2 Temmuz 2018 Pazartesi

“Sâdece Kur’ân” Söylemi Üzerine

 


“Şüphesiz, bu Kur’ân, en doğru yola iletir ve sâlih amellerde bulunan mü’minlere, onlar için gerçekten büyük bir ecir olduğunu müjde verir” (İsrâ 9).

 

Kur’ân, sâdece orijinâl metninden tilâvet etmekle “okunmuş” olmaz. Kur’ân’ın tilâveti okuyanın ve dinleyenlerin ruhlarına hoş bir sedâ verse ve bir huzûr oluşturarak kişiyi gevşetip rahatlatsa (relax) da, mevcut bir sorunu giderecek etkiyi yap(a)maz. Oysa kıraat ederek yâni anlayıp idrâk ederek, fıkh ederek yapılacak bir okuma, “sorunu bertarâf etmeye bir giriş” olacaktır. Zîrâ idrâk-merkezli Kur’ân okumak, hemen arkasından amel-eylem olarak tezâhür edecektir. Çünkü bu tarz okuma, sâdece dilde kalmayıp, vahyin nûrunu ciğere ve oradan da kâlbe taşıyacak ve “akleden kâlp”, o nûr ve kudretle zihni-vicdânı diriltecek ve ellere ve dizlere bir dermân verecektir. Bu durumda da artık amel ve eylem kaçınılmaz olacaktır. Fakat bunun için ilk önce sıkı bir “Kur’ân bağımlısı” olmak gerekir; aynen Peygamberimiz gibi..

 

Allah vahyini göndermeseydi, insanlar sorunlarını gerçek anlamda çözebilecek bir fikir üretemezlerdi. Ortaya koyacakları sözde çözüm önerileri ise yakın-uzak vâdede sonuçsuz kalırdı. İsterse bu çözümleri üretecek olanlar, insanların en bilgilisi, en merhâmetlisi, en adâletlisi, en fazîletlisi olsun yine de fark etmez. Zâten günümüzdeki vahiy-dışı sorun çözme uygulamaları bir sonuç vermemekte ve hattâ durum günden-düne daha da kötüye doğru gitmektedir. Çünkü insanın yeryüzünde sorunsuz bir düzen kuracak fikir, bilgi ve bilinç üretecek aklî kapasiteleri yeterli değildir. Akılları buna yetmez. Çünkü akıl, sınırlı bir idrâk yeteneğine sâhiptir ve bu nedenle de işin önünü-arkasını tam olarak hesaplayamaz, bilgisiyle her şeyi kuşatamaz ve sorunlara kesin çâre olacak fikir üretemez. Bu nedenle devreye mutlakâ Allah’ın girmesi gereklidir. Zâten ancak Allah’ın vahiyleri doğrultusunda gidilince, yeryüzünde de aynen göklerde olduğu gibi muazzam bir düzen kurulabilecek, doğal ve normâl bir hayat yaşanabilecek ve Dünyâ cennetin bir şûbesi yapılabilecektir.

 

Demek ki insanların huzurlu bir yaşama kavuşması için olmazsa-olmaz olan şey, vahiydir yâni Kur’ân’dır. Aksi-hâlde dediğimiz gibi; Peygamberimiz gibi Dünyâ’nın en iyi, en güvenilir, en merhâmetli insanı olsanız bile, adâletsizlikler ve zulümler karşısında ne yapacağınızı bilemezsiniz de bunun sıkıntısından dolayı dağlara kaçmak istersiniz.

 

Allah’ın sözü yâni Kur’ân, yeryüzünde muazzam bir düzeni kuracak tek yetkin kitaptır. Kur’ân’ı kılavuz yaparak Dünyâ tam “insanca ve müslümanca” yaşanacak bir yurt hâline getirilebilir ki zâten bu nedenle indirilmiştir. Kur’ân bunu yapmak için temel yasalara ve yönergelere sâhiptir. Tabî ki insanlar robot değildir ve Kur’ân da bir robot programı değildir. İnsanlar Kur’ân’ın temel prensiplerine bakarak yeni sorunlara vahiy-merkezli çözümler üretebilirler. Bunun olmazsa-olmazı, ortaya konacak çözümlerin, Kur’ân’a aykırı olmayan bir çözüm-şekli olmasıdır.

 

Lâkin, Kur’ân; tek-başına, hayattan kopuk, “23 yıllık örnek yaşanmışlık” yok sayılarak, indiği sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik, târihî ve capcanlı zaman, mekân ve insanlar yok sayılarak okunamaz, okunsa bile doğru anlaşılamaz. Bu zaman ve mekân göz-ardı edilerek, önüne-arkasına (siyak-sibak) bakmadan bir okuma yapmaya uygun değildir Kur’ân. Okunsa bile gerçek ve doğru bir idrâke ulaşılamaz. Yâni Kur’ân’ı pratiğinden kopuk olarak keyfinize göre okuyamazsınız. Abdurrahman Arslan bu konuda şöyle der:

 

“Müslüman, “sâdece vahyi” okuyarak hayâtı yeniden İslâmlaştıramaz. Müslümanların bence büyük çoğunluğunun yanılgısı budur. Bâzıları vahyin yâni teorinin kolayca pratiğe dönüştürülebileceğini sanıyorlar. Bu çok büyük bir yanılgıdır”.

 

Kur’âncılık, “Kur’ân’dan keyfe göre hüküm çıkarmak”tır.

 

Kitap’ta bir eksiklik bırakılmamıştır” diyen âyetler var. “Kur’ân’cılar” denen tâife, bu âyeti okuyunca, “demek ki Kur’ân’da her-şey var, bu nedenle de Kur’ân’dan başka bir şeye ihtiyâcımız yoktur” gibi boş laflar ediyor. Meselâ şu âyeti söz-konusu edersek:

 

“Yeryüzünde hiç-bir canlı ve iki kanadıyla uçan hiç-bir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler olmasın. Biz Kitap’ta (el kitâb) hiç-bir şeyi noksan bırakmadık, sonra onlar Rablerine toplanacaklardır” (En-âm 38).

 

Burada “kitap”tan (el kitâb maksat, “levh-i mahfûz”dur, Kur’ân değil. Kur’ân, “el kitâb”tan bir kitaptır. Yoksa “el kitâb” ve Kur’ân aynı olsaydı, ikisi farklı kelimelerle yazılmazdı. Herhâlde “el kitâb”, “kâinât kitabı” olsa gerektir Allâhuâlem.

 

“Her ümmet içinde kendi nefislerinden üzerlerine bir şâhid getirdiğimiz gün, seni de onlar üzerinde bir şâhid olarak getireceğiz. Biz Kitab’ı (el kitâb) sana, her-şeyin açıklayıcısı, müslümanlara bir hidâyet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik” (Nâhl 89).

 

İlk başta bu âyetlerin geçtiği sûrelerinin Mekkî sûreler olduğunu söyleyelim. O hâlde, Mekkî olan bu âyetler geldiği anda, o anda elde bulunan mevcut kapasitedeki Kur’ân’dan başka bir şeye gerek olmadığını anlamamız gerekmez mi?. Zîrâ bu âyetin indiği andan îtibâren Kur’ân’ın tamamlandığını ve bundan sonra gelecek olan âyetlerin dinden olmadığını söylememiz gerekir. Fakat bu âyetten sonra daha bir-çok âyet gelmiştir ve daha Medîne Dönemi yaşanacaktır ve orada da bir-çok âyet gelecektir. Peki şimdi diğer âyetler yâni Medenî âyetler niye gelmiştir?. Bu âyetler bizi bağlamaz mı?. Daha Kur’ân’ın tamamı gelmeden, “Kur’ân’da hiç-bir şey noksan bırakılmamıştır” denemez. Daha tamamlanmamıştır çünkü.

 

Bir de “her-şey”den maksat, “tüm her-şey” demek değildir. Genel bir ifâde ile özel bir durumun anlatılmasıdır yapılan. Meselâ âyette şöyle denir:

 

“Derken, onu (azâbı) vâdilerine doğru yönelerek gelen bir bulut şeklinde gördükleri zaman, ‘Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur’ dediler. Hayır, o kendisi için acele ettiğiniz şeydir. Bir rüzgâr; onda acı bir azab vardır. Rabbinin emriyle her-şeyi yerle-bir eder. Böylece meskenlerinden başka, hiç-bir şey(leri) görünemez duruma düştüler. İşte biz suçlu-günahkâr bir kavmi böyle cezâlandırırız” (Ahkâf 24-25).

 

Şimdi bu âyetin bahsettiği rüzgâr, Dünyâ’daki ve hattâ kâinattaki her-şeyi yerle-bir mi etmiştir yâni?. Çünkü “her-şeyi” deniyor. Tabî ki de hayır!. Sâdece o bölgeyi yerle-bir edip altını üstüne getirmiştir. “Sâdece Kur’ân” diyenler Kur’ân’a çok mekanik yaklaşıyor. Bu nedenle de Kur’ân’ın bir “hayat kitabı” olduğu, “insanlara” geldiği unutuluyor. Kur’ân’a sanki bir “bilgisayar programı” ve bir “işletim sistemi” gibi yaklaşılıyor ve o şekilde anlama yoluna giriliyor. Yâni ona doğal ve normâl bir yaklaşım ve okuma yok. Kur’ân’ın, insanın yaşamına ve diline göre olduğu göz-ardı ediliyor.

 

Mebzûl miktarda tekrarlanıp duran; “Kur’ân bize yeter” sözü, eğer “salt Kur’ân”dan bahsediliyorsa yanlıştır. Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı iken, amel ve eylemin kaynağı ise Sünnet’tir (hadis değil). Kur’ân’ın “eksiksiz” oluşu, onun pratikte de tezâhür etmesiyle tamamlanır. O hâlde bize “yetecek olan” ne “sâdece Kur’ân”, ne de “sâdece Sünnet”tir. İkisi birliktedir. Modern zamanlarda müslümanların perişân hâllerinin nedeni, Kur’ân’ı okuyup da sünnet denilen Peygamber örnekliği ile amelde-eylemde bulunmamaktır.

 

Kur’ân en çok, “Kur’ân bize yeter” diyenlere yetmemekte, bu yüzden de onu sürekli aşırı yoruma boğarak tahrif etmektedirler.

 

Kur’ân bize yeter ise, müslümanlar olarak neden yetmiyor da perişân ve sefil bir hâlde yaşıyoruz?. Müslümanlar, son yıllarda sürekli Kur’ân okumasına ve “sâdece Kur’ân” demesine rağmen müslümanların Dünyâ’daki maddî-mânevî hâl-i pür melâlinin nedeni nedir?. Kur’ân okunup durulmasına ve “tek kaynak” denilmesine rağmen iyilik adına herhangi bir değişme ve gelişme var mıdır?. Bir düzelme var mıdır?. Yoksa sâdece Kur’ân, sâdece gönülleri-zihinleri mi inşâ eder ve bunun için mi inmiştir?. Oysa “hayat kitabı” olan Kur’ân’ın iç-âlemlerden sonra dış-âlem olan hayâtı da inşâ etmesi gerekiyor. Hayâtı Kur’ân’la inşâ etmek, onun aynen Peygamber gibi okuyup hayâta geçirmekle olabilir. Peygamberin böyle bir örnekliği vardır ve tüm peygamberler gibi Peygamberimiz’in geliş nedeni de zâten budur:

 

“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ‘ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) “Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin” direktifini sizin için bir “hayat düsturu” olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

 

Peki sahabe ne yaptı?. “Sâdece Kur’ân” düşüncesine göre, sahabeler de “sâdece Kur’ân”a mı baktılar ve Peygamberi -hâşâ- adam yerine bile koymayarak ona hiç-bir şey  sormadılar ve ne yapacaklarını danışmadılar mı?. Peygamberimiz de; “ben sâdece tebliğ ederim, gerisine karışmam” diyerek soruları cevapsız mı bıraktı?. “Sâdece Kur’ân” diyenlere göre Peygamber şöyle yapmıştır: “Ey millet!, bakın yeni vahiy geldi, gelin de size yeni gelen âyetleri söyleyeyim. Zâten yeni gelen âyetleri söylemekten başkasına karışmam. Ben yalnızca tebliğciyim. Sizinle uğraşacak hâlim yok. Gelen vahyi bildirdikten sonrası beni hiç ilgilendirmez. Bana ne!. Gelen âyetler şunlar şunlardır. Bana bunlarla ilgili soru da sormayın. Hadi şimdi dağılın gidin. Ne hâliniz varsa görün”.

 

“Sâdece Kur’ân” söylemi dîni izâfileştiriyor. Artık bir taraf başka bir şey söylerken, diğer taraf bambaşka bir şey söyleyebiliyor. Öyle ki, bir taraf; namaz, oruç, hac, kurban, başörtüsü, zekât vs. gibi emirleri, -tabî ki de aşırı ve anlamsız yorumlara tâbi tutarak- yok sayarken, diğer taraf ise bunların Kur’ân’da olduğunu söylüyor. Oysa iki taraf da aynı Kur’ân’ı okuyor. Fakat Peygamber örnekliğine bakmıyorlar. Peygamber bu âyetler karışında ne yapmış ve nasıl davranmış, ona hiç bakmıyorlar. Çünkü “sâdece Kur’ân” diyorlar ya.. Böylece Kur’ân’a istedikleri anlamı veriyorlar ve Kitab’a uymak yerine kitabına uyduruyorlar.

 

Kur’ân, sâdece “yasama kitabı” değildir. Mutlak yargıyı Allah yapar ama, insanlara yargılama ve yürütme görevini de verir. Tabi bunu en başta bir örneklik olması için Peygambere vermiştir. Bu “yürütme” yâni “usvetun hasenetun” denilen “güzel örneklik”, mutlakâ yasaya (Kur’ân) göre olur. Yasama, “sâdece yasama” demek değildir. Yürütmesi olmayan yasama bir anlam ifâde etmez. Meselâ cezâyı hakeden birine yasaya göre bir cezâ biçip de o cezâyı uygulamamak, yasamayı anlamsızlaştırır.

 

“Sâdece Kur’ân” diyenler bir örneklik de ortaya koymuş değillerdir. Böyle bir örneklik ortaya koymadıkları için ve zâten “usvetun hasenetun” olan “güzel örnekliği” de takmadıkları için ne ve nasıl yapacaklarına bir türlü karar veremiyorlar. 23 yıllık süreci göz-ardı ediyorlar çünkü. Peygamberin mücâhedesini ve mücâdelesini göz-ardı ediyorlar. Bu örneklikten faydalanmadıkları için de nasıl bir tavır takınacaklarını hem bil(e)miyorlar hem de bunu yapmaya cesâret edemiyorlar. Sonucunu kestiremiyorlar çünkü. Peygamber ve yanındakilerin gösterdiği cesâreti gösterememelerinin nedeni, îmanlarını “örneklik” ile pekiştirmemiş olmalarıdır.

 

Usvetun hasenetun denilen “güzel örneklik” yâni “pratik sünnet”i yok saymak, “İslâm’ı sınırlandırmak” demektir.

 

Peki “sâdece Kur’ân” ne demektir?. “Sâdece Kur’ân” söylemi, içi boşaltılmış bir söylemdir. “Sâdece Kur’ân” demek, “sâdece Kur’ân’a göre düşünmek, söylemek ve yaşamak” demektir. Yoksa sâdece söz ile, “sâdece Kur’ân” demenin bir anlamı yoktur.

 

Peygamber örnekliği demek, “Kur’ân’dan başka ikinci bir hüküm kaynağı kabûl etmek” demek değildir. Zâten vâr olan Allah’ın hükümlerine karşı nasıl bir tavır ve tarz takınmamız gerektiğinin örnekliğini göstermektir. Kur’ân’dan başka kitapları din olarak kabûl etmeyeceğiz tabî ki de. Kur’ân; hükmün, bilginin ve bilincin kaynağıdır. Fakat Kur’ân, pratiği olmayan bir kitap değildir ve Kitab’ın kendisi bizzat pratik örnekliği yapamayacağına göre, Kur’ân’ın hükümleri-emirleri-tavsiyeleri, bir insan üzerinden olacaktır ki bu insan elbette peygamber olacaktır. Zâten peygamberler bu nedenle seçilirler ve bu örnekliği pratik olarak gösterirler. Bizim sorunumuz, Kur’ân’ı boşluğa okumamızdır. Pratiğe dökmememizdir ve hattâ pratiğe dökülmesine gerek olmadığını zannetmemizdir.

 

Kur’ân, bir boşluğa inmemiştir. Gerçek bir zamâna, gerçek bir târihe, sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik gerçekliğin olduğu bir ortama inmiştir. 23 yıllık bir “yaşanmışlık” vardır. O hâlde Kur’ân’ın örneksiz olarak ortaya konması anlamsızdır. İşte bu nedenle insanların içinden peygamberler seçilmiştir ve peygamber örnekliği üzerinden Kur’ân hayatta tezâhür etmiştir ve hayâta hâkim kılınmıştır.

 

Kur’ân bir boşluğa yada hayâli bir ortama ve kişilere değil, hayâtın tam ortasına, etkileşim hâlindeki insanlara gelmiştir. Zâten bir-çok ayetinde, insanların Peygamber’e sorduğu sorulara bir cevap yada, ortaya koydukları bir örnek ve mantığa karşı “yeni bir örnek ve mantık” getirdiğini, hem de bu örneklerin “en güzel örnekler” olduğunu söylemektedir:

 

“Onların sana getirdikleri hiç-bir örnek yoktur ki, biz (ona karşı) sana hakkı ve en güzel açıklama tarzını getirmiş olmayalım” (Furkân 33).

 

Şimdi; başta Peygamberimiz’in 23 yıllık Kur’ân-merkezli yaşanmışlık örnekliği olmak üzere, 1.400 yılda iyi şeyler söyleyenlerin söylediklerini ve yazdıklarını da bir çırpıda silip atmak ve onlardan “hüküm” ve “din” olarak değil ama, bir düşünce-anlayış olarak yararlanmaktan vazgeçmek doğru mudur?. Uydurmalara ve zırvalıklara uymaktan bahsetmiyorum tabî ki. Fakat uydurma ve zırvalık olmayanların tamâmını bir çırpıda değersizleştirmek doğru değildir ve hattâ bu, Kur’ân’cıların ve modern müslümanların zayıf noktasıdır, yumuşak karnıdır. Çünkü böyle olduğunda, bir zaman sonra aynı şeyi yeni nesiller de yapar ve bizim şu-anda söylediğimiz ve yazdığımız doğru ve güzel şeyleri de bâtıl ve şirk olarak değerlendirirler. “Sâdece Kur’ân” söylemi bile bundan payını alır. Bunun sonu da gelmez. Sonuçta insanoğlu hiç-bir zaman iyi ve doğru bir şey söylememiş ve söyleyemez olur. Böyle olunca da Kur’ân hayâta hiç-bir zaman hâkim olamaz ve cehâlet-merkezli şirk ve zulüm sürer gider.

 

“Elçilerin görevi âyet okumaktır, kişisel görüşlerini beyân etmek değil” diyen ahmaklar var. Herkes bir düşünce beyân ederken ve hattâ bu uğurda yorum yapacağım diye Kur’ân’ın canını çıkarırken, sıra Peygamber’e gelince ağzını bile açtırmıyorlar ve onun Kur’ân’ın âyetlerini söylemekten başka bir şey demeğini ve yapmadığını sanıyorlar. Sanki “peygamberlik geldiği andan îtibâren Hz. Muhammed’e konuşmak ve yorum yapmak yasaklanmıştır” gibi bir anlam çıkıyor ortaya.

 

Kur’ân kıssalarında bahsedilenler, “Peygamber örneklikleri”dir. Bu örneklikleri Allah bize âyet olarak indirmiştir. Zımnen; “bu örnekliklere bakarak ne yapacağınızı belirleyin” deniyor. Peygamberlerin mücâdeleleri âyetlerle örnekleştirilmiş. Eğer Peygamberimiz “son peygamber” olmasaydı, ondan sonra gelen peygambere inecek olan vahiylerde Peygamberimiz’in yâni Hz. Muhammed’in yaptıkları da âyet olarak intikâl edecekti bize. Peygamberimiz’in örnekliğinin birileri tarafından kabûl edilmemesi, o’nun “son peygamber” olmasıdır.

 

Kıssalarda anlatılan peygamber hayatları ve davranışları Kur’ân’a girerek ebedîleşmiştir. Kur’ân’ın üçte-biri “sünnet” denen “peygamber örneklikleri”dir. Dolayısı ile Kur’ân ya eski zamanda yaşamış peygamber örnekliklerini ortaya koyar, yada yeni örnekliklerin ortaya konulmasını ister. Bu da tabî ki, ya eski peygamberlerin Kur’ân’daki örnekliklerine bakarak, yada Peygamberimiz’in örnekliğine bakarak yapılacaktır. Zımnen; “kıssalara bakın, peygamberler ne güzel örneklikler göstermişlerdi. Hadi şimdi siz de, bu örneklikler üzerinden yeni örneklikler gösterin” denilmektedir.

 

“Her nebî resûldür ama her resûl nebî değildir” diyorlar. “Her resûl nebîdir fakat her resûl nebî değildir” şeklinde tam tersini söyleyenler de var. Ne olduğu tam belli değil yâni. Peki nebî olup da resûl olmayan yâni görevini yapmayan kim vardır?. Hz. Mûsâ’nın annesi ve arılar mı?. Hz. Mûsâ’nın annesine “nebî” diyorlar. Yâni vahyi duyurmamış ve resûllük yapmamış da sâdece almış. Bu mantıkla, bu bize Kur’ân’la duyurulduğu için, Hz. Mûsâ’nın annesini de resûl olarak kabûl etmeliyiz. Her vahyi peygamberlere gelen vahiy gibi zannetmekten doğan bir yanılgıdır bu. Mekanik okumanın bir sonucudur. Ne yâni; şeytanın vahyettikleri de mi vahiydir?. Çünkü:

 

“Üzerinde Allah’ın isminin anılmadığı şeyi yemeyin; çünkü bu fısk’tır (yoldan çıkıştır). Gerçekten şeytanlar, sizinle mücâdele etmeleri için kendi dostlarına vahyederler. Onlara itaat ederseniz şüphesiz siz de müşriklersiniz” (En-âm 121) deniyor.

 

Yine; “nübüvvet tamamlanmıştır ve bitmiştir, bundan sonra nebî gelmeyecektir, ama resûllük bitmemiştir” diyenler var. Fakat bunu diyenler, nebî olmadan resûl olunamayacağını unutuyorlar. Nebîlik olmadan neyin resûllüğü yapılacak ki?:

 

“Onlar ki, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de (geleceği) yazılı bulacakları ümmî haber getirici (Nebî) olan elçiye (Resûl) uyarlar; o, onlara mârufu (iyiliği) emrediyor, münkeri (kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri haram kılıyor ve onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiriyor. Ona inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nûru izleyenler; işte kurtuluşa erenler bunlardır” (A’raf 157).

 

Her peygamber hem nebîdir hem de resûldür. Sâdece ilk önce nebîdir sonra resûldür. Fakat bunu bilmenin ve söylemenin bir mânâsı yoktur?. Böyle olsa bile ne fark eder?. Buradan ne çıkacak ki?. Aslında olan şey, Kur’ân’ın edebi bir dil kullanmasıdır.

 

Bütün peygamberlere kitap ve “hikmet” verilmiştir. Hikmet, “muhâkeme etme gücü”dür. Buna göre bir peygamber, kendisine verilen kitabı okuyup da hikmeti göz-ardı edemez. Mutlakâ muhâkeme yeteneğini kullanacaktır ve bir sonca ulaşacaktır. Bunu, Kur’ân üzerinde düşünerek yapacaktır elbette. “Sâdece Kur’ân” diyenlerin, “ben sâdece bir uyarıcıyım” diye söyledikleri âyetler, siyak ve sibak hesâba katılmadan söylenmiştir. Bu nedenle de bunun, “başka hiç-bir şey değilim” anlamında olmadığını göremiyorlar. Yâni Peygamber’den mûcize isteyenlere karşı meselâ, “ben sâdece bir uyarıcıyım” demesi, “uyarıcılıktan başka bir şey yapmam” demek değildir. Bu söz, mûcize isteğine karşı söylenmiş bir sözdür ve “ben kendisine vahiy gelen bir normâl insandan başkası değilim” mesajı vermektedir.

 

Kur’ân’da Peygamber’den bağımsız bir din anlayışı hoş görülmez ve şu âyetler verilir:

 

“And olsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek (sünnet) vardır” (Ahzab 21).

 

“Ey îman edenler, Allah’tan sakınıp-korkun ve O’nun elçisine îman edin ki, size kendi rahmetinden iki kat (güzel karşılık) versin. Size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nûr kılsın ve size mağfiret etsin. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Hadîd 28).

 

“Biz elçilerden hiç kimseyi ancak Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik. Onlar (insanlar) kendi nefislerine zulmettiklerinde şâyet sana gelip Allah’tan bağışlama dileselerdi ve elçi de onlar için bağışlama dileseydi, elbette Allah’ı tevbeleri kabûl eden, esirgeyen olarak bulurlardı. Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç-bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar” (Nîsâ 64-65).

 

İslâm’ın ana-kaynağı olan Kur’ân, Peygamberimiz’i “Abdullah bin Muhammed” iken, “âlemlere rahmet Hz. Muhammed” yapan kitaptır. Peygamberimiz; kendisini, âilesini, toplumunu ve Dünyâ’yı Kur’ân’ın bilgisi ve bilinci (nûr) ile değiştirip insanlık târihinin en yüce devletinin-medeniyetinin kurulmasını başlattı. Kur’ân’ın nûru böylece tüm Dünyâ’yı “aydın”lattı. Peygamberimiz, Kur’ân’dan aldığı bilgi-bilinç (nûr) ile bu hareketi başlattı. Çünkü Kur’ân bilincin (nûr) kaynağıdır. Bu kaynak tüm zamanlarda aynı coşkuyla akmaktadır. Aradaki fark, o kaynağa gidip-gitmemekle ve onu örnek edinip-edinmemekle ilgilidir.

 

Bilincin kaynağı Kur’ân’dır. Fakat, özellikle günümüzde Kur’ân sürekli okunup araştırılmasına, kılı kırk yararcasına incelenip tefsirleri yapılmasına rağmen, özellikle müslümanların mazlûmiyeti olmak üzere, Dünyâ’da mazlûmiyetler bir türlü son bulmuyor. Zulümler ayyuka çıkmış durumda. Gün geçtikçe çok daha fazla okunan bir kitap olmasına rağmen bir türlü bilgiden bilince geçilemiyor ve yaralara merhem olamıyor. Çok mekanik okumalar yapılıyor çünkü. Her-hangi bir düşünce, bilinç ve faaliyet gerçekleşmiyor bu yüzden. Çünkü yapılanlar bir “etkinlik”ten öteye geçemiyor. Bu durumun nedeni sürekli araştırılıyor ve bundan kurtulmak için sürekli yeni-yeni fikirler ortaya atılıyor, plânlar yapılıyor fakat değişen bir şey yok. Zîrâ işin eylem-pratik tarafı olan “usvetun hasenetun”=”güzel örneklik”=”sünnet” göz-ardı ediliyor.

 

Evet; bilincin kaynağı olan “Kur’ân bu kadar çok okunmasına rağmen neden çözüm ve barış alanında bir değişiklik yapamıyoruz” sorusuna; “çünkü bilgiden bilince geçilemiyor”, “çünkü eyleme geçilemiyor” cevâbını veriyoruz. Dört duvar arasında yapılan dersler, konuşmalar, kapıdan çıkınca “az ileride” etkisini kaybediyor ve diğer derse kadar sanki hiç konuşulmamış, Kur’ân hiç okunmamış gibi yeni derse geliniyor ve hayat bu şekilde sürüp gidiyor. Bu durum küresel tâğutların çok hoşuna gidiyor, çünkü bu tarz çalışmalar ekmeklerine yağ sürüyor ve onlara alan açıyor.

 

Peki niçin bilgide tıkanıp kalınıyor ve bilince ve eyleme niçin geçilemiyor?. İşte can-alıcı soru budur!. Çünkü bilgi tek-başına yetmediği gibi, eyleme dönük okumalar yapılmayınca bir bilinç de oluşamıyor. Bilinç ortaya çıkmayınca da bir eylem ortaya konamıyor ve her-hangi bir değişim de gerçekleşmiyor. Çünkü müslümanların unuttuğu, hesâba katmadığı, mehcûr bıraktığı ve modern zamanlarda gündeme getirmekten korktuğu bir konu var: Peygamberin Kur’ân-merkezli “İslâmî hareket metodu” olan ve adına “Sünnet” denilen güzel örnekliği.

 

Eğer Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı olarak tek-başına yetseydi, Allah Kur’ân’ı her-hangi bir yere iki kapak arasındaki bir kitap olarak indirirdi yada meselâ Kâbe’den çeşitli aralıklarla âyetler yankılanırdı ve insanların onu bulması-dinlemesi sağlanırdı. Ama emin olun ki o zaman İslâm dîni, -şimdi bâzı câhillerin ve ahmakların zannettiği ve istediği gibi- yalnızca ahlâki bir felsefe olurdu ve bağlıları da sürekli sırıtarak dolaşan ve “sözde tebliğ” yapan geveze ve yılışık kimselere dönerlerdi. Fakat Allah bu Kur’ân’ı insanların arasından seçtiği ahlâk âbidesi bir insana aşama-aşama indirerek, onun sâdece kâlplerde tutulacak bir kitap-din olmasını değil, hayâta hâkim bir kitap-din olmasını istedi. Bu nedenle onu yer-yüzünün-kâinatın tek bilinçli varlığı olan insanların içinden bir insana indirdi ve hayâtın tam ortasında yaşanmasını istedi. İşte bunu gerçekleştirecek olan Peygamber’in bu uğurda yaptıkları her iş, eylem, hareket ve amel, “güzel örneklik” denen sünnettir.

 

Bilgi ve bilincin tek kaynağı Kur’ân iken; eylemin ve amelin kaynağı ise sünnettir. Sünnet olmadığında ya eylem-hareket-iş-amel hiç olmuyor, yada Kur’ân’a aykırı amel ve eylemler üretiliyor. Hareketin olmadığı bir yerde ise “zaman” da dâhil hiç-bir şey olmaz. Sâdece zihinsel mülâhazalar, felsefî çıkarımlar ile soyut bir süreç işler ve bir-türlü somuta (eyleme) dönülmez. İşte Allah bu bilgi-bilincin soyuttan somuta dönmesini istediği için, ahlâk âbidesi bir insanı seçmiş ve ona vahyederek Peygamber kılmış ve onu tüm Dünyâ’yı uyarması için göndererek onun şahsında eylemin kaynağı olan “güzel örneklik” olan sünneti ortaya koymuştur. Bu sünnetin ortaya konmasında elbette Kur’ân’ın bilgisi-bilinci ona yol göstermiştir ve tüm zamanlarda insanlara yol göstererek yardım edecektir. Evet; sünnet ile birlikte Kur’ân ete-kemiğe bürünüyor ve “canlı” hâle geliyor. Böylece “hareket” başlıyor.

 

Sünnet: “yol, âdet, Peygamber aleyhissalâtü vesselâm’ın sözü, emri, hâl ve ifâdesi” olarak geçiyor lûgatlarda. Sünnet Peygamberin tavrı, tarzı, anlayışı, icrâ şekli, algıyı hayâta dönüştürme yöntemidir. İşte bu yöntem evrenseldir. Çünkü Kur’ân’ı en iyi idrâk eden kişi olarak Allah’ın kendisinden istediği şeyi en iyi şekilde yerine getirmiştir ve Allah’ın Kur’ân aracılığı ile istediği şey gerçekleşmiştir. Bu örneklik Allah’ın kontrôlünde yapıldığı için ve bâzen yanlışlıklar da düzeltildiği için en ideâl bir örnekliktir. Zâten bağlayıcılığı bundan dolayıdır. Bu, Peygamberin Kur’ân’ı anlayıp hayâta geçirme yöntemi-tavrı-tarzı ile olmuştur. İşte bu nedenle Peygamberimizin genel anlamdaki bu tarzı-yöntemi-icrâ şekli ve tavrı sâdece târihsel değil, aynı-zamanda evrenseldir de. Tüm zamanlarda gösterilecek benzer tavırlar-tarzlar-yöntemler-icrâ şekilleri aynı başarıyı yakalayarak Allah’ın sözünü-dînini Dünyâ’ya hâkim kılacaktır.

 

“İbrâhim ve onunla birlikte olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-inkâr ettik. Sizinle aramızda, Allah’a bir olarak îman edinceye kadar ebedî bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir”. Ancak İbrâhim’in babasına: ‘Sana bağışlanma dileyeceğim, ama Allah’tan gelecek herhangi bir şeye karşı senin için gücüm yetmez’ demesi hâriç. Ey Rabbimiz!, biz sana tevekkül ettik ve içten sana yöneldik. Dönüş sanadır” (Mümtehine 4).

 

Burada Hz. İbrâhim’in ve onula birlikte olanların “güzel örnekliği”ni görüyoruz. Nedir bu örneklik?. Küfre, şirke, zulme, cehâlete, adâletsizliğe karşı bir dik duruş sergileyerek, sizin dîninizi yâni hayat-tarzınızı tanımıyoruz ve inkâr ediyoruz” diyebilmektir. Bu sözü tâğutların yüzlerine karşı açıkça söyleyebilmektir. Hz. İbrâhim’in ve onunla birlikte olanların örnekliği Kur’ân’a geçerek ebedîleşmiştir. İşte Peygamberimiz’in örnekliği de böyledir. Onun bağlayıcı olmadığının zannedilmesi, o’nun “son Peygamber” olması ve bu nedenle de bir sonraki olası peygamber ve vahiyden oluşan kutsal bir kitapta, Peygamberimiz’in davranışlarının yer almamasıdır. Gerçi onun pratik örnekliği “yaşanmışlık” olarak târihe kazınmıştır. Kur’ân’ın kıssalarından anlatılan peygamber örneklikleri, peygamberlerin sünnetleridir. Allah olmayan bir şeyi söylememektedir. Allah yaşanmış olan bir örneklik üzerinden ders vererek bu örneklikleri onaylamış oluyor. Zâten Kur’ân, hayâta indiği için, âyetlerin büyük çoğunluğu, yaşanmış olaylar üzerine iner ve onlara çözüm sunar ki, bunlar tüm zamanlarda benzer olan yaşantılar ve sorunların çözümleridir.

 

Peygamberin sahih sünnetini kabûl etmemek, onun peygamberliğini; hayattaki önderliğini, savaştaki komutanlığını kabûl etmemek demektir. Zâten böyle olduğu içindir ki, Kur’ân okuyanlar ve “sâdece Kur’ân” diyenler, iş amele-eyleme geldiğinde Peygamberin örnekliğine göre değil de, modern-seküler-lâik-demokratik ideolojilerin ve lîderlerin örnekliğine göre hayatlarını yönlendiriyorlar. Hattâ Peygamber örnekliğini kabûl etmeyenler bunu, “seküler örneklikler”den uzaklaşmamak için yapmaktadırlar. Oysa Peygamber’in durumu herhangi biri gibi değildir:

 

“Elçinin çağırmasını, kendi aranızda kiminizin kimini çağırması gibi saymayın. Allah, sizden bir diğerinizi siper ederek kaçanları gerçekten bilir. Onun (Peygamber’in) emrine aykırı davrananlar, başlarına bir fitne, belâ gelmesinden veya kendilerine çok acıklı bir azap isâbet etmesinden sakınsınlar” (Nûr 63).

 

Peygambere îman etmek ne demektir?. Neyine îman edeceğiz Peygamber’in?. Ona îman etmek; “ondan emin olmak ve bu nedenle de ona teslim olmak, ona uymak, onu örnek almak ve önder kabûl etmek” demektir. “Güzel örneklik” demek olan “sünnete uymak” demektir. Onun Kur’ân’a göre şekillendirdiği hayâtın benzerini kendi zamânımızda da kurmaktır Peygamber’i örnek almak ve ona uymak.

 

“Sâdece Kur’ân” diyenler, kendileri gibi saçmalamayanları kâfir, müşrik ve münâfık gibi sözlerle suçlamaktadırlar. Bakın konuşmalarına, (gerçi konuşmayı bilmiyorlar ya) direkt saldırı hâlindeler. Kendilerine gâyet nâzikçe konuşanlara karşı bile saygısızca, küstahça ve hakaret-vâri bir konuşma tarzında olduklarını görürsünüz. Zîrâ Kur’ân’ı babalarının malı zannetmektedirler ve “sâdece Kur’ân” diyenler, Kur’ân’ı sâdece kendilerinin doğru anladığını sanırlar. Üslûplarının bu kadar bozuk olmasının  nedeni nedir peki?. Tabi ki de, Kur’ân’da üslûp ile ilgili âyetleri göz-ardı ettiklerinden başka, Peygamber’in yumuşak üslûp kullanma örnekliğini kâle almamalarıdır. Yâni yine örnekliği tâkip etmemeleridir terbiyesizce konuşmalarına neden olan. Sünneti kabûl etmeyince, Peygamberimiz’in “güzel konuşma örnekliği”ni de göz-ardı ediyorlar ve edepsizce konuşmaya devâm ediyorlar.

 

Sanki “sâdece Kur’ân” ve “Kur’ân tek kaynak” diyenlerin evlerinde başka kitaplar yok. “Sâdece Kur’ân” ve “Kur’ân tek kaynaktır” demek, “başka kitaba gerek yok” demektir. İyi de evlerinizdeki onlarca kitap nedir o zaman?. Kur’ân’ın yanına başka kitaplar mı koyuyorsunuz?.   

 

Allah, Kur’ân’ın sünnet ile açıklanmasını ister:

 

“(Onları) Apaçık deliller ve kitaplarla (gönderdik). Sana da zikri (Kur’ân’ı) indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın (li tubeyyine) ve onlar da iyice düşünsünler diye” (Nâhl 44).

 

Şu âyetler, Peygamber’e uyulmasının ve ona kesinlikle karşı gelinmemesinin emrini verir:

 

“Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi: Ey kavmim, elçilere uyun dedi. Sizden ücret istemeyenlere uyun, onlar hidâyet bulmuş kimselerdir” (Yâsin 20-21).

 

“De ki: ‘Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyun; Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır, esirgeyendir” (Âl-i İmrân 31).

 

“Biz elçilerden hiç kimseyi ancak Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik. Onlar kendi nefislerine zulmettiklerinde şâyet sana gelip Allah’tan bağışlama dileselerdi ve elçi de onlar için bağışlama dileseydi, elbette Allah’ı tevbeleri kabûl eden, esirgeyen olarak bulurlardı. Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç-bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, îman etmiş olmazlar” (Nîsâ 64-65).

 

“Kim Resûl’e itaat ederse, gerçekte Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse (bilsin ki), Biz seni onların üzerine koruyucu göndermedik” (Nîsâ 80).

 

“Elçinin çağırmasını, kendi aranızda kiminizin kimini çağırması gibi saymayın. Allah, sizden bir diğerinizi siper ederek kaçanları gerçekten bilir. Böylece onun emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir fitnenin isâbet etmesinden veya onlara acı bir azâbın çarpmasından sakınsınlar” (Nûr 63).

 

“Ey îman edenler!, seslerinizi Peygamber’in sesi üstünde yükseltmeyin ve bir-birinize bağırdığınız gibi, ona bağırıp-söylemeyin; yoksa şuurunda değilken amelleriniz boşa gider” (Hucurât 2).

 

“Peygamber, mü’minler için kendi nefislerinden daha evlâdır ve onun zevceleri de onların anneleridir” (Ahzab 6).

 

“İşte böylece sizleri orta (mûtedil, dengeli) bir ümmet kıldık. İnsanlara şâhid (örnek) olasınız ve Peygamber de size örnek olsun diye” (Bakara 143).

 

Bir de, “Peygamber şu-anda yaşıyor mu ki ona tâbi olalım ve uyalım” diyorlar. Nasıl ki peygamberler, Kur’ân’daki kıssalarda anlatılan örneklikleriyle aramızdalarsa, Peygamberimiz de “güzel örnekliği” ile yâni misyonu ile aramızdadır:

 

“Oysa sen içlerinde bulunduğun sürece, Allah onları azablandıracak değildir. Ve onlar, bağışlanma dilemektelerken de, Allah onları azablandıracak değildir” (Enfâl 33).

 

Peygamber’in aramızda olması, “bedeni ile aramızda olması” demek değildir, “misyonu ile aramızda olması” demektir ki Peygamberin misyonu güzel örnekliği olan sünnetidir. Peygamber aramızdayken, yâni Peygamber’in; ilmin kaynağı olan Kur’ân’ı “amel”e çevirmesiyle oluşturduğu sünneti hayâta hâkimken -ki Kur’ân’ın hayâta hâkim olması bu demektir- “azâba” uğramayız. “Eylemin kaynağı” olan sünnet ne zaman hayâta hâkim ise azaptan beriyiz. Ne zaman da sünnetten-eylemden vazgeçersek, o vakit de çeşitli azaplara dûçar oluruz.

 

Sünnet, yâni ilk olarak Peygamber tarafından uygulanan İslâmî hareket-amel-eylem ortaya konmadığında ve tekrâr edilmediğinde yâni hayatta pratik olarak uygulanmadığında, uydurma hadisler-sözler ortaya çıkar. Peygamber adına yapılan uydurmalar ve zırvalıklar, “sahih sünnet” hayatta hâkim olup da yaşanmadığında ortaya çıkar. Çünkü bakın Peygamber adına uydurulanlar, Kur’ân tamamlanmış bir kitap olarak varken uydurulabilmiştir.

 

Kur’ân “söz” olduğu için tüm sözler gibi yoruma açıktır. Fakat amel-eylem yâni sünnet, “yaşanmışlık” olduğu için yoruma gerek kalmaz. Çünkü gözler-önünde yaşanmıştır. Bu bakımdan Hz. Ali, hâricilere yolladığı elçisine: “Sakın onlara âyetlerle konuşma, sen iki âyet okusan onlar sana daha fazlasıyla cevap verirler. Anlaşman mümkün olmaz. Onlara, Peygamber’den örnekler ver. Böyle bir durumda ‘o, şöyle yaptıydı’ de” diye tembih etmişti ve sünnetin birleştiriciliğini ve teskin ediciliğini öğütlemişti.

 

Şu da var ki, “sâdece Kur’ân” diyenler, sürekli olarak Peygamberin sözü-eylemi olarak hep uydurmaları-zırvaları örnek verirler?. Meselâ niye; “Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime verseler, yine de dâvamdan vazgeçmem. Ya Allah, bu dîni hâkim kılar yâhut ben bu uğurda canımı veririm” sözünü söylemezler?”. “Peygamber adına uydurmak” ne kadar Peygamber’e yapılan bir hakâret ve zulüm ise; bu uydurmalar var diye Peygamber’i tümden işlevsiz bırakmak da o oranda Peygamber’e yapılan bir hakâret ve zulümdür.

 

“Sâdece Kur’ân” diyenlerin çoğu aslında “sâdece Kur’ân meâli” diyenlerdir. Fakat bu, “meâlcilik” denilen şeydir. Kur’ân’cılık, meâlciliktir. Meâlcilik, “Peygamber’i yok sayma projesi”dir. Ercüment Özkan bu konuda şöyle der:

 

“Dikkat edildiğinde görülen şey şudur; Meâl okuyanlar değil, meâlcilik yapanlar, yâni îtibâr edilecek şeyin yalnızca meâl olduğunu söyleyerek Kur’ân’a da aykırı bir tutum sâhibi olanlar, Allah’ın o Kitap’ta Peygamber’i için: “Onda sizler için güzel bir örnek vardır” (Ahzâb 33/21, Mümtehine 60/4-6) âyetini görmüyorlar mı?. Kitap, yâni Allah, elçisine hukûkî bir deyimle atıfta bulunmaktadır. Bu atfa îtibâr etmemek, atıf yapana îtibâr etmemektir ve hukuk mantığına, hukûkun esaslarına aykırıdır”.

 

Evet; Kur’ân dînin-bilginin-bilincin kaynağı iken; sünnet de amelin-eylemin kaynağıdır. Peygamber’i örnek almayanlar yâni onun usvetun hasenetun=”güzel örneklik” olan sünnetini uygulamayanlar mutlakâ tâğutları ve onların emirlerini uygularlar. Bu tüm zamanlarda bu şekilde sonuçlanmıştır ve günümüzde de Kur’ân’cıların yaptığı şey budur

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2018

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder