.
Bir fitneye karşı yapılan ayaklanma
başarısız olursa, o fitne bölünerek daha da büyür ve güçlenir.
Bir geleneğe karşı çıkmak mecbûren başka
bir gelenek ile olabilir.
Bir gökdelenin bekçiliğini yapacak
kişinin boyunun gökdelen kadar uzun olmasına gerek yoktur.
Bir günahı, Allah’tan başka affedebilecek
olan yoktur.
Bir günde
olmaz ama bir gün olur.
Bir insan Allah’ın zikri yâni Kur’ân ile
tatmin olmuyorsa, hiç-bir şeyle tatmin olmaz.
Bir insan Allahsız olduktan sonra, onun
hangi ırktan olduğunun bir önemi yoktur.
Bir
insan hayatta bir şeye karar verdiğinde, onun o düşüncesini değiştirebilmeniz
neredeyse imkânsızdır.
Bir insan hem doğuran hem doğurtan hem
de doğurulan olduğuna, Allah ise doğmamış, doğurulmamış ve doğurtmamış olduğuna
göre, insan Allah değildir.
Bir
insan iç ve dış âleminde ne kadar düzenliyse, “düzen”i de o kadar iyi anlar.
Bir insan için, yaptığının bir sonucu
olarak “kendini aptal gibi hissetmesi” ona cezâ olarak yeter.
Bir insan Kur’ân okumaya başladığı anda
kendisine vahyedilmiş olur.
Bir insan, modern-bilim ve teknolojiyi
övüyorsa, sürekli olarak kadınları öne çıkaran şeyler söylüyorsa, demokrasiye,
lâikliğe ve moderniteye eleştirisi yoksa ve sürekli olarak gelenek eleştirisi
yapıyorsa, o kişi İslâm’dan ziyâde, “modernite dîni” üzeredir.
Bir insana “okuma-yazma biliyor musun?”
diye değil; “okuma-yazma yapıyor musun?” diye sormak gerekir.
Bir insana Allah yetmiyorsa, hiç-bir şey
yetmez.
Bir insanı, “Allah’ın müslüman kabûl
etmesi” ile “müslüman bir toplumun müslüman kabûl etmesi” aynı şey değildir.
Bir insanı; îmânına, ahlâkına,
bilgisine, bilincine, kültürüne, liyâkatine ve yeteneğine göre değil de, malına
ve makâmına göre değerlendirmek, derin bir cehâlettir.
Bir insanın Dünyâ’da “gönlüne göre”
yaşaması “başarı” değildir.
Bir insanın Dünyâ’dan, sanki
cennetteymiş gibi haz alması câiz değildir.
Bir insanın düşüncesini, zihniyetini ve
inanışını; arzuları, istekleri ve hevesleri belli eder. Bu bağlamda insanların
çoğunun “hakîki din inancı” zayıftır.
Bir insanın psikolojisinin ne durumda
olduğu, ilk başta, “yemek yeme şekli”nden belli olur. Sâdece yemek yerken mutlu
oluyorsanız, psikolojik olarak çökmeye yüz tutmuşsunuz demektir.
Bir insanın rûhu (nefsi değil) coşku
içinde değilse, o kişi "iyi" değildir.
Bir insanın sâdece bilgisinin ve
görünüşünün müslümanca olması yetmez, kişinin isteklerinin/arzularının da
müslümanca olması gerekir.
Bir
iş en iyi şekilde yapılmamışsa, o iş boşa gitmiş bir iş olmuş olur. Yada yarârı
kadar zarârı vardır.
Bir işi zamânında yapmak, o işi
yapmaktan daha önemlidir. Bir işi dört-dörtlük yapmak ise hepsinden önemlidir.
Bir
kadeh atma, bir kadehi at!.
Bir kadının-kızın, örgün eğitim
sistemine dâhil olması ve sonunda çalışmaya başlaması, fıtratına ve doğasına
yapılan en büyük zulümdür.
Bir kazan bal ile bir damla zehir
karıştırıldığında, o şeyin tamâmı “zehir” olur.
Bir kere tâviz vermekle, bin kere tâviz vermek arasında fark
yoktur.
Bir kişinin “Allah’tan başka ilah
tanımam” deyip de başı belâya girmiyorsa (meselâ mahkeme ve hapis), söylediği
söz “gök-gürültüsü” hükmünde kalır.
Bir köyün yaylası köye ne kadar yakınsa,
o köye ilk yerleşenlerin gücü de o oranda fazladır. Gücü zayıf olan köylerin
yaylaları uzak olur.
Bir malı 1’e alıp 5’e ve 10’a satmak da ribâdır. (Murâbaha).
Bir meseleyi; kimi insanlar kâlbine
vura-vura, kimi insanlar beynine vura-vura, kimi insanlar da kafasına vura-vura
öğrenirler.
Bir meslek (zanaat) sâhibi olmak, en
değerli olandır. Ona eskiler “altın bilezik” derlerdi. Çünkü hem ustalığı hem
de adamlığı öğreniyordu kalfa ve usta olanlar.
Bir mü’minin modern dünyâda yaşamayı
sevmesi ve modern hayat tarzından zevk alması çok büyük bir sorundur.
Bir mücâdelenin teorisi tamâmen önceden hazırlanamaz, teori
kendini mücâdelenin içindeyken tamamlatır. Kervan biraz da yolda düzülür.
Bir müslüman, “batı paradigması”nı “evrensel”
olarak kabûl edemez.
Bir müslümanın, Dünyâ’nın altını üstüne
getirmek isteği, hedefi ve görevi, “Dünyâ’yı sükûnete kavuşturmak” içindir.
Bir nedenden dolayı korkutulan
insanlarla koyunlar arasında fark yoktur. İkisini de istediğiniz gibi yönetip yönlendirebilirsiniz.
Bir öğreti hakkındaki kuşku, kişiyi
eyleme geçmekten alıkoyar. Bu nedenle Kur’ân; “onda hiç-bir kuşku yoktur” diye
başlar. Zîrâ İslâm, eyleme dönük bir din’dir.
Bir ölüm olayının ne kadar ses
getireceği, mal-mülk, makam-şöhret ve cüssenin büyüklüğü oranına göre değişir.
Bir
önermenin “tam doğruluğu”, sâdece akla uygun olması değil, akla uygun olduktan
sonra kâlbe de uygun olmasıdır. Kâlpten onay almayan önermeler eksik yada
yanlıştır.
Bir
penis kadar bile olamıyoruz ki penis sürekli kıyâm eder.
Bir sapkınlığa karşı “sessiz kalmak”la
başlayan bir süreç, kısa süre sonra “o sapkınlığa saygı duymak” ve en sonunda
da “o sapıklığı kabûl etmek” ve de “kabûl etmeyenleri yobazlıkla suçlayıp
dışlamakla” sonuçlanır.
Bir
sohbet ortamında bulunanlardan biri geçim sıkıntısı yaşıyorken, bir diğeri
bolluk içinde yaşıyorsa, orada bir kardeşlik oluşmaz. Paylaşma olmadan
kardeşlik oluşmaz. Kardeşliğin oluşmadığı yerden de bir hayrın çıkması
söz-konusu değildir. (Medîne örneği).
Bir sorundan dolayı bir şeyi kafaya
takmamak için ilaç yada içki kullanmak, o sorunu çözme aşamasında sıfır etki
yapar.
Bir şehrin/kentin neyi merkeze aldığı, o
şehre/kente kuş-bakışı bakıldığında göze çarpan ilk şeydir.
Bir
şey “bir-önceki”ne göre kıyaslandığında, “iyi” olmayan hiç-bir şey yoktur.
Çünkü bir-önceki de bir-öncekine göre iyidir.
Bir şey çoğaldıkça, o şeyin korunması
azalır. Az olan çok korunur.
Bir
şey durgun değilse, “bir başlangıcı var” demektir.
Bir şey için üzüntü duymak, o şey için
bir şey yapmak demek değildir.
Bir şey kısa-vâdede düzelmez, ancak uzun-vâdede düzelir
diyorlar. İyi de, uzun-vâdede ölmüş oluruz ki!.
Bir şey ne kadar “kıt” ise o kadar
değerlidir.
Bir
şey olduğunuzun delîli, o şey hakkında bir şey yapıyor olmanızdır.
Bir şey söz ile daha iyi anlatılır fakat
söz, yazıya geçince daha etkili olur.
Bir
şey yapmaya götü yemeyenler, “yapacak bir şey yok” sözünü en çok
kullananlardır.
Bir şeyde başarılı olabilmek, o şeyi ne
kadar sevdiğinle ve o şeye ne kadar odaklanabildiğinle alâkalıdır.
Bir şeye aşırı ve odaklanarak
bakıldığında, o şey bozulmaya başlar. Peygamberimiz’in; “ilk bakış lehine,
ikinci bakış aleyhinedir” demesi bu bağlamda mânidardır.
Bir
şeye karşı olan ilgi ve sevgi ona karşı olan yatkınlıktır.
Bir şeye olan körü-körüne ve aşırı bağlılık,
o yapının günahlarını-kötülüklerini görmeyi blôke eder.
Bir şeye/düşünceye/hizbe vs.
“körü-körüne taraftar olmak”, bir zamana sonra o şeye/düşünceye/hizbe
“körü-körüne düşman olmak”la sonuçlanır.
Bir şeyhe “kayıtsız-şartsız” bağlanmak
şirktir.
Bir şeyi “duymuş olmak” demek, o
şeyi" “bilmiş olmak” demek değildir.
Bir
şeyi araştırmak, onun hakîkatini bulmaya çalışmak içindir. Fakat insanın aklı,
zekâsı yâni çapı buna yetmez. Bu nedenle bir şeyi aşırı şekilde araştırmak, en
sonunda o şeyi inkâr etmeye dönüşür. Meselâ rûh böyledir. Araştırma sonunda
bulamayanlar onu inkâr eder.
Bir şeyi aşırı araştırmak, o şeyin bokunu
çıkarmakla sonuçlanır. Meselâ bağırsakları aşırı incelemeye tâbi tuttuğunuzda
karşılaşacağınız şey “bok”tur.
Bir
şeyi çok sistematik bir şekilde öğretmek, öğrenmeyi zorlaştırı(yo)r.
Bir şeyi din edinmek, “felsefeyi ona
göre yapmak” demektir.
Bir
şeyi gerçekten bilmek, onun hakkında bir şey yapmakla olur. Bir şey bilmek, bir
şey yapmaktır.
Bir
şeyi kim üretirse-üretsin, Allah’ın hammaddesini kullanmak zorundadır.
Bir şeyin “İslâmî” olması için, o şeyin
“Allah rızâsı amacıyla” yapılması gerekir.
Bir şeyin “iyi” olup-olmadığının ölçüsü,
o şeyin “acıtması” ve “nefse ağır gelip-gelmemesi”dir.
Bir şeyin beyaz renkte olması, o şeyin “temiz”
olduğu anlamına gelmez.
Bir şeyin dayanağı, o şeyin kendisi
olamaz.
Bir şeyin doğru olup-olmadığı, “mantıklı
olup-olmadığına” bakarak değil, Dünyâ’da “iyi”ye, âhirette ise cennete
ulaştırıp-ulaştırmadığına bakarak bilinir. Dolayısı ile “doğru”, “bilinebilecek”
olan değil, “inanılacak” olandır. İnsanı iyiye ve cennete götürecek olan şey
“Kur’ân iyi bilmek” değil, “ona îman etmek”tir. Bilgi ile değil, îman ile
ulaşılır iyiye ve cennete.
Bir şeyin etkisini yok etmek istiyorsanız, onun sembôlünü yok
etmelisiniz. O sembôl orada durduğu müddetçe etkisi de devâm edecektir.
Bir
şeyin gelişmesi, geliştiği şeyden “zamanla başkalaşması” demektir. Bir zaman
sonra gelişen o şey başkalaşarak, ilk geliştiği şey olmaktan çıkar.
Bir
şeyin gerçek anlamda ne olduğu, pratiğe döküldüğünde ortaya çıkar.
Bir şeyin korkusu, o şeyin kendisinden
daha kötüdür.
Bir
şeyin nedeni olarak genetiği öne sürmek, modern bir kaderciliktir.
Bir
şeyin potansiyeli, o şeyin kaderidir.
Bir şeyin varlığının kendi-kendine, şans
ve rastlantı ile oluştuğunun bir delîli olamaz.
Bir şeyin yapılabiliyor olması, onun
ille de yapılmasını gerektirmez.
Bir tepeye çıkıp modern kente bir bakın.
O gördüğünüz mekân-kent var ya; işte orada İslâm’ın yaşanması yada “hakkıyla
yaşanması” mümkün değildir. Dinden uzaklaşmanın temel nedeni budur. İnsanın
değişimi mekânın değişimi, mekânın değişimi insanın değişimidir.
Bir ülkede demokrasinin olması için en
az ikiye bölünmüş bir toplum kesimi bulunması gerekir.
Bir varlığı açıklamaya çalışınca, o varlık başka bir şey
olur. Açıklanmaya çalışılan bir şey “o” olmaktan çıkar.
Bir yandan batı emperyâlizmine karşı
çıkarken değer yandan batı düşünce ve sistemleriyle gerdeğe girmek, lâik-modern
müslümanların alâmet-i fârikasıdır.
Bir
yanlışın “câhillik nedeniyle” yapılmış olmasıyla, “şerefsizlik nedeniyle”
yapılmış olması arasında fark vardır.
Bir yerde yada şeyde Allah’ın olması ve
bulunması demek, o şeyin yada yerin sonsuz (bâkî) olması anlamına gelir.
Bildiğimiz şeylerin içinde fânî ve yok olmayacak bir şey olmadığına göre,
bildiğimiz hiç-bir şeyin içinde Allah yok demektir. Bu, “hiç-bir şeyin Allah
olmaması” anlamına gelir.
Bir
yerden arsa alırken yere değil, göğe bakın.
Bir yerleşim yerinde birisi câminin
nerede olduğu soruyorsa, o yerleşim yeri İslâmî mîmâriye aykırı bir yapıdadır.
Zîrâ İslâm’da en yüksek yapı, câmi minâresidir.
Bir zamanlar çok iyi anlaştığı hâlde bir
zaman sonra bilgi farklılaşmasıyla iki zıt insan durumuna gelmek mümkündür.
Bilgi, iyi yada kötü tefrikaya neden olabilir.
Bir
zamanlar kâfirlerin ve mülhidlerin söylediklerini bugün müslümanlar(!) söylüyor
ve buna rağmen hâlen “müslüman” kalabiliyorlar.
Bir-çoklarının
ciğerini yakan şey, dînin, hayâtın tam da ortasında uygulanmasının emredilmiş
olmasıdır.
Birey(sel)leşmiş olan modern insanın putu,
bedenidir. Lâkin beden aslâ tatmin olmaz.
Bireycilik
umutsuzluktur.
Bireycilik,
sorumsuzluktur.
Biriken şey biçimsiz olur.
Birileri
her-şeyin yolunda gittiğini söylerken, ben ise ölenlere gıpta ediyorum.
Birileri
kazanıyorsa birileri mutlakâ kaybeder.
Birileri;
“Allah ile insan arasına girilmez” diye-diye araya kendileri girerek Allah ile
insanın arasını açtıkça-açtılar.
Birine yada birilerine karşı olan
ön-yargılarınız yada karşıtlığınız, o kişiye ve kişilere muhtaç kalınca
değişir.
Birinin
yada birilerinin sana verdiği hak, seni o kişiye bağımlı yapar. Allah’ın
verdiği haklara göre yaşarsan, Allah’a bağımlı/bağlı olursun. Bu seni, kula
kulluktan kurtarır.
Biriyle yüzdeyüz anlaşabilmeniz için,
ona tâbî olmanız gerekir.
Bir-şey
için üzülmek, “o şey için bir şey yapmak” demek değildir.
Biz “batı’nın ahlâkını almayalım
bilimin, alalım” derken aslında onların sâdece teknolojilerini aldık/alıyoruz.
Çünkü bilim satın alınabilen bir şey değildir.
Biz Allah’ın halifeleriyiz, yer-yüzüne “düzen” getirmek için
seçildik.
Biz Allah’tan vazgeçtiğimiz için, Allah
da bizden vazgeçti. Bizi süreç içinde yok edip yerimize başka bir topluluk
getirecektir.
Biz
Dünyâ’ya, cennetten düştük de geldik. Dünyâ’ya olan yabancılığımız ve
uzaklığımız bu yüzdendir.
Biz günümüze, târihin belli bir süre
ilerisinden bakmadığımız için, yaşadığımız zamânı “en modern” ve “en ideâl
zaman” olarak görüyoruz. Bu zan, tüm zamanlardaki uygarlıkların kendileri için
düşündükleri şeyin aynısıdır. 1.000 yıl sonra 2.000’li yıllara bakacak olanlar,
günümüzü kaba ve bağnaz bulacaktır.
Biz İslâm’ı “dâvâ” edinmedik. Onu sâdece
ilme indirgedik. O yüzden mücâdele gücümüzü ve inancımızı kaybettik.
Biz
nasıl ki günümüze göre 2-3 bin yıl önce yaşan insanları “câhil” olarak
görüyorsak, bizden 500-1.000 yıl sonrasında yaşayan insanlara göre de biz aynı
şekilde câhiliz. Gerçek âlim olan Allah’tır. İnsan her zaman câhil kalmaya
mahkûmdur. Ancak “îman edenler ve sâlih amel işleyenler” bundan müstesnâdır.
Biz, inandığımız gibi yaşamadığımız
için, yaşadığımız gibi inanmakla cezâlandırılıyoruz.
Bizi “içimizden geçen” değil, “içimizde
kalan” düşünce günaha sokar.
Bizi
Allah’ın zâtı değil, sanatı bağlar.
Bizim “bedenimizin rûhu” değil,
“"rûhumuzun bedeni” var. Aslolan beden değil, rûhtur.
Bizim
gözümüz “mutlak olan”ı görmeye, aklımız da “mutlak olan”ı idrâk etmeye
programlı değildir.
Bizim küfre ve şirke karşı olan
düşmanlığımız, kâfirlerin ve müşriklerin İslâm’a olan düşmanlığından daha güçlü
olmadıkça İslâm’ı hayâta hâkim kılmamız mümkün değildir.
Bizim,
Allah’a olan muhtaçlığımız ebedîdir, ölünce bitmez.
Bolluğun, “ahlâksızlık” riski vardır.
Borcun ödenmesini geciktirmek, o borcu
ödemek istememek duygusunu açığa çıkarır.
Boş
vakit arttıkça insan rûhu huzursuz olur.
Boşanmalar çok fazla arttı. Millet evliliği “evcilik oyunu”
zannediyor gâliba.
Boynuzsuz koyun boyzunlu koyundan
hakkını alacaksa, parasız olanlar da paralı olanlardan hakkını alacaktır.
Bozuluş
şiddetle oluyorsa, düzeliş nasıl şiddetsiz olacak?.
Bölünemeyen bilinemez.
Bu
Dünyâ formatında “dayatma” kaçınılmazdır. Önemli olan bu dayatmayı kimin
yapacağıdır?.
Bu Dünyâ, kişinin tüm hayâllerini ve
arzularını gerçekleştirmek için çırpındığı, fakat neredeyse hiç-bir hayâlini ve
arzusunu gerçekleştiremeden ölüp gittiği bir yerdir. Geriye sâdece Allah için
yapılanlar kalır.
Bu dünyâ’da en zor hattâ imkânsız olan
bir şey varsa, o da halkları memnûn etmektir.
Bu
Dünyâ’da hiç-bir zaman “rûyâ gibi” bir hayat yaşanmamıştır. Zîrâ Dünyâ’nın
yapısı ve formatı buna uygun değildir.
Bu
Dünyâ’da yapılacak şey; ya yoğun bir şekilde ilim ile uğraşıp belli bir süre
sonra da kâfirle ve küfürle çatışıp, vurup-vurup vurulmak ve şehit olmak, yada
“bir deniz kenarında sessizliğin huzûruyla kendinden geçmek”tir.
Bu dünyâda “rüzgârı” bir kez arkana
aldın mı, artık hızlıca “yol” alırsın.
Bu
dünyâda en çok bilinmeyen, üzerinde en çok konuşulan ve en çok korkulan şey,
“bir-anlık olan şey”dir.
Bu
gidişle AVM’ler 15-20 yıl sonra, geniş ovalara kurulacak. Çünkü ovalar
kurulacak dev AVM’lere ancak yetecek.
Bu kâinatta hiç-bir şey, korkulduğu
kadar korkunç değildir.
Bu maske işi küresel bir “maskeli
balo”ya dönmüştür.
Buhâri ve Müslim çökerse İslâm’a bir şey
olmaz ama, Sünnet çökerse-çökünce müslümanlar çöker-çökmüştür.
Bütün bilinçsiz varlıklar (dağ, taş,
bitki, hayvan ve küçük çocuklar) işlerini dört-dörtlük yaparken, bilinçli
olanlar ise işlerini hep savsaklıyorlar.
Bütün hedefler, “Allah’ı râzı etme
hedefi”ne göre “tâli hedefler”dir.
Bütün’den
koparılan parçalar, bir süre sonra “bütün” ile kavga etmeye ve hattâ “bütün”ü
reddetmeye başlarlar.
Büyü, “kötü plân yapmak”tır.
Büyük
amaçları/hedefleri olmayanlar, hazların peşine düşmeye ve hazları düşlemeye
başlarlar.
Büyük
siyâsi değişimler, büyük “fikrî değişimler”e neden olur.
Büyük yanlışların güzellikle düzeltildiğinin (Belli
bir süreliğine Yûnûs Kavmi dışında -Yûnûs 98-) bir örneği yoktur. Târih boyunca
kötülük ancak şiddetle düzeltilmiştir.
Büyüklüğünü
yaptıkların göstersin, başkasını küçük göstermen değil.
Câhil, kötülüğü yada azâbı, başına
gelmeden göremeyen ve bilemeyen kişidir.
Câhiliyeden
ayrılmanın bir bedeli vardır. Bu bedel ilk başta “maddi azlık”la kendini
gösterir.
Câhiller ve muhterisler, her
değerlendirmeyi, mîdesine giren-çıkana göre yaparlar.
Câhillerin hiç-bir zaman affetmeyeceği
şey, “putlarına dokunulması”dır.
Canı sıkılan adam çok tehlikelidir.
Cehâletten ve câhillikten “bilgili
olmak”la değil, “kendinizi bilmek”le kurtulabilirsiniz. Kadim bir cümledir:
“Kendini bil”.
Cehennem, kendini cennetlik olarak
görenlerle dolu olacak.
Cenneti Dünyâ’da kurmaya çalışmanın
sonu, cinnet geçirmektir. Modern insanın cinnetinin nedeni budur.
Cennetten umûdunu kesenler, Dünyâ’ya
cennet muâmelesi yaparlar.
Cep
telefonları birer “tâkip etme-edilme cihazı”dır.
Cesâret bulaşıcıdır, cesur insanlarla
birlikte olursanız siz de cesur olursunuz.
Cihad
olmadığında fitne başlar.
Cinsiyet eşitliği söylemi, “Allah’ın
belirlediği değil, bizim kabûl ettiğimiz önemli ve geçerlidir” demeye
gelir.
Coğrafyaya göre, insanların rengi
beyazlaştıkça psikolojilerinin zayıfladığı ve bozulduğu gözlemlenir.
Cool olmak, “serin ve soğuk olmak”
demektir. Her-şeye karşı soğuk. Hiç-bir şeyi takmayan, kapıyı kapatıp cool-serin
ortamda kalan. Sorumluluk almayan. Dışarıda ne oluyor bilmeyen ve bakmayan.
Öyleyse cool olmaktan Allah’a sığınırım.
Cum’a günü atılan “hâyırlı Cum’alar”
mesajları, “dîni Cum’aya indirgeme”yle sonuçlanıyor.
Cumhûriyet “tapeden inme” bir rejimdir.
O yüzden 29 Ekim’de “cumhûriyet’in kuruluşu” değil, “Cumhûriyetin îlânı”
kutlanır.
Cumhûriyet târihi, “İslâm’ın yasaklanmasının
târihi”dir.
Cumhuriyet
târihi, “Türkler’in paganizme geri dönüşünün târihi”dir.
Cumhûriyet ve demokrasi, “yağmurdan
kaçayım” derken “doluya tutulma” ideolojisidir.
Çağdaş insan, resmî olan her-şeyi
koşulsuz-şartsız kabûl eden kişidir.
Çağdaş
ve modern-bilim, “Amerika’yı yeniden keşfetmek”tir. Tabi bu keşif,
“parçalayarak” yapılan bir keşiftir. Bu nedenle Amerika’nın ikinci keşfi
zâlimce olmuştur.
Çakallık, “akıllılık” değildir.
Çalışan kadınların çocukları
“ana-dil”den yâni “anne dili”nden yoksun olur.
Çalışmak “Allah için” olunca “ibâdet”
olur. Yoksa çalışmanın bizâtihi kendisi İslâm’da değil, Protestanlık’ta ibâdettir.
Böylece ibâdet bırakılarak, çalışmak ibâdetin yerine konmuştur. Kapitâlizmin
temeli bu sözde saklıdır. Allah için çalışmaktan vazgeçip Dünyâ için çalışmayı
ibâdet olarak gören batı, böylece çalışıp-kazanmayı ve biriktirmeyi,
dolayısıyla da kapitâlizmi “din” yapmıştır.
Çâresizliğin ne olduğu, ancak çâresiz
kalınca öğrenilebilir.
Çelenkler, heykellerin önüne konan kurbanlardır. Ot
kurbanları. Et kurbanı kötü görülürken, ot kurbanı takdir görüyor.
Çıplaklık
“cesurluk” falan değildir. Çıplaklık hayvanlık ve ahlâksızlıktır.
Çift-vatandaşlık olur ama
“çift-din”lilik olmaz.
Çirkeflikler, okunup durulmasına ve tespitinin iyi yapılıp bilinmesine
rağmen, onu değiştirmek için bir şey yapılmadığında, o çirkeflikler
kanıksanmaya ve normâl görülmeye başlanır.
Çocuklarımızı
kendi zamanlarına yâni moderniteye göre yetiştirmek, İslâm-dışı bir şeye göre
yetiştirmek olur. O yüzden “çocuklarınızı kendi zamanlarına göre yetiştirin”
sözü yanlıştır.
Çocuklarımızla
iyi geçinmek demek, sürekli olarak onların “suyuna gitmek” demek değildir.
Çocukların oyuna olan düşkünlükleri,
aslında “öğrenmeye olan düşkünlükleri”dir. Çocuklar oynayarak öğrenirler.
Çocuklarla
konuşmak geleceğinle, yaşlılarla konuşmak geçmişinle konuşmaktır.
Çoğu kişinin inandığı “önceden yazılan
kader” düşüncesi, yaşanan bir sorunun “önceden yapılmış hatâ”sının blôke
ediyor. Herkes “önceden yazılmış kader”e inanıyor ama “önceden yapılmış hatâ”yı
dile bile getirmiyor.
Çok
derinlere dalacaksan eğer, “vurgun” yeme riskini göze almalısın.
Çok ilginçtir ki müslümanların İslâmî
hedefleri yok. Müslümanlar İslâm’ın bir hedefinin olmadığını zannediyorlar.
Çok
kesin olan şey şudur ki; çiçek-böcek muhabbetiyle hiç-bir yere varılamaz.
Çok olunca karmaşık olur. Karmaşık
olunca yâni net olmayınca ise oraya mutlakâ şeytan dâhil olur. Şeytan her zaman
bulanık suda balık avlar ve karmaşık olanı sever.
Çok para, ya israfta yada haramda
kullanılabilir ancak.
Çok
şükür ki ben “gerici”yim. Öyle ki bu gericilik 1.400 yıl geriye kadar gidiyor.
Çok-eşlilikten ve çok-çocuktan vazgeçen
yada mahrûm kalan erkek, kadının ve çocuğun maskarası olur.
Çok-tanrıcılık (paganizm) bâtıl-sapık
dinlere karşı hoşgörülüdür. Fakat tek-tanrılı din (İslâm) tevhîdî olmayan
dinlere karşı hoşgörüsüzdür. İslâm bir “”hoşgörü dîni” değildir.
Çölde
güzel bir şey görülmez. Ben Dünyâ’yı çöl olarak gördüğüm için, güzel bir şey
göremiyorum. Çölün “güzelliğini” görene yada kabûl edene kadar.
Çözüm,
kendisinden kaçtığınız şey(de)dir.
Çözümlemek “çözmek” demek değildir.
Daha çok ve kaliteli tüketim yapmak,
kişiyi “daha iyi” ve “daha üstün” yapmaz.
Daha iyi bir şeye,
daha kötü bir yoldan ulaşılamaz.
Dâhi tiplerin kişiliği, tâlimat almaya
uyugun değildir.
Darbe girişiminden sonra Föte’den
ayrılıp AKP’ye geçenler olduğu gibi, AKP’den kopup Fetö’cülüğe devâm edenler de
oldu. Bir de ikisini de bırakıp Atatürkçü olanlar var. Fakat bunların câhil
olduğu şey şudur ki, bunların hepsi de “aynı şey”dir. Farklı olan ise,
“hepsinden vazgeçip Allah’a ve Peygamber’e bağlanmak”tır.
Darbelerde içerdeki siyâsetçileri,
sermâyedarları ve askerleri yönlendirenler, “pandemi” denen şeyde de bilimi,
teknolojiyi ve bilim-adamlarını kullanıyor. Fakat darbelerde rôl alanlardan
şüphelenip de onların birer piyon olduğunu konuşan insanlar, pandemide rôl
alanlardan hiç şüphelenmiyor ve onların da birer piyon olduğunu hiç konuşmuyor.
Dâru’n Nedve, Mekke müşriklerinin
parlamentosuydu. Kur’ân, Dâru’n Nedve yerine Dâru’l Erkam’ı koymuştur.
Dâvâ-adamı
ola()mayanlar, tâğutların adamı olurlar.
Dâvâlarınız
ve gittiğiniz yol, uğruna ölebilecek ve öldürebilecek değerde değilse.. bırakın
gitsin.
Davûd’unuz
varsa, Golyat’tan korkmayın.
Dedikodu
yapmak, “muhabbet” değildir.
Dedikodu,
“dedikodusu yapılan kişiyle arayı açmaya başlamak” demektir.
Değer, mânevî olan ile ilgilidir. Maddî
olanın değeri değil, fiyatı vardır.
Değeri olmayan zaferin hiç-bir bereketi olmaz.
Değişen
ile değişmeyen şey arasındaki fark zamanla çoğalır. Nihâyet farklılaşırlar. Bu,
insanlar için de böyledir.
Değişim iki türlü olur; 1-Doğal
ilerlemeden kaynaklı değişim, 2-Kabûl etmeden kaynaklanan değişim.
Değiştiremiyorsan,
“değişmemişsin” demektir.
Deizm; “Allah’ın dînini ve emirlerini
kabûl etmez ve tınlamazken, Allah’ın mutlak varlığına inandığını söyleme”
küstahlığı ve yalanıdır.
Deliksiz
uyuyabilenlerle bir noktadan sonra anlaşamam.
Delisi
olmadığınız şeyin velisi olamazsınız.
Demir-çelikten
tahta-toprağa dönmedikçe hiç-bir şey “iyi” olmayacak.
Demokrasi “de-bok-rasi”dir.
Demokrasi
“kışkırtılmış nefisler”in ideolojisidir.
Demokrasi bir “seçkinler(!) yönetimi
döngüsü”dür.
Demokrasi
gericiliktir. İnsan tââ 2.500 yıl önceye götürür.
Demokrasi her zaman “burjuvanın-aristokrasinin
demokrasisi” olmuştur.
Demokrasi yerine “emek-rasi” olsun.
Demokrasi, “küçük devletler”in
yönetimidir.
Demokrasi, “sonuna kadar demokratik”
değildir, olamaz.
Demokrasi, bir “savaşsızlık dönemi
uygulaması”dır. Savaşların olduğu yerde demokrasi işlemez. Atina demokrasisi,
Isparta ile yaptığı savaşta çökmüştür.
Demokrasi, insanı “seçme hakkıyla
avutmak” demektir.
Demokrasi, milletin parasını ve
malını-mülkünü “küresel fâiz sistemi”ne yedirme ideolojisidir.
Demokrasi; “kilise, krallar ve
zenginlerin uzlaşması”dır.
Demokrasiden en çok memnûn olanlar,
“demokrasiden en çok beslenenler”dir.
Demokrasilerde en üstün güç “demokrasi”
değildir. Demokrasilerde en üstün güç, “demokrasiyi ikâme edenler ve onu
koruyan zihniyet”tir.
Demokrasilerde her zaman, “mutlu azınlık
(soylular)” ile “mutsuz çoğunluk (yarı-köleler)” bulunur.
Demokrasinin açıkları, “daha fazla
demokrasi” ile giderilemez. Daha fazla demokrasi, “daha fazla çirkeflik”
demektir.
Demokrasiye
ve cumhûriyete küfür etmek, “Yunanistan’a ve Roma’ya küfür etmek” demektir.
Demokratik seçimler, “putların
tâzelenmesi” zamânıdır.
Deniz-aşırı eşitsiz serbest ticâret,
sömürgecilik öncesi “ön-sevişme”dir.
Denize yaklaştıkça îman azalır.
Deprem de gösterdi ki, modern insan,
başına gelen bir musîbeti, (Nûh Tûfânı’nı hiç düşünmeden) “Allah’a ve doğaya
aykırı davranma”ya değil de, “aklı kullanmamaya” ve “alt-yapı eksikliği”ne
bağlamaktadır. İşte “zihnin modernleşmesi” budur. İnsanın bu yanlış düşünceden
kurtulması ya vahiy-merkezli düşünmesiyle ve buna göre amel-eylemde bulunmasıyla
olacaktır, yada -sünnetullahın gereği olarak- Allah bu hakîkati kafamıza
vura-vura öğretecektir. Zîrâ Allah, düşüncede bile Kendisi’ne şirk koşulmasına
râzı olmaz.
Deprem,
dış âlemde olurken, aynı-anda iç âlemde de olur.
Depremin zarâr vermesi ilk başta “betonu-demiri
az koyup-koymamakla ilgili değil, Allah’a-İslâm’a aykırı yaşayıp-yaşamamakla
ilgilidir.
Depremin zarârı, “doğayı iyi bilmek”ten
ziyâde, “doğaya aykırı davran(ma)mak” ile alâkalıdır.
Deri rengi beyazlaştıkça dünyevileşme
başlayıp artıyor.
Derinlemesine düşünüldüğünde, ne kadar
da çok acı var Dünyâ’da.
Descartes’in “düşünüyorum öyleyse varım”
sözü, “düşünüyorm, öyleyse tanrıya ihtiyâcım yok” anlamındadır.
Descartes’in
“düşünüyorum, öyleyse varım” sözü, düşünmeyen şuursuz varlığı ve az düşünen
insanlığı yok saymak anlamına gelir.
Devlete dönecek kadar olan servet,
“Allah’a mülkte ortak koşmak” demektir.
Devlete
isyân edemeyenler, e-devlete isyân etmeye başlarlar.
Devlete karşı yapılan başarısız
isyanlar, devleti daha da güçlendirir.
Devrim, kısa-yoldur.
Devrimi
kim yapıyorsa “aga” odur.
Diğerleri gibi olmak hayvanlara
mahsustur.
Dik
duramayanlar, maymunluktan (taklitten) kurtulamazlar.
Diktatörler
insanlara, “katlanabildikleri kadar” zulmedebilir.
Din “çok iş” demektir. Çok işin olduğu
yerde kölelik yada kulluk vardır.
Din ile Dünyâ ayrılınca, din blôke olup
Dünyâ öne çıkar. Zîrâ nefisler Dünyâ’ya ayarlıdır.
Din
konusunda “âlim” olmamalarına rağmen dînin gereklerini titizlikle yerine
getirenler; din konusunda “âlim(!)” olmalarına rağmen dînin gereklerini
savsaklayanlardan üstündür.
Din ne kadar umurunuzdaysa, o kadar
dindarsınızdır.
Din târihi, “tarım ve hayvancılık savaşımı”
târihidir. Hâbil ve Kâbil ile başlayan bir süreçtir bu. İlk baştan bêri
hayvancılık yapanlar (göçebe) tek-tanrıcı olurken, tarım ile uğraşanlar
(yerleşik) pagan=çok-tanrıcı olmuşlardır. Zîrâ göçebelikte çok-tanrıcı olmak
pek mümkün değildir.
Din ve ahlâk, “uygulandığında” korur.
Uygulanmadığında ise rezil eder.
Din ve îman bir “cesâret işi”dir.
Din, “bilim-üstü”dür. Bilim ilerler, din
ilerletir.
Din, “mâddî olandan vazgeçiş” ile
başlar; “mânevi olandan vazgeçmemek” ile devâm eder.
Din,
bir “şimşek parıltısı” gibidir. İnsanların gözleri ona hemen alışamaz.
Din, insanın konuşmasında,
davranışlarında ve görüntüsünde görünmüyorsa, yoktur.
Din,
insanları günahtan kurtarmak ister; sekülerizm ise dinden.
Din,
insanların sâdece rûhu için değildir. İnsanın sâdece rûhunu değil, bedenini de
kurtarmayı hedefler. Böylece hem ruhlar
hem de bedenler kölelikten kurtulur.
Din-bilim çekişmesinin gâlibi “bilim”
değildir. Zîrâ kısır ve sınırlı bir alan, üretken ve sınırsız olan bir alana
gâlip gelemez.
Dinde “yeni” yoktur, “yeniden” vardır.
Din-dışı çeşitli ideolojilerle
insanların gözlerine ve kulaklarına maske takanlar, korona ile ağız ve
burunlarına da maske taktılar. Peki sırada neresi var?.
Dîne “gevşek” bir şekilde bağlı olmak,
“Dünyâ’ya sıkı bir şekilde bağlı olmak”tan kaynaklanır.
Dîne derin dalmaktan korkanların aslında
din ile çok da alâkaları yok demektir. Çünkü din, derindir. Din yüzeysel bir
şey değildir, din üstün-körü geçiştirilecek bir şey değildir.
Dîne
göre yaşamazsanız, yaşadıklarınızı din zannetmeye başlarsınız.
Dîne olan inancı zayıf olanların bâtıla
olan inançları da zayıf olur aslında. Ondan yararlandıkları kadar ona
inanırlar.
Dîne,
îmâna, vicdâna, merhâmete ve adâlete ne kadar mesâfe konursa, günaha, isrâfa ve
zulme o kadar çok alan açılmış olur
Dîni akla indirgemek, “dîni
sınırlandırmak” demektir.
Dîni hesâba katmak, “doğal ve fıtrî
olanı hesâba katmak” demektir.
Dîni yaşamayanlar, dîne yabancılaşırlar.
Dînin “Allah ile kul arasındaki özel
ilişki” olduğunu söyleyenler, İslâm’ı bir-kaç ibâdet ve ritüele hapsetmiş
olurlar.
Dînin
emirlerini yerine getirmeyenler, dînin dediklerini “hakkıyla” idrâk edemezler.
Böylece yanlış sonuçlara ulaşırlar ve artık ulaştıkları sonuçları din yaparlar.
Dînin etkisinin zayıfladığı yerlerde
klâsik yada modern anlamda mitolojiler oluşmaya başlar. Mitolojiler bu şekilde
ortaya çıkar. O-hâlde ya hak-din vardır yada mitoloji.
Dînin kaynağı
Kur’ân’dır. Bu yüzden Kur’ân’a aykırı bir din olmaz.
Dînin siyâsete karışması kaçınılmazdır.
Bu din ya Hak din olur yada bâtıl dinlerden bir din.
Dînin yerine aklı merkeze almak, târih
boyunca materyâlizm ile sonuçlanmıştır. Sonuçta dînin ve aklın değil, madde
merkeze alınmaya başlamıştır.
Dîniniz, benimsediğinizdir.
Dinleri, öğretilerinden ziyâde amel ve
eylemlerine göre değerlendirmek gerekir. Zîrâ neye inandıkları, ne yaptıklarıyla
belli olur. En iyi, yararlı ve adâletli şeyi hangi din yapıyorsa, işte o din “hak”tır.
Dinlerin yozlaşması ve başka dinlere
dönmesi süreci meselâ şu şekilde oluyor. Bâbil Sürgünü’nde Nabukadnezar, yahudileri
Bâbil’e sürdü ve 2. Kiros Bâbil’i fethetti ve yahudileri kurtardı. Yahudilere Kudüs’e
dönme izni verdi. Fakat yahudi kabîlelerinden içinden bâzıları dönmedi ve bulundukları
yerde kaldı. Bunlar Yahudilikle Zerdüştlüğü birleştirerek Sâbilik’i
oluşturdular. Fakat bunu daha sonra yozlaştırdılar. Böylece yozlaşmış Sâbilik
ortaya çıktı. Sâbilik de ileride yozlaştı ve Yezidiliğe döndü. Yêzidilik açık
bir sapıklıktır. Kaynağı hak din olan şey, yüzlerce yıl sonra sapık bir dine
dönüşüyor.
Direniş
olmadan diriliş olmaz.
Diri
olan Allah’a kulluk yapmayanlar, “ölü” olan insanlara kölelik yaparlar.
Doğal olan istikrarlıdır. Doğal
olmayanda istikrar olmaz.
Doğala, normâle ve
fıtrata birebir uygun olan Kur’ân-merkezli apaçık hakîkate inanmakta aşırı
zorlananlar ve hattâ vahiy-merkezli hakîkati “zaman-dışı” görüp inanmayarak
inkâr edenler, “kara-deliğin fotoğrafı” olarak gösterilen “uyduruk” bir “sentez
resim”e, hiçbir eleştiri-îtirâz getirmeden ve hiç sorgulamadan ânında îman
ediyorlar. Modern bilime olan bu sorgusuz-suâlsiz ve kayıtsız-şartsız “mutlak
îman ve güven”in nedeni nedir?.
Doğanın doğallığının bozulması
karşısında götünü yırtanlar, insanın-toplumun doğallığının LGBT ile bozulması
karşısında sus-pus oluyorlar.
Doğaya “ana” denilmesi ve
dişileştirilmesi, onu delik-deşik etmek içindir. “Doğa baba” böyle bir şeye izin
vermezdi.
Doğru bilgi önemlidir, fakat “doğru
davranış” daha önemlidir.
Doğruyu “söylemek” yetmez, doğruyu
“yapmak” da gerekir.
Doğum-günü pastası bir puttur.
Doktorlar, ilaç şirketlerinin;
hukukçular, lâik-seküler ideolojilerin; mühendisler, Allah’sız modern-bilim ve
teknolojinin; öğretmenler de din karşıtı sistemlerin finolarıdır.
Domatesin ekilmesi gereken yere apartman
dikerseniz depremle yıkılırsınız.
Dönüşenler
“dönüşüm” yap(a)mazlar.
Dört
duvar arasında “öğretim” olsa da, “eğitim” olmaz.
Dört duvar arasında olması gerken şeyler
alenen yapılırken, alenen olması gerekenler dört duvar arasına sıkıştırılıyor.
Dövizi
ve enflasyonu kontrôl etmek için fâizi yükselterek fâizcilere “rüşvet vermek”
ve alan açmak ahmaklıktır.
Duânın kitabı olmaz. Duâ, kâlpten ve
ciğerden gelen yakarıştır.
Duânın muhabbeti bile duâdır.
Durmak, “ölmeye başlamak”tır.
Düalizm
ezelî olamaz, çünkü vâr olmak için “ilk”ten sonra “ikinci”ye ihtiyâcı vardır.
Dünyâ bir hapis-hâneye dönmüş. Tünel
kazarak kaçmak lâzım bu hapis-hâneden.
Dünyâ büyük bir felâketle büyük ölçüde
zarar görse ve insanların sayısı da 1
milyona inse, Kur’ân onlara da hitâp edecek ve yol gösterecek bir kitaptır.
Dünyâ hayâtı, “ezeliyet” ile “ebediyet”
arasında “bir lahzâlık imtihan dönemi”dir.
Dünyâ, “gelişme”nin değil, “değişmenin”
yaşandığı mekândır. Değişme ancak “İslâmî anlamda bir değişme” olduğunda “iyi
bir değişim” olmuş olur.
Dünyâ, “hak ile bâtılın savaş
meydanı”dır. Bu savaş ancak, hak gâlip olduğunda biter.
Dünyâ, “kibrini ilahlaştırmış” olan
insanlarla, “Mütekebbir’e kul olan” insanların savaş alanıdır.
Dünyâ, târih boyunca hiç-bir insana
hayâl ve arzu ettiğini vermemiştir.
Dünyâ’da
“nasırlaşmış bir şerefsizlik” hüküm sürüyor.
Dünyâ’da an îtibârıyla yaşanan
kötülükler, çirkinlikler vs. İslâm’ın hâkim olmaması ve beşerî ideolojilerin
hâkim olması nedeniyledir.
Dünyâ’da batı’nın hâkim olduğu
modern-seküler şirkin içinde yaşamaktansa, Dünyâ’ya müslümanların hâkim olduğu
klâsik-geleneksel şirkin içinde yaşamayı tercih ederim.
Dünyâ’da en kesin şeylerden biri de,
“herkesin lâyığını bulacak-buluyor olması”dır. Sünnetullah budur. Herkes
lâyığını bulur.
Dünyâ’da her zaman iki farklı din ve
yaşam-şekli olmuştur. Biri, Allah’ın seçtiği bir peygambere gönderdiği
vahiylerden oluşan İslâm Dîni ve İslâmî yaşam-şekli; diğeri ise, insanların
şeytan-nefs ve istek-arzularına göre oluşturdukları, düşüncelere uygun olarak
ortaya koydukları beşerî din ve yaşam-şeklidir. İnsanların çoğu, hak dîni
yaşamadıkları için, yaşadıkları mevcut hayat-tarzını hak din olarak görürler.
İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız.
Dünyâ’da; yenilen, içilen, giyilen vs.
her-şey hem yararlı hem de zararlıdır. Dünyâ’da tamâmıyla zararsız hiç-bir şey
yoktur. Önemli olan dozdur.
Dünyâ’nın “cennet”e dönmesi için,
insanın “ben câhilim ve zâlimim” demesi gerekir.
Dünyâ’nın “imtihan dünyâsı” olması,
“Dünyâ’nın Cennet olmadığı” anlamına gelir.
Dünyâ’nın “kâinatın merkezi oluşunun”
değiştirilmesi, insanın da “varlıkların merkezi oluşunun” değiştirilmesini
getirmiştir. Fakat bu durum, insanın diğer varlıklardan daha alt bir düzeye
inmesine neden olmuştur. Bir-çok hayvanın insandan daha üstün tutulmasının
nedeni budur.
Dünyâ’nın en basit şeyi, “bir şeyi
parasını vererek almak”tır.
Dünyâ’nın en kolay işi “Allahsızlık”ken,
en zor işi ise “Allahlılık”tır.
Dünyâ’nın
en kolay işi, “mevcut güce eklemlenmek”tir.
Dünyâ’nın
en zengin ülkeleri ve insanları, en “günahkâr” olanlarıdır.
Dünyâ’nın en zor işi “dört-dörtlük iş
yapmak”tır.
Dünyâ’nın en zor şeyi, “boş adam”ı
avutmaktır.
Dünyâ’nın en zor şeyi, “karşılıksız iş
yaptırmak”; Dünyâ’nın en kolay şeyi, “parayla iş yaptırmak”tır.
Dünyâ’nın gittiği yer, “insanların
gittiği yer”dir.
Dünyâ’nın yuvarlak olduğu, Dünyâ’nın
kendi etrâfında ve Güneş çevresinde döndüğü, “insan gözüyle” görülmüş (ve görülebilecek)
değildir.
Dünyâ’ya mı yoksa âhirete mi daha bağlı
olduğunuz, hangisini riske atmaktan ve ıskalamaktan daha çok korktuğunuzun
sonucuna göre belli olur.
Dünyâ’yı
ancak, “sorun çıkaran insanlar” değiştirebilir.
Dünyâ’yı
arı kovanı yada karınca yuvası gibi düzenlemek hem mümkün değildir, hem de
gereksizdir.
Dünyâ’yı ve insanları melekler yönetse
bile, sünnetullah gereğince insanlar, “doğal imtihan”ın zorluklarıyla
karşılaşmaya devâm edeceklerdir.
Dünyâlara
sâhip olmak için “Dünyâ’dan vazgeçmek” gerekir.
Dünyevî yüklerimizden kurtulmadan
sırât-ı müstakîm üzre yol alamayız.
Dünyevileşmek, dinden uzaklaşıp
felsefeye ve bilime yaklaşmayla sonuçlanır.
Düşen yaprağın neden düştüğünü
araştırmak, o yaprağın düşerken ortaya çıkardığı duygunun kaybolmasına neden
olur.
Düşmana
karşı attığınızı siz değil de Allah atarsa eğer, ne attığınızın önemi yoktur.
Attığınız o şey mutlakâ düşmanı helâk eder.
Düşmandan satın alınan silahlara düşmana
gâlip gelinemez.
Düşmanına
hayrân değilsen ve ona benzememişsen “henüz yenilmemişsin” demektir.
Düşmeyen düşünemez.
Düşünce ikiye ayrılır; 1-Akıl-merkezli
düşünce; 2-Vahiy-merkezli düşünce. Akıl, vahiy-merkezli olunca düşünce de meşrû
olur. Aksi-hâlde akıl nefis-merkezli olur ki bu aklın ürettiği düşünce hiç-bir
zaman kesin ve net olamaz. Kesin ve net olmayan düşünce ise, insana yakın-uzak
vâdede mutlakâ sıkıntı olarak geri döner.
Düşünce târihinin özeti, “temel”in ne olduğu tartışmasıdır.
Düşünce, istediği bir zamâna ânında
gidebilir.
Düşüncede
tutarlı gibi gözüken nice önermeler ve teoriler vardır ki, pratiğe döküldüğünde
kısa sürede çöküp moloz hâline gelir.
Düşünceleriniz ve eylemleriniz kime
yarıyorsa ona hizmet ediyorsunuz demektir. Kime-neye hizmet ediyorsanız, onun
ve o şeyin dindensiniz demektir.
Düşünce-suçu, aslında “düşündüğünü söyleme ve yazma suçu”dur.
Düşünmekle konuşmak aynı şeydir. Ne
düşünüyorsanız onu konuşursunuz.
Düşünsenize; bir meclis var ve bütün
karaları o alıyor ve biz de onun
kararlarına göre yaşıyoruz.
Düzeltme,
vâhiy-merkezli yapılmadığında, farklı bir bozulma başlar.
Düzensiz
olan “düzenbaz” olur. Yada düzenbazlar düzensiz olur. Düzenli olunca
düzenbazlık yapamazlar çünkü.
Ebu Cehil’in sorunu “Kur’ân’ı anlamamak”
değildi; “Kur’ân’a îman edip de onu hayâta geçirmemek”ti. Zîrâ işine gelmiyordu.
Efendiler kölelerin hep “köle” olarak
kalmasını isterler.
Efendilerin en çok korktuğu ve
istemediği şey, “kölelerin palazlanması”dır.
Efsâneleştirdiğiniz
kişinin yada şeyin “aptalı” olursunuz.
Eğer “Allah’ın dînini ve sözünü hayâta
hâkim kılmak” mücâdelesi içinde olunmayacaksa, müslüman olmanın ne anlamı ve ne
heyecânı vardır ki?.
Eğer “Allah’ın olmadığı” bir yere
gidilemezse, o hâlde “imtihanın olmadığı” bir yere de gidilemez. Demek ki
sıkıntıdan ve zorluktan kaçıp gidilecek bir yer yoktur.
Eğer “bal” yapmak istiyorsanız,
“kovan”dan çıkmanız gerekir.
Eğer
“bir şey yapma”ya gerek yoksa, “hiç-bir şey yapma”ya gerek yoktur.
Eğer “deve” isen, şehirde işin ne?.
Senin yerin “çöl”dür.
Eğer “güçlü”den
yanaysanız, “güçsüz”e düşmansınızdır.
Eğer “kartal” olamazsanız, “keklik” gibi
avlanırsınız.
Eğer akıl ile îman edilebilseydi, akıl
îmandan üstün olurdu.
Eğer aklınız hep sonradan başınıza
geliyorsa, bu, “aklınızın yetersizliğinden” dolayıdır. Keskin bir akla ve
zekâya sâhip olmadığınız için aklınız hep sonradan başınıza gelir. Bu yüzden
tecrübe çok önemlidir.
Eğer bir hatâ yapılmışsa, o hatâ, hatâyı
yapan ile birlikte ölüme kadar gider. Hattâ ondan sonra bile etkisini sürdürür.
Eğer bir şeyin tarafı yada taraftârı
iseniz, onun için bir şeyler yapıyor olmanız gerekir.
Eğer bir yerde “Allah sevgisi”nden çokça
bahsedildiğini duyarsanız, orada bir “îman sorunu” olduğunu anlayın.
Eğer çok sıkılıyorsanız, “anlamsız bir
hayat” yaşıyorsunuz demektir.
Eğer din adına bir şey yapmıyorsanız,
din sizi kötülükten uzaklaştırıp iyiliğe yöneltmiyorsa ve sizi olumlu
değiştirmiyorsa, sizin “îman ettim” demenizin hiç-bir anlamı ve değeri
yoktur.
Eğer hiç-bir hayâlinizi
gerçekleştiremiyorsanız, “sizin için hayat sona ermiş” demektir.
Eğer ideâl bir sonuca ulaşıldıysa, o sonuca nasıl
ulaşıldığını araştırıp durmanın ne önemi var?. O sonucu korumak daha önemlidir.
Eğer ilâhi ve yüce bir amacımız yok ise,
biz bu dünyâya “ölmeye gelmişiz” demektir.
Eğer ilerleme diye bir şey varsa, ortaya
çıkan her olgu ve olayın ortaya çıkmış olması haktır ve ortaya çıkan her olgu
ve olay doğrudur.
Eğer illüzyon izlemeye gelmişseniz, siz
“kandırılmak istiyorsunuz” demektir.
Eğer
insanlar homo-sapiens ve homo-erectus şeklinde milyon yıldır yaşıyor olsalardı,
bu süre içinde tüm bakteri, mikrop ve virüslere karşı bağışıklık kazanmış
olurlardı ve hasta olmazlardı.
Eğer iyilik gibi kötülük de Allah’tan
gelmiş olsaydı, kötülük “kötülük” olmazdı ve “iyilik” olurdu. Fakat kötülük
“iyilik” değildir. Kötülük, insanların kendi işlediklerinin bir sonucudur.
Eğer kadın-erkek eşitse ve cinsiyet
ayrımcılığı yoksa, o zaman cephedeki ve kışladaki bütün “mehmetçik”leri geri
çekip oraları “ayşecik”lerle dolduralım.
Eğer kenti terk edemiyorsanız küresel
kapitâlizme ve emperyâlizme teslim olmak, şeytan, nefs ve tâğutlar/küresel
güçler tarafından sömürülmek zorunda kalırsınız.
Eğer
kişi “dînine adanmış” değilse, o kişinin dîni, sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik
bağlılıklarıdır.
Eğer mü’minlikten bahsediyorsanız,
ölçünüz ve değerlendirmeniz halk-merkezli değil, hak-merkezli olmalıdır.
Eğer
sen “müslümanım” diyorsan, senin oruç tutman beni ilgilendirmez ama tutmaman
ilgilendirir.
Eğer siz mikrop, bakteri ve virüs hâline
geldiyseniz, tüm mikrop, bakteri ve virüsler gelip sizi bulacaktır.
Eğer siz, âileniz ve sevdikleriniz 75
yaşına kadar hiç hastâneye gitmediyse, iyi bir hayat yaşamışsınız demektir.
Eğer Sünnet Kur’ân’ın içinde ise, Kur’ân
ile birlikte Sünnet de korunuyor demektir.
Eğer toplum bir şeyi kabûl etmeye hazır değilse yada
istemiyorsa, ne yaparsanız-yapın, ne delil getirirseniz-getirin yine de kabûl
etmez.
Eğer yaşamınızda hiç-bir şey
değişmeyecekse, müslüman olmakla olmamak arasında bir fark yoktur.
Eğer yiyecekleri “ilaç” olarak
kullanmaya başladıysanız, yaşlanmışsınız demektir.
Ehliyet ve liyâkat sâhibi olabilme fırsatının herkes için
eşit olmadığı bir yerde, ehliyet ve liyâkatten bahsetmenin pek de önemi yoktur.
Ehliyet ve liyâkat (günümüzde olduğu gibi), -imkâna sâhip olmaktan dolayı-
babadan-oğula geçip duruyorsa eğer, orada adâletsizlik devâm eder.
Ehliyet ve liyâkatin yerini, reyting ve
“tıklanma sayısı” aldı.
Ekserunnas,
korku ile yönetilir.
Eksik-yanlış bir inanış olan “Allah’ın
gökte olduğu” düşüncesi, insanların yeryüzünde Allah’sız bir şekilde
istedikleri gibi yaşama arzusundan kaynaklanır.
El
değmeden yapılan üretim “bereketsiz” olur.
El öpmek “rükû provası”dır.
El’in işlevi azaldıkça, rûhun işlevi de
azalır.
El-âlemin ne dediği değil, el-Âlim’in ne
dediği önemlidir.
Eleştiri
ve îtirazda bulunmayanlar, isyân etmeyenler ve sövmeyenler, bir-zaman sonra
her-şeyi hoş görmeye başlarlar.
Eleştirmediğinde ve eleştirilmediğinde
doğru yada yanlış bir düşünce ve davranış kişide ve toplumda yer edip yerleşir.
Böylece o düşünce ve davranış kişinin yada toplumun huyu olur.
Elimizi
ateşe tuttuğumuzda yanan elimizin sorumlusu biziz ama, ateşin yakması da bir
“kader”dir.
Elmas-pırlanta yüzük ve takı takmak câiz
değildir.
En
ağır kölelik, “ihtirasların kölesi” olmaktır.
En büyük tecâvüzcü “şeytan”dır. Ruhların
ırzına geçer.
En
çok süslediğiniz şey, bağlı olduğunuz şeyi gösterir.
En
doğru amel ve iş, Google’ın ve Youtube’un
kaydettiği değil, Allah’ın kaydettiği iş ve amellerdir.
En güçlü devlet, insanın yaratılıştan
gelen özelliğini destekleyen ve geliştiren devlettir.
En güçlü söz “en samîmice edilmiş olan
söz”dür.
En
güzel amel, “yarım bırakılmayan amel”dir. Bir şeyi yarım bırakmak, “o şeyi hiç
yapmamak” gibidir.
En hızlı iletişim, kulun Allah’a elini
açtığı anda olur.
En
iyi beslenme-şekli, “kendi ürettiğini yeme” şeklindeki beslenme-şeklidir.
En iyi kadın “ayaklarının üzerinde
durmasını bilen kadın” değil, “götünün üstünde oturmasını bilen kadın”dır.
En iyi stres ilacı topraktır.
En iyi ve doğru ticâret, hem satıcının
hem alıcının memnun olmasıyla sonuçlanan ticârettir.
En
kadim soru; “nereden geldik nereye gidiyoruz” sorusudur. Bunun cevâbı gâyet
basittir: “Nereden geldiysek oraya gidiyoruz”.
En
kârlı şey, “suç”tan kazanılan paradır.
En saf ideâlin bir aşağı ideâli de ideâldir düşüncesi,
tâvizin ilk aşamasıdır.
En
sıkı tâkipçilerim Kirâmen-Kâtibîn melekleridir.
En
takvâlı kişi, hayâta en çok müdâhale eden kişidir.
En zor yada en kolay olan şey, domino taşının ilki
devrildiğinde, diğerlerinin de peşinden devrilmeye başlamasıdır.
Erkeğin kadınlaşması ve kadının
erkekleşmesi yâni cinsiyet eşitliği, “insanın yozlaşması”dır.
Erkek için ona gerçekten yakın olan iki
kadın vardır: 1-“İçinden çıktığı” kadın, 2-“İçine girdiği” kadın.
Erkekler bu dünyâya, sürekli olarak
kadınları ve kızları memnun etmek için gelmemişlerdir. Zâten bu hem Dünyâ’da
hem de âhirette mümkün değildir. Zîrâ bir kadının tam anlamıyla memnun edilmesi
imkânsızdır. Hz. Havvâ’dan bêri bu dünyâdan tam bir menûniyetle memnun olarak
göçüp giden bir kadın olmamıştır. Cennette sonsuz nîmetler içindeyken bile yetinmeyip
ve memnûn olmayıp da “yasak ağacı” taşlayan bir varlıktan bahsediyoruz.
Eskiden “açlık içinde tokluk” vardı;
şimdi ise “tokluk içinde açlık”..
Eskiden
“eskime” diye bir şey yoktu yada her-şey çok yavaş eskirdi.
Eskiden “yağmuru melekler indiriyor”
denirdi, şimdi ise yağmuru melekler değil, bâzı bilimsel açıklamalarla îzah
edilmeye çalışılan (ama edilemeyen) “mekanik etkileşimlerin sonucunda iniyor”
deniyor. “Yağmurun meleklerle irtibâtı kesildiğinden bêri zarar verici olmaya
başlaması bundan dolayı mıdır?” diye sorup duruyorum..
Eskiden insanların “kötü ruhları kovmak”
dediği şey bugün “negatif enerjiyi atmak” demektir.
Eskiden karınlarını zor doyuran köleler
evlenemezlerdi, şimdi de modern köle olan asgarî ücretliler evlenemiyorlar.
Eşcinsellik,
bozuk âile yapısından kaynaklanır. Eşcinselliğin artması, modern âilenin
laçkalaşmasının bir sonucudur.
Eşekler
ikiye ayrılır; 1- Normâl semer vurulmuş eşekler, 2-Altın semer vurulmuş
eşekler.
Eşitliğin önündeki en büyük engel
“elitler”dir.
Eşyânın
hakîkatini araştırmak, eşyâyı olduğu gibi kabûl edememektir.
Etkili uyarı, dinlenilmediğinde “etkili
azâp”la sonuçlanır. Uyarının şiddeti, azâbın da şiddetini belirler.
Evde karılarını bile yönetemeyenlerin,
memleketi ve Dünyâ’yı yönetmesini beklemek ağır bir ahmaklıktır. Allah ise tüm
kâinâtı kusursuz bir şekilde yönetmektedir.
Evinin
damı akarken tatile çıkanlar kafayı yemiş manyaklardır.
Evlere kedi-köpek doldurulunca o evde
çocuk bakılmıyor.
Evlilikte “beden uyuşması” değil, “fikir
ve inançların uyuşması” önemlidir.
Evlilikte amaç, sevişmek değil sevmek olmalıdır, çünkü
şarkıda denildiği gibi: “sevmek bir ömür sürer, sevişmek bir dakîka”.
Evliyâ; “hayâtı iyi gözlemleyen kişi”dir. Yoksa olağan-üstü
bir durum yoktur.
Evrensel değerler ve doğrular, sâdece
“Kur’ân’ın doğruları ve değerleri”dir.
Evrimcilik, “gericilik”tir.
Ey
Hârûn!; sen “Allah” değilsin!.
Ey
Mehdi bekleyenler!; o 1.400 sene önce gelmişti.
Eyleme dönmeyen bilgi kibre döner.
Eyleme geçmeyen bilgi, değersizleşip
dönüşmeye mahkûmdur. Tabi bu-arada sâhibini de dönüştürüp değersizleştirir.
Eylemini yapmaya götünüzün yemeyeceği
şeyin, muhabbetini de yapmayın.
Fâhişeliğin iki kötülüğü vardır; hem
meşrû olmayan ve günah olan bir şeyi yapmak, hem de bunu “para karşılığında”
yapmaktır. Çünkü bu, kişinin bedenini paradan daha değersiz görmesi anlamına
gelir.
Fâizde bir “sermâye birikimi” vardır.
Fakirlik,
“uygun eşyâ ve gıdâdan mahrûm olmak” demektir.
Farkında olmadığınız bir hatâ yapıyor olabilir misiniz?
Farklı bir şey söylemeye yada yapmaya
gör, hemen: “bu devirde/bu zamanda böyle şey olur mu?” diyorlar. Ne var amına
koyayım bu devirde!. Bu devrin ta amına koyayım, şerefini sikeyim bu devrin.
Adamlar Allah’a değil de devire-zamâna tapıyorlar.
Fâtih,
İstanbul’u 21 yaşında çok gençken almıştı. Peygamberimiz zamânında Medîne’ye
dâvetçi olarak gönderilen Mu’sab bin Umeyr 17 yaşındaydı. Muaz 19 yaşındayken
Yemen’e vâli olarak gönderildi. Üsâme 20 yaşındayken İslâm ordusunun
başkomutanıydı. Şimdiki gençlere bakıldığında kıyas bile yapılamıyor.
Fazla dünyâlık, fitne ortaya çıkarır.
Felsefe ve bilim, küçük mekanların ve
küçük devletlerin işidir. İmparatorluklarda ve büyük devletlerde felsefe ve
bilim olmaz yada çok da abartılmaz.
Felsefe, “Allah’ı hesâba katmadan”
düşünme, konuşma ve yazma sanatıdır.
Felsefe,
bir “söz tapıcılığı”dır.
Felsefe, eyleme dönük değildir. O yüzden
İslâm’da temel bir konu değildir.
Feminizm bir “erkek
kompleksi”dir.
Ferrari’ye
binmektense eşeğe binmeyi tercih ederim.
Fetih, toprakların ve gönüllerin birlikte kazanılmasıdır.
Gönüller kazanılmadığında işgâl oluyor.
FETÖ’nün “hizmet” dediği şey; İsrâil,
ABD ve FBI tâlimatlı “mecbûri
hizmet”tir.
Fıtrattan gelen iyi huydan ziyâde, “sonradan kazanılan iyi
huy” önemlidir.
Filozoflarla peygamberler arasındaki
fark, filozofların “örnek alınamayacak kişiler” oluşlarıdır. Peygamberler ise,
bir örneklik ortaya koymak için seçilip gönderilmişlerdir.
Fizik kânunları, Allah’ın doğaya koyduğu
kânunlardan (sünnetullah)tan başka bir şey değildir.
Fizîki sağlığımızı bozan her-şey, mânevi sağlımızı da bozar.
Fakat bu zarar, sâdece fizîki varlığımız üzerinden söz-konusu ediliyor.
Fotoğrafladığımız şeyler aklımızdan
çıkar.
Futbolda “iyi oynayan kazansın” sözünün
perdelediği asıl söz, “parası çok olan kazanır” sözüdür.
Gariban,
“maddî kriz” yaşamaz. Zîrâ o, sürekli olarak maddî yokluktadır.
Garibanın para kazanması zorlaştıkça,
zenginlerin para kazanması kolaylaşır.
Garibanlar
en yoğun olarak, zenginlerin bol olduğu yerlerde bulunurlar.
Gayb ile ilgili yapılan her yorum fitne
üretir, ifsâd eder ve sapkınlığa yol açar.
Gayba konusunda “gayba îman etmek”
yerine “gaybı anlayıp açıklamaya çalışma” yoluna girmek, “gaybın mahremine
girmek” demek olacağı için, kişiye “îmânî zarar” verir.
Gayr-ı
İslâmî sistemler, dış âlemi düzenleseler de, iç-âlemleri darmadağın ederler.
Batı, her zaman bir “iç düzensizlik” ile mâlûldür.
Gayrı İslâmî sistemlerde daha fazla
yiyip-içenler, daha az yiyip-içenlere üstün tutulurlar. İslâm’da ise üstünlük
takvâdadır.
Gayri İslâmî siyâset ve siyâsetçiler;
küresel sermâyedarları, tâğutları ve dolayısı ile “şeytanı râzı etmek” ile
görevlidirler. Tüm çabaları bunun içindir.
Geçmişe
mi gitmeyi istiyorsunuz?, bu çok kolay; hatırlayın yeter.
Geçmişe sövmeden modern olamazsınız, olunamaz.
Zîrâ modernizm, geçmişe sövüp-saymanın sistemli hâle getirilmesidir.
Geçmişi inkâr eden modern müslümanlar,
aslında “müslümanların geçmişini” inkâr etmekte, fakat “modernitenin geçmişini”
ise taklit etmektedirler.
Geçmişle ilişki “okuyarak”; gelecekle ilişki “yazarak”
kurulur.
Geçmiş-zaman yada gelecek-zaman diye bir
şey yoktur, bunların sâdece bilgisi vardır. Zaman her zaman “an”dadır.
Geleceğin geleceği garanti değildir.
Geleneğe çatmak, küresel güçlerin
müslümanlara, okları kendi üzerlerinden çekmek adına tanıdığı -güyâ- eleştiri
hakkı olarak bir plân ve projedir.
Geleneği
inkâr, yeni geleneğe tapımı hemen ardından getirir.
Geleneğin
yozlaştırıcı etkisi yanında, her kafadan ayrı bir ses çıkmasını önleyici bir
etkisi de vardır.
Gelenek eleştirisi de olmasa müslümanlar
işsiz kalırlardı.
Gelenek ile moderniteden birlikte
kurtulmadan ikisinden de kurtulunamaz.
Gelenekçiler,
geleneğin yozlaşmış tarafına “mest” olurlarken; gelenek düşmanları da,
geleneğin yozlaşmış tarafına “düşman” oluyorlar.
Geleneksel toplumda bilgelik
yaşlılardayken, modern toplumda gençler, modernitenin etkisiyle yaşlıları
“bunak” olarak görmektedirler.
Gelişmiş
ülkelerin insanları ile geri kalmış ülkelerin insanları arasındaki fark; geri
kalmış ülkelerin insanları “amatörce” kandırılırken, gelişmiş ülkelerin
insanlarının ise “profesyonelce” kandırılmasıdır.
Gençlere
adanmayı öğretmezseniz, öğreteceğiniz diğer şeyler bir işe yaramaz.
Gençliğin enerjisi, kreşlerden başlayan
ve ana-okulla devâm edip üniversite ile sonlanan “eğitim” ile
etkisizleştiriliyor.
Gerçeği bulmaktan ziyâde, onu iyi yönde
kullanmak önemlidir.
Gerçek iyilik, ahlâk ve adâlete ancak,
Allah korkusu ve âhiret endişesi ile ulaşılabilir.
Gerçek olan şeyler, “yaşanmış” olan
şeylerdir.
Gereğini
yapmadıktan sonra Kur’ân’ı Arapça olarak seslendirmekle Türkçe olarak
seslendirmek arasında fark yoktur:
Gericilik kötüyse, ilericilik de
kötüdür. Gericiliğin kötü, ilericiliğin ise iyi olduğunun delili nedir ki?.
İslâm vasat ümmet ile “orta ve dengeli yol”dur.
Gerilla
ile, yine başka bir gerilla dışında kimse başa çıkamaz. Zîrâ yerleşik olanlar
hareketli olanlarla başa çıkamaz.
Gevezelik
âlimlik değildir.
Giderken
arkamı dağınık bırakmak istemem.
Göçebelikten yerleşikliğe geçildikçe,
etten sebzeye doğru bir geçiş olur.
Gökdelenlerde oturup da her-şeyi tepeden
izleme isteği, “Allah’lık taslamak kibri”dir. Ay’a bile gidilme isteğinin
ardında bu vardır.
Gökler, sekülerleşmeye ve modernleşmeye
izin vermez. Göklerde lâiklik yoktur.
Gökleri
kim yönetiyorsa, yeryüzünü de o yönetmelidir. Aksi-hâlde kaos kaçınılmazdır.
Göklerin hükümdârı olan Allah,
“yeryüzünün de hükümdârı” olmadıkça Dünyâ zulümden kurtulamaz.
Gökten inmiş yasalar, götten çıkmış
yasalardan elbette üstündür.
Gönülleri yada beyinleri dar olanlarla
yaşamak çok zor olur. Hele ikisi birlikte ise.. eyvaaahh!.
Görülen şey îmânın konusu olmaktan
çıkar.
Göt,
ağzından (deliğinden) çıkan sözü/sesi bilmez. Nice “göt”ler de var ki ağzından
çıkanı bilmiyor.
Göz
alışınca, beyin kabûllenir.
Göz-ardı ettiğimiz şeyler bir-gün mutlakâ karşımıza
çıkacaktır.
Greko-Romen uygarlık ve onun uzantısı
modernizm, Allah’a inanmaktan vazgeçip, dört elemente inanma uygarlığıdır.
Güç,
korkaklığı da yanında getirir. Zîrâ Allah’ın gücünden başka hiç-bir güç “mutlak
güç” değildir.
Güçlü olmak, “mutlu olmak” demek
değildir.
Güdüleri baskılamamak “hayvâniyetten”
kaynaklanır.
Günah işlemek, “başını belâya sokmak”
demektir.
Günah işlemeyi kafasına koymuş birini
günah işlemekten döndürmek çok zor bir iştir.
Günah öyle bir şeydir ki, günaha girme
olasılığı ve hayâli bile insana zevk verir.
Günah, kesintisiz sürdürülebilir bir şey
değildir. Bir noktadan sonra cezâ yetişiverir.
Günahkârlar
“günahsız alan”dan nefret ederler.
Günahta ısrar günahkârlığa yol açar.
Güncele
göre yapılan değerlendirmelerin iki-üç günlük ömrü vardır.
Günde
40 kere okunan “iyyâke na’budu ve iyyâke
nestaîn” sözünün ne anlama geldiğini bilmeyenler, Allah’tan başka
herkesten ve her-şeyden medet beklerler.
Gündeme
göre değerlendirme yapanlar, bir-süre sonra gündemi dinleştirirler.
Gündemi Kur’ân olmayanlar, “dayatılmış
gündemler”e mahkûm olurlar.
Güneş’in doğuşunu izlerken kazanılan
bilgi, Güneş hakkında okuyarak elde edilen bilgiden daha doğru ve daha
üstündür.
Günümüz müslümanlarından şikâyet eden
modernler bilsinler ki, modern müslümanları yetiştiren İslâm Dîni değil,
lâik-seküler-demokratik-liberâl-kapitâlist-modern ideolojiler ve
düşüncelerdir.
Günümüzde
câmi yaptırmak yada câmi yapmaya destek vermek câiz değildir. Çünkü bu câmiler
dinsiz-lâik devletin kurumları olacaktır.
Günümüzde spekülatif değer en yüksek
değer olarak görülmektedir.
Günümüzden geriye Âdem’e kadar giden
“babadan-oğula” bir soy yoktur.
Güzel deyince eskiden ahlâklı ve
karakterli olan anlaşılırdı. Şimdi ise “seksî olan” anlaşılıyor.
Güzel olan sağlıksız olur, çünkü güzeli
güzel yapan onun naifliği ve kırılganlığıdır.
Güzel, çirkin tarafından sürekli
rahatsız edilir. Fakat güzelin güzelliği böylece tescillenmiş olur. Güzel,
çirkine muhtaçtır.
Güzellik hastalıktır. Lâle bir üfürükle
dağılıverir, dikene ise bir şey olmaz.
Ha bire “Kur’an’ı anlama” peşinde
koşuluyor. Okunuyor okunuyor ama bir türlü anlaşılamıyor. 1.400 yıldır 360.000
bin kez tefsiri yapılan Kur’ân anlaşılamadı gitti. Ulan ne zor, ne anlaşılmaz
bir kitapmış bu böyle.. Yok yok; öyle değil. Kur’ân’ın “yap” dediğini yapmak istemeyenler
yada yapmak istemeyenler, yâni aslında “yapmamak için” sözde “Kur’an’ı anlama”
yoluna düşmüşlerdir. Kur’ân’ın nasıl anlaşılacağını daha doğrusu nasıl idrâk
edileceğini mi soruyorsunuz?. Kur’ân en iyi şekilde, bir zulme “dur” derken
anlaşılır. Can boğaza gelip dayanmışken anlaşılır: “Mü’minler (düşman)
birliklerini gördükleri zaman ise (korkuya kapılmadan) dediler ki: ‘Bu,
Allah’ın ve Resûlü’nün bize vâdettiği şeydir; Allah ve Resûlü doğru
söylemiştir’. Ve (bu,) yalnızca onların imanlarını ve teslimiyetlerini
arttırdı” (Ahzâb 22).
Ha-bire
bir şeyler istiyoruz. Fakat hiç-bir şey yapmıyoruz.
Haddini
bilmeyen, rabbini bilemez.
Haddini bilmeyenler her-şeyi bilmek
isterler.
Hadis, Kur’ân’ın “kavlî açıklaması”
iken, sünnet ise “fiîli açıklaması”dır.
Hafif
boyunduruklar da “boyunduruk”tur.
Hak
din, her şartta -kısmen de olsa- sürdürülebilir olandır.
Hak dîni belirleyen şey vahiydir, mevcut
zaman (konjonktür) değil.
Hak ile bâtıl karışınca o şey “bâtıl”
olur.
Hak ve hakîkatin hâkim kılınması için
yeryüzünde kurulması şart olan İslâm Devleti, “göklerde kurulmuş olan İslâm
Devleti”nin bir iz-düşümü olacaktır. Böylece göklerde olduğu gibi yeryüzünde de
her-şey yaratılışına uygun olarak hareket edecektir.
Hak yola girmemenin yada hak yoldan
çıkmanın Dünyâ’daki cezâsı, “bâtıl yolu hak zannetmek”tir.
Hakîkat ancak ve ancak Kur’ân-merkezli
olarak kavranabilir, “sosyâl medya-merkezli” olarak değil.
Hakîkat aşırı bilgiyle perdeleniyor.
Hakîkat deney ile ortaya çıkarılamaz.
Hakîkat, “Kur’ân’dan çıkarılan”dır,
“Kur’ân’a giydirilen” değil.
Hakîkat, “reyting”in gösterdiği
değildir.
Hakîkat, kendisine sâhip çıkmayanı
terk-eder.
Hakîkati sert sözlerle söylemek onun
hakîkat olduğunu değiştirmez. Fakat hakîkatin têsir etmesi için onu güzel bir
dille söylemek gerekir.
Hakîkatin bâzı bedelleri vardır. O
bedellerden biri de “yalnızlaşmak”tır.
Hakîkatin deneyi olmaz.
Hakîkatin peşine düşmeyen insanlar,
masal ve mitolojiye ihtiyaç duymaya başlarlar.
Hakka
bâtılın karıştırılması, hakkın hiç olmamasından daha kötü sonuç verir.
Hakka inanmamanın kaçınılmaz sonucu
“bâtıla inanmak”tır.
Hakkı
söylemenin her zaman bir bedeli vardır. Bu bedel “işin rajonu”dur. Bu bedelle
karşılaşmayanlar “hakkı apaçık bir şekilde söylemiyorlar” demektir.
Hakkında bilgi sâhibi olmadığınız bir
şeyi göremezsiniz. Görseniz bile anlam veremezsiniz.
Hakkıyla kıyâma durmak, kişiyi kıyâm
etmeye yönlendirir. Kıyâm etmek, kıyâmetin provasıdır.
Hakkıyla yapılan ev-hanımlığı, “kadının
çalışması”ndan üstündür. Kadının (mecbûren yada isteyerek) ev-hanımlığını
bırakıp dışarıda çalışmaya başlaması, daha düşük bir makam ve mevkîyi kabûl
etmesi demektir. Allah’ın kadınlara verdiği makam ve mevkî yerine, modern
sistemin kadınlara önerdiği makam ve mevkîyi tercih etmek elbette “daha düşük
bir makâmı ve mevkîyi kabûl etmek” demektir.
Hal(â)k
eden, aynı-zamanda helâk de eder.
Halk, parayı ve silahı yâni gücü tâkip
eder. Değerlendirmesini ise, yaşadığı mekânın ve kullandığı araçların
değişimine göre yapar.
Halk,
sermâyedarı, sermâyedar da devleti besler.
Halkın
“büyük” saydığı meşhûr evliyâlar(!), işlerini hep kerâmetle yapmışlardır. Çünkü
kerâmetten başka somut olarak yaptıkları bir şey yoktu. İki taşı üst-üste
koymaktan âciz olanların ünleri, sözde “gösterdikleri kerâmetleri”
nedeniyledir.
Halkın
büyük kesimi, teoriden ziyâde pratik örneklere ihtiyaç duyar ve ona göre
hareket eder.
Hangi
devirdeyiz sözü, tüm devirlerin ortak sözüdür.
Haram ve günahı televizyondan izleyince
o şey haram ve günah olmaktan çıkmaz.
Haramdan
gelen bir malı dağıtmak düşüncesi, “haramı dağıtmak ve yaygınlaştırmak”
anlamına gelir.
Hareket
yoksa hiç-bir şey yoktur.
Hareketin olduğu yerde sonsuzluktan bahsedilemez.
Hareket mutlakâ bir-zaman önce başlamış ve bir-zaman sonra bitecektir.
Harem bozulunca devlet bozulmaya başlar.
Hârûn
varken Samîri’ye uyma!.
Hârûn’a
câiz olmayan şey, Kârun’a da câiz değildir.
Hasta kişi için hastalığın kötü yanı
“hastalığı çekmek”ten ziyâde, hastalıktan dolayı birilerine muhtâç olmaktır.
Hastalık ölümün başlangıcıdır.
Hastâneler
insanları “yaşatmak” için değil, “öldürmemek” için uğraşıyor. Oysa ölmemek
“yaşamak” demek değildir.
Hatırladığın fotoğrafı, baktığın
fotoğraftan daha iyi bilirsin.
Havalar düzelmedikçe hiç-bir ilaç
romatizmayı tam düzeltemez.
Hayat Eve Sığar (HES) söylemi “sâdece
kadınlar için” uygun bir söylemdir.
Hayat,
İslâm’dan başka hiç-bir dîne, düşünceye, ideolojiye, sisteme ve akıma gerçek
anlamda hayat-hakkı tanımaz. Zîrâ hayat ancak İslâm ile uyumludur. İslâm’dan
başka hiç-bir şeyin hayatta gerçek anlamda bir karşılığı yoktur.
Hayat, sünnetullah ve imtihanın gereği
olarak iyiliği-kötülüğü ve yarârı-zarârı ile iç-içedir. Hayattan ne kadar
iyilik ve yarar beklerseniz, yanında kötülüklerle ve zararlarla birlikte gelir.
Kötülüğün ve zarârın az olmasını istiyorsanız, hayattan çok da fazla bir şey
beklememeniz gerekir.
Hayâta doğmak, “ölüm sırasına geçmek”tir.
Hayâta dönmeyen ve hayatta hâkim olmayan
din “afyon” hâline gelir.
Hayâtı olduğu gibi kabûl edemeyenler
yada etmek istemeyenler, -boşu-boşuna- hayâtın kabûl edebilecekleri derin
anlamlarını arıyorlar.
Hayâtın
sigortası yapılamaz. Ölüm karşısında hiç-bir sigorta işe yaramaz çünkü.
Hayâtınıza anlam katan bir şey yoksa,
bir hedef, ideâl ve amacınız yoksa; siz bir hayvansınız. Hattâ hayvandan da
aşağı.
Hayatlarındaki düzeni çok zor
sağlayabilenlerin düzeni, en küçük bir etkende çok çabuk bozulur.
Hayatlarının hiç-bir alanına Allah’ı
karıştırmayanların, sâdece Allah’ın çözebileceği bir sıkıntıda O’na dönmeye ve
yönelmeye yüzleri ol(a)maz.
Hayatta sâdece yemek yemekten zevk alıyorsanız,
psikolojiniz bozulmuş demektir.
Hayvan “hayvan”dır. Hayvanın
hayvanlıktan daha üstün bir tarafı yoktur.
Hayvanat bahçeleri aslında “hayvanat
hapishâneleri”dir.
Hayvanlar yeni bir şey öğrendiklerinde
onu davranışlarına yansıtırlar.
Hayvanlar, artı bir bilgiye sâhip
olmadıkları hâlde yapmaları gerekeni dört-dörtlük yapıyorlar.
Hayvanlar, kendileri gibi hareket
etmeyen, kendileri gibi davranmayan ve kendilerine ayak uydur(a)mayan üyelerini
sürüden uzaklaştırır ve terk-eder.
Haz ile anlam aynı-anda birlikte
bulunmaz. Hazza yöneldiğinizde anlamdan, anlama yöneldiğinizde de hazdan
vazgeçmeniz yada en azından bunlardan biraz kısmanız gerekir.
Haz, hiç-bir zaman gerçek bir tatmine
ulaştırmaz.
Hazırlanmak
değil, “zâten hazır olmak” önemlidir.
Hazlar
geçicidir, acılar kalıcıdır.
Hedef,
anlamak değil, yapmaktır. Derinlemesine anlamadan “yapmak”, derin bir şekilde
anlayarak “yapmamak”tan kat-kat üstündür.
Hedefi
olmayanlar “hedef” olurlar.
Helâl olmazsa “helâ” olur. Helâl
yemeyenler helâk olur.
Helenizm bir “Güneş tapımı ve dîni”dir.
Helenizm, “antik modernizm”dir.
Hem devleti hem de halkı aynı-anda
kalkındırmak ancak İslâm-merkezli yönetimlerde olabilir.
Hem îman edip hem de hiç-bir şeye
karışmamak mümkün değildir. Îmânın derecesi, olaylara müdâhil olmanın
derecesini belirler.
Hem
moderniteyi savunmak hem de lüksü kötülemek yada “lüksü severken moderniteye
düşman olmak” bâriz bir cehâlettir. Zîrâ modernlik “lüks” demektir. Modernite
“lüks” ile ayakta durur.
Her beşerî ideoloji kendi cüz-i
toplumunu oluşturur. Ülkede ve devlette suyun başını işte bu cüz-i toplumun
üyeleri tutar. O yüzden “yeni ideoloji” demek, bu “cüz i toplum” demektir.
Kânunlar-kurallar kâğıt üzerindeki boş laflardır. Önemli olna ideolojiyi ve de
devleti sâhiplenen bu cüz-i toplumu ber-tarâf etmektir.
Her
cezâ “günahın kendi türünden” olur. Günahların cezâsı olan koranavirüs,
“cezânın virüs şekli”dir.
Her düşüncenin hayatta ille de bir
karşılığının olacağı garanti değildir. O hâlde, “hayatta bir karşılığı olan
düşünceler” insanları etkiler.
Her enstrümanda potansiyel bir düşünce
vardır. O enstrümanı çalanlarda o düşünce açığa çıkmaya başlar.
Her gün aynı şeyleri yapmak dikkat
çeker.
Her
hadis, hadis-i Şerif değildir.
Her inançlı olan îmanlı değildir, fakat
her îmanlı olan inançlıdır.
Her
istediğini yaparak ve her istediğini vererek nefsinizi uslandıramaz ve iknâ
edemezsiniz. Nefs gücünü, kışkırtılmaktan alır.
Her kültürün kendi kültürüne uygun
rüyâsı vardır. İnsanlar, başka kültürlere uygun rüyâlar gör(e)mezler.
Her ne kadar tersini söyleseler de,
insanlar duygudan uzaklaşıp aklını ve zekâsını geliştirdikçe, insanlara ve
doğaya verdiği zarar artmıştır.
Herkes bağlı bulunduğu dînin
çıkış-yerine gitmek ister. Hac budur. Bu bağlamda mü’minler Mekke-Medîne,
lâikler ise Fransa-Paris’e giderler.
Herkes gibi olmak “olmak” değildir.
Herkes gibi olmak, anlamsız
olmaktır.
Herkes -hâşâ- Allah olsaydı bile, yine
de “birinci sınıf Allahlar” ve “ikinci üçüncü sınıf Allahlar” olurdu.
Herkes için “iyi insan” deniyor fakat,
târih boyunca kötüler iyilerden çok daha fazla olmuştur.
Herkes inandığı gibi yaşar, sevdiği şeyi
yapar. Nasıl yaşadığınız ve neyi yaptığınız inancınızı ortaya koyar.
Herkes
Kur’ân’ı kendi gittiği yola göre yorumluyor ve o yorum ona “en doğru yorum”
olarak gözüküyor. Çünkü herkes Kur’ân’ı, âit olduğu ve izlediği düşünce
merkezinde okuyor ve yorumluyor. Sonra da “en doğru yorumun kendi düşüncesine
göre olan yorum” olduğunu zannediyor. Fakat bu yorumlar arasında birbirine %
100 aykırı olan yorumlar da var. O hâlde hangisi doğrudur?. Hepsi de yanlıştır.
Çünkü Peygamber’i hesâba katmamaktadırlar. Hâlbuki Kur’ân’ın en doğru yorumunu
Peygamberimiz yaptığı gibi, en doğru eylemini de yine Peygamberimiz
göstermiştir. Peygamberler zâten bu nedenle gönderilir.
Herkes,
herkesin bir-anda tüm bildiklerinden ve inandıklarından vazgeçip, kendisi gibi
bilip inanmasını istiyor. Bunu yapmayanları da başlıyor yaftalamaya.
Herkesin diploma sâhibi olması,
“insanların yarısının işsiz olması” demektir.
Herkesin, yüzünün dönük olduğu yer, ona göre “ilerisi”dir.
Fakat o yer bir başkasına göre ilerisi değil “gerisi” olabilir.
Her-şey Allah olsaydı, Allah “hiç-bir
şey” olurdu.
Her-şey, biz “seyrederken” oldu-oluyor.
Her-şeyi bilmeye gerek yoktur. Yeterince
bilmek yeterlidir.
Her-şeyi devletten beklemek, “devletin
her-şeyi kuşatmasını ve her-şeye hâkim olmasını istemek” demektir. Böylece
devlet -hâşâ- Allah’laşır.
Her-şeyi -hâşâ- Allah olarak kabûl
etmek, “bilme” diye bir şeyin olmadığını söylemektir. Çünkü bilmek, farklı iki
şey arasında olur.
Her-şeyi sorgulamak düşüncesi,
materyâlist düşüncenin bir sonucudur.
Her-şeyin
atası kendi türündendir.
Her-şeyin bir “hikmeti” vardır ama
her-şeyin bir “neden”i yoktur.
Her-şeyin kendi-kendine olduğunu
söylemek bir “açıklama” değildir, bir “inanç”tır.
Her-yerde mîde bulandırıcı bir “bilmişlik” var.
Hırsızlık diye bir şeyin olması
hırsızlığı meşrûlaştırmayacağı gibi; ibnelik diye bir şeyin olması da ibneliği
meşrûlaştırmaz. İbnelik, “ibnelik”tir.
Hırslı olmanın bedeli, hırslı kişinin
hedefine ulaşamadığında ve bir umut kalmadığında kısa sürede tükenmesi ve
ölmesidir. Hırslı insanlar bir umut kalmadığında çabucak soluverirler.
Hicap’sızlık,
“hicapsızlık”tır.
Hiç eleştiri yapmamak, bi-ince
münâfıklıktır.
Hiç kimse “zannettiğiniz gibi” değildir.
Hiç kimse Allah’tan daha fazla;
şefkatli, merhâmetli ve sevgi sâhibi ve de celâlli, şedid ve cezâlandırıcı
olamaz.
Hiç kimse bir metni, yazarından daha iyi
anlamış olamaz.
Hiç
kimse size Allah gibi merhâmet edemez.
Hiç
kimse ve hiç-bir şey Allah’tan daha iyi-kaliteli ısıtamaz ve serinletemez.
Hiç
tanımadığı kimseler hakkında ahkâm kesenler, müneccimlerin “öptükleri”
kişilerdir.
Hiç-bir bok bilmeyenler, her-şeyi
bildiğini zannederler.
Hiç-bir deney doğal değildir.
Hiç-bir
garanti, Allah’ın verdiği “mutlak garanti” gibi olamaz. Mutlak garanti, “mutlak
güven” de demektir.
Hiç-bir
profesyonel çocuk bakıcısı, o çocuğa annesinden daha iyi bakamaz.
Hiç-bir
sorun, “zorla(n)madıkça” üstesinden
gelinemez.
Hiç-bir şey kendi-kendine olmaz. Korona-virüs ya “günahların
cezâsı olarak” Allah tarafından, yada “ahmaklıkların cezâsı olarak” tâğutlar
tarafından çıkarılmıştır.
Hiç-bir
şey, “sandığınız gibi” değildir.
Hiç-bir şeyden vazgeçemeyecekseniz eğer,
İslam’ı meşgûl etmeyin.
Hiç-bir şeye karşı çıkmayacaksanız,
sizin Kur’ân ile bir işiniz olamaz.
Hiç-bir şeyin varlık nedeni, o şeyin
temel yapı-taşları değildir.
Hilâfet
bir isyan ile saltanâta dönüştü ve saltanâtın türevleri hâlâ yönetimde. Yine
bir isyanla hilâfete dönmek gerekir. Bu hilâfet, “Kur’ân hilâfeti”dir.
Hiroşima ve Nagazaki, İslâmsızlığın
dolayısıyla vicdansızlığın bir göstergesidir.
Huzurlu olmak istiyorsanız “huzur”da
olun.
Hz. Âdem ve Havvâ’dan bêri Dünyâ’da 100
milyarın üstünde insan yaşamış ve bu insanların hiç-biri de ölmeyi istememiş
yada ölmekten korkmuştur.
Hz. Hatice üzerinden kadının çalışması
istismâr ediliyor. Hâlbuki o, pasif şekilde ev-merkezli bir ortaklık kuruyordu.
Hz. İbrâhim’in babası, İbrâhim’i putlara
kurbân edip ateşe atmak isterken, Hz. İbrâhim, oğlu İsmâil’i, Allah’a kurbân
etmek istemişti. Babası ile arasındaki fark budur.
Hz. Mûsâ’nın âsâ ile denizi yarmasına
“hurâfe” diyor, fakat, “evrim” ile kıllı bir gorilin, bakınca insanın içinin
yağını eritecek bir dilbere dönüşmesine “bilim” diyor. Hurâfe “modern” olunca
hurâfe olmaktan çıkmaz.
Hz. Nûh, yağmur, sel ve fırtına çılgınca
Dünyâ’yı kuşatırken bile gemiye bindirmek için kırk kişiden başkasını iknâ
edemedi. Buna oğlu bile dâhildi.
Hz.
Ömer’e söylenen: “Doğru yoldan saparsan seni kılıcımızla düzeltiriz” sözünü
söyleyip duranlar, halkı kılıçla düzeltenleri alkışlıyorlar.
Ilıman
iklim-coğrafya ve bolluk, insanı yumuşatır ve yumuşayan insan da tâvizkâr
düşüncelere kapılır. Bu düşünceler en sonunda Allah’sız düşünceler ortaya
çıkarır.
IQ’nun
derecesi önemli değil, îmânın derecesi önemlidir.
İbâdet; bütün kâinatla birlikte
“Allah’ın kânunlarına boyun eğme”nin fiîli şeklidir. Secde etmeyenler, Allah’ın
kânunlarına boyun eğmekte zorlanırlar.
İbneliğin olduğu yerde kadın “ihmâl
ediliyor” demektir. İhmâl edilen kadın bunun acısını, “lezbiyenlikle” ve
“ibneliği desteklemekle” çıkarı(yo)r.
İctihad hiç-bir zaman boş bırakılamaz.
Boş kalınca onu mutlakâ birileri doldurur.
İctihad kapısı, sünnîlikte
kapanmıştır ama şiîlikte kapanmamıştır.
İctihad
kapısının kapanmasına neden olan şey, “korkak âlimler” ve “zâlim
yöneticiler”di. Şimdi de, ictihad kapısının açılmasına mâni olanlar aynı
kişilerdir.
İç-huzûru
olmayanlar, “dış-huzûr(!)” için hazlardan oluşan tamponlara müptelâ olurlar.
İçiniz cehennem ateşiyle kuşatılmışken,
dışınızı (Dünyâ’yı) cennete çeviremezsiniz.
İçinizde bir şey yoksa, dışınıza da bir
şey çıkmaz. Yada dışınıza bir şey çıkmıyorsa içinizde bir şey yok
demektir.
İçtihad
kapısının kapandığını söyleyenler, dînin babalarının malı olduğunu
söylemektedirler.
İfrat
ve tefrit, yâni zıt yönlerdeki aşırılık aynı sonuçları verir.
İhlâs ile söylenmeyen
söz ve takvâ ile yapılmayan iş etki etmez.
İhtiraslar arttıkça ihtiyaçlar
fazlalaşır. Gerçek olmayan ihtiyaçlar yozlaştırır. Ne kadar çok şeye ihtiyaç
duyarsanız o kadar çok yozlaşırsınız. Modern dünyânın hâl-i pür melâli
bundandır.
İhtiyâca göre değil de ihtirâsa göre
olan tüketim, bereketi kaçırır.
İki
çeşit dindar vardır: Soyut dindar; somut dindar. Soyut dindarın dîni dardır.
İki çeşit
müslüman vardır. 1- Âhireti merkeze alarak İslâm’ı yaşayanlar. 2- Dünyâ’yı
merkeze alarak İslâm’ı yaşadığını zannedenler.
İki sorudan “nasıl” sorusuna
modern-bilimi de kullanarak (çoğu tutarsız olsa da) bâzı cevaplar verilebilir
fakat, “niçin” sorusuna, Allah’ı hesâba katmadan hiç-bir cevap verilemez.
İki
tâne cümle kuralım: 1- “Beni hiç kimse eleştiremez”; 2- “Ben âlemlerin rabbi
Allah’ım”.. İşte bu iki cümle arasında atom-altı parçacık kadar bile fark
yoktur.
İlaçlar
vücûda iş bırakmamakla vücûdun işlevini engelliyor.
İlâhi-merkezli olmayan her-şey, çökmeye mahkûmdur.
İlahlarla uğraşanlar “ilâhiyatçı”,
sâdece “tek Allah” ile uğraşanlara “Allah’çı” denir.
İlerleme, “insanın ilerlemesi” olabilir.
Yoksa insan gerilerken teknolojinin ilerlemesi “ilerleme” değil “gerileme”
olur.
İlim ile ameli ayırdığınızda, amelin
sağlamasından ve denetiminden uzak kalan bilgi ve mâlûmat, sapıklığa doğru
meyleder.
İlim mutlakâ olmalı, ama ilim ile olacak
iş değildir bu iş.
İlim, her-şeyi açıklar yada açıklamaya
çalışır, fakat sorunları fiîli olarak çözmek için bir devlete ihtiyaç vardır.
Bilmek ve yapmanın birlikteliğidir esas olan.
İlimden ve ilim merkezlerinden
uzaklaşıldıkça cehâlet ve hurâfe ortaya çıkmaya ve artmaya başlar.
İlk insan diye bir şey yoktur, “ilk
âile” diye bir şey vardır.
İlk insanlar, bir erkek ile bir kadın
olan Hz. Âdem ve Havvâ idi. Peygamberlik, bir erkek olan Hz. Âdem’e verildi.
İlk önce “modern-bilim virüsünü”
soktular zihnimize ve benimsettiler; ardından Korona-virüsü sokmak zor olmadı
ve kolayca giriverdi.
İlk önce; “hadisler ve Sünnet
Abbasiler’le birlikte 8. yüzyılda ortaya çıkarılmıştır, uydurmadır” sözüyle
başlayan inkâr, daha sonra “aslında Kur’ân, Muhammed ve İslâm Dîni de 8. yüzyılda
ortaya çıkarılmıştır” inkârına dönüşmüştür. Zîrâ inkâr başladığı yerde
durmaz.
İlkel
dinler bile, “iç”te kalmayıp “dış”a yönelmişler ve dıştaki her-şeyi din ile
ilişkilendirmişlerdir.
İmamlar her zaman îmanlı olmayabilir,
fakat îmanlılar “imam” olmalıdır.
İmam-peygamber
dönemleri hâriç Dünyâ her zaman hânedanlıklarla yönetilmiştir. Şu-anda da yâni
modern zamanlarda da bu böyledir.
Îman (inanç değil), bilgiden
bağımsızdır. Bu nedenle îmânın ne olduğu, îman etmiş en bilgisiz insan ile îman
etmiş en bilgili insan için de aynıdır.
Îman “gayba îman”dır. Bu nedenle
kişinin, îmânını ispât etmek hattâ tartışmaya açmak gibi bir mecbûriyeti
yoktur.
Îman “kuru îman” değildir.
Îman arttıkça akıl, akıl arttıkça îman
azalır. Îmânın kontrôlünde olan bir akıl “doğru akıl”dır.
Îman edilen şey sorgulanmaz; sorgulanan
şeye ise (yeterince yada hiç) îman edilmiyor demektir.
Îman edip-etmemek, “îmânın sorumluluğunu
yüklenecek ahlâkî bir sorumluluk alma potansiyelinin olup-olmamasıyla”
ilgilidir.
Îman etmek ve bilmek aynı-anda olmaz.
Îman edilen şey bilinemez, bilinen şeye ise îman edilmez.
Îman
etmek, hazza ve keyfe “cennete ulaşana kadar” ara vermek demektir. Keyif içinde
bir mü’minlik mümkün değildir.
Îman
etmek, lafla olacak bir şey değildir. Lafla olanına “tasdik” denir ki
“müslümanım” diyenlerin çoğu “îman etmiş” değil, “tasdik etmiş” müslümanlardır.
Îman ediyor olmak, “amel ediyor olmak” demektir.
Îman ile iknâ ve ihyâ olamayan ruhlar,
sonsuz deliller arasında boğulmaya mahkûmdurlar.
Îman ile kanıt bir-arada bulunamaz. Îman
varsa kanıta gerek yoktur, kanıt aranıyorsa îman yoktur. Anacak kanıt, kâlbi
mutmain etmesi için iyidir.
Îman söz ile aslâ ispatlanamaz, îman
ancak amel-eylem ile ispatlanabilir.
Îman, “gayba îman”dır. Tasavvuf, “gayba
îman”ı kabûl etmeme üzerine kurulmuştur. Gnostisizm budur.
Îman, “icâbında Dünyâ’yı kaybetmeyi”
göze alabilmektir.
Îman, akla-mantığa bakmaz. Zîrâ îman,
akıl ve mantık üstü olandır.
Îmânın delîli “yaşam-tarzı değişimi”dir.
Seküler-modern dünyâda “herkes gibi yaşayanlar”ın îmânı sorunludur.
Îmânın, ispâta ihtiyâcı yoktur.
İmparatorluklarda ne cumhûriyet olur ne
de demokrasi. Cumhûriyet ve demokrasi ,”küçük ülkeler”in yönetim-şeklidir.
İmtihan Dünyâsında yaşamak,
“mücâhede-mücâdele içinde yaşamak” demektir.
İmtihan, Allah için vazgeçilmesi
gerekenlerden vazgeçip-geçememe denemesidir.
İmtihanlar sürekli güncelleniyor ama
müslümanlar kendilerini güncellemiyor.
İnananların çoğunun inandığı şey, -yalan
da olsa- “inanmak istedikleri” şeydir.
İnancın belgesi olmaz.
İnanç, başka bir şeye gerek duymadan
ortaya çıkan bir bilgelik sağlar.
İnançsızlık, zavallılıktır.
İnanmak ayrı bir şey, “inanmak istediğin
gibi inanmak” ise bambaşka bir şeydir.
İncelemek ve aşırı yorumlamak, “o şeyi başka bir biçime sokmak” demektir.
İnfâk ettiğinde dağıttığın mallar senin
kölen olurken; infâk etmediğinde, dağıtamadığın malların kölesi olursun.
İnkâr etmemek, “îman etmek” demek
değildir.
İnkârcıların trajedisi
“ölüm gerçeği”dir.
İnsalar ikiye ayrılır. 1-“İmtihan”ın
kocattığı insanlar. 2-Hazzın kocattığı insanlar.
İnsan .ikine takmadığı şeyi kafasına da
takmaz.
İnsan “doğuştan müslüman” olur ama
“doğuştan mü’min” olamaz.
İnsan “İslâm fıtratına uygun”
yaratılmıştır. Doğa da öyle. O yüzden insan doğaya benzer.
İnsan “paranın her kapıyı açtığını”
gördüğü ve anladığı zaman bozulmaya başlar.
İnsan ancak mecbur kaldığında “insan”
olur.
İnsan anlayamadığında inanmaya başlar.
Çünkü inanılacak olan şey anlaşılamaz.
İnsan bir şeyi bilmeye başlayınca, o
şeyi öğrendiği gibi uygulayacak diye bir şart yoktur.
İnsan bir şeylerden korkmadan yapamaz. O
hâlde fâni olanlardan korkmaktansa, Bâkî olan Allah’tan korkmak en doğrusu ve
iyisidir.
İnsan bir varlık hakkında; dokunarak, görerek ve
yiyip-içerek edindiği bilgiyi, onu araştırarak ve inceleyerek edinemez.
İnsan bireyselleştikçe şahsiyetsizleşir.
Zîrâ insan, nihâyetinde toplumsal bir varlıktır.
İnsan da bir tür hayvansa, o zaman
bırakın da güçlüler zayıfları yesin dursun.
İnsan denen mahlûğun en gözüken
özelliklerinden biri de; savunamadığı şeyi, yine de kabûl etmekten
vazgeçmemesidir.
İnsan en çok neye ihtiyaç duyarsa, en
çok o şey için çabalar.
İnsan endişe ettiği şeye bağlıdır.
Hayâtını ona göre düzenler.
İnsan görüp-durduğu bir varlığı kusursuz bir şekilde
tanımlayamaz. İş bilgiye ve anlamaya dönünce, en basit bir varlığın bile ne
olduğu “sorun” hâline geliyor.
İnsan hiç-bir zaman mutlak anlamda
bağımsız olamaz. O hâlde ya Allah’a-Kitab’a-Dîn’e, yada şeytana-nefse-tâğuta bağlanacaktır.
İnsan hiç-bir zaman, tam da şu-anki
zamâna bakamaz. Mutlakâ bir an da olsa biraz geriyi görür hep.
İnsan için bir şeyin tanımlanabilir ve
anlaşılabilir olması, o şeyin “sınırlı” olmasını gerektirir. İnsan (akıl),
sınırsız olanı idrâk edemez, göremez ve tanımlayamaz.
İnsan
için en uygun olanı, doğduğu yerde yâni memleketinde ölmesidir.
İnsan için sınırsız özgürlük “ağır bir
köleliğe” yol açmıştır.
İnsan ilk doğduğundan “İslâmî sermâye”
ile doğar. İnsanların çoğu bu sermâyeyi şeytanın yolunda harcayıp tüketirken,
pek azı ise Allah yolunda sarf-eder ve ona karşılığı kat-kat verilir.
İnsan kitleleri; hakkaniyetli, net, ve
akıllı insanların “2+2=4’tür” sözüne değil; resmî makâmın ve kurumların,
lîderin, devletin, sermâyenin, medyanın vs. yâni gücün sözüne aldanarak
“2+2=5’tir” sözüne inanırlar ve ona göre davranırlar. Böylece bâtıl “hakîkat”
olarak görülür ve kabûl edilir. Üstelik bâtıla “bâtıl” diyenler de gerici, yobaz
ve terörist olarak görülmeye başlanır.
İnsan madde-nefs ve ruhtan oluşur. İki
taraf da boşluk kabûl etmez. Maddî taraf rûh ile doldurulamayacağı gibi rûh
tarafı da madde ile doldurulamaz.
İnsan ne ile ilgilenirse o yönde
gelişir. İnsanın ne yönde geliştiği, neyle çok ilgilendiğini gösterir.
İnsan ne iş yapıyorsa ona benzer.
İnsan ne kadar karaktersizse o kadar çok
arkadaşı olur. Facebook karaktersizliğin pazarıdır.
İnsan, “bildiğine” göre değil,
“yaşadığına” göre düşünür, konuşur ve edip-eyler.
İnsan,
“insanın oğlu” ve “Allah’ın kulu” iken, hristiyanlar insanı; “Tanrı’nın oğlu”
ve “insanın kulu” hâline getirmişlerdir. İnsanlara her türlü kulluğu yapanlar,
kendilerini “Tanrı’nın oğlu” zannetmektedirler.
İnsan, “psikolojisini din edinmiş
varlık”tır. İslâm ise, psikolojileri vahye göre programlayan sistemin adıdır.
İnsan, “tercihlerinin sonucunu yaşayan
varlık”tır.
İnsan, “yediğine” benzer.
İnsan, anılarının muhabbetini yapar.
Fotoğraf ve video, muhabbeti bitiriyor.
İnsan,
baktığı şeyi gözünde büyütür. Baktığı şey, baktıkça farklılaşır.
İnsan, doğduğu ve yaşadığı yerin yiyecek
ve içeceği ile beslendikten başka; oranın malzemesiyle evini yapmalı, yine
oranın havasını solumalı, oranın kadını ve erkeğiyle evlenmeli ve -kısa
ayrılmalar hâriç-, orada doğduğu gibi orada ölmelidir. En doğal olanı budur.
İşte modernite bu yaşam-tarzını yıkarak hayat buldu-buluyor.
İnsan, içinde ne varsa dışında onu
gerçekleştirir yada gerçekleştirmeye çalışır. En azından bunun hayâlini
kurar.
İnsan, inandığı şey üzerinde sağlam ve
istikrarlı duran bir varlıktır. Lâkin genelde yanlış ve sapık şeylere
inanır.
İnsan,
incelediği şeyi aşırı araştırınca, o şey o olmaktan çıkar. Meselâ şarabı
inceledikçe şarap “şarap” olmaktan ve dolayısı ile haram olmaktan çıkmaya
başlar o kişi için.
İnsan, inkâr etmesi gerekirken inkâr
etmediği şeyin/kişinin/düşüncenin kulvarına girer ve onunla birlikte koşturmaya
başlar.
İnsan, işine gelen bir konuyu, etraflıca
düşünmeden konuşur.
İnsan, kendine iyi görüneni “iyi-doğru”
gibi görür.
İnsan, mecbûriyet altında yaşamak
zorunda olan varlıktır. Bu mecbûriyet ya Allah’ın ortaya koyduğu doğal
mecbûriyetlerle, yada beşerin ortaya koyduğu sûni mecbûriyetlerle olur.
İnsan, mesleğine benzer.
İnsan, nesnelere hangi şeyi merkeze
alarak bakarsa, o şeyin anlamı ona göre ortaya çıkar. Böylece farklı düşünceler
oluşur. Nesneler, tek bir anlam taşıyan şeyler değil, anlamlandırılabilme
potansiyeline sâhip olan şeylerdir. Aksi-hâlde herkes aynı anlama ulaşırdı.
İnsan, neye değer veriyorsa, değer
verdiği o şeyin mensubudur.
İnsan, okuduklarından ziyâde,
yaşantısına göre düşünür.
İnsan, savunduğu bâtıl bir düşünceyi, o
şey yüzünden acı azâba uğradığında ancak, inkâr etmeye başlar.
İnsan, söz, amel ve eylemini “en doğru
duruşuna” (şâkül) göre söyler ve gösterir.
İnsan,
sürekli olarak yaptığını “meşrû” görmeye başlar.
İnsan, yaptığı şeyi meşrû, kaçındığı
şeyi ise gayri meşrû görür.
İnsan; beden, psike (psykhe) ve rûhtan
oluşur. Rûh hasta olmaz. Hasta olan psike’dir ki, psike “nefs”tir. Tüm
psikolojik hastalıklar nefs ile ilgilidir.
İnsan;
eleştirip îtirâz ettiğinde ve isyâna kalkıştığından “insan” olur. Yoksa o
“güdülen bir hayvan” olarak kalmaya devâm eder.
İnsana ancak “insan gibi” yaşamak
yakışır. “İnsan-altı” yada “insan-üstü” yaşamak “insanca” değildir.
İnsana kendisi hâkim ol(a)mazsa hiç
kimse hâkim olamaz.
İnsandan başka hiç-bir “hayvan” şirk
koşmaz. Târih boyunca insan, her şeyle şirk koşmuştur.
İnsanı Allah’tan bağımsızlaştırıp bedene
hapseden modernite, aslında kas kuvvetini yâni şiddeti ilahlaştırmıştır. Zîrâ
şiddet beden ile ilgilidir.
İnsanı değerli yapacak ve kurtaracak
olan şey, “kuru-kuruya bilgili olmak” değil, o bilgiyle yaptığı sâlih
amellerdir.
İnsanı en çok üzen şeylerden biri de,
sevdiği kişinin/kişilerin, yaşama olan tutkunlukları yüzünden, onu unutmasıdır.
İnsanı en mutlu eden şey, onun doğuştan
gelen yeteneğini barındırır.
İnsanı hayvanlardan ayıran şey,
bilgi-bilinç ve sanat-kültür üretebilme potansiyelidir. Bunlar her insanda
“bil-kuvve” olarak vardır. İşte bunları kuvveden fiile çıkaran insan
“insanlığını” bulmuş ve medenîleşmiş olur. Yoksa bir-şekilde paraya sâhip olup
da o parayla ev, araba, elbise vs. almakla ve yiyip-içmek ve giyinip-gezmekle
insan insanlaşmış olmaz. Sâdece “insan görünümlü hayvan” olur.
İnsanı merkeze aldığınızda, insanın
düşündüğü, söylediği ve yaptığı hiç-bir şeyi eleştiremezsiniz.
İnsanı, “Allah’tan başka taptıkları”
helâk eder. Modern insanı helâk edecek olan şey teknolojidir.
İnsanı, Allah için vazgeçemedikleri
bitirir.
İnsanı, okulun değil, kendisinin ne
kadar yetiştirdiği önemlidir.
İnsanın “bildikleri” kolay değişir fakat
“inandıkları” kolay-kolay değişmez.
İnsanın “imtihan”a katılmama hakkı ve
yetkisi yoktur.
İnsanın “inandığı gibi” yaşaması,
inancına aykırı olan şeye eleştiri, îtirâz ve isyanda bulunmasını gerektirir.
Aksi-hâlde kişi, “inandığı gibi” yaşamayı bırakır ve “yaşadığı gibi” inanamaya
başlar. Hattâ “yaşadığı gibi” inanmayı ölümüne savunmaya başlar.
İnsanın “kalıcı” eserler bırakması güzel
bir şeydir. Fakat onu kurtaracak olan şey “geride bıraktıkları” değil, “âhirete
yâni ileriye taşıdıkları” olacaktır.
İnsanın “ölüm hakkında düşünmek”ten
başka “ölüm” için yapabileceği hiç-bir şey yoktur.
İnsanın “özgür irâdesi” vardır ama
“sonsuz irâdesi” yoktur. Özgür irâdemiz hem o kadar da özgür değildir, hem de
sonsuz değildir.
İnsanın
“sürekli ilgilendiği şey” hakkındaki yargısı genişler. Sonuçta incelediği şeye,
olduğundan çok daha fazla anlam ve özellik yüklemeye başlar. Oysa bir şey ne
ise odur.
İnsanın
Allah için söyleyebileceği en iyi kelime “düzen”dir. Allah demek “düzen”
demektir. İslâm işte göklerde olduğu gibi yeryüzünde de o muhteşem düzeni ikâme
etmek için vardır.
İnsanın Allah’a olan itaatsizliği ile,
kadının kocasına olan itaatsizliği birbirine paralel gelişir.
İnsanın
başına gelebilecek en büyük dert, “dertsizlik”tir.
İnsanın başına gelebilecek en büyük
felâket, anlamdan kopmasıdır.
İnsanın başına gelen tüm musîbetler
birer imtihandır. Fakat insanın başındaki imtihanların büyük çoğunluğu insanın
ahmaklığından yada şerefsizliğinden dolayıdır.
İnsanın bilgili olup-olmadığı Allah’ın
umurunda bile değildir. Allah, insanın temiz bir kâlple Allah rızâsı için iyi
şeyler (sâlih amel) yapıp-yapmadığına ve bu uğurda ne kadar azimli olduğuna
bakar.
İnsanın bu dünyâdaki rezâleti, isyân
etmeyenler yüzünden olacak.
İnsanın
davranışını belirleyen her-şey bir “din”dir.
İnsanın dîni, en değerli şeyi olduğu
için, en değerli şeyi onun dînidir.
İnsanın
dîni, yaşam-tarzında gözükendir.
İnsanın en büyük mahrûmiyeti, Allah’a,
âhirete, dîne, vahye, peygamberlere, insana ve akrabâlara muhtâç olmama
durumuna gelmesidir.
İnsanın fıtrî ön-bilgisi, “Allah’ın
adıyla okumak”tır.
İnsanın hayvâniyeti,
yeme-içme ve cinselliktir. Oruç işte bunları sınırladığından dolayı, insanı
hayvanlıktan arındırmış olur. Böylece oruçlu insan melek gibi olur.
İnsanın
hem bedeni hem de rûhu olduğu gibi, İslâm’ın da hem bedeni hem de rûhu vardır.
Rûhunu Kur’ân, bedenini ise Sünnet oluşturur.
İnsanın ilahı,
“aşılamaz” olarak gördüğü şeydir.
İnsanın işlediği günahlar, onun
“Dünyâ’da gördüğü cezâlar”ın nedenidir.
İnsanın kafasının örümcek ağı ile
sarılması, internet ağı ile sarılması kadar zararlı değildir. Örümcek ağına
yakalananlar ondan kolayca kurtulabilirlerken, intrenet ağına yakalananların
ondan kurtulmaları çok zor yada pek mümkün değildir.
İnsanın kalitesi derdiyle orantılıdır.
İnsanın kurduğu kentler insanın
günahıdır. Kentlerde yaşamak ise günahının cezâsı.
İnsanın kutsalı ne ise ona göre düşünür,
konuşur ve amel-eylemde bulunur.
İnsanın ne olduğu, hedefinden belli
olur. İnsanın hedefi ne ise, dîni de odur.
İnsanın nefsini ancak yine o insanın
kendisi sınırlayabilir.
İnsanın olduğu yerde -bâtıl yada hak-
mutlakâ bir din vardır.
İnsanın ortaya çıkardığı hiç-bir şey
“evrensel” olamaz.
İnsanın
özgürleşmesi, rûhunun-zihninin özgürleşmesi değilse, “nefsinin
özgürleşmesi”dir.
İnsanın sikine göre hareket etmesi,
haram, günah, ayıp ve suçtur.
İnsanın söz ile bir türlü anlayamadığı
ve ancak 40 yaşından sonra mecbûren farkına varıp iknâ olduğu şey, “görüntünün
çok da önemli olmadığı”dır.
İnsanın tabiat ve insan hakkında
düşüncesinin değişmesi, Allah hakkındaki düşüncesinin değişmesiyle başlar.
Allah hakkındaki düşünmenin değişmesi., tüm her-şey hakkındaki düşüncenin
değişmesine neden olur.
İnsanın târih boyunca yaptığı en büyük
ahmaklık, “Allah’ı hesâba katmamak”tır. Allah’ı hesâba katmamak çok yorar.
İnsanın târih boyunca yaptığı en büyük
ahmaklık, kendisine ilgi gösteren varlık (insan) yerine, ilgi gösterme yetisi
olmayan varlıklara ilgi duymasıdır. Bunun daha da ötesi; bize en çok ilgi
gösteren Allah yerine, bize yeterli ilgiyi göstermeyen insanlara ilgi
duymamızdır.
İnsanın târih boyunca yaptığı en büyük
hatâlardan biri de, insanlara ve varlıklara “Allah’tan daha fazla merhâmet
göstermek”tir. Bu nedenle aşırı merhâmetten her zaman maraz doğar.
İnsanın
ürettiği düşünce, daha çok “insan düşünce” ortaya çıkar.
İnsanın
yiyeceği bir sopa yada aldığı bir yara, şeytanın vesvesini önler. Çünkü sopayı
yiyen insan, onun acısını çekerken şeytanın vesvesesini duyamaz. “Dayak
cennetten çıkmadır” sözünü doğrulayan şeylerden biri de budur.
İnsanlar “akla uygun olana” ve “bilimsel
olana” falan değil, “inanmak istediklerine” inanırlar.
İnsanlar “göğe” bakmayı bırakıp “yere”
bakmaya başlayınca bozulurlar.
İnsanlar
“sâdece Allah’tan” korkmadığında, korkmadığı bir şey kalmaz ve her-şeyden
korkar hâle gelirler.
İnsanlar “sosyâl medyada yüzlerce-binlerce
arkadaşım var” zannediyor, hâlbuki derdini dökecek tek bir dostları bile yoktur.
İnsanlar “yaşayanlar”dan umûdunu kesince,
türbelerden yâni ölülerden medet ummaya başlıyor.
İnsanlar ancak “kul” olduklarında
“köle”likten kurtulurlar.
İnsanlar arasındaki ana sorun,
insanların “iyilik” anlayışlarının farklı olması ve herkesin ve her kesimin kendi iyilik
anlayışına göre hayâtı belirlemesi isteğidir. Oysa iyilik anlayışı Allah’a göre
belirlense ve herkes o anlayışa uysa ortada sorun kalmayacaktır.
İnsanlar arasındaki eşitliği yada
“benzer”liği ancak fakirlik-yoksulluk sağlarken, zenginlik ise alabildiğine
bozar.
İnsanlar
artık “evli-bekâr” diye değil, “ilişkisi var mı yok mu” diye tanımlanıyor.
İnsanlar bilmedikleri bir şeyin yanlış
bir fotoğrafı kendilerine gösterilse, bahsedilen şeyin o olduğuna hemen
inanırlar. Gözleriyle gördüklerine daha çabuk inanırlar.
İnsanlar
boşuna ölümsüzlüğü arıyor. Ölümsüzlüğün yolu şahâdetten geçer.
İnsanlar delicesine yaşamak istiyorlar.
Sanki önemli bir şeyler yapacaklarmış gibi.
İnsanlar doğal-normâl-fıtrî hâllerinden
çıkıp yapaylaşınca, artık yapay-zekâ düşüncesi ortalıkta yoğun olarak dolaşmaya
başladı.
İnsanlar düşüncelerinde ve eylemlerinde
iki şeyden birine dayanırlar; 1-Allah’a (İslâm, Kitap, Peygamber)
2-İnandıkların şeyin kendisine (Yâni şeytan, nefs, tâğut, ideolojiler ve bâtıl)
yâni nefislerine. Çünkü Allah’tan başka gerçek bir dayanak yoktur.
İnsanlar her zaman mevcut hayat-tarzlarına
uygun düşen şeylere inanmışlar ve onların peşinden gitmişlerdir.
İnsanlar hocadan ve kitaplardan çok,
hayattan öğrendiklerine göre düşünürler ve yaşarlar.
İnsanlar içinde en zararsız insan toplulukları,
modern insanın “vahşî ve ilkel” dedikleri insan topluluklarıdır.
İnsanlar ikiye ayrılır. 1-“Dünyâ tapusu”
biriktirenler. 2-“Cennet tapusu” biriktirenler.
İnsanlar ikiye ayrılır. 1-Bedeni
fiyakalı olanlar; 2-Rûhu fiyakalı olanlar. Rûhun fiyakalı olması için “acı
çekmesi” gerekir.
İnsanlar
ikiye ayrılır: 1- Vahyin peşinden gidenler; 2- Nefsinin peşinde sürüklenenler.
İnsanlar ikiye ayrılır: 1-Allah yolunda
olanlar, 2-“Allah olma” yolunda olanlar.
İnsanlar ikiye ayrılır: 1-Bedeninin
ihtiyaçlarını öne alanlar; 2-Rûhunun ihtiyaçlarını öne alanlar.
İnsanlar
ikiye ayrılır: 1-Fiziğine önem verenler. 2-Meta-fiziğe önem verenler.
İnsanlar ikiye ayrılır: 1-Geçimini
“yüklenerek” sağlayanlar; 2-Geçimini “yükleyerek” sağlayanlar.
İnsanlar ikiye ayrılır: 1-Nefsine göre
düşünce ve inanış belirleyenler; 2-İnancına göre düşüncesini ve davranışını
belirleyenler.
İnsanlar ikiye ayrılır: 1-Târih
yapanlar; 2-Târih olanlar.
İnsanlar ikiye ayrılır; 1-Ateşle yolunu
bulanlar, 2-Suyla yolunu bulanlar.
İnsanlar ikiye yarılır. 1-Îtibârını
“hak”tan alanlar. 2-Îtibârını “halk”tan alanlar.
İnsanlar İslâm’ın ve “îman etme”nin ne
demek olduğunu bile bilmiyorlar.
İnsanlar kendilerini “bilmediklerinin
uzmanı” sanıyorlar.
İnsanlar korona korkusu nedeniyle,
ölmemek için “yaşamaktan” vazgeçiyor.
İnsanlar Kur’ân’dan hisse alacaklarına
borsadan hisse alıyorlar.
İnsanlar modernitenin maddî-mânevî
yıkımlarıyla o kadar harâb olmuş ki, uyarı-îkaz anlamında söylenen tek bir
cümle bile onu perişân edebiliyor.
İnsanlar modernizm için ne kadar da çok
fedâkârlık yapıyor.
İnsanlar nefret ettikleri şeyleri
“gereksiz” olarak görürler. Bu bakımdan aslında bir-çok şey gereksizdir. Zîrâ
hemen her-şeyin bir nefret edeni vardır.
İnsanlar ölümü kışın daha fazla düşünür.
Çünkü kış “doğanın ölümü”dür, insanlara ölümü hatırlatır.
İnsanlar târih boyunca konuşmalarını,
“söz ile ve insanlara göre” olmaktan; “yazıya, telgrafa, telefona, televizyona,
bilgisayara, internete ve sosyâl medyaya göre” şeklinde değiştirmiştir. Araçlar
konuşmanın yönünü ve yöntemini belirliyor.
İnsanlar târih boyunca şeytan, nefs ve
tâğutlar tarafından “arzularından ve ihtiraslarından” yakalanmışlar ve
vurulmuşlardır.
İnsanlar Tayyib’e karşı ama “Tayyibizm”i
kana-kana içiyorlar.
İnsanlar üç çeşittir: 1-Zarar edenler, 2-Kârdan
zarar edenler, 3-Kâr edenler.
İnsanlar zillete, âcizliğe ve hakârete
de alışır.
İnsanlar, Allah’a diklendiği kadar başka
hiç-bir şeye diklenmemiştir.
İnsanlar, Allah’ın kurduğu yapıya büyük
zararlar verecek güce hiç-bir zaman ulaşamazlar, fakat insanların yaptıkları
yapıları yıkacak şeyler geliştirebilirler.
İnsanlar, devletler ve sistemler, “küçük
gördüğü ve önemsemediği şeyler” tarafından yıkılır.
İnsanlar, dîni içlerine çekmeden
dışarıya üflemeye çalışıyorlar. Dudak tiryâkisi olmuşlar.
İnsanlar,
düşüncelerine, görüşlerine ve davranışlarına hiç eleştiri ve îtirâz almadıkları
için, düşüncelerinin ve yaptıklarının doğru ve sorunsuz olduğunu zannediyorlar.
İnsanlar; “iddiâlarında sâbit olanlar”
ve “iddiâlarından vazgeçenler” olarak ikiye ayrılır.
İnsanlara “söz ile” bir şeyler anlatmak
ve bir şeyi kabûl ettirmek Dünyâ’nın en zor işi iken; “devlet gücü ve
imkânlarıyla” bir şeyler anlatmak ve bir şeyi kabûl ettirmek Dünyâ’nın en kolay
ve sıradan işidir.
İnsanlara peygamber, vahiy ve dâvetçi gelmese
bile “Allah’ı” bulabilirler, fakat “Hak’kı” bulamazlar.
İnsanlara sürekli olarak “beğenmesi”
(like) telkini yapılıyor. Böylece modern insan artık “beğenmeme”yi unuttu.
Eleştiriyi ve îtirâzı unuttu. İsyân edemiyor.
İnsanları “insan” yapan, biraz da korkuları,
acıları, endişeleri ve umutlarıdır. Psikolojik ilaçlar bu duyguları blôke etmek
üzerine kuruludur. Bu ilaçları kullananlar, irâdelerini kaybetmişlerdir.
İnsanları çürüten şeyler, “işlerine gelen şeyler”dir.
İnsanları doğruya götürecek olan şey teknoloji
değil, teolojidir.
İnsanları en çok rahatsız eden şey,
“hakîkati duymak”tır.
İnsanları
kentlerde toplamanın devlet açısından en büyük yararı, toplu(m) haldeki
insanların daha kolay yönetiliyor oluşudur. Bu nedenle "bölün ki,
yönetileme" sözü söylenmiştir.
İnsanların
“hastalıktan öldü” dedikleri insnaların çoğu aslında ilaçlardan ve tedâviden
dolayı ölüyor.
İnsanların birbirine ihtiyaç
hissetmeyecek hâle getirilmeleri, insanlık için en büyük felâketlerden biridir.
İnsanların büyük çoğunluğu pişmanlıklar
içinde ölür. Huzûr içinde ölenler çok azdır.
İnsanların çoğu, “akıllarını
kullandıklarını” zannededursun, aslında korkularından başka bir şeyi
kullanmıyorlar. Onları korkuları yönlendiriyor ve yönetiyor.
İnsanların çoğu, 40 yaşından sonraki
ömrünü, 40 yaş öncesi yaptığı yanlışların pişmanlığını yaşamakla geçirir.
İnsanların çoğu, aslında “Allah’ın vâr
olduğunu” kabûl etmekten ziyâde, “vâr olmadığını” reddediyor. Allah’ın vâr
olmadığını reddetmek, O’nun vâr olduğuna tam bir îman değildir.
İnsanların
düşünceleri ve davranışları, ya, Allah, din ve inanç tarafından, yada şeytan,
nefs ve tâğutlar tarafından belirlenir.
İnsanların
en büyük yanılgısı, “insanlığın sürekli olarak iyiye ve doğruya doğru gittiğini
zannetmesi”dir.
İnsanların gelecekte 1.000 yıl
yaşayacağına (yapay zekâ-robot) inanan insan, geçmişte 1.000 yıl yaşadığına
(Hz. Nûh) inanamıyor.
İnsanların gerçek
düşünceleri ve zihniyetleri, “söylediklerinden” ziyâde “söylemediklerinde”
saklıdır. Söylemedikleri, söylediklerinden belli olur.
İnsanların içinden “müslümanım”
diyenlerin çoğu, müslümanlıktan çıksalar hayatlarında bir değişiklik olmaz.
Zâten müslüman iken de olmuyordu.
İnsanların İslâm hakkındaki en büyük
yanlışı, “İslâm’ı salt rûhânî bir din” gibi görmektir.
İnsanların kişiler hakkındaki hükümleri,
o kişilerin ne kadar para kazandıklarıyla orantılıdır.
İnsanların târih boyunca sürekli yaptığı
hatâ, “bir yanlıştan benzer bir yanlışa düşmek” olmuştur.
İnsanlık târihi boyunca Allah’ın zâtı
için yapılan düşünce ve araştırmalar alanında bir arpa-boyu bile yol
alınamamıştır, alınamaz.
İnsanlık târihi boyunca üretilen dînî
literatürün %90’ının “hak din” olan İslâm ile alâkası yoktur.
İnsanlık târihi, “kılavuzun ne olacağı
savaşımı”nın târihidir.
İnsanlık târihi, Allah’a karşı, insan
aklının ve insan gönlünün tanrılaştırılmasının târihidir.
İnsanlık târihi, insanın kendini açtığı
çukurdan çıkmak için çabalamasının târihidir.
İnsanlık târihinde “kerâmet” gösteren
tek bir kişi bile olmamıştır. Hiç kimse bir kerâmet gösterisine şâhit olmamıştır.
İnsanlar bâzı normâl olayları a-normâlleştirip “kerâmet” diye aktarmaktadırlar.
Kerâmet bir “ön-yargı”dır. Kerâmet göstermek isteyenler, “kerem sâhibi” yâni
“cömert” olduklarında kerâmet göstermiş olurlar.
İnsanlık târihinde din-merkezli olmayan
bir devlet hiç-bir zaman kurulmadı. Fakat hak-din merkezli bir devlet, târih
boyunca çok az sayıda oldu.
İnsanlık târihinde en büyük düşmanlık,
Allah’a ve peygamberlere yapılmıştır.
İnsanlık târihinde hiç-bir zaman,
modernizmde olduğu oranda; sisteme, ideolojilere, modern-bilime vs.
körü-körüne, câhilce ve ahmakça bir bağlanma olmamıştır. Modernizme olan
bağlılık, târih boyunca yaşanan en yoğun ve körü-körüne olan bağlılık şeklidir.
İnsanlık
târihinde kadın, hiç şimdiki kadar “rezil” olmamıştı.
İnsanlık târihinde kameraya karşı
yapılan şaklabanlık gibi bir şaklabanlık hiç-bir şeye karşı yapılmamıştır.
İnsanlık târihinde körü-körüne, câhilce
ve ahmakça, sisteme bu denli bir bağlanma olmamıştır.
İnsanlık târihinde nefsi tatmin etmek için
tüketilen enerji miktârı, başka hiç-bir şey için kullanılmamıştır.
İnsanlık târihinde peygamberlerden başka
olağan-üstü şeyler gösteren (mûcize, kerâmet, büyü vs.) hiç kimse olmamıştır.
İnsanlık târihindeki en
ağır düşmanlık, tek hak din olan İslâm’a karşı yapılmıştır.
İnsanlık târihinin en ağır köleliği,
“matematiksel kölelik”tir. Matematiğin köleleri, efendileri olan matematiğe en
küçük bir îtirazda dâhi bulunamazlar.
İnsanlık târihinin en büyük yanlışı-günahı-felâketi,
liberâlizm adına “insanı sınırsızca serbest bırakmak” olmuştur.
İnsanoğlu ilk kez modernite ile birlikte bu
derece pervâsızlaşmıştır.
İnsanoğlu, tüm teoriler ve meseleler
için en-nihâyetinde -hak yada bâtıl- bir inanca dayanmak zorundadır. Zîrâ
her-şeyin en doğrusunu sâdece Allah bilir.
İnternetin hızı ve sınırsızlığı
arttıkça, ahlâksızlığın hızı ve sınırsızlığı da artar.
İslâm (yâni Kur’ân ve Peygamber)
“hayâtın istisnâsız her alanına nizam vermek için gönderilmiş bir din”dir. İnsanlık
târihi, bunun kabûlünün yada reddinin savaşımının verildiği târihtir.
İslâm “muhâlefet” demektir, İslâm
“kavga” demektir. İslâm; şeytanla, nefsle ve tâğutla yapılan mücâdeledir.
Müslümanların bir türlü kabûl etmek istemedikleri hakîkat ve apaçık gerçek işte
budur!.
İslâm “tek din” değil, “tek hak din”dir.
İslâm adına hiç-bir sorumluluk almak ve
hiç-bir şey yapmak istemiyorsanız, tasavvufçu olun.
İslâm akıl-dışı bir din değildir, fakat
akıl-üstü bir din’dir.
İslâm aklı ile modern akıl arasındaki
fark vardır. Modern akıl beyne isnât edilirken, İslâm aklı kâlbe isnât edilir.
Bu nedenle modern akıl vicdansızlık üretirken, İslâm aklı ise merhâmet ve
vicdan-merkezlidir.
İslâm
bir “olay”dır. Olay olarak yeryüzünde gerçekleşmesi gerekir. O hâlde “olay” çıkarmak
gerekir.
İslâm bir “rozet” değildir. Meselâ
Atatürk rozeti takınca “Atatürkçü” olunduğu gibi, İslâm rozeti takınca
“müslüman” olunmaz.
İslâm coğrafyasında, yenilgi-yenilgi
büyüyen bir rezâlet var.
İslâm Devleti, halkı, İslâm’ın
emirlerini yerine getirmeye zorlayamaz, fakat kamusal alanda İslâm’ın
yasaklarına uymaya zorlar. Zîrâ İslâm Devleti’nde kamusal alan İslâm’a göre
düzenlenir.
İslâm dışında hiç-bir beşerî
sistemlerde, insanlar yasalar önünde eşit haklara sâhip değillerdir, olamazlar
da.
İslâm dışındaki tüm beşerî sistem,
ideoloji ve yönetim-şekilleri “sen mi yicen ben mi yicem kavgası”dır. Bir tek
İslâm yemeyip yedirir.
İslâm ile bâtıl sistemler arasındaki en
belirgin fark şudur ki; bâtıl sistemler, ortaya çıkardıkları teorilere
yöneltmek için insanları zorlarken, İslâm ise, teorilerini ve önerilerini,
insanın doğal, normâl ve fıtrî yapısına uygun şekilde ortaya koyar.
İslâm ilim ile başlayıp ilim ile biten
bir din değildir.
İslâm kelimesi “barış” anlamına gelir.
Bu barış sâdece, insanın iç-âleminde yaşanacak bir barış değil, dış-âlemde de
yaşanması gereken bir barıştır. O hâlde İslâm, “tüm Dünyâ’nın barışı ile”
ilgilenen bir din’dir.
İslâm konusunda insanların ne düşündüğü
ve ne dediği değil, Kur’ân’ın ne dediği önemlidir. İslâm bir “anket dîni”
değildir.
İslâm mevcuda karşı
aykırılıkla gelir. Gönderilmiş tüm peygamberler sisteme ve mevcuda aykırı
söylem ve eylemlerde bulunmuşlardır. Onlara karşı olunmasının nedeni budur.
İslâm’ın özünde vardır bu aykırılık. Çünkü İslâm, “şeytan ve nefsi merkeze
almak” yerine “Allah’ı, dîni ve vahyi merkeze almayı hâkim kılmak savaşımı”dır.
İşte bu aykırılık moderniteye karşı da gösterilmelidir. Zîrâ İslâm, tüm
Allahsızlıklar gibi Allahsız modeniteye de aykırıdır.
İslâm müslümanlar üzerinden değil Kur’ân
ve Sünnet üzerinden değerlendirilir.
İslâm sâdece gönüllere hitâp eden bir
din değildir. Gönüller gönüllü olarak İslâm’ı kabûl etmelidir. Fakat hayâtın
diğer alanlarında, zor kullanarak itaat altına alma vardır.
İslâm sâdece iç-âlemlere nizam veren bir
din değildir. İslâm, bir devlet ve toplum nizâmıdır.
İslâm sâdece mânâya değil, maddeye de
hâkim olmayı hedefleyen bir din’dir. Zîrâ ikisine birden hâkim olmadığında,
ikisi birden yozlaşır.
İslâm siyasete âlet edilemez diyenler,
bâtıl dinler olan; lâik, seküler, demokratik, komünist, sosyâlist, kapitâlist,
feminist, sapık modern dinleri siyâsete âlet etmekte bir sakınca görmezler.
Evet; İslâm siyâsete âlet edilemez. Çünkü siyâset “İslâm’ın âleti”dir.
İslâm
söz ve amel bütünlüğüdür. Sözünü söylemesi için bir yere ihtiyâcı olduğu gibi,
amelini göstermesi için de bir yere ihtiyacı vardır. İslâm Devleti isteği bunun
içindir.
İslâm târihi boyunca müslümanlar,
enerjilerini, “Kur’ân’a ve Sünnet’e uymak” yerine, “Kur’ân’a ve Sünnet’e
uymamak” bağlamında boşluklar aramakla harcamışlardır. “Nasıl uygulasak”
yerine, “nasıl yapsak da uygulamasak”ın derdine düşmüşlerdir.
İslâm târihi, “insan târihi”dir.
İslâm ve Modernizm, “apayrı birer
din”dir. Bu nedenle bir müslümanın aynı-zamanda modern de olması imkânsızdır.
Hem müslüman hem de modern olmak, aslında “hem modern hem de münâfık olmak”
demektir.
İslâm ve yozlaşma süreci her zaman şu
şekilde işlemiştir: Vahiy, peygamber, İslam’ın hâkimiyeti (yada çabası),
uydurmalar, zırvalıklar, doğaya dönüş, pozitivizm, deizm, ateizm, materyalizm,
şeytanizm, şirk, küfür, adâletsizlik, ahlâksızlık, rezâlet, ölüm ve
cehennem.
İslâm yoksa insan da yoktur. İslâm demek
rûh demektir. Rûh olmayınca geride hayvandan başkası kalmaz.
İslâm, “Dünyâ-nefs yerine İslâm’ın
merkeze alınması”dır.
İslâm, “kuru îman dîni” değildir.
İslâm,
“özerk” yaşanabilecek bir din değildir.
İslâm, “salt bir îman ve ibâdet dîni”
değil, “îman, ibâdet ve hayatı İslâm’a göre düzenleme dîni”dir.
İslâm, “sos” değil, “yemeğin
kendisi”dir.
İslâm, “tedâvi edilmesi gereken bir
hastalık” değildir. Tedâvi edilmesi gereken şey, insanların nefisleridir.
İslâm, “zayıf olanı gözetmeyi”
mü’minlere ve İslâm Devleti’ne “sorumluluk-takvâ” olarak yüklerken; modernite,
“zayıf olanların sömürülmesi ideolojisi”dir.
İslâm, -adı üstünde- bir “barış
dîni”dir. Fakat bu barış, “İslâm’ın şartlarında olan barış”tır.
İslâm, batı’ya karşıdır. Zîrâ çatışmasız
yapamayan batı, İslâm’ı çatışma alanı olarak seçmiştir. Bir direniş gördüğünde
de İslâm’ı “çatışmacı” olarak görmektedir.
İslâm, bir “masal dünyâsı” olmadığı
gibi, İslâm ülkesi de bir “masal diyârı” değildir.
İslâm, bir devlet ve yönetim-şeklidir.
İslâm, dâvet ile başlar, devlet ile
devâm eder. İslâm, Mekke’de “dâvet”, Medîne’de “devlet” şeklinde tezâhür
etmiştir.
İslâm,
hiç-bir sistemin alt-sistemi değildir, olamaz. İslâm en ileri derecedeki
üst-sistemdir. Böyle olduğu için de “İslâm’a uymak yada uymamak” durumu vardır.
İslâm, ilim-amel bütünlüğüdür.
Müslümanların bir türlü sağlayamadığı şey budur.
İslâm, insanı aklına göre değil, takvâya
göre değerlendirir. “Üstün” olanlar, modern dünyâda olduğu gibi “çok akıllı
olanlar” değil, “takvâlı olanlar”dır.
İslâm, îtirâz (lâ/hayır) ile başlayan
bir dindir. Bu îtirâz daha sonra isyâna dönmüştür.
İslâm, kişinin sosyo-kültürel,
sosyo-psikolojik ve sosyo-ekonomik durumunu değiştirmiyorsa, o kişinin îmânı
“ucundan-kıyısından îman etmek” şeklinde olur.
İslâm, Kitap’ta durduğu gibi durmaz.
İslâm, köle âzâd etmeyi yâni köleliği
kaldırmayı ibâdet olarak getirmiş ve uygulamış olan bir dindir.
İslâm, köleliği bir-anda kaldırmak
yoluna gitmemiştir. Çünkü böyle bir şey toplumsal bozulmaya dönerdi. Fakat
zamanla köleliğin kalkması için sistemi kurmuştur. Kölelik zâten zamanla
işçiliğe dönmüştür. Modern zamanlarda da kölelik kalkmamıştır, “işçilik”e
dönmüştür.
İslâm, Kur’ân’ın yasama ve yargı,
Sünneti’n ise “yürütme” olduğu sistemin adıdır.
İslâm, nereye çekerseniz oraya gidecek
bir din değildir.
İslâm, seküler pencereden bakıldığında
sıkıcıdır. O sıkıcılığı göze alamayanlar hakkıyla mü’minlik yapamazlar.
İslâm,
şeytânî zekâların sorularına cevap verme dîni değildir.
İslâm, tek orijinâl din’dir.
İslâm; “Kur’ân ne diyorsa o”, “Peygamber
nasıl yaptıysa öyle”dir. Kur’ân’ı emrettiğine ve Peygamberimiz’in örekliğine
göre İslâm’ı yaşamak zor gelince, mistisizm, bâtınîlik, tasavvuf, alevilik,
modernlik ve türevleri ortaya çıkmıştır. Bunlar -sözde- işin kabuğuyla-dışıyla
değil de “özüyle-içiyle ilgililermiş.
İslâm;
şeytana, tâğuta ve nefse bir “dur” deme dînidir.
İslâm’a dâhil olmuşsanız şunu iyi bilin
ki, “istediğiniz gibi yaşamanız” ve “istediğiniz kadar kullanmanız” yasaktır.
İslâm’a göre toprağın kullanım hakkı,
ona alın-teri karışan kişinindir. Toprak, kimin emeği geçiyorsa onundur.
İslâm’a göre tüm varlık “beşer için”dir
ama adâlet ve eşitlik “beşerîlik” ile sağlanamaz. Çünkü beşerî olunca “tüm
beşer için” olmaz.
İslâm’a göre yaşamak
istememek, “nefse göre yaşayamamak korkusu”ndan kaynaklanır.
İslâm’a inanmak, “İslâm’ın hâkim
olabileceğine inanmak” demektir.
İslâm’a uymak “doğaya uyum sağlamak” demektir.
Doğaya uyum sağlamak, kevnî âyetlere uyum sağlamak, kevnî âyetlere uyum sağlamak
ise vahyî âyetlere uyum sağlamak demektir.
İslâm’da “açılım”
yoktur. Zîrâ İslâm, söylediğinden vazgeçmez.
İslâm’da “akıl-vahiy birlikteliği”
yoktuır. İslâm’da akıl, vahyin kontrôlünde ve yönlendirmesinde olmak
zorundadır.
İslâm’da “aşırıya kaçmak” normâldir.
Zîrâ Kur’ân “aşırı”dır.
İslâm’da “hüküm koymak”, sâdece vahiy
ile hükmü söylemek-bildirmek” demek değil, “hükmü, Peygamber ile uygulamada da
göstermek”tir. İşte ancak o zaman hüküm tam anlamıyla konmuş olur.
İslâm’da “özel eğitim” yoktur. Zîrâ,
odaklandığında herkesin idrâk edebileceği bir söylemi ve eylemi vardır
İslâm’ın.
İslâm’da bilmek, uygulanmayla
tamamlanır. Uygulanmayan şey tam olarak bilinmiş olmaz.
İslâm’da bozulan yeminin cezâsı üç gün
oruçtur. Fakat bu cezâ, bozulan “Hipokrat Yemini”ninde yoktur.
İslâm’da hiç-bir ibâdet diğer bir
ibâdeti iptâl etmez-edemez.
İslâm’da kişinin “ölüm günü” (senesi)
anması olmadığı gibi, “doğum günü” kutlaması da yoktur.
İslâm’da nikâhsız evlilik ve cinsellik
yoktur. Nikâhın olduğu yerde ise mutlakâ “evlilik” var demektir. Evliliğin
olduğu yerde ise câriyelik olmaz.
İslâm’da tek seçim “peygamber seçimi”dir
ki bu seçimi Allah yapar.
İslâm’da, bâzı yararları olsa da, “zarârı
daha çok olan şeyden uzak durmak” esastır.
İslâm’dan “hurâfeleri temizleme
çalışmaları” İslâm’ın hatırına ve hakîkati ortaya koymak adına değil,
modernizmin hatırına yapılmaktadır. Amaç, “modernizme uymayan” şeyleri
silmektir, “İslâm’a uymayan” şeyleri silmek değil.
İslâm’dan vazgeçerseniz,
müslümanlığınızı kaybetmiş olursunuz.
İslâm’dan ve gaybtan kuşku duymaya
“cesâret” edebilenler, niçin moderniteden kuşku duymaya cesâret edemiyor?.
İslâm’ı akla-rasyonâliteye indirgemek,
İslâm’ı dinden bilime çevirmek demektir.
İslâm’ı bilmeyenler, müslümanların yoğun
bir zâhitlikle uğraşmaktan başka bir şey yapmamaları gerektiğini düşünürler. Bu
zannın arkasında, zâhitlikle kendini açığa çıkaran tasavvuf zihniyeti ve modeli
vardır.
İslâm’ı hayâta hâkim olmaktan alıkoyan
şey, İslâm’ı cüzlerine indirgemektir.
İslâm’ı ibâdetten ibâret görenler,
ibâdet ettikten sonra her günahı kolayca işleyebilmekte, her kötülüğü hiç
çekinmeden yapabilmektedirler.
İslâm’ı kabûl etmek, “Allah’ım beni
imtihan et” demektir.
İslâm’ın
“özü” ile “kabuğu” arasında fark olmaz. O yüzden “İslâm’ın özü” diye bir şey
yoktur. İslâm bir bütündür ve neyse odur.
İslâm’ın âyetleri temporâl yâni geçici,
zamansal âyetler değildir.
İslâm’ın bahsettiği akıl ile modernizmin
bahsettiği akıl farklıdır. İslâm’ın bahsettiği akıl kâlbe dayanırken (akleden
kâlp), modernizmin bahsettiği akıl beyne (pozitivizm) dayanır.
İslâm’ın
başka-başka yolları yoktur. İslâm’ın tek bir yolu vardır, o da; Kur’ân ve
Sünnet yoludur.
İslâm’ın
gerçek idrâki, ancak hayâta hâkim olduğunda tezâhür eder.
İslâm’ın hâkim olduğu bir Dünyâ’da
insanlar ya “isteyerek” müslüman olurlar, yada “istemeyerek” zımmî olurlar.
İslâm’ın hâkim olmadığı bir Dünyâ,
“Dünyâ’yı kim sömürecek ve kim semirecek” savaşımıdır.
İslâm’ın hâkim olmadığı bir ortamda
“İslâmî bir ütopya” düşleyebilirsiniz. Fakat şunu unutmayın ki İslâm bir ütopya
değildir.
İslâm’ın hükümleri, hepsi birden
uygulandığında ancak tam bir sonuç verir.
İslâm’ın
isteği şudur: Gökleri, Dünyâ’da tabiatı, hayvanâtı hattâ insanın fizîki
yapısını nasıl ki “sâdece O” düzenleyip idâre ediyorsa; insanlar arasındaki
sosyâl hayâtı, ekonomiyi ve siyâseti de “sâdece O” belirlesin ve düzenlesin”.
Bütün gürültü bu istekten dolayı kopuyor.
İslâm’ın muhteşem örnekliği,
peygamberlerin ve Peygamberimiz’in vahyin-Kur’ân’ın kazandırmış olduğu bilinç
ile amel-eyleme geçen “güzel örneklikleri” ile açığa çıkar.
İslâm’ın, beşer-merkezli olanlardan
farkı, “kurtarma”yı, “kurtulmaktan sonra kurtarmak” şeklinde yapmasıdır.
İslâm’sız Dünyâ’nın bir sonraki aşaması,
“insansız Dünyâ”dır. Zîrâ İslâm’sızlık “insans”ızlıktır.
İslâmafobi “İslâm korkusu” değil, “İslâm
nefreti”dir.
İslâmcılık karşıtlarının İslâmcılığı
eleştirmelerinin nedeni, hayatlarında hiç “İslâmcı” görmemiş olmalarıdır.
İslâm-dışı siyâsetin yaptığı şey “insan
besiciliği”dir. İhtiyaç oldukça beslediklerini sağar yada kesip yer.
İslâmî yönde değişmiyorsanız, İslâm’ın o
mesajını ya anlayamamış yada “kabûl edemiyorsunuz” demektir.
İslâmî yönetim hâricindeki
yönetim-şekilleri, birer “saltanat mücâdeleleri”dir. Buna demokrasi de
dâhildir.
İsrâf
etmek, terbiyesizleştirir.
İsyân
çıkarmayanlar, nisyân ile cezâlandırılırlar.
İsyân etmek için çok neden var.
İsyân etmeyenler, “insan” olamazlar.
İsyân,
zulmün-mazlûmiyetin çoğaldığı yerden çıkar.
İşi kaybetmek “rızkı kaybetmek” anlamına
gelmez. Zîrâ rızkı veren Allah’tır.
İşi
yapanlar, “daha akıllı olanlar” değil, “daha becerikli olanlar”dır.
İşinize gelen şeyler dîninizdir. Hak din
ise, (“imtihan”dan dolayı) işinize gelmeyen şeylerden oluşur.
İşsizler, “yedek işçiler”dir.
İşsizlik, mutlakâ “kalifiyeli eleman”
açığını da yanında getirir.
İyi doktor, “bilinçli hastalarla
karşılaşan” doktordur.
İyi hayat yaşamak, “daha çok
tüketebilmek”le olan bir şey değildir.
İyi insan olabilmek için “kötülük
yapmamak” yetmez, “kötülükleri kaldırmak için çalışmak” da gerekir.
İyi insanlar
ikiye ayrılır: 1-Bir-çok kişiye iyi insanlar; 2-“Kendine iyi” insanlar.
İyi
insanlar kente ayak uyduramazlar. Bu nedenle kente ayak uydurabilenlerde biraz
yavşaklık vardır.
İyi, vahyin “iyi” dediğidir, “daha
fazla” “daha iyi” demek değildir.
İyilik
fedâkârlıktır.
Kabûl etmeyeceğiniz yada en kısa zamanda
unutup gideceğiniz şeyleri okumanın yada dinlemenin bir yarârı yoktur.
Kader
“ateşin yakması”dır, “ateşin çıkması” değil.
Kader bilgisizliğin konusu olabilir ama
gaybın konusu değildir.
Kadın “görünür” oldukça İslâm “görünmez”
olur. İslâm medeniyetinde kadın çok da fazla görünmez. Kadının;
başörtüsü-cilbab, bahçe ve ev olarak üç farklı tesettürü vardır. İslam
medeniyetinde kadın bu üç tesettürün ardındadır.
Kadın için “yeterli” bir para Dünyâ’da
yoktur.
Kadın ne kadar görünür ve “gösterir”
olursa, İslâm o kadar az görünür ve gösterilir olur.
Kadın, evden dışarıya adımını attığı anda ya eziyet
eder yada eziyet görür.
Kadının aşırı övülmesi ve yüceltilmesi “şiir”
ile başlamıştır.
Kadının
erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığının delîli, kadının, erkeğin koluna girip
kaburgasına-kaburgasına sokulmasıdır. Geldiği yer onu çekiyor.
Kadının ev-dışında çalışmak için ne
zamânı, ne dermânı, ne de fermânı vardır.
Kadının işyeri evidir.
Kadınlar
boş kaldığında çenesine vurur. O yüzden sürekli olarak bir şeylerle meşgûl
olmaları gerekir. Fakat bu meşgûliyet ev-dışında değil, ev-içinde olursa sorun
çıkmaz.
Kadınlar fedâkârlıklarından dolayı
işlerini “ölümüne” yaparlar. “Kadın Çalışmalı” yaygarasının arka-plânında bu
var.
Kadınlar hem “güçlü erkek” isterler hem
de şiddet görmek istemezler.
Kadınlar ve kızlar “dişi” olma
bakımından aynıdırlar ve hepsi de aynı özellikleri gösterirler. Aralarındaki
bilgi, makam, ekonomik fark ve kariyer, “aynı davranışta bulunma”yı
değiştirmez.
Kadınların “peçe”si ile uğraşacağınıza,
emperyâlizmin “pençe”si ile uğraşın.
Kadınların işleri hiç bitmez. Çünkü
konuşmaktan iş yapmaya sıra gelmez.
Kadim sorun, “insanı ve toplumu, -doğayı
olduğu gibi- Allah mı yönetecek, yoksa insan/beşer mi yönetecek” sorunudur.
Kâfirler, müşrikler, münâfıklar,
ahlâksızlar vs. kendileri gibi olmayanlardan nefret eder.
Kâfirlerin ve müşriklerin, kurdukları
bâtıl ve sapık yolda kararlı oldukları gibi, biz de hak yolunda onlar kadar
kararlı olamıyoruz.
Kâfirlerle, müşriklerle, gayr-ı İslâmî
sistemlerle ve düşüncelerle ortak bir zeminde buluşmak şirktir, küfürdür,
cehâlettir.
Kâinâtı matematiğe indirgemek, onu
ruhsuzlaştırmaktır.
Kâinâtın, Dünyâ’nın, insanın ve tüm
varlığın belli ve sınırlı harekete ve değişkenliğe sâhip bir formatı vardır. Bu
nedenle varlıktan, sonsuz ve sınırsız bir hâl ve hareket gözlemlenmez ve
beklenmez. Ne olacağı, “olmuş” ve “olmakta olan”a bakılarak anlaşılabilir. O
hâlde Kur’ân da, târih boyunca benzer şekilde olmuş ve olmakta olan hakkında
konuşan bir kitaptır. Yoksa varlıkta hiç bilmeyeceğimiz ve Kur’ân’ın açıklamakta
çâresiz kalacağı bir durum ortaya çıkmayacaktır. Bundan sâdece modernizm müstesnâdır.
Zîrâ modernite, doğal, normâl ve fıtrî yoldan bir sapmadır.
Kâinatta hiç-bir şey kendisi için
yaşamaz.
Kâinatta -insan ve hayvandan başka-
bencil olan bir varlık yoktur.
Kalıcı din, düşünce, felsefe ve
ideolojiler, eleştirellik içerenlerdir.
Kalite, insanın yaptığı şeye ne kadar
rûh katabildiği ile ilgilidir.
Kâlpler gerçek anlamda ne
malla-mülkle-parayla, ne de makamla-kadınla tatmin bulur. Kâlpler ancak ve
ancak Allah’ın zikriyle; yâni ilim, amel ve eylem bütünlüğü ile tatmin bulur.
Kâlpler İslâm’la ve “helâl” ile tatmin
olmayınca, nefisler Dünyâ ve “haram” ile tatmin olmak isterler.
Kanser; “yapılması gereken” işleri
yapmayıp da “yapılmaması gereken” işleri yapmaya başlayan hücreler nedeniyle
ortaya çıkar.
Kapitâlizm “huzûr İslâm’dadır” sözünün
yerine “para var huzur var” sözünü koymuştur. Fakat bir türlü huzûra
erememiştir.
Kapitâlizm, “kendi emeği ile geçinmek”
yerine, “başkasının emeği üzerinden geçinmek” zulmüdür.
Karanlık orta-çağ, karanlık modern çağ
kadar “karanlık” değildir.
Kardeşlik
sohbeti “kardeşlik” değildir. Kardeşlik bilgisi ve sohbeti kardeşlik değildir.
Karşınızda îtirâz eden bir kişi yoksa,
gittiğiniz yolun “doğru” olduğunu zannedersiniz.
Karşısındaki
kişiyi, kendisine karşı ezik-büzük davranmadığı için, onu “çok kibirli” ve
“aşırı egolu” görenler kibrin ve egonun timsâlidirler.
Kavimlere
gelen azaplar, tabiatın devrimleridir.
Kavmiyetçilik, sınırlanmaktır.
Kaybedecek şeyleri olanlar, kaybederler.
Kedi kendini ne kadar şişirirse-şişirsin
aslan olamaz.
Kendi
içtihadlarını yap(a)mayanlar, mecbûren başkalarının içtihadlarını kânun
yaparlar. İlginç olan ise; yaptıkları o kânunlara bir-zaman sonra taparcasına
inanmalarıdır.
Kendi
plânlarınız olmazsa, ömrünüzü başkalarının plânlarını çözmekle geçirirsiniz.
Plânın birini tam “çözdüm” dediğinizde, karşı taraf yeni bir plân yapmıştır
bile.
Kendilerini amel-eylem anlamında
değiştirmek istemeyenler, hep aynı muhabbetleri yaparlar.
Kendine “müslümanım” diyen biri,
İslâm’ın yasakladıkları şeylerden birini yapmışsa, bunu “müslüman” olarak
yapmış olamaz.
Kendine iyi bakamazsın, o yüzden sen
iyisi mi “Allah’a emânet ol”.
Kendini bilen insanlar, bilgileriyle
değil, olgun sözleriyle ve olgun davranışlarında açığa çıkar. Davranışa
yansımayan bilgi, kişiyi “çiğ”likten kurtaramaz.
Kendini dînin yerine ikâme eden bilimi,
Dîni anlamak için yegâne yol olarak görmek, ahmaklığın daniskasıdır.
Kendini modernizm ile sınırlama!.
Kendini/kendilerini paralayan
birisi/birileri olmadıkça Dünyâ ve insanlık, maddi yada mânevî olarak olumlu
anlamda değişmez. İşte bu yüzden mesele, “kendini paralayacak birilerinin
olması yada olmaması” meselesidir. Îman etmek, “Allah rızâsı için paralanmayı
göze alabilmek” demektir.
Kendiniz yapmayacağınız şeyi başkasından
beklemeyin.
Kendinizi
iyi hissetmiyorken birisi size “seni iyi gördüm” diyorsa, durumunuzdan
şüphelenin!.
Kendinizi
neye bağlı sayıyor ve neye âit hissediyorsanız, dîn olarak da ona bağlısınız
demektir.
Kendisi
için imkânsız gördüğü kötü bir şeyi başkası için mümkün görmek, ağır bir kibir
ve bencillik hâlidir.
Kendisindeki
gücü istismâr etmeyecek tek güç Allah’tır.
Kente yaklaşıldıkça, dinden uzaklaşılır.
Kentlerde-köylerde normâl günde
giyimine-kuşamına dikkat eden kadınlar-kızlar, denize ve düğüne gittiğinde
açılıp-saçılmaya başlıyorlar.
Kentte kendinize yüksek hedefler
koyarsanız, köydeki küçük hedeflerinizden vazgeçmeniz gerekir.
Kerâmet
göstermek isteyenler, kerem (cömert) sâhibi olsunlar.
Kılıç kullanmaktan bahsetmeyen din “hak
din” değildir.
Kılık-kıyâfet
devrimi, tesettüre yapılmış bir saldırıdır.
Kırmızı ışıkta âni fren yaparak duran
fakat Allah’ın “dur” dediği yerde durmayan insanlar ortaya çıktı.
Kırsal yerler insanları kabalaştırırken,
kentler ise şerefsizleştirir.
Kıyâm
etmeyenler, “kıyâmet” ile cezâlandırılırlar.
Kıyâma
durmadan kıvâma erilemez.
Kıyâmet gelmeden önce kıyâm et!. Ya
kıyâm et, ya kıyâmet.
Kıyâmetin
alâmeti, kıyâmetin kendisidir. O bir-anda gelir.
Kızlar için; “çalışın da hayâtınızı
kurtarın” sözü yanlıştır. Doğrusu şudur: “Ey kızlar!; çalışıp da hayâtınızı
karartmayın”.
Kibir,
durduğu yerde durmaz. Kibrin varacağı en uç yer, “Allah’lık iddiâsı”dır.
Kibrin sıfırlandığı hâl, “secde
hâli”dir.
Kilisenin bilim-adamlarına olan
düşmanlığı ve engizisyon mahkemelerini kurması, o bilim-adamlarının bilgiyi
müslümanlardan almış olduğundan dolayıdır.
Kime borçluysanız ona kul olursunuz. Mü’minlik
“sâdece Allah’a borçlu olmak” demektir.
Kimi örnek alıyorsanız, onun
dînindensiniz demektir.
Kimi taklit ediyorsanız ona
yenilmişsinizdir.
Kiminle içli-dışlı olursanız, kâpleriniz
onlara benzer.
Kimseye
muhtâç olmak istemeyenler, herkesin kendilerine muhtâç olmalarını
isteyenlerdir.
Kimseyi “dost” edinemeyenler,
psikologların “kanki”leri olurlar.
Kişi, devamlı yapmadığı şeyin ustası
olamaz.
Kişi,
öleceğinin farkına varır ama öldüğünün farkına varamaz.
Kişinin
kim ve ne olduğu, söylemediklerinde gizlidir.
Kişinin, oturduğu yerden “başkasının
yanlışını söyleme” hakkı yoktur. Daha iyisini yapmayanlar, daha kötüsünü
eleştiremezler.
Kişiyi kötü olmaktan gerçekten
engelleyecek şey, “devlete hesap vermek” değil, “Allah’a hesap vermek”
korkusudur.
Kitleler,
gerçek anlamını bilmedikleri şeylerin peşine düşerler.
Kitleleri sâdece tebliğ ve dâvet ile
iknâ etmek ve kazanmak imkânsız bir şeydir.
Klâsik bilim yada tümdengelimde bilim,
zâten ne olduğu belli olan şeyin işleyişini araştırdığı için alâkasız bir yere
varmazken, modern bilim yâni tümevarım ise, ille de yeni ispatlar araken aşırı
incelemeye tabi tuttuğu şeyi, olduğu gibi olmaktan ayırdı. Aşırı incelenen şey
o olmaktan çıkar.
Klâsik
çalışma biçimi, “herkesin kendi kazancı için” olan çalışma biçimiydi; modern
çalışma şeklinde ise “başkasının kazanması için çalışmak” vardır. İnsanları
buna nasıl da râzı ettiler..
Klâsik dönemde konjonktüre paralel hadis
uydurmak ne ise, modern dönemde konjonktüre paralel modern âyet yorumları
yapmak odur.
Klâsik Yunanlılar için “eski Yunan”
derler. Hâlbuki “eski Yunan” diye bir şey yoktur, sâdece “Yunan” vardır. Çünkü
“yeni Yunan” yoktur. Yunanistan, toplama bir devlettir.
Klip, müziği-melodiyi blôke eder.
Kolay
elde edilen fazla zevk vermez. Zor ve riskli olanlar daha çok tatmin edicidir.
Ayrıca değeri bilinir.
Koltuk
sevdâsıyla kör olanlar, babaları dâhil hiç kimseyi tanımazlar.
Korktuğunuz şeyle yüzleştiğinizde, o şeyin aslında o kadar da
korkulacak bir şey olmadığını görürsünüz.
Korku filmi izlerken korkmak
istemiyorsanız, filmin sesini kapatın.
Korku,
sevgiden daha öndedir. Zîrâ Dünyâ cennet değildir ve Dünyâ “imtihan
dünyâsı”dır. İmtihanın olduğu yerde bir ürrkeklik olur ve sevgi daha siliktir.
Yine, korku sevgiye göre daha etkileyicidir. Fıtratı daha çok etkileyen şey
sevgiden ziyâde korkudur. İnsana; “anne-babanı, eşini ve çocuklarını yâni
âileni, evini-arabanı ve sevdiğin her-şeyi sevme duygun mu?, yoksa onları
kaybetme korkun mu daha fazla?” diye sorulsa, elbette kaybetme korkusu daha
ağır basar. Dünyâ’nın formatı böyledir ve bu durum sevginin üstün olduğu
cenneti farklı ve anlamlı kılar. Dünyâ’da ise insan, bildikçe yâni âlim oldukça
Allah’tan daha çok korkar. Çünkü Allah’tan en çok korkanlar âlimlerdir.
Korona bir “porno”dur. Porno “bir şeye
odaklanmak, o şeyi aşırı öne çıkarmak” demektir. Meselâ normâlde dönüp
bakmayacağınız diz-altı bacak görüntüsüne, eğer kamera bacağa odaklanırsa o
görülen şey tahrik edici ve erotik-porno olur. İşte korona da “aşırı
gösterim”de olan tshrik edici pornografik bir virüstür. Yoksa normâl influenza
virüsünden daha riskli ve tehlikeli değildir.
Korona bir virüs salgını değil, “korku
salgını”dır.
Korona ile mücâdele için 6-7 aydır
aşı-ilaç bulma çalışmaları yerine Allah’a duâ edilip yakarılsaydı daha olumlu
sonuçlar alınırdı. Zîrâ bir arpa-boyu bile yol alınamamıştır.
Korona nedeniyle maske takmak, “maske”
üstüne maske takmaktır. Zîrâ modern insan kendi olamadığı için zâten her dâim
maskelidir.
Korona ve sosyâl mesâfe, aslında muhâtap
olmaya gerek olmayan insanları belli etmiştir.
Korona-virüs
bize, ihtiraslarımızın ihtiyaçlarımız olmadığını gösterdi.
Korona-virüs göstermiştir
ki, şerrin yayılması, hayrın yayılmasından çok daha hızlı oluyor.
Korona-virüs
ile birlikte insanların en çok neyden korktuğu ortaya çıktı. İnsanlar
“ölüm-ötesi”nden değil, “ölmekten” korkuyorlar. Ölmemek için her-şeyden
vazgeçebiliyorlar.
Korona-virüs
ile birlikte salgınların ilkellikle bir alâkasının olmadığı anlaşılmıştır.
Beton, asfalt ve hijyen korona-virüsü önleyememiştir ve insanlar kırsal
alanlara kaçmaktadır. Böylece modernizmin bir teorisi daha çökmüştür.
Korona-virüs nice modern teorileri
çürüttü.
Korona-virüs olayı ile birlikte, modern aklın
ortaya koyduğu bilim ve teknolojinin, bir abdest kadar bile gücünün olmadığı
anlaşılmıştır.
Korona-virüs olayı,
aklını kutsamış olan modern insanın aslında ne kadar da aptal olduğunu ortaya
koymuştur.
Korona-virüs
salgını, bir nevî “kıyâmet provası” gibidir.
Korona-virüs,
modern insanın üç tanrısını yıktı: Akıl, para, modern-bilim ve teknoloji.
Korona-virüs’ün
tüm Dünyâ’yı etkileyen bir salgın hâline gelmesi, tüm Dünyâ’nın sapkın hâle
gelmesinden ve sapmış olmasından dolayıdır.
Korona-virüsten
en çok etkilenenler, emperyâlizmi en yoğun kullananlardır.
Kozmetik
değişiklikler-değişimler, gerçek değişiklikler-değişimler değildir.
Kozmetik, “yüzü örtmek”
anlamında “küfür”dür.
Kök olma filiz ol. Kök karanlığa, filiz aydınlığa doğru
gider. Karanlığı değil, aydınlığı seç.
Köle, borcunu ödeyemeyen ve alacaklısına
esir olan kişidir.
Köle, kölelikten kurtulamayacak olduktan
sonra, kölenin efendisinin değişmesinin köleye bir faydası olmaz.
Köleliğin klâsik yada modern anlamda
devâm etmesinin en önemli nedenlerinden biri de; Dünyâ’nın bir bölgesindeki
kölelerin, kendilerini, Dünyâ’nın diğer bölgesindeki kölelerden üstün
görmesidir. Meselâ Batı’nın köleleri, kendilerini, Doğu’nun kölelerinden üstün
görmektedirler. “Profesyonel kölelik” de bir köleliktir.
Kölelik sisteminde köle sâhipleri kölelerinin
ihtiyaçlarını “asgarî” seviyede karşılarlardı. Şimdiki “köle” sâhipleri onu
bile yapmıyor.
Köpek,
nerede ulursa ulusun, köpektir.
Körü-körüne
bağlılık, kişiyi, bağlı olduğunun lehine aşırı yoruma zorlar.
Körü-körüne bağlılıklar, bir süre sonra
aynı şeye “körü-körüne düşmanlıklara” dönüşür.
Körü-körünelik olunca göz-ardı etmek
kaçınılmaz olur.
Kötü
fiiller ve kötü insanlar çoğaldıkça, kötü fiiller ve kötü insanlar “kötü”
olmaktan çıkıyor.
Kötü görülen ve gösterilen “radikâl
İslâm” sözü çok absürdtür. Zîrâ İslâm baştan-sona radikâldir.
Kötülükten uzak kalarak “iyi insan”
olunamaz.
Köyden kente göçüş, köylünün kentlerde
“modern sömürüye tabi tutulması projesi”dir.
Krizler
çıkıp üretim ve ekonomi bozuldukça, doğa rahat bir nefes alır.
Krizler,
insanları fakirleştirme-sömürge projesinin gerekçesi olarak ortaya çıkarılır.
Kulluk,
sâdece ibâdetle ilgili konularda değildir. Sosyâl, siyâsal, ekonomik ve hukûki
alanda da “sâdece Allah’a” kulluk yapılmalıdır.
Kur’ân “Allah’ın sözü”dür, “Allah” değildir.
Kur’ân “İslâm’ın aklı”, Sünnet ise
“İslâm’ın akıllı eylemi”dir.
Kur’ân “kâlpler için” bir şifâdır;
zihinleri ise allak-bullak eder, Dünyâ’nın altını üstüne getirir. Zîrâ o “büyük
bir haber (Nebe’)”dir.
Kur’ân “ne yapılacağını” söylerken,
Sünnet “nasıl yapılacağını” gösterir. Buradaki “gösterir” kelimesi önemlidir.
Kur’ân ne yapılacağını söyler ama nasıl yapılacağını gösteremez.
Kur’ân bilim ile ilgili şeylerden
bahsetse de, Kur’ân’ın hedefi ile bilimin hedefi aynı değildir.
Kur’ân bütünlüğünü yâni Mekkî ve Medenî
âyetleri birlikte değerlendirmeyerek sâdece Mekkî âyetlerle ilgilenilmesinin
nedeni, Mekkî âyetlerin yoruma ve farklı anlaşılmaya müsâit
olmasından dolayıdır.
Kur’ân düşmanı olan “Kur’ân’cılar” var.
Kur’ân en çok, “Kur’ân bize yeter” diyenlere
yetmemekte ve onu sürekli aşırı yoruma boğarak tahrif etmektedirler.
Kur’ân
eyleme geçirilmediğinde anlamlandırma sorunu yaşanır. Böylece ilgisiz anlamlar
zihinleri doldurur.
Kur’ân ezelî değilse ebedî de değildir.
Ebedî değilse tüm zamanlar için olamaz. Tüm zamanlar için olmayan şey
“değişebilir” düşüncesi oluşturur.
Kur’ân için “bu zamanda uygulanamaz”
demek, “ben bu mevcut modern hayattan memnunum” demektir.
Kur’ân için önemli olan “Ay’a çıkılması”
değil, insanın “sırât-ı müstakîm üzre olması”dır.
Kur’ân kusursuz bir kitap, içinde
aradığımız her-şey var, insana hem bilgi-bilinç hem de huzûr veren bir kitap,
insanın hayâtını değiştiren kitap… Eee!. Ne olacak şimdi?.
Kur’ân varken, başka yerlerde ve
şeylerde “Allah’ı aramak” sapıklıktır.
Kur’ân ve Sünnet bu zamâna ve mekâna
uygun değilse -ki değildir-, mü’minlere düşen şey, Kur’ân’ı ve Sünnet’i değil,
mekânı, dolayısıyla zamânı değiştirmektir.
Kur’ân
ve Sünnet ile değil de modern-bilim ve teknoloji ile iknâ olanlar, modern-bilim
ve teknolojiyi din yapmışlar demektir.
Kur’ân ve Sünnet yolunun dışındaki
yollar, “İslâmî yaşamdan nasıl kurtulabilirim çabası”dırlar.
Kur’ân ve Sünnet, modern insanın “son
fırsatı”ıdır.
Kur’ân, “ateist”lerle değil,
“ataist”lerle uğraşır.
Kur’ân,
“son kullanma târihi geçmiş” bir Kitap değildir, hiç-bir zaman da olmayacaktır.
“Kâfirler” ne kadar kabûl etmese de..
Kur’ân, “tepeden inme”dir. Çünkü Kur’ân
tepeden inme olduğu için hayâta müdâhildir.
Kur’ân, bilinmekten
ziyâde, uygulanmayı bekleyen bir Kitap’tır.
Kur’ân, İslâm’ın son Peygamberi’ne
indirilen İslâm’ın son vahyidir.
Kur’ân, kendisine takvâ ile yönelmeyeni
saptırıp çarpar. Modern müslümanlar içinde “Kur’ân çarpmış” kişiler ortalığı
doldurmuş durumdadır.
Kur’ân, modernite tarafından engellenip
sınırlandırılabilecek bir Kitap değildir. Kur’ân moderniteyi de aşan bir
Kitap’tır.
Kur’ân, Sünnet, bilim, akıl, mantık vs.
istediğiniz delîli getirin, insanların çoğu yine de mevcut zihniyetlerine,
alışık oldukları şeylere, hayâllerine, arzularına ve çıkarlarına göre hareket
edeceklerdir. O yüzden “güzellikle” olmaz.
Kur’ân; “el” ve “dil” değmeden
hazırlanmıştır.
Kur’ân’a en doğru yaklaşım şekli,
Peygamber’in yaklaştığı gibi yaklaşmaktır.
Kur’ân’a îman edenler “âhiret
cenneti”ne; Kur’ân’ı istismâr edenler ise “dünyâ cenneti”ne girerler.
Kur’ân’a îman etmek, “onun
kapağına-cildine îman etmek” demek değil, “Kur’ân’ın içindekilere îman etmek ve
gereğini yerine getirmek” demektir.
Kur’ân’cılar, “Kur’ân abdestin sâdece
namaz için olduğunu söyler” derler, onlara; “tavaf için abdeste gerek yok
mudur?” diye sormak gerekir.
Kur’ân’da “zamanla anlamsızlaşacak”
âyetler yoktur.
Kur’ân’da bizi ilgilendirmeyen hiç-bir
âyet yoktur.
Kur’ân’da karşılığı olmayan bir Sünnet
olamaz. Zîrâ Sünnet, zâten Kur’ân’ı hayâta aktarma tarzıdır.
Kur’ân’da sürekli söylenen; “yalnızca
Allah’a kulluk edin” sözü, “yalnızca Allah’ın kânunlarına uyun” demektir.
Kur’ân’da,
Peygamberimiz’den daha iyi anlayacağımız bir şey yoktur.
Kur’ân’daki anlamın tamâmı metinde
değildir. Anlamın belki de daha çoğu, onun hayatta mâkes bulmasındadır. Yâni
anlamın çoğu amel-eylemdedir.
Kur’ân’daki tekrarlar Kur’ân’ın salt
bilgi amaçlı olmadığını ve onun inanç, amel ve eylem yönünün de olduğunu
gösterir.
Kur’ân’dan başka vahiy yoktur, fakat
İslâm “sâdece Kur’ân” değildir.
Kur’ân’ı “en ideâl hayat senaryosu”
olarak kabûl edersek, Hz. Muhammed de o senaryonun baş-rôl oyuncusudur.
Kur’ân’ı anlama sorununun nedeni,
“Kur’ân’ı anlama çalışmaları”dır.
Kur’ân’ı anlama ve yorumla sorunu,
“Kur’ân’ı neye göre anlayacağız ve yorumlayacağız” sorunudur.
Kur’ân’ı sürekli olarak yorumlanıp
günümüze uydurma düşüncesi, modernitenin bir uygulamasıdır. Burada “her-şey
değişiyorsa din de değişmelidir” mantığı işler.
Kur’ân’ı takvâsız okumak, amel-eyleme
dönük olmayacak şekilde, “ruhsuz bir şekilde okumak” demektir. Rûh,
amele-eyleme döndüğü anda açığa çıkar.
Kur’ân’ın Allah’ın değil de Muhammed’in
kitabı olduğunu söylemek, “ondan hiç-bir çelişki yoktur” âyeti bağlamında, ya,
“bir insanın kusursuz bir kitap yazdığını” yada o insanın yazdığı kitabın
kusurlu olduğunu söylemek ve kabûl etmektir.
Kur’ân’ın âyetlerini anlayıp-kavramaktan
ziyâde, o âyetleri kabûl edip savunmak ve o âyetlere göre hareket etmek
önemlidir.
Kur’ân’ın bahsettiği akıl ile felsefenin
bahsettiği akıl farklıdır, farklı çalışır.
Kur’ân’ın bâzı âyetleri
akıl ile uyuşmaz. Zîrâ Kur’ân akıl-üstü bir Kitap’tır.
Kur’ân’ın bizden istediği, “Peygamber’i
taklit etmek” değil, “Peygamber’i örnek almak”tır.
Kur’ân’ın
değiştirdiği mü’minler, “değişik” işler yapmaya başlarlar. Bu onlara zor da
gelmez. Değişip-değişmediğimiz, değişik işler yapıp-yapmadığımızla belli olur.
Kur’ân’ın güzelce tebliğ ettiği şeyleri
reddederseniz, hayat, (sünnetullahın gereği olarak) o şeyleri size dayatır.
İslâm’da zorlama yoktur ama, sünnetullahta zorlama vardır. Meselâ Kur’ân “günde
beş kere abdest alın” der, “temiz ve helâl yiyin” der, “evlerinizde oturun”
der, “Dünyâ’ya çok da tamah etmeyin” vs. der. İşte bunları (Kur’ân’ın bir emri
olarak) güzellikle yapmazsanız, (sünnettullah gereğince) zorla yapmak zorunda
kalırsınız.
Kur’ân’ın hüküm koymada şirk koşulmasına
bir şey diyemeyenler, şirk konusunu “din adamlarının haram-helâl koyması”na
indirgiyorlar.
Kur’ân’ın hükümleri, “hareket hâlinde
olan” toplumlarda billurlaşır ve yankı bulur. Hareketsiz toplumlar Kur’ân’ın
hükümlerini anlamsız bulurlar ve “hükmü geçmiş” görürler.
Kur’ân’ın ilk emrini (oku!) yerine
getirmeyenlerin diğer emirleri hakkıyla ve bilinçli bir şekilde yerine
getirmeleri mümkün değildir.
Kur’ân’ın inişi ve uygulaması
tamamlandıktan ve Peygamberimiz vefât ettikten sonra eğer kıyâmet kopmuş
olsaydı, bu dinde hiç-bir eksiklik olmuş olmazdı.
Kur’ân’ın kelimelerini-harflerini öyle bir
inceliyorlar ki, “sanki Sümer tabletlerini çözmeye çalışıyorlar” zannedersiniz.
Kur’ân’ın kendisi bir “kaynak Kitap”tır,
başka kaynak kitaplara ihtiyâcı yoktur.
Kur’ân’ın ne dediğinden çok,
Peygamberimiz’in Kur’ân’ın dediklerini kavlî ve fiîlî olarak nasıl yorumladığı
önemlidir.
Kur’ân’ın Türkçeleştirilmesi niçin
Cumhûriyet ile başladı?. Çünkü Cumhûriyet ile birlikte Türkçe’den 60.000 kelime
atıldı ve Türkçe’ye de Frenk dillerinden 15.000
kelime eklendi. Böylece Türkçe özünden uzaklaştı. Sonuçta, aslında
“Türkçe” olan Kur’ân dili anlaşılmamaya başlandı. İşte bu nedenle de Türkçe
meâllerin sayısı 300’leri geçti.
Kur’ân’ın yorumu Kur’ân bütünlüğüne ve
sünnete göre olmalıdır, moderniteye ve keyfe göre değil.
Kur’ân’ın yüzünden arapça olarak
okunması, onu okuyana en azından rûhen fayda verir ama; o kişinin Kur’ân’ı
yüzünden arapça olarak okumasının bana yada mazlumlara ne faydası var?. Oysa
Kur’ân “kâlplere şifâ” olduktan sonra, mazlumlara da dermandır.
Kur’âncıların dediği gibi, “Sünnet’e
ihtiyaç olmaması”, “Peygamber’e ihtiyaç olmaması” demektir.
Kur’ân-merkezli âhiret îmânı ve bilinci
olmayanların yapacağı yada hayâlini kuracağı şey, “refahı tâkip etmek”ten
başkası değildir.
Kur'ân'da "öz" ve
"kabuk" şeklinde iki farklı dînî anlayış yoktur.
Kurban
Bayramı bir “vahşet” değildir, fakat “garibanların et yememesi” vahşettir.
Kuş
beslemek istiyorsanız, balkona biraz buğday atmanız yeterlidir. Kuş beslemek
için ille de kuşu kafese koymaya gerek yoktur.
Kutsal olan biraz “sıkı-cı”dır. Çünkü
sıkı tutar.
Küçük çocuklar, merhâmeti celbeden en etkili varlıklardır.
Küçük kâinat olan insan bozulduğunda,
büyük kâinat olan evren de bozulmaya başlar.
Küfür ve şirki yıkmak, ilk önce “küfrü ve şirki dile dolamak”la başlar.
Küfür,
“rengârenk” olsa da küfürdür.
Küfür, tüm zamanlarda aynı
niteliksizliktedir.
Küfüv
olmadığında “küfür” olur.
Kültürünü benimsemediğiniz şeyin müntesibi
olamazsınız.
Küre, sonsuz olamaz. Evrendeki
gökcisimlerinin çoğu küredir. Bu bakımdan tüm gök cisimleri bize, kînâtın sonsuz
olmadığını söyler durur.
Küresel anlamda insanlarda ve
müslümanlarda; dinden, ahlâktan ve insanlıktan bir “tâviz verme yarışı” var.
Kim daha çok tâviz verirse, o kişi üstün tutuluyor.
Küresel
sermâye para kazanmak için insanlara “üste bakmayı”, kendini garibanlardan
korumak için ise “alta bakmayı” öğretiyor. Gerektiğinde de yeni bir “alt kesim”
oluşturuyor.
Küresel tâğutlar, yaptıkları
şerefsizlikleri İslâm’a yıkarak sürdürüyorlar. Ahmaklar da “iyi olan ne varsa
modernlikten dolayı”; “kötü olan ne varsa İslâm’dan dolayı” oluyor zannediyor.
Küresel tâğutlar, yaptıklarıyla, hayvan
avlar gibi insan avlıyorlar aslında. Hem de tuzağa çekerek.
Lâ fâile illallah=”Yapan-eden Allah’tır”
demek olduğuna göre, zorunlu olarak her-şey olması gerektiği gibidir. O hâlde
bir kötülüğe karşı çıkmak Allah’a isyân etmek anlamına gelir.
Lafta
kalacak laflar etmeyin.
Lâik-CHP’li kesimin muhâfazakârlara-dindarlara
katlanamamasının nedeni, bu kişiler hakkında kafalarında; temizlikçi, hizmetçi
kapıcı vs. gibi kalıpların oluşmuş olmasıdır. Son 20-30 yıldır kafasındaki
dindar-muhâfazakâr insan-tipinin ama özellikle de kadının, devletin en
başındaki kişinin hemen yanında olması, devletin başındakilerin hep bu tip
insanlardan oluşması ve onların lüks yaşamlarını hazmedemeyişleridir. Çünkü
lâik kesim başörtülü-tesettürlü kadını ancak temizlikçi olarak, onların
kocalarını ise kapıcı olarak kabûl edebilmektedir. Cumhuriyet târihi boyunca
kendilerini devletin sâhibi olarak gören bu kesim artık onlara diş
geçiremediğini görünce çileden çıkmaktadır.
Lâik-demokratik cumhûriyete geçiş, İslâm
kânunlarından, Roma-Yunan kânunlarına geçiştir.
Lâiklik
“dînin devletten ayrılması”dır; “devletin dinden ayrılması” değil.
Laiklik ve Demokrasi, modern
müslümanların, “acıkınca yedikleri putlar”dır.
Lâik-seküler-demokratik-liberâl-kapitâlist
sisteme mevcut bir alternatif olmadığı için, modern sistem “uzatmalı Dünyâ
ideolojisi” rolünü devâm ettirmektedir.
Lâik-seküler-demokratik-modern sistem,
“sermâyedarların kendilerini garantiye alması”dır.
Lâilâheillallah
demek, büyük bir riske girmek ve ağır bir işe girişmek demektir. Hem
Lâilâheillallah diyeceksiniz, hem de gönlünüze göre bir hayât hayâli mi kuracaksınız?,
bu imkânsız bir şeydir.
Lâilâheillallah
sözü, fısıltıyla söylenecek bir söz değildir.
Ledünnî ilim, “lâ dînî ilim”dir.
Lîderleri biraz da, ona aşırı bağlı olan kitleler
bozar-bozuyor.
Lüks ve sefahat içinde yaşayanlar,
tatmine ulaştıkları ve artık bir ideâlleri ve hedefleri kalmadığı için, “yüce
hedefler” için koşturmaktan vazgeçerler.
Madde üzerinde -maddeyi
merkeze alarak- aşırı araştırma yapmak ve çalışmak, “maddeyi ilahlaştırmak”la
sonuçlanır.
Madde, nefisleri dizginleyemez,
tam-aksine kışkırtır. Nefisler ancak vahiy ile dizginlenebilir. O-hâlde Allah’ı
hesâba katmadan nefislerin dizginlenebilmesi mümkün değildir.
Maddî-mânevî paylaşımın yerini,
abuk-sabuk sosyâl-medya paylaşımları aldı. İlki şahsiyeti ve toplumu
güzelleştirirken, ikincisi ise bireyi ve toplumu çirkinleştiriyor.
Makine, bir “standartlaştırma
nesnesi”dir. Ondan çıkan her-şey aynıdır.
Makineler
“tatmin etmeyen ürünler” üretirler. Zîrâ el değmeyince rûh olmuyor.
Makineleşme arttıkça insanın nesneleşmesi de artıyor.
Maksadı
kâr olan sosyâl(!) kurumlar, iyilikten ziyâde zulüm üretirler.
Mâlûmat,
mâneviyat değildir.
Mantık şu: “lâ fâile illallah” ise, o
zaman “lâ mevcûde illallah”tır. “Lâ mevcûde illallah” ise de, “lâ mevcûde illâ
ene”dir. O hâlde bir “efendi”ye gerek yoktur ki bir efendiye gerek duymak
“şirk” olur. Sonuçta da “seyr-i sülûk” gereksiz hâle gelir.
Mantıklı olan her-şey “dîne uygun” demek
değildir. Modern insanın mantıklı kabûl ettiği bir-çok şey din-dışı olabilir.
Maraton koşusu, Yunanlıların, atlardan
çok fazla faydalanamamalarının bir sonucudur.
Marksizm,
kâinâtın formatına aykırı temel görüşleri olduğu için mitoloji hâline gelmeye
mahkûmdu ve mitoloji oldu.
Mars’ta hayat yok; fakat öldükten sonra
ebedî bir hayat var. Hazırlanılması gereken hayat âhiret hayâtıdır.
Marxizm, “kırmızı kapitâlizm”dir.
Masa-başında
yapılan tartışmaların sonu gelmez.
Masa-başında
yazılan tefsirler ancak yine masa-başında okunur. Hayâtın ortasında yazılan
tefsirler ise, hayâtı şekillendirir.
Matbaa, telgraf, telefon, radyo,
televizyon, bilgisayar, internet, sosyâl medya vs. her îcat, kendi kültürünü
oluşturuyor. Oluşan yeni kültür, insanları kendilerinden ve birbirlerinden
uzaklaştırıyor.
Matematiğin doğada somut bir karşılığı
yoktur. Bu yüzden bir yerden sonra tıkanmak zorundadır. Mesela 10’u, tam ve net bir şekilde 3’e
bölemez matematik.
Matematiğin sâbiteleri birer dayatmadır,
zîrâ bu sâbitelerin doğada bir karşılığı yoktur.
Matematik bir “sâbite ve teori dayatma”
ameliyesidir.
Matematik pornografidir. Her yeri
meydandadır. Görünmez ve hayâl edilir
tarafı yoktur.
Matematik türedi bir şeydir. Nihâyetinde
yazıya dayanır. Yazının olmadığı bir zamanda “sözel” vardı.
Matematik, düşünmenin değil, ticâretin
bir sonucu olarak başlamıştır. Zâten astronomi de, tüccarların gemi
yolculuklarında yıldızlara bakarak yollarını bulma çalışmalarıyla başlamıştır.
Maymun, Evrim Teorisi’nin totemidir.
Mazlumun kâbus görmesine gerek yoktur. Zîrâ onun hayâtı kâbus
gibidir.
Mecliste
kânun çıkaran vekiller, “aleyhlerine olacak bir kânun” çıkarırlar mı?. Tabî ki
de çıkarmazlar. O hâlde çıkarılan kânunlar, “vekillerin lehlerine” olan
kânunlardır.
Medeniyet, münâsebetlerin sonucudur. Bu
ister insan ferdi şeklinde, isterse de devletler-milletler şeklinde olsun fark
etmez. Münâsebet varsa medeniyet, münâsebet yoksa barbarlık vardır.
Medyada boy gösterebilmek için, sistemi
elinde tutanlara “yan bakmayan” biri olmanız gerekir.
Medyada reklâmı çok fazla yapılan
kişiler ve şeyler “küresel bir proje”dir.
Mehdi bekleyeceğine, sen mehdi ol.
Mekân
imkândır.
Mekânı
olmayan fikirler, buharlaşıp yok olup giderler.
Mekânı ve zamânı dîne göre
düzenlemezseniz, dîni zamâna ve mekâna göre anlama çabasına girer
durursunuz.
Mekânın modern anlamda değişmesi, nice
imkânı bitirdiği gibi, îmânın da azalmasına ve bitmesine neden oldu-oluyor.
Mekke müşriklerinin Kâbe’de “el-lâh”
adında taptıkları bir put da vardı. Allah’ın putuna tapmak da şirktir. Zîrâ
şirk, “aracılı tapım”dır.
Mekke’nin Fethi’nden sonra müslüman
olmak kolaydır. Zor olan Hicret’ten önce müslüman olmaktır.
Meleke hâline gelmeyen şey ızdırap
verir.
Metrekareye en çok
insanın düşeceği yer cehennem, en az insanın düşeceği yer ise cennettir.
Mevcuda
karşı bir güvensizlik oluşmadığı sürece bir değişim olmaz.
Mevcut Dünyâ, “insanın gelebileceği en
ileri seviye” değil, “insanın gelebileceği en aşağılık seviye”dir.
Mevcut
sistem bağlamında düşünmek, okumak, yazmak ve konuşmak ne kadar da kolaydır,
zîrâ “nefsi merkeze almak” yeterlidir. Sisteme aykırı bir din (İslâm)
bağlamında düşünmek, okumak, yazmak ve konuşmak ise ne kadar da zordur. Zîrâ
nefsi karşınıza almanız gerekir.
Mevcut sistem nedeniyle ortaya çıkan
adâletsizliklere, ahlâksızlıklara ve zulümlere sövmeyenler duyarsız
insanlardır.
Mevlâ
varken, Mevlâna’ya uyma!.
Mevlâna Moğol, İbn-i Arâbi haçlı ajanıdır.
Mevlâna’nın
hoşgörüsü, sâdece Moğollara karşı gösterdiği bir hoşgörüdür. Egemenlere
gösterdiği hoşgörü.
Meylettiğiniz yada arzuladığınız şey
doğal, temiz ve helâl değilse, nefsten kaynaklanıyor demektir.
Mezarlıklar “dünyâ hapis-hânesi”nden
kaçmak için kazılmıiş tünellerdir. Ölenlere mezarlıklarda tünel kazarlar ki
âhirete geçebilsinler.
Mezarlıklar insanların “ekildiği”
yerlerdir. Dünyâ’da ekince-dikince âhirette çıkarlar. Tabi bir de ara-ara
sulamak gerekir o ekilenleri. Mezarların üstüne su dökülmesinin nedeni bu mu
acaba?.
Milliyetçilik bir bölme ve
güçsüzleştirme projesidir.
Mîrâsa konmak için birilerinin ölmesi
şarttır.
Mistisizm, bâtınîlik ve tasavvuf,
“işgüzarlık”tır. Allah’ın insandan böyle bir beklentisi yoktur.
Mistisizm, bâtınîlik ve tasavvuf,
“şeytana yapılan kıyakların toplamı”dır. Zîrâ insan fiillerinin %99’unun fâili
şeytan olmasına rağmen, fillerin fâilinin Allah olduğunu söylemek ancak,
şeytanı ve nefsi kurtarır.
Modern (yâni Allah’sız) tıp, insana
“insan” gibi değil, bir makineymiş gibi muâmele ediyor ve bir makineymiş gibi
davranıyor.
Modern Âdem ve Havvâ’lar, “Dünyâ
cenneti”nde “elma” bırakmadı.
Modern akıl çağı, hırsızlıkla
başlamıştır.
Modern aklın ve bilim-teknolojinin
geldiği yer, “piçlere çip takma” olacak.
Modern batı uygarlığını,
mahremiyetsizlik yıkacaktır. Bu mahremiyetin delinmesi en çok, karma eğitim ve
kadının iş-hayâtına katılması noktasında ortaya çıkmaktadır.
Modern batı’nın her zaman yaptığı şey:
“İşine gelmeyen şeyi yok saymak”tır.
Modern bir cümle olan; “erken evlenme,
hayâtını yaşa!” sözü, “hemen sorumluluk alma, biraz sorumsuzca yaşa”
anlamındadır.
Modern cehâletler, modern kölelikleri de
yanında getirir.
Modern çağda ortaya çıkan sorunlar İslâm
nedeniyle ortaya çıkmamıştır ki, o sorunları çözebilmek için “İslâm’ı yeniden
okumak ve modern-yeni bir yorumla yorumlamak” meşrû olsun. Sorunları ortaya
çıkaran şey modernizmdir. O hâlde değişmesi gereken şey modernizmdir.
Modern değişimlerde “aralık” yoktur. Hiç
ara vermez. Modernite safları sıkı tutuyor.
Modern
devlet, çocuğun velâyetini âilesinden ayırarak ve kendi tekeline almıştır.
Modern
dünyâ İslâm’a uygun bir mekân olmadığı gibi, insana uygun bir mekân da
değildir.
Modern dünyâ, “patlamak üzere olan bir
balon” şekline gelmiştir. Patlaması an meselesidir.
Modern
dünyâ’nın yükselttiği çıtayı herkes için eşit yada benzer bir seviyeye
indirmedikçe insanoğlunun azâbı bitmeyecektir.
Modern dünyâda adam vurmanın bile “af”fı
var ama bankaya borçlu olmanın ve borcu ödeyememenin affı yok.
Modern dünyâda rahatlığın şiddeti,
modernite lehine verilen tâvizlerin şiddetine bağlıdır.
Modern dünyâda, “hazzı en yüksek
seviyede yaşayanlar, “en başarılı insan” olarak kabûl ediliyor. Kendini Allah’a
adamış ve bu uğurda her-şeyden vazgeçerek malını ve canını ortaya koymuş
olanlar ise; ahmak, gerici, yobaz ve terörist olarak görülüyor.
Modern dünyânın yaşadığı sorunların
%95’i modernite yüzündendir.
Modern dünyâyı kucaklarken gelenek
eleştirisi yapmak samîmiyetsizliktir.
Modern düşünce, din yerine, “Allah’sız
düşünceleri ikâme etme” sürecidir.
Modern eğitim kurumları “terbiyesiz
insanlar yetiştirme merkezleri”dir.
Modern eğitim sistemi, insanları 25
yaşına kadar oyalıyor ve bir şey de öğretmiyor. Eğer yeni bir peygamber gelecek
olsaydı üniversite okumamış (ümmî) biri olurdu.
Modern eğitim sistemindeki sınavlar,
öğrencilerin “sistem”e yeterince adapte olup-olmadıklarını görmek içindir.
Adapte olanlar îtibarlı ve paralı işlerle ödüllendirilir. Adapte olamayanlar
ise “vasıfsız” olarak fişlenir.
Modern eğitim, mêzunları sermâyenin kulu
yapar.
Modern Firavunları salmışlar, taşları
bağlamışlar.
Modern hayat tarzı, Allah’ın rızâsını
kazanmayı kesin bir şekilde blôke ediyor.
Modern hayâtın sunduğu hiç-bir şeyden geri
kalmayanların müslümanlığı sorunludur.
Modern hayatta iş, küresel sistemin,
"insanları kontrôl etme mekanizması”dır.
Modern
ideolojilere karşı olmak, moderniteye de karşı olmayı gerektirir. Zîrâ
modern-seküler ideolojiler modernitenin bir sonucudur. Eğer Dünyâ
modernleşmeseydi, ideolojiler de modernleşip sekülerleşmezdi.
Modern
insan “görmediğime inanmam” ve “görmediğimden korkmam” diyordu. Fakat görmediği
koronavirüse hem kesin olarak inanıyor hem de ondan, her-şeyden daha çok
korkuyor.
Modern insan “insan”a benzemiyor.
Modern insan “sırrı olmayan kişi”dir.
Modern insan 5000 yıllık Sümer
tabletlerini değil, 64 GB’lık bilgisayar tabletlerini önemsiyor. İşin kötüsü,
bunu “ilerlemişlik” olarak görüyor.
Modern insan Allah’a duâ etmeyi
bırakınca, evrenin rûhuna mesaj göndermeye başlamıştır.
Modern insan çalışmadan para
kazanılamayacağını ve zengin olunamayacağını çok iyi biliyor ama, Allah’ın
emirlerini yerine getirmeden cennete girebileceğini umuyor.
Modern insan Güneş’in nereden doğup
nereden battığını bilmiyor.
Modern
insan için “like” almak “sevap” almaktan daha önemli hâle gelmiştir.
Modern insan kitlesel anlamda Allah’tan
koptuğu ve O’nu unuttuğu için, Allah da onları unutmuştur. Modern insanın
sapkınlığı bu nedenledir.
Modern insan o kadar hızlı yaşlıyor ki,
“an”ı fark edemiyor.
Modern insan sâdece bedeniyle yaşıyor.
Zîrâ rûhunu kaybetti.
Modern insan sağlık(sızlık) tarafından
tutsak edilmiş olan kişidir.
Modern insan yaşlılarına da bebeklerine
de bakamıyor. Aslında âciz olana bakamıyor.
Modern insan, “aklı” ve “aşkı” putlaştırmış
durumdadır.
Modern insan, “gücünü tam anlamıyla
kullanamayan insan”dır. Modern olan her-şey onu bundan mahrûm bırakır. Gücünü
kullanamayan insan “tatminsiz insan” olup çıkar.
Modern insan, “tüm doğal dürtülerini
bastırmış” olan insandır.
Modern insan, acılardan kaçmak yada
acılarını susturmak uğruna acılar içinde kalıyor. Oysa acı, “çekmek” içindir.
Acıyı çekmeyen o acıdan kurtulamaz.
Modern insan, Ay’a ve Mars’a gitmeyi,
cennete gitmekten daha önemli ve daha üstün tutuyor.
Modern
insan, bâzılarının şehylere bağlandıkları gibi doktorlara bağlanmış
durumdadırlar. Bağlandıkları doktorlar ne derse emir telâkki edip sorgusuz-suâlsiz
itaat ediyorlar.
Modern insan, bedenine öyle bir tapıyor
ki, Allah’a tapmaya vakit bulamıyor.
Modern insan, Dünyâ yaşamına gelince
nefsine göre, dîni yaşama gelince keyfine göre hareket eden varlıktır.
Modern insan, hakkâniyetli davranmayı
kerizlik olarak görmektedir. Zîrâ modern insan, çıkarına göre hareket etmemeyi
enâyilik olarak görüyor.
Modern insan, hiç-bir bilgisi olmamasına
rağmen mevcut ve popüler olan şeye yalakalık yapmayı “bilmek” zanneden kişidir.
Modern insan, insanlık târihindeki en
câhil insan kesimidir. Daha önce Dünyâ’da, böyle küresel çapta câhil insanlar
topluluğu hiç olmamıştı.
Modern
insan, Koronavirüs’ü ısrarla çağırdı, o da geldi. Bu belâ, tebliğ-dâvet-uyarı
görevini yapmayan müslümanlara da geldi.
Modern insan, mevcut her kötü durumu
eğitimsizliğe bağlıyor. Hiç kimse dinsizlikten ve beşerî-şeytânî hayat-tarzının
kötülüğünden bahsetmiyor. Yılanın başı dinsizliktir.
Modern insan, modern îcatları gönül
rahatlığıyla kullanamıyor. Tedirginlik içinde kullanıyor. Oysa kl>âsik
îcatlar için sorun olmuyordu.
Modern
insan, modern-bilim hatırına İslâm’a düşman olmaktadır.
Modern insan, popüler olan her-şeyi
hayâtına yansıtmaya başlıyor. O şey isterse şerefsizce ve ahmakça olsun
fark-etmiyor.
Modern insan, şerefsizliği “akıllılık”
zannediyor. Bu yüzden de yaptığı şerefsizlikle övünüyor.
Modern insan, târih boyunca mevcut olan
paganizmi her türlü ve seve-seve araştırıp incelerken, sıra İslâm’a gelince bâriz
bir şekilde öteliyor ve gündeme getirmiyor.
Modern insana belâ yetmiyor. İlle de acı
azap..
Modern insana; “sorgulamaktan korkma!”
diye-diye onu -Allah dâhil- her-şeyi sorgular ve inkâr eder duruma getirdiler.
Oysa İslâmîyet “teslîmiyet” demektir. Sorma vardır ama sorgulama yoktur.
Modern insanı içten ve dıştan kuşatıp
mahkûm eden şey, kendisine verilmiş olan “aşırı özgürlük”tür.
Modern insanın “modern-bilim iyidir”
ön-kabûlü yanlıştır.
Modern insanın “sarışın ve mavi gözlü”
tutkusunun ardında ırkçılık vardır.
Modern insanın aklı, “ilahlaştırılmış
akıl”dır.
Modern insanın Allah ile arasına
giren-girene. Fakat modern insan, nefsi ile arasına hiç kimseyi sokmuyor.
Modern insanın Ateizm’e ve Deizm’e
kaymasının nedeni, modern-bilimin ortaya koydukları hârikalar(!) ve yaptığı
araştırma ve açıklamalarla dînin değerini azaltması ve -hâşâ- dînin “yalan(!)”
olduğunu ortaya çıkarmasından dolayı değil; yaptıklarıyla başta insanı ve tüm
her-şeyi ifsâd edip fitneye düşürmüş olmasından dolayıdır.
Modern insanın doyumsuzluğu ve
domuzluğu, modern üretimlerin “sâdece bedene yönelik” olması ve “rûha hitâp
etmemesi”nden dolayıdır.
Modern
insanın düşündüklerinin, söylediklerinin, yazdıklarının, plânladıklarının ve
hayâl ettiklerinin %90’ı “uygulanabilir” değildir. Kalan %10’u ise arzu ettiği
ve beklediği gibi olmaz.
Modern insanın en güçlü tutkularından
biri de, “bolluk içinde yaşama” isteğidir.
Modern insanın târifi: “Cehâlet içinde,
sürekli haz alma hâlinde yaşamak isteğinde olan varlık”.
Modern insanın yaptıklarından dolayı
âhirette domuzlar bile bizden hesap soracak.
Modern insanlar ve de müslümanlar,
akıllarını kullanarak(!) hurâfelerden kurtulacaklarını sanırlarken “din”den
kurtuldular ve şeytanın, nefsin ve tâğutların kucağına düşerek dünyevileştiler.
Modern insanlar, efendilerini tanımayan
kölelerdir. Bu sistemde efendi-köle ilişkisi hiyerarşik bir şekilde piramidin
en tepesine kadar gider.
Modern insanların yüzlerine taktıkları
maskeler, “maskelerin üzerine takılmış maskeler”dir.
Modern kadın “izlenmenin nesnesi”dir.
Kadınları hem erkekler hem de kadınların kendisi izler. Erkekler kadınları
izlerken, kadınlar ise izlenmelerini izlerler. Kadın kendisini erkek üzerinden
izler. İslâm’da ise buna izin verilmez ve bakışlar yere indirilir.
Modern mitoloji, modern-bilimden oluşur.
Modern müslümanlar “hılf-ûl fıdûl”a fit
olmuş durumdadırlar.
Modern
müslümanlar da dâhil modern insan, nefsine hitâp eden şeylere zinhar laf
ettirmiyor.
Modern müslümanlar, “bâtıl içinde hakkı
ikâme etmek” gibi imkânsız bir işin peşine düşmüş durumdadırlar.
Modern müslümanlar, dîne değil, modern
din yorumuna îman ediyorlar.
Modern
müslümanlar, ellerinden geleni yapmamak için “ellerinden geleni” yapıyorlar.
Modern müslümanlar, Kur’ân’ı kullanarak
“modern-bilimi temellendirme” derdine düşmüş durumdadırlar.
Modern müslümanlar, nefislerine hitâp
etmeyen dîne düşman oluyorlar.
Modern
müslümanlar; “dinde şu yok, bu yok, şöyle değildir, böyle değildir, şu
anlamdadır” vs. diye-diye İslâm’ı eleyip, tam da moderniteyle uyumlu bir
felsefe ortaya çıkarıyorlar.
Modern müslümanların ilgisini çeken
yazılar-kitaplar, “geleneğe vuran” yazılar ve kitaplardır.
Modern müslümanların söyleyip durduğu;
"yapacak bir şey yok, çünkü gücümüz yok" sözü "imanın
zayıflığının bir göstergesi"dir. Yapılması gereken şey şu: "Tayyib'in
yada bakanlardan birinin karşısına çıkıp, moderniteye-batı'ya-şeytanlara
uyacağız diye insanların ve de hayvan-bitkilerin zarar görmesine neden
oluyorsunuz. Bundan vazgeçin. Vazgeçmezseniz sizin ananızı-avradınızı, yolunuzu-dâvânızı
sikerim" demek, sonra da darp edilip hapse tıkılmaktır. Gerisi boş laftır.
Modern müslümanlık, “dînin vesâyetinden
kurtulma mücâdelesi”ne döndü.
Modern müslümanlık, “domuzun etini
yemeyen ama sütünü içen” bir müslümanlık(!) şeklidir.
Modern müslümanlık, “hadımlaştırılmış
müslümanlık”tır.
Modern müslümanlık, “müslümanların kadim
geleneğini taklit etmekten vazgeçip, batı modernitesini (geleneğini) taklit
etmeye başlamak” demektir.
Modern nesil, “atalara tapmayalım”
sözünü abartınca, ataların (anne-baba, dede-nine) değeri kalmadı, bir yük
olarak görülmeye başladılar.
Modern nîmetler, garibanların
ulaşamaması için “camdan paravanlar”la çevrelenmiştir. Nîmet gözükmekte fakat
ona ulaşmak mümkün olmamaktadır.
Modern ordular, küresel zenginlerin
tahsildarlarıdır.
Modern -sözde- müslümanların, Allah’ın
hükümlerini pek de takmamalarının nedeni, mevcut batı kültürü ve modernizme
sımsıkı bağlı olduklarından dolayıdır.
Modern târih, “avcı”ların yazdığı târihtir.
Modern zamâna geçiş, “kanın değeri”nden,
“paranın değeri”ne bir geçiştir. Eskiden ülkeleri ve Dünyâ’yı “asil kana” sâhip
olanlar yönetirken, modernizmle birlikte, (kansız biri olsa da) “milyar dolar”a sâhip olanlar yönetiyor. İki
durumda da takvâlı olanlar îtibâr görmüyorlar. Oysa Allah katında üstünlüğün
ölçüsü takvâdır.
Modern-bilim ve teknoloji, doğaya yapılan ağır saldırının
bir sonucudur.
Modern-bilim (klâsik-bilim değil) de
bâtıl dinlerden bir dindir.
Modern-bilim “dîne karşı din”dir.
Modern-bilim “şüphe” (merak değil) ile başlayıp şüphe ile devâm eder. Kur’ân’da ise şüpheye aslâ yer yoktur:
“Bu, kendisinde şüphe olmayan, muttakîler için yol gösterici bir kitaptır”
(Bakara 2).
Modern-bilim “yanlışlanabilir olan”
değil, “yanlış olan”dır.
Modern-bilim Allah’sız olduğundan
dolayı, Allah’ın yarattığı kâinât hakkındaki gözlem ve yorum yöntemi mecbûren
yanlış olacağından dolayı, çoğunlukla zarar vericidir.
Modern-bilim ve teknoloji çağı Allahsız
olduğu için Allah’ı hatırlatmaz. Oysa doğal-geleneksel toplumda doğayla iç-içe
yaşandığı için Allah sürekli hatırdadır. Bir çiçek doğal olarak insana Allah’ı
hatırlatır, fakat bir entegre Allah’ı hatırlatmaz ve tam-aksine unutturur. Bu
nedenle de doğallıktan uzaklaşıldıkça Allahsızlaşma başlar.
Modern-bilim ve teknoloji
ilerlemesinin(!) bedeli, “insan özgürlüğünün kısıtlanması”dır.
Modern-bilim ve teknoloji isrâfa
yöneliktir ve mutlakâ isrâf edilecek ve isrâfa alıştıracak ürünler ortaya
çıkarır. İsraf etmeden üretim yapamaz.
Modern-bilim ve teknoloji, “Allahsız
bilim ve teknoloji”dir.
Modern-bilim ve teknoloji, bizim
“sorunlarımızın nedeni”dir, “çâresi” değil.
Modern-bilim
ve teknolojide sizin için bâzı yararlar vardır, fakat zararları ve günahları
daha büyüktür.
Modern-bilim yasalara bağlıdır. Bu yasaların
çoğunu şeytan ilhâm eder.
Modern-bilim, “bilgiyi Allahsızca ve
dinsizce kullanma yöntemi”dir.
Modern-bilim, “çürütülmüş-çürütülecek
teoriler” üretme kurumudur.
Modern-bilim, açıklama yapamadığı
konularda “vardır Allah’ın bir hikmeti” diyemediği için, bir gözlem ve sonuca
dayanmayan hayâli şeyler kullanarak sözde açıklamalar yapıyormuş gibi görünür.
Meselâ “paralel evrenler” uydurmasını kullanır.
Modern-bilim %90 bilimsel değildir.
Modern-bilim, Allah’ın yarattıkları
üzerinde çalışırken, Allah’ı inkâr etme sapıklığıdır.
Modern-bilim, dîne alerji duyanların
sığınağıdır.
Modern-bilim, en popüler “çocuk
masalları”dır.
Modern-bilim, örneği olmayan ama -sözde-
“teorik olarak mümkün” olan şeyleri “gerçek ve doğru” olarak kabûl ediyor.
Modern-bilimi “din” edinen modern
müslümanlar, Kur’ân’ın 1.400 yıl önce anlaşılmadığını ve daha ancak 100 yıldır
anlaşıldığını söyleyerek Peygamber’i ve sahabeyi “câhil” îlân etmektedir.
Modern-bilimin %90’ı “bilim” değil,
“bâtıl bir inanç”tır.
Modern-bilimin
en önemli söylemlerinden giri olan; “bilim yanlışlanabilir olandır” sözü,
ortaya atılan hiç-bir teorinin “tam” olmadığını gösterir.
Modern-bilimin teorileri, “seküler
projeler”dir.
Modern-bilimin verileri “nihâi sonuçlar”
değil, yorumlardan bir yorumdur. Fakat modern-bilim Allahsız olduğu için her
zaman eksiklik ve yanlışlıkla mâlûl olacaktır.
Modern-bilimin yasaları
pozitivist-sosyâl bilimlere dayanır.
Modernite “bir haddini bilmezlik”tir.
Modernite bağlamında
nefsini sımsıkı tâkip edenler, “akıllarına uyduklarını” zannediyorlar.
Modernite bid’attır.
Modernite bir “deney uygarlığı”dır.
Fakat deney, “deneyim” kadar sağlam ve kesin bilgi vermez. Bu nedenle de insana
zarar verecek sonuçlar açığa çıkar.
Modernite bir “göz ve görünürlük
uygarlığı”dır. Kadınlar görünürlülüğe çok meyyâl oldukları için, modernite en
çok da kadınları etkilemiştir.
Modernite bir “insan-altı uygarlık”tır.
Modernitede merkeze alınan şeyler, insandan aşağı olan şeylerdir. İslâm ise,
insan-üstü medeniyettir. İslâm medeniyetinin kaynağı Allah’tır.
Modernite bir “irâdesizlik uygarlığı”dır.
Modernite bir “mesâfesizlik
uygarlığı”dır
Modernite bir “pervâsızlık
uygarlığı”dır.
Modernite bir “yalan uygarlığı”dır.
Modernite içinde bulunmak, aç
kalındığında zorunlu olarak domuz yemek gibidir.
Modernite ile birlikte ağırlık batı’ya
doğru kayınca, Dünyâ’nın dengesi bozulmuştur. Modernizm bir “dengesizlik
uygarlığı”dır.
Modernite ile birlikte etkisi kaybolan
“el âlem ne der?” sözü, bir “toplumsal denetim mekanizması” idi.
Modernite karşımıza o kadar çok sorun
çıkarıyor ve bizi o kadar çok oyalıyor ki, nefsimizle mücâdele edecek fırsatı
bulamıyoruz.
Modernite nedeniyle en çok işsiz
kalanlar, “atlar”dır.
Modernite ve kentleşme, akrabâlık-bağını
yok ederek insanları yalnızlaştırdı ve pısırıklaştırdı.
Modernite ve modern mîmâri, bir “dikkat
dağınıklığı” oluşturuyor.
Modernite ve modern mîmâri, Güneş’e
“batacak” yer bırakmadı.
Modernite ve ürünleri, “olmazsa-olmaz”
değildir.
Modernite, “akıl-üstü”nü, “akıl-dışı”
olarak kabûl ediyor.
Modernite, “dâhili vesâyet”ten kurtulup,
“hârici vesâyet”e sığınmaktır.
Modernite, “kadına saygı”yı, “kadının
götünü kaldırmak” zannediyor.
Modernite, “kendi-kendini aldatma
uygarlığı”dır.
Modernite,
Avrupa’nın din-birliğini kaybetmesinin bir sonucudur.
Modernite, cehennemi cennet diye
kakalayan sistemin adıdır.
Modernite, dîni, ancak modern-bilimin
süzgecinden geçtikten sonra gündemine alabiliyor. Modernitenin, dîni, o saf
hâliyle kabûl edebilmesi söz-konusu bile değildir.
Modernite, erkeği kadın karşısında “öteki”
durumuna getirmiştir.
Modernite, insandan, kendisi karşısında nesne olmasını
istemektedir.
Modernite,
insanoğlunun gördüğü ve mâruz kaldığı en ağır “kanser”dir.
Modernite, İslâm karşısında oluşan bir
kompleksin sonucudur.
Modernite,
mahâretle ortaya atılmış sapık bir sistemdir. Mahâretli olunca meşrû ve doğru
olacak diye bir şey yoktur.
Modernite, modern olmayan bilgi için
“değildir” derken, sağlam bir şekilde “şudur” diyemiyor.
Modernite,
sınırlı yaşamak isteyenleri cezâlandırıyor.
Modernite;
Allah, âhiret, gayb, vahiy, peygamber, din ve mâneviyat-merkezli düşünmek,
konuşmak ve davranmaktan vazgeçip; insan, akıl, doğa ve madde ve eşyâ-merkezli
düşünmek, konuşmak ve davranmaya geçişin adıdır. Yâni modernite bir
Allahsızlıktır. Allah’ın yâni varlığı Yaratan’ın olmadığı yada hesâba
katılmadığı şeyden bir hayrın çıkmasını beklemek ne kadar akla yada sağduyuya
uygundur?.
Modernite; iyiliğe, ahlâka ve adâlete,
“eğitim-öğretim ile” ulaşılacağını sanan bir ahmaklıktır.
Modernitenin ana öğelerinden ikisi,
müzik ve spordur. Bu, eski Yunan ve Dorlar’a kadar gider.
Modernitenin başarılı gözükmesinin ve
yaygınlaşmasının nedeni, insanın zaaflarına dayanmasından ve zaaflarına
oynamasından dolayıdır.
Modernitenin batı’da ortaya çıkması,
batı’da köklü bir dînin çıkmamış olmasından dolayıdır. İslâm ve doğu
dinlerinin, dinden vazgeçmeden tam anlamıyla modernleşmesi mümkün değildir. Bu
nedenle doğu hâlen “doğu” olarak kalmaktadır.
Modernitenin kuşatıcılığında ne
yaparsan-yap, moderniteye hizmet etmiş olursun.
Modernitenin pazarladığı en ucuz et,
“kadın eti”dir.
Moderniteye karşı yeterli ve güçlü bir
reddiye ortaya koyamıyoruz. Zîrâ modernite “yeni bir sapıklık türü”dür ve
insanlık târihinde bu derece bir sapıklık örneği daha önce olmadığı ve buna
karşı ortaya konmuş
bir tecrübe bulunmadığı için ona karşı ilmen ve eylem olarak güçsüz
kalıyoruz.
Moderniteyle birlikte “târihin sonu”
değil ama “medeniyetin sonu” gelmiştir.
Modernizm “dînin eleştirisi” ile
başlamıştır; o hâlde dînin hâkimiyeti de “modernizmin eleştirisi” ile
başlamalıdır.
Modernizm “insanlığın gelebileceği en
ileri seviyedir” sözü, Peygambeimiz’in Medîne’si ilkel görüyor.
Modernizm “kuşku uygarlığı”dır (cogito).
Modernizm
“neo-paganizm”dir.
Modernizm bir “abartı uygarlığı”dır.
Modernizm bir “inanç değişikliği
mîlâdı”dır. Modernizm; Allah’a, gayba, peygamberlere, vahye ve dîne inanmaktan
vazgeçilip, insana, akla ve bilime inanmanın başlangıcıdır.
Modernizm bir “korsanlık uygarlığı”dır.
Modernizm bir “mahremiyetsizlik
uygarlığı”dır.
Modernizm bir “parçalama uygarlığı”dır.
Zîrâ modernizm, “bütünlük” fikrine katlanamaz ve kabûl edemez.
Modernizm
bir “porno uygarlığı”dır.
Modernizm bir “sahtelikler
uygarlığı”dır. Gerçekten çok sahteler vardır onda.
Modernizm denilen şey hiç ortaya
çıkmasaydı ve insanlar tarafından hiç bilinmeseydi, insanlık zerre kadar bir
şey bile kaybetmemiş olurdu.
Modernizm en temelde köleciliğe,
öldürmeye, sömürmeye ve zulme yâni şerefsizliğe dayandığı için hiç-bir zaman
genel hayır getirmedi, getirmez, getirmeyecektir.
Modernizm ile birlikte günümüzde
ilahlaştırılmamış bir şey kalmamıştır.
Modernizm ile birlikte hakîkat aleyhine olarak
çember daraldıkça daralmaktadır. Fakat insanlar “çemberimde gül oya” türküsü
çığırmaya devâm etmektedirler.
Modernizm kâfirdir. Varlığın gizemini
örter.
Modernizm nerede ve ne
zaman olursa olsun hep aynı sonuçları üretir. Çünkü Allahsızdır ve Allahsızlık
hep aynı sonuçları üretir. Zira küfür tek bir millet ve tek bir zihniyettir.
Modernizm ve modern insan, gelinen an
îtibârıyle “mümkün olan en iyi dünyâda yaşanıldığına” inanır ve der ki: “Bundan
daha iyisi ne ve nasıl olabilir?”.
Modernizm,
"kazanan her-şeyi alır" oyunudur.
Modernizm, “Allah’tan korkmak” yerine,
“Allah’ı -sözde- sevme”nin ikâme edilmesidir.
Modernizm, “Dünyâ’yı, insanın gözüne-gözüne
sokmak” demektir.
Modernizm, “greko-romen hayranlığı”
demektir.
Modernizm, “Greko-Romen uygarlığın
modernize edilmesi”nden başkası değildir.
Modernizm, “hiç gereği yokken nesne
ortaya çıkarmak ve nesne çoğaltmak”tır.
Modernizm, “insanın gelebileceği en
ileri ve en son nokta” değil, târih boyunca yaşanan sapık dönemlerden biridir.
Modernizm, “insanın taleplerini”
karşılamak için, “Tanrı’nın taleplerini” es geçen sistemdir.
Modernizm, “kadının değiştirilmesi”
durumudur.
Modernizm,
“paganizme geri dönüş”tür.
Modernizm, “varlığı olduğu gibi kabûl
edememek” ve “ona sürekli müdâhale etmek” demektir.
Modernizm, ana-babanın, çocuğunun
kucağında ölmesine izin vermez.
Modernizm, Aristo’nun terk edilip,
Platon’a dönülmesi olayıdır.
Modernizm, başarının “sayısallık” ile
ölçülmesidir. Modernizmde sözelliğe yer yoktur. Modernizmde dîne yer
verilmemesinin bir nedeni de budur.
Modernizm, binlerce yıldır olmayan ve
olmasına gerek de olmayan şeylerin açığa çıkarılması ve bunların aşırı şekilde
yaygınlaştırılmasıdır.
Modernizm, bir “akıl yarıştırma”
çağıdır.
Modernizm,
eski hâkim paradigma olan İslâm’ı ötekileştirerek ve silmeye çalışarak
hâkimiyetini kurmak istiyor ve büyük ölçüde kurdu. O hâlde İslâmî hâkimiyeti
yeniden kurmak için modernizmi ötekileştirmek ve silmek şarttır. Zîrâ hiç-bir
sistem bir-önceki hâkim sistemi silmeden hâkim olamaz.
Modernizm, evlerin yamaca yapılmasından
vazgeçilip ovaya yapılmaya başlamasıdır. Böylece tarım yerine sanâyi ortaya
çıkar.
Modernizm, Helenizm’in güncellenmesidir.
Modernizm, insana verdiği kolaylığı
ancak kendi sınırlarında kullanmasına izin verir. Meselâ bir yol yapar, sana
araba verir ve o yolu izlemek zorunda bırakır. Fakat klâsikte böyle değildir.
At ile eşek ile gidiyorsan bir yola bile gerek yoktur.
Modernizm,
İslâm’a karşı alınmış bir “gard”dır.
Modernizm, modern insana, hayatta çok
aşırı derecede yüksek bir tatmin ve beklenti düzeyi aşılamıştır.
Modernizm,
şeytanın; “onları her yönden saptıracağım” sözünü tezâhür ettiren uygarlığın
adıdır.
Modernizm, tâviz vermeden çocuk
yetiştirilemeyecek bir çağdır.
Modernizm; “Tanrı’nın önde ve yol
gösterici” olmasından vazgeçip, Tanrı’yı arkaya atma ve bilimi öne alarak
bilimin yol göstericiliğini(!) kabûl etme düşüncesinin sonucudur.
Modernizm; vahiy-merkezli yâni “Allah’a
göre” olmaktan, akıl-merkezli yâni “insana göre” olmaya bir çevriliştir. Bu
bağlamda modernizmi kabûl eden müslümanların bilgi ve düşünceleri yanlış
(câhiliye) olduğu gibi, inançları sorunludur.
Modernizmde mimari evlâdiyelik olmaz.
Fakat deprem bunu ne kadar yanlış bir düşünce olduğunu hatırlatıverir.
Modernizmden bêri şeytan hep cenâbet
geziyor.
Modernizmin ortaya çıkardığı sorunlara
İslâm ile çözüm bulma çalışmaları, “İslâm’ı moderniteye uydurmak”la
sonuçlanıyor. Zîrâ bal (İslâm) ile zehir (Modernizm) karışınca bal, zehir olur.
Çünkü Hak, aslâ bâtıl kabûl etmez.
Modernizmin
târihi, “Allah’a meydan okuma”nın târihidir.
Modernizmin târihi, “dinden kopuş” ve
“dîne düşman olma”nın târihidir.
Modernizmin târihi, insanın ilahlaşma
serüvenidir.
Modern-layt erkekler, sanki Allah’ı
değil de “kadınları râzı etmek için yaratılmışız” gibi davranıyor.
Modernler, “kesilen hayvan eti”ne
(kurban) düşman olacaklarına, “metalaştırılan kadın eti”ne düşman olsunlar.
Modernler, “zaman değişti, artık din eskisi
gibi anlaşılamaz” diyorlar ama “asr-ı saadet” örnekliği değişmedi ve aynen orada duruyor.
Modernler, kadının erkek için yaratılmadığını
söyleye-söyleye erkeği kadının emrine verdiler. Sonuçta “erkek kadın için
yaratılmıştır” durumuna gelindi.
Modernler; “insan aklı gelişti, artık
dinlere gerek yoktur” diyorlar ama Hristiyanlık ve İslâm’dan önce ortaya konan
Yunan felsefesine dört elle sarılmaya devâm ediyorlar.
Modernleşmek kaçınılmaz bir şey
değildir.
Modernlik
ilacının (daha doğrusu zehrinin) yan etkisi, “zâlimlik”tir.
Mozole, greko-romen bir taş kültüdür.
Mûcize “aklı âciz bırakan” demektir.
Zîrâ mûcizeler, aklın değil, îmânın konusudur.
Muhâfazakâr demokrasinin eleştirilere
îtirâzı, “hâlinize şükredin” sözünde ifâdesini bulan; “ölümü gösterip sıtmaya
râzı etme” söylemidir.
Muhâfazakârlık, “İslâm geleneği”ni
değil, “geleneksel İslâm”ı savunmaktır.
Muhâlif olmak Sünnet'tir.
Muhteşem eserler, muhteşem bir têsirin
sonucudur.
Mutlak
eşitlik, eşitsizliktir.
Mü’min olmak, biraz “deli” olmayı gerektirir.
Zîrâ İslâm’ı, “İslâm’ın delisi” olanlar hâkim kılabilir ancak.
Mü’min olmak; direniş ve sabır
göstermek, îcâbında dayak yemek, Allah yolunda malını-mülkünü harcamak, her-şeyden
vazgeçerek hicret etmek, cihad etmek, şehid olarak ölümü göze almak demektir.
Mü’min olmak “kelle koltukta yaşamak”tır.
Mü’min, ölümden değil, ölüm-ötesinden
korkan kişidir.
Mü’minler, “akıllarını iptâl edenler”
ile “akıllarını ilah edinenler” arasında sıkışıp kalmış durumdadır.
Mü’minler; istediği gibi yiyip-içemez,
giyinip-gezemez, istediği evde oturamaz, istediği arabaya binemez vs..
Mü’minlerin görevi “Allah’ı aramak” yada
“O’nu bulmak” değil, “O’na hakkıyla kul olabilmek”tir.
Mü’minlerin yaşama arzusu, “mü’mince
yaşama arzusu” olabilir.
Mü’minlerin, “hakîkati hâkim kılmak”
için muhtaç olduğu kuvvet, damarlarındaki kandan değil, “Allah’a olan
îmanlarından” kaynaklanır.
Mücâdele, Allah’ın dînini yeryüzüne hâkim kılma
mücâdelesidir. Gerisi boş iş ve oyalanmadır.
Mücâhede ve mücâdele etmeyenler
ilerleyemez.
Mükemmeliyetçilik,
“Allahçılık”tır. Zîrâ tek mükemmel olan varlık Allah’tır.
Mülk, “küfr” üzere bâki kalır fakat “zulm”
üzere bâki kalmaz diye ahmakça bir söz söyleniyor. Küfr ile de bâki kalmaz,
zîrâ küfrün zulme dönmemesi imkânsızdır. Hattâ tüm zulümler, küfürden neş’et
eder.
Münâfık,
ağzıyla söylediği şeyi yüreğinde taşımayan kişidir.
Mürtedin öldürülmesini reddedenler,
İslâmî bütünden koparak mürted oldukları için aslında kendilerini savunmaktadırlar.
Müslüman çocuğun vaftizi, “kulağına ezan
okunması”dır. Sesle yapılan vaftizdir bu.
Müslümanca
yaşamak, “nefsine göre yaşamak” değil, “Allah’ın emrine göre yaşamak” demektir.
Müslümanım diyenlerin %90’ının inandığı
falan yok ve sâdece inandığını zannediyor. Îmânın ne demek olduğunu bile
bilmiyor ki!.
Müslümanım diyenlerin
bir-çoğunun din ile ilişkileri “cenâze namazı” ile sınırlıdır.
Müslümanım diyenlerin çoğu, İslâm’a
değil, “İslâm toplumu”na mensuptur.
Müslümanlar
da dâhil insanlar, Dünyâ’da bulunmanın yegâne amacının, “Dünyâ’dan
olabildiğince zevk almak” ve “Dünyâ’nın tadının çıkarmak” olduğunu zannediyor.
Müslümanlar doğayla savaşmazlar. Zîrâ
doğa bizim hizmetimize verilerek bize teslim olmuştur. Bize teslim olanla niye
savaşalım ki?.
Müslümanlar fâiz olarak ödedikleri
paraları, “karz-ı hasen” yâni güzel borç olarak verselerdi, Dünyâ cennete
dönerdi.
Müslümanlar hayâtı “Kur’ân-merkezli”
okumuyorlar ve tam-tersine, Kur’ân’ı “modernite-merkezli” okuyorlar. Böyle
olunca da Kur’ân modernitenin ve zamânın öznesi olacağına nesnesi oluyor. Kur’ân özne yerine “nesne”
olunca, müslümanlar da Kur’ân yerine modernitenin gölgesinde modernitenin ve
zamânın nesnesi oluyorlar. Rezillikleri bu yüzdendir. Bâzen moderniteye uymaya
mecbur kalmak, “bâzen domuz yemeye mecbur kalmak” gibidir.
Müslümanlar İslâm’dan uzaklaştıkça ve
batı’lılaştıkça ahmaklaştılar, ahmaklaşıyorlar.
Müslümanlar olarak, sosyâl medya
üzerinden “dâvetçi” olacağımıza “tâkipçi” olduk.
Müslümanlar sürekli olarak “müslümanlık”
öğreniyorlar ama müslümanlık yapmıyorlar.
Müslümanlar, “sâdece Allah’a tapıyorum”
demelerine rağmen, beşerin “gösterdiği yolda” gidiyorlar ve beşerin izini tâkip
ediyorlar. Şirk işte budur.
Müslümanlarda
“güçten yana olma” inancı ve güdüsü vardır. Müslümanlar, “yanlış kader inancı”
nedeniyle, başa gelen hükümdârın Allah tarafından başa getirildiğine inandığı
için hükümdâra kayıtsız-şartsız boyun büker ve destekler. Türklerde de
kardeşler arasındaki savaşı kim kazanırsa onu Tanrı’nın seçtiği kabûlü vardır
ve en güçlüden yana olurlar. Bu durum günümüzde de aynıdır. Seçimleri kazanandan
yana oluyorlar.
Müslümanların %90’ı, “dînin gizli
düşmanı”dır.
Müslümanların hâl-i pür melâlinin
nedeni; “ilimsiz amel” ile “amelsiz ilim”dir.
Müslümanların siyâset
yapması, “dînî siyâset yapması” demektir. Müslümanlar dîni karıştırmadan
“dinsiz siyâset” yapamazlar.
Müslümanlar-Türkler, bilim ve
teknolojide geri kalmamızı büyük bir felâket olarak göre-dursun, asıl büyük
felâket; dinde, düşüncede, felsefede, sosyolojide, psikolojide ve târihte geri
kalmaktır.
Müslümanlığı seçmek, hayâta
1-0 yenik başlamayı kabûl etmek ve göze almak demektir.
Müslümanlık “kısıtlanmayı kabûl etmek”
demektir.
Müslümanlık adına hiç-bir şey
yapmayanlar “müslüman” değildir.
Müslümanlık sâdece “İslâm’a mensup
olmak” değildir, müslüman olmak “İslâm’ın gereğini yerine getirmek”
demektir.
Müsümanların ve doğu’nun batı karşısında
-görece- geri kalmasının nedenlerinden biri de, müslümanların ve doğu’nun, batı
ile ahlâk-dışı bir yarışa girmek istemeyişi idi. Çünkü İslâm’da ve doğu’da,
ahlâk-dışı bir kulvarda yarışmak zihniyeti yoktur.
Mütekebbir Olan’dan geldiği için
bilginin özünde bir kibir vardır. Bu kibir ancak, o bilgi Allah-merkezli olursa
ve emele-eyleme dönerse kişiyi bozmaz.
Namaz kılmamak kibirdendir.
Namaz, oruç, hac ve zekat, insanı
doyurur.
Nasıl ki belli bir zaman önce İslâm
toplumlarında yaşayanlar, uydurma da olsa hadisleri-rivâyetleri, devlet
başkanından, bürokrasiden, diğer âlimlerden ve halktan çekindikleri için inkâr
edememiş ve o rivâyetleri kullanmışlarsa; şimdi de modern müslümanlar, yine
modern devlet-adamlarından, bürokrasiden, diğer âlimlerden ve modern halktan
çekindikleri için moderniteye aykırı olan İslâm uygulamalarını ve hattâ
âyetleri ya aşırı yoruma tâbi tutuyor yada moderniteye aykırı olan âyetlerden
hiç bahsetmiyorlar. Yâni aslında değişen bir şey yok.
Nasıl ki cep telefonlarında
kullanmadığımız bir-çok gereksiz uygulama varsa, modern hayatta da
kullanmadığımız-kullanmayacağımız gereksiz bir-çok üretim ve uygulama var.
Nasıl ki çok fazla tahlil ve tetkik
yaptırınca insanda -aslında çok da önemli olmayan- bâzı hastalıklar-sorunlar
ortaya çıkıyorsa, bu, Kur’ân için de geçerlidir. Kur’ân’ı aşırı inceleyip
tahlil ettiğinizde onda bir-çok yanlış gibi görülen şeyler bulursunuz. Böylece
Kur’ân’ın açık bir emrine bile eylemden kopuk bir anlam vermeye başlarsınız.
Modern Kur’ân çalışmaları bunu yapmaktadır.
Ne
gönlümüzde derman var, ne de dizimizde..
Ne için domalırsanız, kıçınıza o girer.
Ne kadar çıkar elde ettiğiniz,
çıkarlarınız için ne kadar fedâkârlık yaptığınızla doğru orantılıdır.
Ne kadar çok para harcarsanız, o kadar
az düşünürsünüz
Ne
kadar çok üretemezsen, o kadar çok tüketirsin.
Ne yapılması gerektiğini biliyoruz fakat “gereken”i yapmak
için gönlümüzde derman yok. Gönlümüzde derman olmayınca dizimizde de derman
olmuyor.
Ne yapıyorsanız onu savunursunuz.
Ne yapmalı, ne yapmalı? diye sormaya
gerek yok. Kur’ân-merkezli oku, bilgi-bilince er ve idrâk et; Sünnet-merkezli
amelde-eylemde bulun. İslâm budur.
Ne yiyeceğinizi belirlemek için ne
yemeyeceğinizi belirlemeniz gerekir. Ne yemeyeceğinizi öğrendiğinizde ne
yemeniz gerektiğini de öğrenmiş olursunuz.
Neden-sonuç düşüncesinin bir sonu
yoktur. Buna göre “neden” ilahlaşır. Çünkü her-şey “neden”e dayanır. Bir şeyin
nedeni, onun yaratıcısı ve ilahı olur.
Nefis, “azdıkça azan” bir şeydir. Süreli
azmak ister ve hep “bi-ilerisi”ni ister. En sonunda gide-gide kişiyi uçurumun
kenarına kadar getirir. Uçurumun kenarına kadar geldiyseniz, büyük ihtimâlle
düşersiniz.
Nefret ettikleriniz gibi yaparsanız,
“nefret edilir” hâle gelirsiniz.
Nefret
ile yapılan iş çok yorar.
Nefs bağımsızlaştıkça tatminsizlik
artar.
Nefs ne kadar açık olursa, bilinç o
kadar kapalı olur.
Nefs ne kadar palazlanırsa, hayvâniyet o
oranda artar. Modernite “nefsin alabildiğine kışkırtıldığı” bâtıl bir
sistemdir.
Nefsi kışkırtılmış ve yoldan çıkmış
insana azap yetmez. Onu ancak “acı azap” kendine getirir.
Nefsin surlarını ve kalesini yıkmadan,
düşmanın surlarını ve kalesini yıkamazsınız.
Nefsine
karşı darbe-devrim yap(a)mayanlar, şirke-küfre karşı da darbe-devrim
yap(a)mazlar.
Nefsine sâhip çıkamıyorsan,
müslümanlığına da sâhip çıkamazsın.
Nesnel bilgi diye bir şey yoktur. Herkes
inandığı şeyi bilir ve söyler. Bilmek, “ancak Allah’ın bildirdiği kadar idrâk
etmek” demektir.
Netlik olmadığında bölünme başlar. Tezinizi çok iyi ortaya
koymadığınızda, tezin eksik yönleri üzerinden yeni görüşler ve akımlar ortaya
çıkar. Mezhepler ve târikatların çoğalmasının nedeni budur. Herkes tezin eksik
yönleri kendisinin tamamladığını iddiâ eder.
Neyden etkileniyorsanız ona
bağlısınızdır.
Neye inanıyorsanız onu temele
koyarsınız. Temel olarak kabûl ettiğiniz şey sizin dîninizdir.
Neye/kime îman ediyorsanız ona
inanırsınız ve ona göre yaşarsınız.
Neyi
kabûl ederseniz ona inanırsınız; neye inanırsanız onu kabûl edersiniz.
Neyi okuduğun ve ne kadar okuduğun
önemli değil; “hangi bakışa-açısıyla okuduğun” önemlidir.
Neyi yapıp-duruyorsanız, onu sevmeye
başlarsınız. Böylece onu yapmak bir tutku hâline gelir.
Nice Kur’ân dersleri yapanlar vardır ki
merkeze Kur’ân’ı almamaktadırlar.
Niçin
hep “batılılaşmak”tan söz ediliyor da “doğululaşmak”tan söz edilmiyor?.
Nikâh, ruhlar arasında gerçekleşmeli,
imam-nikâhı bu nedenle olmalı ve ruhsal bağ yapılmalı. Beden-nikâhı sağlam
olmaz, zîrâ beden 6 ayda tümden değişir, 6 ay görüşmeyen eşlerin bedenen bağları
kopmuş olur, ayrılmış olurlar, dolayısıyla 6 ay sonra karşılaştığınız kişi
farklı bir kişidir. Nâ-mahremdir.
Nîsâ 34. âyet bağlamında, karısına laf
geçiremeyen bir erkeğin İslâm’ı tam anlamıyla idrâk edip uygulaması mümkün
değildir.
Nitelikli
işler yap(a)mayanlar, sayılara (nicelik) râm olur.
Niyeti
olmayan, hiç-bir şey yapmaz.
Nobel Barış Ödülü almak şerefsizliktir.
Normâl alış-verişte ilk önce mal alınıp
sonra parası ödenirken, internet alış-verişlerinde önce para ödenip sonra malın
gelmesi bekleniyor. Bu modernizm her-şeyi tersine çevirdi.
Normâl olmayan bir iş yapmaya
kalkarsanız, a-normâl engellerle karşılaşırsınız.
Normâlden
sapmış olanlar, a-normâli “normâl” olarak görürlerken, “normâl”i ise a-normâl
olarak görmeye başlarlar.
Nûh’un Gemisi’ne binmeyen, Nûh’un
âilesinden değildir.
Okul bir “elek”tir. Elenenler, sistemin
ameleleri olurlar.
Okul, başarı ve popüler işler.. İnsanın
hayâtı ıskalamasına neden olan üç etkendir.
Okumayan
insanı ancak “çalışmak” zapt-eder. Yoksa insanın uyumaktan ve gezmekten başka
bir düşüncesi olmaz.
Okuma-yazmaya önem vermeyen toplumlar,
ağzı iyi laf yapanların peşinden giderler.
Okumayı “Yaratan Rabbinin adıyla” yapmak
önemlidir. Modernite okumayı Allah adına yapmıyor.
Okunması
gerekenler okundu, konuşulması gerekenler konuşuldu, yazılması gerekenler
yazıldı, sıra “yapılması gerkenleri yapma”ya geldi.
Okuyan adam çok da “aktif” değildir,
olamaz. A-sosyâl olmadan “okuyucu” olamazsınız.
Olgunluk,
“eğitimlilik”le değil, “çiğlikten kurtulmak”la alâkalıdır. Nice eğitimliler
vardır ki çiğdirler.
Olmayan
bir şeyin yokluğu ispât edilemez.
Olmazsa-olmazınız
ne ise, dîniniz de odur.
Onların
dinlerine girinceye-uyuncaya kadar âyetinin bir anlamı da; “domuz yiyene
kadar”dır.
Ordular güçlendikçe, savaş olasılığı
artar.
Organik
tarım, kişinin bizzat kendisinin yaptığı, ekip-biçtiği tarımdır.
Organize
bir hareketin gücü, “inancının gücü” kadardır.
Orta-çağ
karanlığı, hristiyanların “ictihad kapısını kapattığı” zamanlardır.
Orta-çağ, İslâm’ın ve doğu’nun değil,
Avrupa’nın karanlığıdır. Fakat aslında Avrupa bile ortaçağda, modern çağda
olduğu kadar “karanlık” değildi.
Ortaçağda
bilim ile hastalıklar bir miktar azalınca, batı’lılar, “bizi Allah değil bilim
korudu” diye, Allah yerine bilime tapmaya başladılar.
Oruç, metabolizmayı yavaşlatarak ömrü
uzatır.
Oy
kullanarak şirki AKP üzerinden yada CHP üzerinden gerçekleştirmek arasında fark
yoktur. Demokratik sistem içinde oy kullanmak her hâlükârda şirktir.
Oy kullanmak ile, demokrasi adına bir
heykel yapıp ona tapmak arasında fark yoktur.
Oyun
kurucusunu mat etmediğiniz her oyunun piyonu olursunuz.
Oyunu
kurallarına göre oynarsanız sürekli olarak “oyun”un içinde kalırsınız.
Kurallara aykırı hareket etmedikçe kendi oyununuzu hiç-bir zaman kuramazsınız.
Ödül verilen kişilere, “sûnî bir
otoriterlik” verilmiş demektir.
Öfkeli
dil, acının sesli hâlidir.
Öfkenin
olmadığı yerde “yavşaklık” başlar.
Öldükten sonra âhirette dirileceğimize
olan “inanılmazlık”, Dünyâ’da vâr olmamızın inanılmazlığından fazla değildir. Yâni
Dünyâ’da vâr olmuş olmamız da normâl değildir.
Ölmek basit bir şeydir. Zor olan
ölüm-ötesidir.
Ölmek istememek, kendini fazla
önemsemektir.
Ölmek üzere olan kişiye ancak Kur’ân
okunur, başka bir şey söylenmez.
Ölmemiş olmak, yaşıyor olmak demek
değildir.
Ölüm “güçlü bir format”tır.
Ölüm bir cezâ değildir. Cezâ, ölümden
önce yada sonra başlar.
Ölüm düşüncesi yada ölümün kendisi,
modern insanın bütün sistemini bozup hayâllerini yıkıyor.
Ölüm korkusunun şiddeti, kişinin
yaşamındaki tatminsizliğin şiddetine eşittir. Hayatta tam anlamıyla tatmin
olamayanlar, ölümden çok korkarlar.
Ölüm, savaşılacak bir şey değildir.
Ölümle yapılacak savaş mutlakâ kaybedilecek bir savaştır.
Ölümden ne kadar korkuyorsanız,
moderniteye o kadar yaklaşırsınız.
Ölümsüz olmanın yolu “ölmek”tir.
Ömür-boyu
“ne yapılması gerektiği” ile ilgili araştırma yapıp da hiç-bir şey yapmadan
göçüp gitmek…
Önemli olan “nüfus” değil, “nüfûz”dur.
Önerilen
çözüm-şekli “pratik bir çözüm-şekli” değilse, “çözüm” değildir.
Ön-yargının en büyük kaynağı cehâlettir.
Örnek alacak olan varlık bir insandır.
İnsan ise ancak yine kendisi gibi bir insanı örnek alabilir. Peygamberlerin
gönderilmesinin nedeni budur.
Örtüsünü açtığınızda, güzelin güzelliği
azalır.
Öyle bir duruma gelindi ki, herkes herkesle çatışıyor.
Öyle
bir şey söyle ki, köleler seni izlemeye başlasın.
Özel olan hiç-bir şey, asgarî ücretliler
ve emekliler için değildir.
Özgürlük sert ortamları sever. Yumuşak
ortamlarda özgürlük olmayacağı gibi yavşaklaşma kaçınılmazdır.
Özü gür olmayanlar, özgür olamazlar.
Pâdişahlık
yönetiminde pâdişah babadan-oğula belirlenirken, demokraside pâdişah, seçimle
belirlenir.
Para çoğaldıkça merhâmet azalır ve
acımasızlık başlar.
Para kazanmanın en yüce değer olduğu bir
dünyâda hiç-bir şeye îtirâz edemezsiniz. Zîrâ tutarsız olur.
Para ve maddî çıkar için olmayan bir
eyleminiz olsun.
Para, insanları değersizleştirir. Çünkü
parası olan için karşıdaki insan çok da önemli değildir. Zîrâ bir ihtiyaç
durumunda, bir insanın yerine başka bir-çok insan vardır.
Paranın “çıkışı” kolay olurken, “geri
dönüşü” her zaman zor olur.
Paranın hâkim olduğu yerde ne rûh kalır,
ne anlam kalır ne de ahlâk kalır.
Paraya kıyarak dünyevî şeylere ve
eğlenceye aşırı para harcamak, uhrevî ve mânevî şeylere para harcamaya
kıyamamakla sonuçlanır.
Parayı
Lidya’lılar bulmuştur ama parayı her bulan “Lidya’lı” değildir.
Parçalamanın
sonu yoktur. Temel parçacığa kadar parçalayabilirsiniz. Bundan sonra, günümüzde
olduğu gibi “zihnî parçalanmalar” başlar ve devâm eder gider.
Parlamenterler “eski feodâller”dir.
Parlamentolar birer panteondurlar.
Parlamentolar, “demokrat kral”ın “tek
adam”lığını perdelemekle görevlidirler.
Peçenek, Uz, Kuman ve Batı Bulgar
Türkleri, İslâm’a girmedikleri ve dinlerini korumadıkları için, yayıldıkları
balkanlarda Slavlaşmışlar ve hristiyanlaşarak asimile olmuşlardır. Halkların
asimile olmalarına neden olan şey, dinlerini korumamaları ve hak dîne tâbi
olmamalarıdır.
Peygamber döneminden sonrasını İslâm’dan
saymayanlar, sıra demokrasiyi savunmaya gelince İslâm’ın “Peygamber’den
sonraki” yönetim şeklinin “demokratik bir cumhuriyet” olduğunu söylerler.
Peygamber’e güvenmeden Kur’ân’a îman
edilemez. “Peygamberlere îman” bunun için vardır.
Peygamber’in hadisi ve sünneti yoktur
diyenler, tâbi oldukları kişilerin sözlerini (hadis) can kulağı ile dinleyip
tekrarlıyorlar ve onların yaptıklarını (sünnet) da aynen yapıyorlar.
Peygamber’in örnekliği amelî yöndedir.
Yoksa Kur’ân’da olmayan bir şeyden bahsedemez. Rivâyetlere dayalı bir şeyi
İslâm’da varmış gibi söyleyemez. O, din’de olan şeyin kavlî ve fiîlî yorumunu
(Sünnet) yapar.
Peygamber’in yaşam-tarzını beğenmeyenler
ve benimsemeyenler “müslüman” değildir.
Peygamber’siz İslâm, “Tayyip’siz AKP”
gibi bir şeydir.
Peygamberimiz
ve ilk iki halifeden sonra “gerçek İslâm” olarak ortada hiç-bir şey kalmamışsa
eğer, o zaman -hâşâ- “İslâm güçlü ve sağlam bir temele sâhip olmayan bir
din’dir” düşüncesi açığa çıkar.
Peygamberimiz ve onunla birlikte
olanların yaptığı gibi; olağan-üstü şeyler yapmadıkça olağan-üstü değişimler ve
olağan-üstü sonuçlar beklemek abes ve hayâldir.
Peygamberimiz, “doğuştan müslüman”
değildir. Onun müslümanlığı, “babadan-oğula geçen bir müslümanlık” değildir.
Peygamberimiz, evlatlığı Zeyd’in,
boşadığı hanım ile evlenmeseydi, insanlar Kur’ân’ın o âyetlerini pek de
uygulamazlardı da yorumlamaya başlarlardı.
Peygamberimiz’in söyledikleri (hadis)
ile yaptıkları (sünnet) birbirleriyle çelişmeyeceği için söyledikleri,
yaptıklarıyla, yaptıkları da söyledikleriyle uyumlu olmalıdır. Aksi-hâlde bir
çelişki olduğunda, çelişen şey “sahih” olmaz.
Peygamberimiz’in; “ilim Çin’de bile olsa
gidin alın” dediği ilim, “modern-bilim” değildir.
Peygamberler bilgileriyle değil; îman,
ahlâk, takvâ ve amel-eylemleriyle öne çıkan ideâl örnekliklerdir.
Peygamberler, “Allah’ın seçtikleri”dir.
Allah’ın seçtikleri varken “insanların seçtikleri”ne göre düşünmek ve hareket
etmek küfürdür, şirktir ve mutlakâ zulmü açığa çıkarır.
Peygamberler,
insanların kafalarına göre yaptıkları yorumları iptâl etmek ve “Allah’a göre”
yapmak için gönderilirler.
Peygamberler, vahiy-merkezli bir
hikmet-sünnet ortaya koyabilecek ahlâkî bir potansiyele sahip oldukları için
“peygamber” olarak seçilirler.
Peygamberlerin
çok etkili olmalarının nedeni, bambaşka bir yol ve bambaşka bir dünyâdan
bahsetmiş olmalarıdır.
Peygamberlerin söz ile yaptıkları
yorumdan ziyâde fiîlen yaptıkları yorumlar bağlayıcıdır.
Pınarın gözünden, onu bulandırmadan içmek istiyorsan,
“toprağa kadar” eğilmek zorundasın.
Pişmanlık iyi bir öğretmendir.
Plân yapmaktan ziyâde, plânı gerçekleştirebilmek
önemlidir.
Porno,
“bir şeye odaklanmak” ile başlar. Meselâ ayak-bileğine uzaktan bakılınca bir
etki olmaz fakat ayak-bileğine yakın-çekim yapıldığında iş başkalaşır.
Pornografi, hayâl kurmayı ve keskin
bakışı blôke eder. Zîrâ her-şey ortadadır.
Pornografi, örtüsüzlükle başlar ve
gizemsizlikle son bulur.
Post-modern insan, korkuyu ve her-şeyden
korkmayı bir hayat-tarzı hâline getirmiştir. Bu, “sâdece Allah’tan korkma”
düşüncesi ve inancından vazgeçmenin bir cezâsıdır.
Post-modern zamanlarda dünyevîlik
insanlara “damardan” verilmektedir. Bu nedenle hemen etki etmekte ve alışkanlık
yapmaktadır.
Pozitivist modernite “doğayı hâkimiyeti
altına alma”ya dayanır. İnsan da doğanın bir parçası olduğu için insanı da
hâkimiyeti altına alıp sömürmeyi sorun olarak görmez.
Pozitivistler gaybî konulara inanmanın bir dayanağı
olmadığını söylerler. Zîrâ pozitivistler açıklanamayan şeylere inanmazlar.
Fakat gayb, “açıklanacak” değil “inanılacak olan” şeydir. İnanırsın yada
inanmazsın. Şu da var ki, modern-bilimin Dünyâ-dışı verilerinin %90'ı da
masa-başında üretilmiş zırvalıklardır. Peki
bunlara niye inanayım?. Görülmesi aslâ mümkün olmayan “elektron” denilen şeye
niye inanayım ki?.
Pratiğe
dökülmemiş şeyler için “sonsuz zannetmeler”den başka bir şey yoktur.
Pratiğe dönük olmayan düşünceler, unutulmaya mahkûmdur.
Psikologlar dinsizlerden ve dîni dar/zayıf olanlardan
beslenirler.
Psikoloji, normâli “a-normâlleştirme”
ameliyesidir.
Psikolojik ilaçlar gerçek anlamda sâdece
üreticilerini-satıcılarını mutlu ediyor.
Put
edinilmiş olanların çoğu, eski zamanlarda yaşamış “put-kırıcılar”dır.
Putçuluğun
târihte kaldığını zannedenler bilmelidir ki, insanlık târihinde hiç-bir zaman,
günümüzdeki kadar put ve putçuluk olmadı.
Putçuluğun,
şirkin, küfrün ve dolayısıyla zulmün kökeninde “aşırı sevgi” vardır.
Putçuluk, kendi putunu yüceltirken,
başkasının putunu aşağılamaktır. Oysa bunların ikisi de şirk ve küfürdür.
Putlar; önceki
zamanlarda yaşayan kahramanlar, bilginler, yöneticiler vb. gibi insanlardı.
İnsanlar bu kişileri çok sevmişlerdi. Bu kişilerin ölümlerinden sonra resimleri
ve heykelleri yapıldı. Onlar ilk başta ölüm yıldönümlerinde, daha sonra ise
sık-sık ziyâret edildi. Zamanla onlara tâzim gösterilmeye ve en nihâyet de
tapılmaya başlandı. Demek ki şirkin kökeni “aşırı bağlılık” ve “aşırı
sevgi”dir. Allah’tan başkasına aşırı bağlılık şirk sürecini başlatır. İslâm’da
resim ve heykele iyi gözle bakılmamasının nedeni de budur.
Putlaştırma ve tabulaştırma,
putlaştırılan ve tabulaştırılan üzerinden kaçamak yapılabilmesinden dolayıdır.
Putperestlik “sanat” adı altında
pazarlanıyor.
Rabbiniz,
“tâlimâtına göre hareket ettiğiniz”dir. Kimin tâlimâtına göre hareket
ediyorsanız “onu râb edinmişsiniz” demektir.
Rabbiniz,
eleştiremediğinizdir.
Ramazan; açlık ve susuzluktan başka bir
de uykusuzluktur. Yoksa ayı gibi uyuyarak tutulan orucun etkisi çok da fazla
olmaz.
Ramazan’ın
ilk gününde Oruç Baba’ya gitmek ile, ulusal bayramlarda ve özel günlerde
Anıtkabir’e gitmek arasında “hurâfe olmak bakımından” bir fark yoktur. İkisi de
bir tapınmadır, şirktir, küfürdür.
Reel-politiğe destek verirken ve
lâik-demokrasiye kuyruk sallarken; reel-politiğin ve lâik-demokrasinin ortaya
çıkardığı ahlâksızlıklardan ve çirkeflerden dert yanmak ahmaklık ve
münâfıklıktır.
Risk olmadan
rızk olmaz.
Romalılar, Roma Uygarlığı’nın köklü
geleneklerinden nasiplenmemiş olanları “barbar” sözcüğüyle tanımlanıyorlardı.
Bu tutum şu-anda da geçerlidir. Modernizm bir greko-romen uygarlıktır. Bu
uygarlığa ayak uydur(a)mayanlar barbar, yobaz, ilkel, gerici ve terörist olarak
kabûl ediliyor.
Rönesans,
tabiatçılığa (paganizm) bir dönüştür.
Rûh karşısında nefse verilen en küçük
bir tâvizde, nefs rûhu inkâr etmeye başlar.
Rûhun bedenden ayrı bir şey olmaması,
maddenin mutlaklığıdır, mateyâlizmdir.
Saat
gece 12.00 yâni 24.00.’den yarım sâlise önce yada yarım sâlise sonrası arasında
ne fark var?. Yada 24.00’den bir sâniye önce ve sonrası; 1 saat önce ve
sonrası?. Koca bir hiç. Ancak 1 saat önce yada sonra zâten her-gün olan
periyodik döngüler sebebiyle yıldızlara farklı bir açıdan bakarız sâdece. O
hâlde günün 24.00’de bitmesinin ne anlamı var?. Hattâ yeni yılın girmesi için
bile 24.00’ü bekliyorlar. Bu saatlerde olağan-üstü bir şey olmuyor ki. İslâm’da
ise gün, Güneş battığında biter. Hem de muazzam görünümlü bir batış/bitiş
şekliyle. Akşam-ezanı okunduğunda.. Zâten “gün”, Gün-eş’in “gün”üdür. Güneş
battığında gün biter. “Batmak” ile “bitmek” aynı yazılır arapçada. Gün-eşin
batması, gün-ün bitmesidir.
Sâdece
“müziğin klâsiği” değil, “hayâtın da klâsiği” güzeldir; arındırır, rahatlatır.
Sâdece Allah’a tapmaktan imtina
edenlerin, en nihâyetinde nefislerine tapmaktan başka çâreleri kalmaz.
Sâdece îman ve ibâdet içeren dinler, bir
peygambere ihtiyaç duymazlar. İslâm’ı kuru îman ve ibâdet dînine çevirmeye
çalışanlar, bu nedenle Peygamberimiz’i
gündem-dışı etmek istiyorlar.
Sâdece kendini düşünen bencil insan
“kimsesiz insan”dır.
Sâdece
lâik, seküler, liberâl ve Atatürkçü olmakla “aydın insan” olduğunu zannedenler
var.
Sâkin olmak için en iyi yol “sâkin” bir
yerde sâkin olmaktır yâni sâkin bir yerde yaşamaktır.
Samanı süte dönüştürecek bir makine yapabilir misiniz?.
Samîmi mü’minlik, pirinç yemek yolunda
bulgurdan da olabilmeyi göze almak ve bunu kabûl edebilmek demektir.
Samîmi olması için, ille de “bilgece”
olmasına gerek yoktur.
Samîmiyet sorumluluk gerektirir.
Sanal
demek, sonsuz demektir.
Sanat,
devrin siyâsi görüşüyle örtüşür. Zâlim siyâsetler, biçimsiz mîmâriler üretir.
Sanâyileşme arttıkça, enâyileşme de
artar.
Sapık akımlar târih boyunca, kendilerini
eleştirenleri, “öğretilerini anlayamamakla” suçlamışlardır.
Sapık bir fikrin özgürlüğünü savunmak sapıklıktır.
Savaş,
bulaşıcıdır.
Savaşmayan erkekler yavşaklaşmaya
başlar. Sonunda da “kadın-erkek eşitliği” görünümü altında kadın tarafından
ezilirler.
Savaşsız bir dünyâ yavan olur.
Savaşta mağlûb olanlar, eski kültür ve
edebiyatlarına yönelmeye başlarlar.
Savaşta
ön cephede bulunmak, namazda ön safta bulunmanın fazîleti gibidir.
Savsaklanan iş ve savsakçının işleri
yolunda gitmez ve bitmez.
Savunduğunuz
şeyin “doğru” olması yetmez. Onu samîmi ve gayretli bir şekilde savunuyor
olmanız gerekir.
Secde, eşitleyicidir.
Seçik olan bir şey aynı zamanda açık
değil midir?. Kuşun kuş olduğu anlamak ve bundan emin olmak için kuş hakkında
derin bir bilgiye mi sâhip olmamız gerekmez.
Seçimde aday olmak, “ben kâfirliği kabûl
ediyorum” demektir.
Seküler aklın “tabiatı hâkimiyeti altına
almak” sevdâsı, modern zamanlara kadar tabiatı ilahlaştırarak kendisine
ceberrut edinmiş olmasının pişmanlığından dolayıdır. Batı, tabiatla hiç-bir
zaman dengeli bir ilişki kuramamıştır.
Seküler bilgi arttıkça korku azalır,
İslâmî bilgi arttıkça korku çoğalır.
Seküler devlet, ayrıcalıklı sınıfların
temsilcisidir.
Seküler devletler her zaman, halkın
çoğunluğunu ezik, gariban ve güçsüz bırakmak ister. Zîrâ zenginleşip, güçlenip
de kendisine kafa tutmasın ister. Dolayısıyla halkın çoğunun gariban
olması-bırakılması şeytânî bir politikadır.
Seküler devletlerde devletin güçlü
olması, halkın da güçlü olması anlamına gelmez.
Seküler ideolojiler, eşitsizliğin -güyâ-
meşrûlaştırılması uygulamalarıdır.
Seküler kânun ve kurallara sımsıkı bağlı
olanların, Allah’ın kânun ve kurallarını hayâta hâkim kılmak yolunda adım
atması mümkün değildir.
Seküler
sâbiteler, “gerçek değişimi” imkânsızlaştırırlar.
Seküler sistem, modern dünyâdan domuz
gibi yararlanmayanları deli ve sapık olarak îlân ediyor.
Seküler sisteme karşı teslim olarak
ellerinizi havaya kaldırırsanız, “donlarınızı da aşağıya indirmiş” olursunuz.
Seküler
sistemlerde insanlara verilmiş tek bir hak vardır, o da; “hâkim sınıfı
alkışlama hakkı”dır.
Seküler siyâset, “insanın insan
üzerindeki egemenliği” iken; İslâmî siyâset; “Allah’ın insan ve tüm varlık
üstündeki hâkimiyeti”dir.
Seküler-dinsiz sistemler “seküler-dinsiz
insanlar” ortaya çıkarır.
Seküler-lâik-modernite ile birlikte
insanlar “Tanrı Krallığı”ndan koparılıp, “Dünyâ Kralllığı”na bağlanmıştır.
Semirmiş insanda “anlamlandırma” ya çok
az olur yada hiç olmaz. Anlamlandırma, bir şeyin eksikliği, yokluğu ve
özleminde olur.
Sen Allah’a ne kadar “kulluk” yaparsan,
Allah da sana o kadar “Allah’lık” yapar.
Senin îman ettiğini söylemen benim için
önemli değildir. Senin o îmanla ne yaptığın benim için önemlidir.
Sermâyedarlar ekonomiyle “kedinin fâreyle oynadığı gibi”
oynuyorlar.
Sermâyedarların
servetlerini katlamaları “büyüme” değildir.
Serotonin
seviyesi zirveye çıkmışsa, serotonin seviyesini yükselten şeyin ne olduğunun
bir önemi yoktur.
Servet, sâhiplerinde şiddetli bir
“yönetme ve yönlendirme isteği/arzusu” oluşturur. Parayı bulanlar, yönetimi de
kendileri yapmak isterler. Servetin oranı, yönetilecek alanın büyüklüğünü
belirler. Tüm insanların sâhip olduklarından daha çok servete sâhip olanlar,
tüm Dünyâ’yı ve tüm insanları yönetmek ister. İşte şirk budur. Bu yüzden sınırı
aşmış olan zenginlik, mutlakâ şirki, küfrü, sapmayı ve zulmü de yanında
getirir.
Servet-sâhibi olmanın yolu akıllı/zeki
olmaktan değil, şerefsiz olmaktan geçer.
Ses çıkarmak, “konuşmak” demek değildir.
Seyyar
satıcılar (işporta) esnafların ilk hâlidir. Esnaflar, ilk hâllerini hatırlatan
seyyarları (işportacıları) sevmezler, bu nedenle de onları zâbıtaya şikâyet
ederler ki oradan uzaklaşsınlar da “psikolojik olarak” rahat etsinler.
Sıkılan şey rûhunuzdur. Boş kalınca
sıkılmaya başlar.
Sınır,
yâni ulaşamamak, fikri ve sanatı ortaya çıkarır. Sınırsızlıkta fikir ve sanat
oluşmuyor. Bu nedenle, ulaşmayı çabuklaştıran ve kolaylaştıran makineleşme,
fikri ve sanatı öldürdü.
Sınırlı akıl, sınırsız olan dîni
sınırlayamaz. Tam-tersine din, aklı sınırlar.
Sınırsızlıkta anlam kaybolur. Zîrâ tek sınırsız olan Allah’tır. Meselâ
kâinâta “sınırsız” derseniz Allah inkâr edilmeye başlanır. Allah olmayınca
anlam da kaybolur.
Sıra-dışı şeyler şartları değiştirme
gücü taşısa da, sıra-dışı şeyleri yapmak için şartların uygun olması gerekir.
Sünnetullaha göre bu böyledir. Uygun değilse, şartların olgunlaşmasını beklemek
ve uygun olması için onu tatlı-sert zorlamak gerekir.
Silahtan
vazgeçenler, sonsuz tâvizler vermeye başlarlar.
Sisteme sövmeyenlerin sonu, “kızını
dövmeyenlerin” sonu gibi olur.
Sistem-içi sorunlara üretilen sistem-içi
çözümler “gerçek birer çözüm” değildirler.
Sistemin ortaya çıkardığı sorunları
sistem içinde kalarak çözmek imkânsızdır.
Siyâset dîne âlet edilmezse, din
siyâsete âlet edilmeye başlar. Siyâset dîne âlet edilmediğinde, din, her türlü
siyâsete her zaman âlet edilmeye çalışılmıştır. O-hâlde ya -doğru olarak-
“siyâset dîne” âlet edilecek yada -yanlış olarak- “din siyâsete” âlet
edilecektir.
Siyâset düzelmeden hiç-bir şey düzelmez.
Siyâset
yalnızca İslâmî düzende “ekonomik güçler” tarafından belirlenmez.
Siz fark-etmiyorsunuz diye kötülük yok
demek değildir.
Siz Kur’ân’ın hayâta dönük tarafından
uzaklaşırsanız, Allah da -bir cezâ olarak- sizi rûhî-mânevî tarafından
uzaklaştırır.
Siz
ve sen tartışmaları yapılıyor. “Siz” hitâbı hem dilbilgisi kurallarına aykırı,
(çünkü karşıdaki kişi tek bir kişi olsa da ona “siz” deniyor ve kişi “kendisi”
olarak kabûl edilmiyor) hem de daha baştan “biz ayrıyız” uyarısını veriyor.
Bâzı “siz”ler o kadar hakâret içeriyor ki.. hem de samîmiyetten yoksun; oysa
bâzı “sen”ler o kadar yumuşak, samîmi ve ferahlık verici ki, “siz”den daha çok
seviyorum ben o “sen”leri.
Sizden
sürekli olarak saygı bekleyenler, size egemenlik kurmak isteyenlerdir.
Sizi hizâya sokan ne ise dîniniz odur.
Sizi motive etmiyorsa, dîne olan
bağlılığınızda bir sorun var demektir.
Soğukkanlı insanlarda “tedbirde
aşırılık” çok bâriz olarak gözükür.
Son 150 yıllık târih, aklın en az
kullanıldığı târihtir. İnsanlar nefislerinin peşinde giderlerken “aklımızı kullanıyoruz”
zannediyorlar.
Son 200 yıldır “Dîn’i, hurâfelerden
arındırma” çalışmalarında ölçü Kur’ân ve Sünnet olacağına, modernizm olmuştur.
Böylece “Dîn’i modernizme uydurmak” sorunu ortaya çıkmıştır. Ölçü bu sefer de
tersinden şaşmıştır.
Son 200 yıllık târih,
Allah rızâsının en az gözetildiği” zamandır.
Son
zamanlarda “selam sana” söylemi çok kullanılmaya başlandı. Allah bunun farklı
nedenle söylenmesini isterken, şimdikiler ise, kendisi gibi düşünmeyeni
aşağılamak için kullanıyorlar.
Sonradan olan “sonuna kadar” olmaz.
Sonsuz olan tek şey Allah’tır. O-hâlde
uzay sonsuz değildir. Uzaya sonsuz diyenler onu tanrılaştırmaktadırlar.
Sorgulayamadığınız
şey, ilahınızdır.
Sormayana cevap vermek Dünyâ’nın en zor
işlerinden biridir.
Soru
şu: Allah, takvasını güçlendirene mi yoksa ordusunu güçlendirene mi yardım
eder?.
Sorumluluk (nikâh) olmadığında zinâ
olur.
Sorunları yok saydığınızda sorunlar “yok
olmuş” olmaz.
Sosyâl medyada yapılan yemeklerin ve
pastaların resimleri paylaşılıyor ama bu yemekler açları doyurmuyor.
Sömürmeyen zenginleşemez.
Sövmeniz gerekip de sövmediğiniz şeyi,
kısa süre sonra sevmeye başlarsınız.
Sövmeyen
adam ciddî değildir.
Sövmeyen adam yavşağın tekidir.
Sövülecek o kadar çok şey ve kişi var
ki, sövgünün hakkını vermek isteyen birinin, ölene kadar sürekli sövmesi
gerekir.
Sövülecek olana sövmüyorsanız, bâri sövene engel olmayın.
Söylene-gelen; “sakalımız yok ki sözümüz
dinlensin lafı; “sosyâl medyada bol tâkipçimiz yok ki sözümüz dinlensin” olarak
değişti.
Söylenip
duran; “kızlar okuyup çalışıp kendi ayakları üzerinde durmalıdır” sözü bir
fitnedir.
Söz ile yâni “müslümanım” demekle
müslüman olunmaz, “müslümanlık yapmak”la müslüman olunur.
Sözün de nâmusu vardır ve sözün nâmusu;
“Ey îman edenler!; yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?” âyetinde
ifâdesini bulur.
Spor karşılaşmalarında kötü oynayıp da
haksız gâlibiyet alanlar gibi, cennete, İslâm’a aykırı yaşayarak haksızca
girmek yoktur.
Stresin ve buhranların nedeni
düzensizliktir. Düzenlilik, ilk başta ağır, sonra da hafif bedeller ister.
Böylece düzenlilik sürdükçe stres ve huzursuzluk azalır.
Suyu
(rahmet) kirletenler, dîni haydi-haydi kirletirler.
Suyun, formûl olarak H2O (iki hidrojen bir oksijen) olduğunu bilmenin insanlığa hiç-bir faydası
yoktur.
Sünnet söz değil, amel-eylemdir. Bu
nedenle gayr-ı metluv vahye değil, metluv vahye dayanır.
Sünnet, “Allah’ın hükümleriyle
hükmedilmesini söylemek” değil, “Allah’ın hükümleriyle hükmetmek” demektir.
Sünnet, “İslâm’ın sosyâlleşmesi”dir.
Sünnet, “Kur’ân’ı idrâk etme ve uygulama
yöntemi”dir.
Sünnet,
“Peygamberimiz’in içtihâdı”dır.
Sünnet, “vahiy-merkezli bir
motivasyon”dur.
Sünnet, “vahyin ete-kemiğe
bürünmesi”dir.
Sünnet, bir “İslâmî hayat felsefesi”
ameliyesidir.
Sünnet, Hz. Muhammed’in, resûl ve nebî
olarak 23 yıl boyunca Kur’ân’ı merkeze alarak yaptığı kavlî ve fiîlî
yorumlardır.
Sünnet, ilk İslâm toplumunun
Kur’ân-merkezli tatbikâtıdır.
Sünnet, Kur’ân’ı değil ama İslâm’ı
bütünler. Zîrâ İslâm, Vahiy ve Peygamber yâni Sünnet’tir.
Sünnet, Kur’ân’ın “aura”sıdır.
Sünnet, Kur’ân’ın amel-eylem şeklinde
yansımasıdır. Bu bağlamda Kur’ân ve Sünnet (yada İslâm geleneği) ayrılamaz.
Modernite ise parçalayıcıdır ve bölücüdür. Modernite Kur’ân ile Sünnet’i yâni
İslâm geleneğini de, “eski”ye olan nefretinden dolayı (çünkü hayâtiyetini
bundan almaktadır) ayırıp-bölmüş ve böylece geleneği kötü
göstermiştir-göstermektedir.
Sünnet, Sünnetullahın izdüşümüdür.
Sünnet; ideâl bir mü’minlik şeklidir.
Sünnet’i hesâba katmayıp da “Kur’ân
yeter” demek, “İslâm sâdece gönüllerde yaşansın ve hayâta karışmasın” demektir.
Zîrâ İslâm-Kur’ân hayâta “Sünnet ile” karışır.
Sünnetin kaynağı
Kur’ân’dır.
Sünnetullah denen ilâhi sisteme ancak ve
ancak “İslâm Dîni ve düşüncesi” ayak uydurabilir. İslâm-dışı ideolojiler ve
düşünceler ise yakın-uzak vâdede bertarâf olmaya mahkûmdur.
Sünnetullaha
göre, biri zayıflamadan diğeri irileşemez.
Sünnî
ve Şiîlerin toplam hadisleri 2,5-3 milyon civârındadır. Bunların sâdece ve en
fazla 1.000 tânesi sahih olabilir. Gerisi uydurulmuştur ve hâlen de
uyduruluyor.
Sürât,
sersemleştirir.
Süreç şu şekilde işledi:
Allah/Kitap-merkezlilik; insan-merkezlilik, eşyâ-merkezlilik..
Sürekli olarak Allah’ı aramak ve O’nu
görmek-bilmek istemek “ateizm”den kaynaklanır.
Sürekli olarak başkalarının ürettiğini
yemek, hastalıkların nedenidir. En sağlıklı beslenme şekli, “kendi ürettiğini
yemek”tir.
Sürekli olarak dîn,
zamâna ve mekâna uydurulmaya ve uyarlanılmaya çalışılıyor. Peki niçin zamân ve
mekân dîne uyarlanıp uydurulmaya çalışılmıyor?.
Sürekli olarak kullanılan “gönlünce
yaşa” dileği aslında “nefsince yaşa” demektir.
Sürekli
olarak söylenen; “Kur’ân’ın dilini günümüze göre değiştirmeliyiz” sözüyle
Kur’ân’ı modernitenin nesnesi yaptılar.
Sürüden
ayrılmayan, “çoban” olamaz.
Şamanizmin
kaynağı, totemizmdir.
Şans dilemek, “duâ etmek” demek
değildir.
Şartların değişmesi, “yeni araçların
ortaya çıkması” demektir.
Şaşırılması
gereken en ilginç şey, “sömürülen kitlelerin bir isyân başlatmaması”dır.
Şehâdet,
saadettir.
Şehir,
insanları bir-birlerinden koparıyor. Şehirler “en ufak bir yardım”ın bile
esirgendiği yerlerdir. Göçebelikte ise misâfir-perverlik çok önemlidir. Hattâ
hayatları pahasına.
Şehirler
birer “açık-hava hapis-hânesi”ne dönüştü.
Şehrin merkezinde ne varsa, insanların
merkezinde de o vardır.
Şerefsizlik,
profesyonelce yapıldığında “şerefsizlik” olmaktan çıkmaz.
Şeytan “boş adam”ı hedef alır.
Şeytan ateist değildir, Allah’a inanır.
Şeytanın “şeytan” olması, Allah’a inanmasına rağmen emrini yerine
getirmemesiydi. “Secde et” emrini yerine getirmemek şeytanlaştırır.
Şeytan insanlara “virüs”ü iliklerine
kadar yaymış olduğu hâlde, insanlar korona-virüsün
tüm Dünyâ’ya yayılacağından endişe ediyorlar.
Şeytan insanları bisiklete bindirdi. Ya
sürekli pedal çevirip ilerleyeceksin, yada düşeceksin dedi. Böylece
"ilerleme" denen şey ortaya çıktı.
Şeytan, yaptığı şeyi câzip gösterdikten
sonra bir insanın yapmayacağı şey yoktur.
Şeytanı, nefsi, tâğutları ve moderniteyi
sorgulamaya götü yemeyenler; Allah’ı, âhireti, vahyi, peygamberleri sorgulamaya
başlarlar.
Şeytanın telkinleriyle nefse uyarak, her
türlü düşünce, amel-eylem ve üretimler nefse göre yapıldığında, bir süre sonra
Dünyâ, tam da nefse uygun bir hâle gelirken; Allah’ın emir ve nehiylerine
uyarak, her türlü düşünce, amel-eylem ve üretimler İslâm’a, Kur’ân’a ve
Sünnet’e göre yapıldığında ise Dünyâ tam da İslâm’a, Kur’ân’a ve Sünnet’e uygun
hâle gelir. Dünyâ’yı nefse yada İslâm’a göre şekillendirmek için birilerinin on
numara ve kusursuz bir plân yapmasına gerek yoktur. Mekân, şartlar ve dolayısı
ile zaman, ne yaparsanız ve nasıl davranırsanız ona göre şekillenir.
Şiddet,
fikirlerin somut şekilde çarpışmasıdır.
Şiir
gibi bir dünyâda yaşamak varken; “zehir gibi” bir dünyada yaşıyoruz.
Şimdilerde
sigara içenlere: “duman rahatsız ediyor, söndür sigaranı” dediğimiz gibi; cep
telefonu ile konuşanlara da: “ışınlar rahatsız ediyor, kapat telefonu”
denilecek zamanlar gelecek.
Şirk, “Allah’ı ikinci sıraya koymak”tır.
Şirk, “sirk”tir.
Şirk, “yer ile göğün uyumunun
bozulması”dır. Yer, aynen gökler gibi Allah tarafından yönetilmediğinde şirk ve
küfür başlar.
Şirk, Allah’a “Allahlık” yaptırmama
ameliyesidir. Şirkte Allahlık, Allah dışındakilere verilir.
Şirk, Allah’ın “yaratıcı” olarak kabûl
edilmesine rağmen, “yönetici” olarak kabûl edilmemesi ve “yöneticiliği
başkalarına verme” demektir.
Şirk, Allah’ın kânunlarını çok da
tınlamazken; Firavun’un, Kârûn’un, Bel’âm’ın ve Samîri’nin kânunlarını baş-tâcı
etmek demektir.
Şirk, gökte mecbûren Allah’a bağlı,
yeryüzünde ise Allah’tan bağımsız (özerk) bir düşünme ve yaşama şeklidir.
Şirke, küfre, adâletsizliğe,
ahlâksızlığa yâni zulme karşı isyân etmeyenler, nisyân (unutmak) ile
cezâlandırılır.
Şirkin kökünde, “birilerine karşı
duyulan aşırı sevgi” vardır. O kişiler yaşamlarında yada ölümlerinden sonra
onları aşırı sevenler tarafından putlaştırılır.
Şirkten sâdece “şirki bilmek”le
kurtulunamaz. Amel-eylem olarak da şirkten vazgeçip tevhide dönmedikçe şirkten
de kurtulunmuş olmaz.
Şöyle bir çelişkimiz var; bizim
düşüncemiz kent düşüncesi, fakat yaşamak istediğimiz yer kent değil. En azından
“şehir”de (kent değil) yaşamak istiyoruz.
Şu 3 şey bir kadına aslâ yetmez: Zaman,
mekân ve para.
Şu dâr-ı dünyâda, şöyle karşılıklı
oturup da (şirke, küfre, adâletsizliğe, ahlâksızlığa, ahmaklığa ve moderniteye)
sağlamca ve iyice sövecek bir dostum olmadı ya, yanarım da ona yanarım.
Şu-anda bulunduğunuz yer “ulaştığınız
yer” değil, “sürüklenerek getirildiğiniz yer”dir.
Şu-andaki ekonomi sistemi ve tarzı,
bir-zaman önce mâlikanelerde yaşayan burjuvanın ekonomi anlayışıdır.
Şüphe
duymadığınız şey, dîninizdir.
Tâğutlar, insanların güdülerini
kullanarak Dünyâ’yı yönetiyorlar.
Tâkipçilerine
“kendisini eleştirmeyi” öğretmeyenler “âlim” değildir.
Taklit sâdece dîn alanında olmaz. Dînî
olmayan konularda da taklit olabilir.
Takvâda yarışmayınca “nefste yarış” başlar.
Tam
bir îmâna, “güçlü bir isyân” ile
ulaşılabilir.
Tanklar, Enfâl 60. âyetteki: “Onlara
karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın…” âyetinin
karşılığı değildir; modern potansiyel düşmanların silahlarının karşılığıdır.
Tanrı
göğe hapsedildiğinde, yeryüzünde yeni tanrılar peydâh olur.
Tanzimatta
(1839) öyle bir tâviz verildi ki, hâlâ önü alınamıyor.
Tapmak, “tapılana göre yapmak” demektir.
“Kime göre yapıyorsanız ona tapıyorsunuz” demektir.
Târih boyunca ahmaklık, başta İslâmî
düşünce olmak üzere her türlü bilgeliye meydan okumuştur.
Târih boyunca anne ve babasının iyi niyetini,
modern gençlik gibi istismâr eden bir nesil hiç olmamıştır.
Târih
boyunca devletler, biriktirdikleri paraları, maddî gücü ve gençlerini
savaşlarda harcamışlardır.
Târih boyunca Dünyâ’yı hep “derdi
olanlar” değiştirmiştir. Dünyâ’da zevk, neşe ve refah içinde yaşayanların yada
yaşamak isteyenlerin hakka uygun bir değişim yapabilmeleri hattâ bunu
düşünebilmeleri bile söz-konusu değildir.
Târih boyunca hemen her zaman zenginlere
“zengin fıkhı” uygulanmıştır.
Târih boyunca insanlar hep, “daha zevkli
bir hayat” için çabalamışlardır.
Târih boyunca insanlar, uygarlığını
edindiği ülkeleri fethetmeye kalkmışlardır.
Târih boyunca
insanların dinden uzak durmaları ve nefse uygun düşünmeleri, konuşmaları ve
hareket etmeleri, dînin “eğlenceli” olmaması nedeniyledir.
Târih boyunca insanların düşünceleri ve
aldıkları kararların on tânesinden dokuzu bâtıldır, yanlıştır ve kötü sonuç
vermiştir. Modernizm ile birlikte ise bu oran %99 oranına kadar ulaşmaktadır.
Târih boyunca köylüler hep baskı altında
bırakılmış ve gariban kalmışlardır. Çünkü insanları besleyen üretimi yapan
köylünün kalkınıp da farklı işlere yönelmesi önlenmek istenmiştir. Bu durum,
zenginlerin, kendilerini besleyen köylüleri hep ezik görmesine sebep
olmaktadır. Besle kargayı oysun gözünü..
Târih boyunca savaşlarda gâlip gelenler,
etkili medeniyetler karşısında yenik düşmüştür.
Târih boyunca tüm devletler, halkı kendi
dinlerine yâni yaşama felsefelerine bağlanmaları için örtülü şekilde
zorlamıştır.
Târih boyunca tüm seküler devletler,
aldığı kararlar ve uygulamalar nedeniyle halkını ya mallaştırmış yada “devlet
düşmanı” yapmıştır.
Târih boyunca yönetim her zaman
aristokrat zenginlerin ellerinde olmuştur. Bu durumu bozan Peygamberimiz’in
kabûl edilmesinin zorluğu biraz da bundan dolayıdır.
Târih boyunca, aynen modern zamanlarda
olduğu gibi, çeşmenin başını tutanların işine gelmediği için peygamberlerin
yaptıkları ve dînî anlatılar kayda geçirilmemiştir.
Târih farklı işleseydi insanlar Dünyâ’yı
hâlen kâinâtın merkezi olarak görmeye devâm edecekti. Peki bunun ne zararı
olurdu?.
Târih hakkında konuşan herkes târihçi, felsefe hakkında konuşan
herkes filozof, siyâset hakkında konuşan herkes siyâsetçi olmadığı gibi, İslâm
hakkında konuşan herkes de “müslüman-mü’min” değildir.
Târih, “Allah’a tapanlar” ile “paraya
tapanlar” arasındaki “yönetim döngüsü”nün târihidir. Merkezde ya Allah vardır,
yada -çoğu zaman olduğu gibi- para.
Târih, yaşanan olaylardan sonra yazılır.
Olaylar olmadan önce yazılanlara kehânet denir.
Tarladan verim almak için tarla sürülür, tarlanın sürülmesi
o tarlanın terbiyesidir.
Tasavvuf bir “mitoloji”dir.
Tasavvuf nedir? sorusuna verilecek tek
kelimelik cevap şudur; “tembellik”tir.
Tasavvuf tüm dinlerden ve felsefelerden
etkilenmiş ve alıntı yapmış eklektik bir felsefi sistemdir. Fakat en az
alıntıyı Kur’ân’dan yâni İslâm’dan yapmıştır.
Tasavvuf ve bâtınîlik, bozuk
psikolojilerin felsefesidir. Psikolojik bozulup anormâlleşince, tasavvûfî
düşünce ortaya çıkıyor.
Tasavvuf, “müslüman kitlelerin
afyonu”dur.
Tasavvuf, Allah’ın, pek-çoklarının
karşısına aşmaları için çıkardığı bir imtihandır. Niceleri o imtihanı
kaybetmiştir.
Tasavvuf, her türlü bâtıl düşünceyi
kabûl edip içselleştirmeye uygun bir felsefedir.
Tasavvuf, laçkalığın bir sonucudur.
İnsan laçkalaştıkça tasavvufçu olur.
Tasavvuf, panteizme yapılan -sözde-
İslâmî yorumlardır. Panteizm, İslâm’ın alâkasız ve uzak yorumlarıyla
yorumlanınca, tasavvuf ortaya çıkar.
Tasavvuf, zühd ve takvâ yerine, aşk ve
cezbeyi ikâme eden bir düşüncedir. Bunun ise hiç-bir İslâmî dayanağı yoktur.
Tasavvufçularla aramdaki fark, onlar
“Allah olmak” için uğraşıyorlar, ben ise “on numara bir kul” olmak için
uğraşıyorum.
Tasavvufta sıralama şöyle yapılır; şeriat-târikat-hakîkat-mârifet.
Bu sıralamada şeriat en alta konarak hafifletilmektedir.
Tasavvuftaki “Allah ile
doğrudan bağ kurmak” sözü, “peygambere ve vahye gerek yoktur” demektir.
Tasavvuftaki “ölmeden önce ölmek” diye
bir şey yoktur. Eğer ölmek varsa, bu, ölmeden önce olmaz. Bir insan ölmüşse, bu
ölme “ölmeden önce” değil, ölmeyle birlikte olur.
Tasavvuftaki; “Allah’tan başka varlık
olmadığı” kabûl edildiğinde, kadın-erkek arasındaki halvet “şirk” olur.
Tasavvufun
çıkmaza girdiğinde dayandığı en son şey, “bunu ancak seyr-i sülûkta olanlar ve
tasavvuf neşvesiyle zevk edenler anlayabilir” sözüdür. Oysa İslâm apaçıktır.
Tasavvufun kaynak sorunu yoktur, onlar
haberlerini Allah’tan direkt olarak aracısız alırlar.
Tasavvufun mensubu olmak için bir Allah
inancına sâhip olunmasına gerek yoktur.
Tasavvufun temeli zühd ve takvâ değil,
Hint, Îran, Mısır, Hristiyan, Yahudi, Mezopotamya, Türk ve Anadolu
mistik-bâtınî düşünceleridir.
Tasavvur, düşünce ve söyleminizin doğru
olup-olmadığının sağlaması ve testi, ancak amel-eylem ve davranışlarla
yapılabilir. Son 3-5 yıl içindeki düşünceniz ve inanışınız sizi -İslâmî
anlamda- doğruya mı yoksa yanlışa mı götürdü? ona bakmak gerekir. Yâni son 3-5
yıl içindeki düşünceniz ve zihniyetiniz size artı bir katkı mı yoksa eksi bir
katkı mı yaptı ona bakmak gerekir. Arttınız mı eksildiniz mi? ona bakın ve ona
göre tasavvur, düşünce ve söyleminizin doğru yada yanlış olduğunu anlayın.
Tebliğ
ve dâvet karşılık bulmazsa, helâkı celbeder.
Tecâvüz,
zinânın bir üst aşamasıdır.
Tefekkür
(fikretmek, fikir ortaya koymak), tedebbüre (tedbir almak) yol açar. Tefekkürü
olmayanın tedebbürü de olmaz.
Teheccüde,
“uyuyamayan”lar kalkar.
Tek meşrû olan şeriat yâni kânun,
Şâri’nin koyduğu şeriattır.
Teknoloji
ancak teknolojik olana zarar verebilir, doğal olan şeylere pek bir şey yapamaz.
Teknoloji ilerledikçe israf artar.
Teknoloji olmasa, millet, modern-bilimi sikine bile takmazdı.
Teknolojik-askerî gelişme, savaşı hoş
gösterir. Askerî açıdan güçsüz olan devletlerin insanları çok barışçıldır.
Teknolojinin “iyi” taraflarının alınıp
da “kötü” taraflarının atılması diye bir şey yoktur. Ya tamâmını alırsınız yada
tamâmını atarsınız.
Teknolojinin ilerlemesi, teknolojik
parçaların küçülmesiyle oluyor. Fakat fizik yasaları buna sonuna kadar izin vermez.
Tekrarlar,
sıradanlaştırır. Bir şey ne kadar tekrâr ederse, o kadar sıradanlaşır.
Tek-tek parçaların toplamı “bütün” etmez.
Telefonla
yada internetten konuşunca, ha yan dâirede olmuşsun ha Dünyâ’nın öbür ucunda.
Ne fark eder ki?.
Teleskop,
bir “fitne aracı” olarak kullanılmış ve kullanılmaktadır.
Televizyon
bir “yalan kutusu”dur.
Temel
ihtiyaçlarımız Allah’tan gelir, sûni ihtiyaçları ortaya çıkaran ve üretenler
ise fabrikalardır.
Teoride
olumlu gibi gözükmesine rağmen pratikte bilim ve teknoloji, insanlığın anasını
ağlatmış durumdadır. Bilimin “mutlak iyi” olduğunu zannedenler, insanın nefsini
hiç hesâba katmıyorlar. Bilim-adamları ahlâk-timsali kişiler değildir ki!.
Bilim özünde “mutlak iyi” bir şey değildir. Kötüye kullanılmaya çok fazla müsâittir
ve kullanılmaktadır da. Hattâ bilim ve teknolojinin kuşatmasında insanoğlu,
târih boyunca hiç olmadığı oranda zulüm görmekte ve acı çekmektedir.
Teröre
karşı olmak, “ABD’nin tarafında olmak” anlamına gelmemeli. Zîrâ değişen bir şey
olmaz.
Tesettür, “Allah rızâsı için
giyinmek”tir. Çıplaklık, “insan ilgisi için soyunmak”tır.
Teslîmiyet
olmadan temsîliyet olmaz.
Teşrî
hakkını siyâsetçilere vermekle, âlimlere vermek arasında fark yoktur. Bu hak
sâdece Allah’a âittir.
Tevbe
ve kefâret, “suçu üstlenmek” demektir.
Tevbe zorlaştıkça azap kolaylaşır.
Tevbe,
nefsimize karşı şiddet ve zor kullanmaktır.
Tevhid acıdır, zîrâ bedeli vardır; şirk
ise tatlıdır, insanı kendinden geçirir, zîrâ bedeli yoktur.
Tevhid dîni bozulunca yada unutulunca,
Animizm ve Totemizm’e dönüşür.
Tevhid, kâinâtın en büyük ve en üstün
kânunudur.
Ticârette potansiyel bir sömürü
gizlidir. Ticâret büyüdükçe bu sömürü ortaya çıkmaya başlar.
Tok adamı ağırlamak ne kadar zor ise,
okumayacak adama yazı beğendirmek de bir o kadar zordur.
Toplumu câhiller ve ahmaklar sarmış
fakat, ne acı ki biz de aynı fotoğraf karesinin içindeyiz.
Toprağa basmamak “üstünlük” ve
“gelişmişlik” değildir.
Tövbesi yapılmamış her günah, şeytanla
yapılan bir uzlaşmadır.
Traktörün kağnıdan daha gelişmiş olduğunun delîli nedir?.
Ruhsuz olması mı?.
Tüccarlar insanları budala ve düzenbaz
olarak ikiye ayırmaya meyyâldirler. Bu nedenle iki tarafın inançlarından da
şüphe ederler.
Tükürdüğünü yalamak, orucunu bozar.
Tüm devrimler, mevcut toplumdan
farklılaşmayla başlar. Fark yoksa, farklı bir toplum da yok demektir. “Farklı”
bir toplum yoksa devrim de yoktur.
Tüm Dünyâ’ya musallat olan korona-virüs,
bir “tâlihsizlik” değildir, “Allah’ın bir cezâsı”dır.
Tüm
Dünyâ’yı saran Korona-virüs, tüm Dünyâ’yı sarıp kuşatan “modernizm
virüsü”nün somutlaşmış şeklidir.
Tüm modern kötülükler, “deneyim”in
yerine “deney”in geçirilmesiyle başladı.
Tüm peygamberler, yaşadıkları zamanlarda
yürürlükte olan resmî din anlayışına karşı çıkmıştır.
Tüm sorumluluğun devlete yüklenmesi,
modern insanı “sorumsuz” hâle getirdi.
Tüm sorunlar nefsten kaynaklanır. O
hâlde sorun giderici en iyi sistem, “nefse karşı olan sistem”dir ki nefse karşı
olan sâdece İslâm’dır.
Tüm varlığı tüm ayrıntılarına kadar
tahlilden geçirseniz de, “niçin yaratıldım” sorusunun cevâbını bulamazsınız.
Zîrâ Allah olmadığında tüm varlık bir-araya gelse bile bir “anlam” ortaya
çıkaramaz. Anlam, “varlığın sentezi”nden değil, “varlığın dışından” yâni
Allah’tan gelen bir şeydir.
Tüm varlık için bu dünyâda hiç-bir şey
“olmazsa-olmaz” değildir.
Türban yasağı kalktı ama “baş-örtüsü
yasağı” devâm ediyor.
Türkiye “demokratik krallık”la
yönetiliyor.
Türkiye Cumhûriyeti anayasasının
“değiştirilemez” ilk üç maddesininin değiştirilmesini dile bile getiremeyen
târihselci şerefsizler, sıra Kur’ân’a gelince, neredeyse %90’ının hükmünün
kalmadığını ve mevcut modern zaman ve mekâna göre değiştirlmesi gerektiğini
teklif edebiliyorlar. Bunu yapmaya cüret edebilmelerinin tek nedeni, bir
yaptırım ile karşılaşmayacaklarına olan güvenleridir.
Türkiye cumhûriyetle birlikte
greko-romen uygarlığa girmiştir. Türkiye bir “yunan uygarlığı”dır.
Türkiye Devleti 2. Dünyâ Savaşı’na
girmediği ve büyük acılar yaşamadığı için, özellikle lâikler, hâlâ tüm
Dünyâ’nın vazgeçtiği Pozitivizm propagandasına devâm ediyor.
Türkiye mevcut zaman ve durum olarak
madden gelişmiş ve yükselmiş olsa da, hak-hakîkat, adâlet-eşitlik ve ahlâk
olarak çürünmüş, kokmuş ve çökmüş duurmdadır.
Türkiye ve Türk insanı “batı’dan daha
fazla batıcı”dır.
Türkiye, "parasını verdikten sonra"
her türlü günahın işlenmesinin serbest olduğu bir yer hâline geldi.
Türkiye, türklüğünü değil,
müslümanlığını öne çıkaran insanlarca fethedilmiştir.
Türkiye’de
kıyılara yaklaşıldıkça “batı’lılaşma-hristiyanlaşma temâyülü” görülür yada
artar.
Türkiye’de
mevcut neslin ve insanların terbiyecisi, “dinden uzaklaşmış Cumhuriyet nesli”
ve hemen sonraki nesildir.
Türkiye’nin “bekâ sorunu” vardır. Çünkü
diğer devletlerin ve ülkelerin de bekâ sorunu vardır. Bekâ sorunu olmayan
hiç-bir devlet ve ülke yoktur. İnsan, hayvan, bitki, canlı-cansız her-şeyin
bekâ sorunu vardır. Hattâ Dünyâ’nın, Güneş Sistemi’nin, Samanyolu Galaksisi’nin
ve kâinâtın bekâ sorunu vardır. Tüm yaratılmış olan varlığın bekâ sorunu
vardır. Zîrâ hiç-bir varlık bâki değildir. Bâki olan tek varlık Allah’tır. Bekâ
sorunu olmayan tek varlık Allah’tır.
Türkiye'de
kerhâneye gitmek suç olmadığı için zînâ yapmak da suç değildir. Resmî kayıtlara
göre Türkiye’de 61 tâne kerhâne vardır. Bu da Allah’ın “günah” diyerek haram
kıldığı zinâyı meşrûlaştırmaktadır. Bu meşrûlaştırmaya, oy vererek halk da
katılmış olmaktadır.
Türkler her dîne kolayca girip-çıktılar.
Sâdece İslâm’ı çok zor kabûl ettiler. Zâten onu da Kitap-merkezli olarak değil,
tasavvuf-bâtınî senkretik ve eklektik şekilde ve kendi şaman geleneklerine
uydurduktan sonra benimsediler. Bu -istisnâları saymazsak- hâlen de büyük
oranda böyledirler.
Türkler inanç konusunda iki bin sene
önce ne durumdaysalar, şimdi de aynı durumdadırlar.
Türkler kalemden ziyâde kılıç ile
yükselmişlerdir. Lâkin kılıç işe yaramamaya başlayınca da Dünyâ hâkimiyetlerini
yitirmişlerdir.
Türkler müslümanlığı kabûl ettiklerinde
aslında İslâm’a çok da sıkı bağlanmamışlardı. O yüzden de şamanlığı da andıran
tasavvufî-mistik bir anlayışı benimsediler. İşin aslı şu ki, Türkler (istisnâlar
hâriç) İslâm’a hiç-bir zaman dört elle sarılmadırlar. Örf her zaman bir adım
öndeydi.
Türkler târih boyunca kitap okumayı hiç
sevmemiştir.
Türkler târih boyunca meydanda bir-çok
savaş kazanmış olmalarına rağmen, kültürlere, uygarlıklara ve konformizme
yenilmişlerdir. At üstünde kazandıkları savaşı attan indiklerinde
kaybetmişlerdir.
Türklerin baskın dînleri, Şamanlık’tır.
Türklerin, “Kur’ân ve Sünnet-merkezli
İslâm”ı kabûl edip de İslâm’a geçmesi kolay olmamıştır. Fakat Türklerin, Kur’ân
ve Sünnet’e aykırı olan “tasavvuf-merkezli” “müslümanlık”a geçmesi çok kolay
olmuştur. Zîrâ Şamanizm ile tasavvuf arasında çok da fark yoktur.
Türler
tamâmen ortadan kalkmaz, türün varyasyonları ortadan kalkar.
Uçakla bir yere gitmek, “yolculuk
yapmak” demek değildir. Zâten uçağın ardından su da dökülmez.
Uluslar-arası
politikada her zaman “orman kânunları” işler. “Güçlü” olan her zaman kazanır.
Umutsuzluk,
mutsuzluktur.
Uyarının
etki etmediği kişiye duâ da etki etmez.
Uydurma hadislerin-rivâyetlerin bulunması,
doğru-sahih hadislerin ve rivâyetlerin de olduğu anlamına gelir.
Uydurulmuş din “bir zamanlar uydurulmuş
ve bırakılmış” değildir. Şu-anda da modern şekilde uydurulmaya devâm ediyor.
Uygarlık (medeniyet değil) altında
ezilen köleler ayaklanmadıkça uygarlık çökmez.
Uygarlık (medeniyet değil) devletin
ilahlaşmasıdır.
Uygarlık biriktirmeyle, medeniyet
paylaşmayla başlar.
Uygarlık, “kaynak uygarlığıdır”. Kaynaklar değiştikçe
uygarlıklar da değişir. Taş uygarlığı, bronz uygarlığı, demir uygarlığı vs.
gibi. Günümüz uygarlığı “petrôl ve uranyum uygarlığı”dır. Daha sonraki uygarlık
meselâ “toryum uygarlığı” yada değerini şimdilik bilmediğimiz başka bir
kaynağın uygarlığı olabilir. Mesele, bu uygarlığın yöneticiliğini kimin
yapacağıdır.
Uygulanabilirliği olmayan çözüm
önerilerinin beş paralık bile değeri yoktur.
Uykuda değilseniz, başınıza gelen
her-şey gerçektir.
Uymazsan Kur’ân’a, olursun Korona.
Uzaktan “yuvarlak” gibi gözüken ve
yuvarlak olduğuna inanılan bir nesnenin, yanına gidildiğinde “kare” olduğu görülebilir.
Fakat yanına gidilmediğinde bir sorun yoktur ve o şey nasıl görünüyorsa
öyledir.
Uzayda gördüğümüz ve uzaklığı 4.10
ışık-yılı uzaklıktan fazla olan gökcisimlerinin varlığı kesin değildir.
Uzun
süren barış, fitne çıkarır.
Uzun yaşamak, “daha fazla hayatta
kalmak” demek değildir.
Uzun
yılları kapsayan zorunlu eğitim, bir “beceri köreltme ve insanları
tek-tipleştirme uygulaması”dır.
Üç harflilerden (cin, ruh) değil, dört
harflilerden (şirk, küfr, zulm) korkun.
Ülkenin
zenginleşmesi, fiyatların yükselmesine, dolayısıyla da garibanların daha
gariban hâle gelmesine bağlıdır.
Ümmetin
“ölüsüne” bile hasret kaldık.
Üniforma “tek-tip”tir. Zamanla
içindekileri de “tek-tip” yapar.
Ütopyalar,
sanatsal yazı-söz ifâdeleridir.
Üzerine menkîbe uydurulmayan şeyler ve
olaylar kutsallaşmaz.
Üzerlerine
azap gelen kavimlerin işledikleri günahların tümü ve daha fazlası şu-an modern
dünyâda modern insan tarafından hırsla işlenen günahlardır. Bu günahların
cezâsı “salgın” olarak gelmiştir.
Vahdet-i
Vücûd, her-şeyin Allah olduğu düşüncesiyle “Allah’ı inkâr ve iptâl etme”
sapkınlığıdır.
Vahiy, hakîkati “aklın ötesinde” idrâk
etme bildirimidir.
Vahiy, zamandan ve mekândan etkilenmez.
Fakat zamandan ve mekândan etkilenenler müslümanlardır.
Vahye göre olmadığında insanın ne içi ne
de dışı “temiz” olabilir.
Vahyi moderniteye uydurmak için yapılan
yorumlar, vahyin özgün, gerçek ve doğru anlamını savunmak istemeyenlerin
uğraşısıdır.
Vahyin dışında hiç-bir şey büyük bir
sorunu çözemez. İnsanlık târihinde bunun bir örneği yoktur.
Vahyin rehberliği olmadığında aklın
sapmaması mümkün değildir.
Vâkıa 61. âyette; “biz
sizi bilmediğiniz bir şekilde yeniden yaratacağız” denir. O hâlde bu yaratılış
bildiğimiz karbon temelli yaratılış olmayacaktır. Çünkü biz bu yaratış şeklini
biliyoruz. Buna göre, âhiretteki-cennetteki yaratış, “rûhun yeni bir şekilde
yaratılması” şeklinde olacaktır. Demek ki; cennnete sâdece ruh -sâhipleri
girebilecektir. Hayvanlarda “idrâk” anlamında bir rûh olmadığı için cennette
hayvan olmayacaktır. Zâten cennetin varlıkları da bilmediğimiz şekilde çok daha
güzel şeyler olmalıdır.
Vâr olmak için kıyâm etmek şarttır.
İnsanların varlık sebebi bile bir kıyâmın sonucudur. Cimâ sırasında yaşanan
kıyâmın sonucu.
Vâr olmanın ve yaşamın temelinde
“çatışma” vardır. İçtiğimiz su bile bir çatışmanın sonucudur. Meselâ bağışıklık
sistemimiz mikroplarla ve virüslerle çatışmasa, çoktan ölüp gitmiştik.
Varlığın formatı, imtihan ve sünnetullah
gereğince, yarar ve zarârı birlikte taşır. Başka türlüsü olmaz. Yoksa Dünyâ da cennetlerden
bir cennet olurdu. Cennetin Dünyâ’dan
farkı, kötülüğün ve zarârın olmamasıdır.
Varlığın her zerresi meta-fizik özelik
taşır. Bu nedenle pozitivizm imkânsızdır.
Varlık çeşitli bilimlerle ve
düşüncelerle açıklanmaya uygundur. Matematikle olduğu gibi fizik ile ve
edebiyat ve felsefeyle de açıklanabilir. Tabî ki din ile de açıklanabilir.
Önemli olan, hangi açıklamanın doğru ve en doğru olduğudur.
Varlıktaki anlam, maddenin kendisinde
değil, “yaratılması”ndadır. Madde “yaratılmış” olduğu için anlamlıdır, yoksa
kendi-kendine olan bir şeyde anlam bulunma
Varlık-yokluk konusunda, “var”ın tersi
“yok” değildir. “Var”ın tersi, “vâr olmayan”dır. Çünkü yokluğun ne olduğu
bilinemez. “Yok” olan bir şey târif edilemez.
Vasıfsızlıktan kurtulmak istiyorsanız,
Allah’ın gözüne girmeye bakın.
Vazgeçemediğiniz fâni şeyler,
cehenneminizdir.
Vazgeçmek
rahatlatır.
Vazgeçmeyenler,
“vazgeçememek”le cezâlandırılırlar.
Vücûdumuzdaki
tüm kanı değiştirdiğimizde, kan-bağımız olanlarla aramızdaki kan-bağı biter
mi?.
Ya
“tek ilah” vardır, yada İlah yoktur.
Ya İslâm yada saçmalık; üçüncü bir şık
yoktur.
Ya
kıyam, ya kıyâmet.
Ya
kurban kes, yada kurbân ol!.
Yağma olmadan yığma olmaz.
Yağmur duâsı yağmur bombasından
üstündür. Zîrâ yağmur bombasının bir faydası yoktur.
Yağmur,
Allah’ın ordularından biridir. Allah’ın ordusu, yıkıcılıktan çok yapıcılıkla
alâkalıdır.
Yahudiler yarılan Kızıldeniz’i bir günde
geçtiler ama, Tih Çölü’nü kırk yılda geçemediler. Koca deniz onlara kuru bir
yol olurken, dümdüz çöl onlara hapis ve mezar oldu.
Yahudilerin bir ülkeye sızmak ve ülkeyi ele geçirmek için
uyguladığı kadim taktik, “fâizle borç vermek”tir.
Yalan içinde yaşamak kolaydır; hakîkat
ise adamın belini büker.
Yalan, bir kişi tarafından söylense de,
bir milyon kişi tarafından söylense de yine de yalandır. Bütün Dünyâ bir yalana
inansa ve o yalanı kabûl etse bile o şey yine de yalandır.
Yalanı kim söylerse söylesin, yalan yalandır.
Yalanın büyüklüğü, insanların
ahmaklığının büyüklüğü kadardır. İnsanlar ne kadar ahmaksa, “yalancılar” da o
kadar büyük yalan söylerler. Modern insan, insanlık târihinin en büyük
ahmağıdır.
Yalanın
içinde yalana destek olurken, yalanı görebilmek ve ifşâ etmek pek mümkün olmaz.
Yalın bilgi, görünenin üzerinde basit
bir bakışla ilk bakışta görülebilecek şekilde nesnenin üzerinde bulunur.
Bilimsel bilgi bunun üzerine kurulur.
Yamyamlık, ilkelliğin değil, sapıklığın
bir sonucudur.
Yanlış adım atıp dururken,
“iyilik” için yapılan duâ kabûl olmaz.
Yanlış yolda olanlar herkesin her-şeyi
yanlış anladığını zanneder.
Yapanlar,
bilenlerden üstündür. “Bilerek yapanlar” ise en üstünü.
Yapılacak
işleri yapmayanlar; yapılmayacak işleri yapmaya başlarlar.
Yapılan çılgınlıklar bir süre sonra
kişiyi çıldırtır.
Yapılması
gereken şeyleri yap(a)mıyorsanız, bâri “yapılmaması gereken şeyler”i yapmayın.
Yapılması
gerekeni ben yapmıyorsam, başkası da yapmaz.
Yapılması
gerekeni yapamıyorsan, ne yapılacağını bilmenin bir yararı yoktur.
Yapmayacakları şeyi söyleyenler,
söylediklerini yapmayanlardır.
Yaptığın
işler kendinin yada başka birinin yükünü kaldırsın, yeni bir yük yüklemesin.
Yaptığınız
şeyler, “değer verdiğiniz” şeylerdir.
Yaptıklarınız, inançlarınızdır.
Yaratılmışlar üzerinden Yaratıcı’nın
zâtını kavramak mümkün değildir. Zîrâ yaratılmış olanlar “geçici” iken, Yaratıcı
ise “bâkî”dir. Yaratılmış olanlar üzerinden Yaratıcı’nın zâtı değil, belli
ölçüde sanatı ve yasaları kavranabilir ancak.
Yasa, “yürütme” olmadan görünür olamaz.
Bu durum Kur’ân ve Sünnet için de geçerlidir. Sünnet olmadığında Kur’ân,
“zihinlerin ve kâlplerin kitabı” olarak kalacaktır.
Yaşamak
“imtihanda olmak” demektir. Hiç-bir şeyle imtihan olmak istememek, yaşamak
istememek demektir. O hâlde yapılacak duâ: “Rabbimiz, kendisine güç
yetiremeyeceğimiz-taşıyamayacağımız şeyi bize yükleme” (Bakara 286) duâsıdır.
Yaşamak için ulvî bir nedeni olmayanlar,
“gerçekten yaşıyor” değillerdir. Yaşamak, “Dünyâ’da bulunuyor olmak” demek
değildir.
Yaşamak yerine “hayatta kalmak” endişesi
içinde olmak, “yaşamak” değildir.
Yaşanıp duran din “kutsal” olmaktan
çıkar ve “hayat dîni” hâline gelir.
Yaşayanlar ölenlere “rahat uyu” derler.
Hâlbuki ölüm bir uyku değildir ve uyuyanlar yaşayanların kendileridir.
Yazacak
şeyleri olmayanlar, anlamsız cümleler kurarlar.
Yediğimiz-içtiğimiz şeyler
fabrikasyon-sanâyi ürünü olduğu için, onların vücuttan atılırken bıraktığı
kirler de “fabrikasyon kirler” oluyor. O kirler doğal şeylerle çıkmıyor. O
yüzden de temizlik için de sanâyi ürünleri kullanmak zorunda kalıyoruz. Bu
her-şeyde böyledir. Sanâyinin ortaya koyduğu sorunları temizlemek için de
sanâyi ürünleri gerekiyor ki, “kapitâlist döngü” budur ve kapitâlizm buradan
besleniyor zâten. Bu nedenle kesin vazgeçişler ile kapitâlist-modern
mekânlardan uzaklaşmadan ve doğala dönmeden bu sorunlara çâre bulunamaz.
Sistem-içi sorunların gerçek çözümü sistem-içinde bulunamaz.
Yemeği herkesin ayrı-ayrı yemesi ilkel
bir beslenme biçimidir.
Yeni bir bilinçli nesil için, sezaryenin yasaklanması mı
gerekir acaba?. Zîrâ sezaryen “bilinçsiz ve acısız doğum”dur. “Doğum”,
bilinçsiz ve acısız olamaz.
Yeni
nesil genç kuşak, “ânı yaşa” sözünü fazla ciddiye aldı. Zîrâ hiç-bir şeyin
önünü-arkasını düşünmüyor.
Yeni
neslin daha az anısı var. Zîrâ hatırlamaya değer yaşanmışlıkları çok az.
Yerde “aklımızı başımızdan alacak” ve bizi oyalayacak o
kadar çok şey var ki, gökyüzüne bakmaya fırsat bulamıyoruz.
Yerine
daha iyisini yap(a)mayacaksanız, “yıkma”nın bir anlamı olmaz.
Yersiz suçlama, ilmin yetersiz kaldığı yerde başlar.
Yeterli araçlara sâhip ol(a)mayanlar,
amaçlarını yeterince gerçekleştiremezler.
Yeterli îman, dirâyet ve cesâretleri
olmayanların, dolayısı ile bir eleştiri, îtiraz ve isyânda bulunamayanların
sonu, “modernizm ile günah çıkarmak”tır.
Yıkmadan
yapmak Allah’a mahsustur.
Yılbaşında
2020 yılından; sağlık, mutluluk, huzur, para, barış vs. dileyenler ve
bekleyenler; 2020 yılında başımıza gelen her türlü pisliğin nedenini de 2020
yılına yükleyecekler mecbûren. “Kara yıl” diyecekler her türlü iyiliği
bekledikleri 2020 yılına.
Yıldızların
ışıkları, onların eserleridir.
Yok olmamak, “vâr olmak” demek değildir.
Yokluk,
gözümüzü kapattığımızda gördüğümüz şeydir. Rengi karadır.
Yolda yürürken karşımıza birden kırmızı
bir ışık çıkıyor ve kırmızı ışığın sönüp yeşilin yanmasına kadar yürümeden
öylece duruyoruz. Bu hiç normâl bir şey değil.
Yorumunu yaşamıyla göstermeyenler,
her-şeye sonsuz yorumlar yapmak zorunda kalırlar.
Yöneticiler kötü ve sert yönetim
gösterdiklerinde, orada yaşayan insanlar, sert yönetim altında onur ve
cesâretlerini kaybedeceklerinden dolayı yavşaklaşmaya başlarlar.
Yönetimin -güyâ- halkta olması demek,
“yönetimin zenginlerde olması” demektir.
Yunan ve Roma yâni greko-romen
uygarlığın ekonomisi köleciliğe dayanıyordu. Bu sistem yıkılınca uygarlık
çöktü. Modern greko-romen uygarlık olan batı uygarlığı da modern anlamda
köleciliğe ve sömürüye dayanmaktadır. Bu sömürü ve kölecilik çökünce o da
çökecektir.
Yunan’dan yapılan çeviriler, Îran
uygarlığına karşı argüman için yapılmıştır.
Yüce
hedeflerden yoksun olan insanlık, haramlarla teselli buluyor.
Yürürlükteki bâtıl, insanlar ona
inanmaya ve uymaya devâm ettiği için geçerliliğini sürdürür. Bâtıl,
hayâtiyetini, ona körü-körüne inananlar olduğu müddetçe sürdürebilir.
Yüz-göz
boyama (makyaj) pagan bir olgudur. Bir pagan ibâdet görünüşüdür. Paganlar
ibâdet ederken yaparlardı. “Gerici” bir olaydır.
Zâlim
olmaktansa mazlum olmayı seçmesi ve Habil’in Kabil’e karşı çıkmayarak boyun
bükmesi, insanlığın kaderini belirlemiştir. Böylece Dünyâ, zâlim olmakla mazlum
kalmanın seçiminin yapılacağı bir yer hâline gelmiştir. İslâm ise, zâlim olmaktansa
mazlum kalmayı emretmez ve adâleti ortaya koyar.
Zaman diye bir şey yoktur, dolayısıyla
zaman değişmez. Değişen şey mekândır. “Bu zamanda olmaz” demek, “bu mekânda
olmaz” demektir.
Zaman izâfi değildir. Bizim zamânı
algılayışımız izâfidir.
Zaman ve mekân dîni değil, din, zaman ve
mekânı belirlemelidir. Aksi-hâlde din, “dinlerden bir din” hâline gelir.
Zaman, anlamaya ve açıklamaya
çalıştığımız anda yok olur. Zaman, hissedilen bir şeydir.
Zaman, mekân ve koşullar değiştiği için
artık İslâm’ın günümüzde uygulanamayacağı söyleniyor. İyi de zamânı ve mekânı
Allah mı değiştirdi?. Eğer Allah’ın râzı olmayacağı bir değişme varsa, o zaman
o değişen şeyi yeniden Kur’ân’a göre değiştirmek gerekir. Zîrâ değişen şey
sapıklığa doğru değişmiştir.
Zamânın çok çabuk geçmesini
hissetmemizin en önemli nedeni, “bereketsizlik”tir. Bereketsiz olunca, zaman,
insana “çok çabuk geçiyor” gibi görünür.
Zamânın değişmesi aslında “mekânın
değişmesi” demektir. Mekân İslâm’a aykırı ve İslâm’ın hayat bulamayacağı bir
şekilde değiştirilmişse, orada yapılacak “İslâmî değişim”, “bir süreç içinde
olacak olan bir değişim” değil, “devrim ile olacak âni bir değişim” şeklinde
olabilir. Zîrâ şeytânî bir mekân ve zaman içindeyken insanın değişmesi ve
dolayısıyla İslâm’ın, kişileri değiştirip-dönüştürmesi pek mümkün
değildir.
Zamânın değişmesiyle yeni sorunların
ortaya çıkması insanların nefislerinden kaynaklanır. Yoksa doğa, dağlar,
denizler, çiçekler, hayvanlar ve bitkiler aynı şekilde hareket etmektedirler ve
onlarda herhangi bir değişiklik olmamaktadır. Bir zaman önce düzeltilmiş ve
ideâl hâline getirilmiş bir düşünce ve amel-eylem zamanla bozulmaya uğramışsa,
bu nefisten kaynaklanmıştır. Nefisten kaynaklanan bozulmalara her zaman “aynı
ilaç” verilir.
Zamânın farzı ikidir; gelmek ve geçip
gitmek.
Zamânın ve mekânın değişimi, “nefsin ve
kâlplerin değişiminin bir sonucu”dur.
Zarar
vermemek yetmez, yarar vermek şart.
Zebânilerin en çok yaptığı söylem: “Âhirette
yoğun olacağız”.
Zekat seve-seve, vergi .ike-.ike verilen
şeydir.
Zekâtın
hedefi, “zekât alacak” ve “zekât verecek” bir kimsenin kalmamasıdır.
Zengin ile yoksul arasındaki fark, ilk
başta giysilerden anlaşılır.
Zengin olmak şirktir: “Allah ise,
Ğaniy (hiç-bir şeye ihtiyâcı olmayan)dır; fakir olan sizlersiniz” (Muhammed
38).
Zengin olmamak, “yoksul olmak” demek
değildir.
Zenginlik ille de refah demek değildir.
Ferahlık olmadan refah olmaz.
Zerdüştlükte ateş,
“ışık ve nûrûn bir kaynağı” olarak kutsanır. Hiç söndürülmeyerek ateş-ışık
kutsanır. Modern dünyâda da ampulün îcadıyla birlikte, “hiç söndürülmediği
için” ışık kutsallaştırılmaktadır.
Zinâ
“sınırı aşma” iken, tecâvüz “işgâl”dir.
Zincire vurularak sömürülenler, zincire
vurulmadan sömürülenlerden üstündür.
Zorladıkça güzellik bozulur. “Zorla
güzellik olmaz” bu demektir. Güzellik “doğal güzellik”tir.
Zoru sevmeyenler, kolaylığın ve rahatın
kölesi olurlar.
Zulüm 1789’da başladı.
Zulüm, “az şer”=“ehven-i şer” ile
başlar.
Zulüm,
fakirlerin, “yeter artık” deyip de ayaklanacağı zamâna kadar devâm edecektir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Ocak 2015 (ilk
taslak)
Âhirette biz îmânımızdan değil, amellerimizden sorulacağız demişsiniz bu konuyu açabilir misiniz?
YanıtlaSilSelam.
SilAnkebût 2. âyette: ‘İnsanlar, (sâdece) 'îman ettik' diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?’ denir. Yâni îman tek-başına yetmiyor ve ‘îman edenler ve sâlih amellerde bulunanlar’ (Asr Sûresi) âyetinde denildiği gibi, ‘îmandan sonra amel’ olması gerekiyor. Biz cennette ‘îman ettin mi?’ sorusuna ‘evet’ deyince ‘tamam geç o zaman cennete’ cevâbını almayacağız. ‘Îmânın gereğini yaptın mı’ şeklinde bir sorgulama olacak. Yâni ‘îmânına uygun amelleri işledin mi?’ tarzında bir sorgulama yapılacak. Îmânına uygun olarak yapman gerekenleri yaptın mı ve yapmaman gerekenlerden uzak durdun mu?’ anlamında. Bu düşünce ile yazmışltım o cümleyi. Yoksa salt kuru-kuruya inanmış olmak insanı kurtarmaz. Tani biz Kur’ân’dan anladığımızı söylüyoruz. Âhiretin sâhibi Allah’tır ve en doğrusunu O bilir.
‘Cümlenin başında müslüman lafzının olması gerekmez mi?’ demişsin. ‘Biz’ derken müslümanları kastediyoruz elbette. Îman etmeyene ve şirk koşana zâten bir sorgulama yapmanın anlamı yoktur:
‘İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr edenlerdir. Artık onların yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır, kıyâmet gününde onlar için bir tartı tutmayacağız’ (Kehf 105).
Cümlenin başında müslüman lafzınin olması gerekmez mi?
YanıtlaSil