“Hayır, zulmedenler, hiç-bir bilgiye
dayanmaksızın kendi hevâ (istek ve tutku)larına uymuşlardır. Allah’ın
saptırdığını kim hidâyete erdirebilir?. Onların hiç-bir yardımcıları yoktur” (Rûm 29).
Tasavvuf, TDK
sözlüğünde; “Tanrı’nın niteliğini ve evrenin oluşumunu varlık birliği (vahdet-i
vücut) anlayışıyla açıklayan dînî ve felsefî akım, İslâm mistisizmi” diye geçer.
Aslında
tasavvufun net bir tanımı yoktur. Târih boyunca herkes farklı bir tanım
yapmıştır. Tasavvufun net bir tanımının olmaması, onun aslında “net bir öğreti”
olmamasındandır; “ilâhi” olmamasındandır. Zîrâ ilâhi olan “çok net” olur. Bâtıl
olan ise net değildir ve karmakarışıktır. Zâten hayâtiyetini de bu
karma-karışıklığından alır. Tasavvufun bağlıları bu karma-karışıklık içinde
boş-yere anlamlı bir şeyler bulmaya çalışırlar ve ömürlerini heder edip giderler.
Müslümanlar 13.
yüzyılda Haçlı Seferleri ile yıprandılar ve ardından da Moğolların saldırıları
ile kültür, sanat ve medeniyetlerini kaybettiler yada kültür ve medeniyetleri
yıkılmaya yüz tutu. En son Osmanlı Devleti, bir-çok alanda iyi şeyler yapmış
olmasına rağmen medeniyetin olmazsa-olmazı olan ilmî sahada pek de bir varlık
göster(e)meyince, 18. yüzyılın başlarında ortaya çıkan “modern akım” karşısında
dayanamadı ve duraklayıp gerilemeye başladı ve nihâyetinde de yıkıldı. 1800’lü
yılların sonunda başlayan “İslâmî hareketler” bir “öze dönüş projesi” ile
“düşülen yerden kalkmayı” denedi ama bir sinerji yakalamış olan bâtıl batı
karşısındaki gayretleri kesin sonuca ulaşamadı.
Kitaptan ve
sünnetten kopma, çok uzak olmayan vâdede büyük kopuşu ve yıkılışı da yanında
getirir. Fakat İslâm’ın temelleri çok sağlam atılmıştı ve “halk tabanı” da samîmiyetini
hâlâ sürdürüyordu. Bu-arada “gönüllerin fethinden” bağımsız “toprakların fethi”
tüm hızıyla devâm ediyordu. “Gönüllerin fethinden” önce “toprakların fethine”
kilitlenilmişti. İşte bunun sağladığı güç ile, dış etkiler çok da zorlanılmadan
bertarâf edilebiliyordu. Yunan felsefesiyle gelen kültürel dalga ve haçlı-moğol
saldırıyla gelen askerî-siyâsi dalga, İslâm temelinin sağlamlığı ve kitap-sünnete
hâlâ îtîbar edildiğinden dolayı bertarâf edilebildi. Fakat özellikle ikinci
dalga çok sarstı ve büyük yıkımlar getirdi. Aslında kanımca, Haçlı Seferleri
ile yıpratılıp Moğol işgâlleriyle gelen yıkım, devleti olmasa da medeniyeti
durdurmuş, hattâ büyük oranda yıkmıştır. Osmanlı belki biraz bunu tersine
çevirebilmiştir fakat o da, askerî-siyâsi-yönetim-mîmâri-edebiyat yönünden çok
zenginlik getirse ve bu alanda başarılı olsa da, ilim yönünden zayıf olduğu
için medeniyeti yeniden diriltememiştir. Medeniyet sâdece savaşla-devlet ile
kurul(a)maz, mutlakâ bir ilim, kültür, vicdan merhâmet de üretilmesi ve
yayılması gerekir. Moğolların yaptığı yıkımlar içinde, çok zengin ve değerli
kitapların bulunduğu kütüphâneler de vardır. Bir kütüphânenin yıkımı bir
devletin yıkımı gibi kötü sonuçlar doğurur. İşte moğol işgâlleri ve saldırıları
ilmi ve dolayısı ile medeniyeti sekteye uğrattığı için, devletler de sekteye
uğradı ve sâdece “dış yönü” kurtarmanın yoluna düşüldü.
İslâm-medeniyeti
târih boyunca sürekli yıkılmak istenmiş ve büyük oyunları -henüz sağlam bir
yapısı olduğundan- Moğollara kadar engelleyip bozabilmiştir. Fakat gerek Haçlı
Seferleri ve gerekse de Moğol işgâliyle birlikte yoğunlaşan bâtınî-mistik-tasavvufî
heterodoks öğretilerle dirâyetlerini kaybeden İslâm toplumları, cihangir
devletlerinin olmadığı bir zamanda Haçlı Seferleri ile yıpranmış ve Moğolların
saldırılarıyla medeniyetleri çok büyük ölçüde dağılmış, bir daha da kendilerini
“medeniyet” anlamında toparlayamamışlardır. Dünyâ’nın çeşitli yerlerine
medeniyetlerini yayan müslümanlar, 15. yüzyılın sonlarına doğru Endülüs’ten de
kovulunca artık ortada Osmanlı gibi güçlü bir devlet olsa da, gerçek anlamda
bir medeniyet kalmamıştır. Zîrâ Osmanlılar her ne kadar; iyi devlet adamları
yetiştirmiş, iyi bir devlet modeli sergilemiş, edebiyat alanında, mîmarlık
alanında hârika eserler ortaya koymuşlarsa da, ilmî anlamda,
Kur’ân/sünnet-merkezli ilim alanında yâni medeniyet anlamında pek bir-şey
yapmadıklarından dolayı medeniyeti eski hâlinde diriltememişlerdir.
İslâm-medeniyetinin
yıkılmasının baş-sorumlusu Moğollardır. Çünkü yaptıkları yıkım çok büyük bir
yıkımdır. İbn-i Esir Moğol hezîmetini anlatırken şunları söyler:
“Bu felâket o kadar korkunç ve çirkin ki,
bir-kaç sene bunları yazayım mı diye düşündüm. Yine de şimdi bunları hayli
tereddüt içinde yazıyorum. Olay bir bakıma İslâm ve müslümanların ölümünü
duyurmak gibidir ki bu kime kolay gelir, kimde dayanacak ciğer var ki?. Müslümanların
içine düştüğü aşağılık durumun, herkes karşısında rezil ve rüsvâ olmanın
trajedisini anlatsın. Keşki yaratılmasaydım. Keşki bu olaydan önce ölmüş
olsaydım. Keşki unutup da bu elemli olayların hâtırâsı kafamdan silinip
gitseydi. Fakat bâzı dostlarım bu felâket olaylarını yazmaya beni râzı ettiler.
Yine de tereddüt içindeyim. Fakat gördüm ki yazmamakta hiç fayda yok. Bu öyle
büyük bir belâ, öyle müthiş bir felâket ki, dünyâ-târihinde bir benzeri
bulunamaz. Bu olaylar bütün insanlıkla ilgilidir. Fakat özellikle müslümanlarla
ilgilidir. Eğer bir adam çıksa da, “Hz. Âdem’den bêri böyle bir belâ
insanoğlunun başına gelmemiştir” diye iddia etse, bu yanlış bir iddia olmaz.
Çünkü târihte böyle bir olayın en küçük benzeri bile görülmemiş, belki de
kıyâmete kadar -Ye’cüc ve Me’cüc’ün dışında- aslâ böyle bir olay
görülmeyecektir. Bu vahşî insanlar hiç kimseye acımadılar. Kadınları,
erkekleri, çocukları öldürdüler. İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn, ve lâ
havle ve lâ kuvvete illâ bi’l-lâhi’l-aliyyi’l-azîm”.
İşte tasavvufun
palazlandığı zamanlar, her zaman, İslâm toplumunun zor duruma düştüğü,
çöküntüde olduğu zamanlardır. (Tüm bâtınî akımlar da, devletlerin otoritesini
yitirmeye başladığı ve yitirdiği zamanlarda palazlanmışlardır). Zâten bu zamanlarda
işgâl kuvvetleri olan Haçlı-Moğol saldırıları zamânında düzen bozulduğu için fâkihler
de etkisiz kalmışlardır. Aslında fâkihlerin etkisinde olması gerek tasavvuf ve
tasavvufçular, işgâlcilerin de desteği ile fâkihleri etkisi ve güdümleri altına
almışlardır. Böylece tasavvuf eleştiriden muaf kalmıştır. Eleştirilmeyen her
düşünce mutlakâ sapar. İşte tasavvuf da böyle zor zamanlarda, ümmetin dara
düştüğü zamanlarda palazlanıp görünür olmuştur ki, en güçlü(!) temsilcilerini,
ümmetin en zor zamânı olan Moğol ve Haçlı Seferleri’nin olduğu zamanlarda
çıkarmışlardır. İşte böyle zamanlarda fâkihler sinmiş ve tasavvufçular öne
çıkmış ve işgâl kuvvetleri tarafından desteklenmiştir. Çünkü tasavvuf, yoruma
çok açık olan bir düşüncedir ve işgâl kuvvetleri tüm zamanlarda olduğu gibi bu zamanlarda
da bunu kullanmışlardır. Zîrâ yoruma çok açık olan bu tür düşünceler insanların
direncini kırar ve mücâdele edemez duruma getirir. Böyle zor zamanlarda
desteklenen tasavvufa katılımlar çoğalmış ve insanlar çokça tasavvufa
meyletmiştir. Bu da tasavvufa sözde bir meşrûiyet sağlamıştır. Artık kitap ve
sünnetten kopularak; tecelli, ilham, keşf vs. gibi şeylerle halkın dînî tasavvuru
şekillendirilmeye başlanmış ve bu durum bir “eylemsizlik” olarak tezâhür
etmiştir. Böylece işgâlci kuvvetlerin işi çok kolaylaşmıştır. Zâten 1243
yılında yapılan Kösedağ Savaşı’nın kaybedilmesinin nedeni, dirâyetlerini ve iç-enerjilerini
kaybeden müslümanların, ya ihânet etmesi yada yeterli direnişi gösterememesi
nedeniyledir. Yoksa Selçuklu ordusu daha güçlü olarak çıkmıştı savaş meydanına.
Yine; Abbâsiler
zamânında ortaya çıkan Karmati (870-983) ve Zenc İsyânı (869-883) gibi,
devletin zora düştüğü zamanlarda da tasavvufun sesi yükselmeye başlamıştır. Devletin
adâletsizliğine ve zulmüne karşı bir eleştiri, îtirâz ve isyân yükseltilebilir
tabi ama bu isyân, Kur’ân ve Sünnet merkezli olmak zorundadır; sapık
bâtınî-tasavvufi telâkkiler merkezli değil. Bu zor dönemler, tasavvufun
ulularından Beyazid-i Bistâmi (800-874) ve Hallac-ı Mansur (858-922) gibi
kişileri çıkarmıştır. Devlet ve ümmet ne zaman ki zora düşmüş, tasavvufun önde
gelenleri ortaya çıkmıştır.
Tabi bu-arada
tasavvufa karşı olanlar da çıktı ve tasavvufu reddetti. Bu kişiler zâten
Haçlılar ve Moğollar zamânında tepkilerini ortaya koydular ve halkla birlikte
bu işgâlcilere karşı direniş gösterdiler ve hattâ bir-çoğu da işgâlcilere karşı
savaştılar ve öldüler. İlginçtir ki, tasavvufun önde gelen uluları, işgâlcilere
karşı savaşanlara çok küstahça davranmışlar ve onları gerek sözleriyle
hicvetmişler, gerekse de işgâlcilerle iş-birliği yaparak onlara tuzaklar
kurmuşlardır.
Modern zamanlarda
da yine tasavvuf ve bunun yanında, desteklenen; “modern, ılımlı, lâik,
demokratik, protestan İslâm, Anadolu İslâm’ı” sloganıyla ve “sâdece Kur’ân”
söylemiyle Peygamber yok sayılarak, amel ve eylemden kopuk bir din anlayışı,
hayâta dönük olmayan bir din tasavvuru oluşturulmakta ve halkın direnci yine
kırılmaya çalışılmaktadır. Ne yazık ki bir miktar da yol aldılar bu tezgâhı plânlayanlar.
Peygamber demek, “vahiy-merkezli amel-eylem yâni pratik” demektir ki, Kur’ân-merkezli
bu pratik mutlakâ bâtıla gâlip geleceğinden dolayı, bâtıl, “sünnet” denilen
peygamber pratikliğini blôke etmek istemiştir tüm zamanlarda. Bu nedenle bâtıl,
bir zamanlar tasavvufu kullanırken, şimdi ise, tasavvufun yanında, “peygambersiz
din” anlayışını desteklemektedir. Böylece müslümanlar amel ve eylem
düşüncelerinden koparak ve direniş göstermeyerek, kâlplerine ve zihinlerine
hapsolmakta, emperyâl güçler de işgâllerini rahatça yapacak alanı
bulabilmektedirler.
Peygamber’in
değersizleştirilme ameliyesi, onu insanlığından çıkararak “aşırı yüceltme”
şeklinde tasavvufla (sonra da târikatlarla) açığa çıktı yada fazlalaştırıldı.
Zamanla tasavvufun önderleri, peygamberlerden bile üstün tutulmaya başlandı. Onların
sîretleri, peygamberlerin sîretlerinden üstün gösterilmeye ve görülmeye
başlandı. Artık herkes Peygamber’in Kur’ân-merkezli sünnetine göre değil,
tasavvuf önderlerinin nefs-merkezli sünnetine göre düşünmeye, konuşmaya ve
hareket etmeye başladı. Bu durum modern zamanlarda da, batı’nın “tasavvuf üzerinden
İslâm’ı ılımlılaştırması ameliyesi” ile devâm etmektedir.
Haçlı
Seferleri’nin târihleri şu şekildedir: 1.Haçlı Seferi: 1096-1099; 2. Haçlı Seferi: 1147-1149; 3. Haçlı Seferi: 1189-1192;
4. Haçlı Seferi: 1202-1204; 5. Haçlı Seferi:
1217-1221; 6. Haçlı Seferi 1228-1229; 7. Haçlı Seferi: 1248-1254; 8. Haçlı Seferi: 1268-1270.
Moğol işgâli ise 1229’da başlamış ve Memluklu Baybars’ın onları 1260’da Ayn
Calut’ta durdurmasına kadar aktif olarak sürmüştür. O hâlde saldırı ve işgâl,
1096-1260 arasında olmuştur. Peki bu dönemde yaşayan tasavvufun uluları ne
yapıyorlardı?. Meselâ bu dönemde yaşayan; İbn-i Arabi (1165-1240); Celâleddin
Rûmi (1207-1273); Yûnus Emre (1241-1321) ne yapıyordu?.
İbn-i Arabi,
meselâ 6. haçlı seferinde nerededir, sefer için ne demiştir ve ne yapmıştır?. Somut
bir mücâdeleye girişmiş midir?. Yoksa şirke zirve yaptıran düşüncelerini
geliştirmekle ve sapık kitaplarını yazmakla mı meşgûldür?. Böyle zamanlarda ortam
çok uygun olduğundan dolayı, tasavvufçular düşüncelerini istedikleri gibi
şekillendirirler ve söyleyip yazabilirler. Zîrâ onları uyaracak fâkihlerin sözü
dinlenmemektedir. Onları cezâlandıracak otoritenin ise işgâlcilere karşı yoğun
uğraşı vardır.
Ya diğerleri?. O
sırada ne yapmaktadırlar?. Anadolu’ya gelen Moğollarla 1243 yılında yapılan Kösedağ
Savaşı’nda ve sonrasında, -güyâ- gavs-ı azam ve kutbûl aktab olan, “mânâ âlemlerinin
efendisi” olan, Celâleddin Rûmi ve Yûnus Emre ne yapmaktadır?. “Kâinâtı
ellerinde tespih gibi oynayanlar”, zulmü çeşitli şekillerde ortaya koyan
Moğollar karşısında ne yapmışlardır?. Moğolları bir bedduayla, bir savuruşla
savurmamışlar mıdır?. Tabî ki de hayır!. Tam tersine; Celâleddin Rûmi, Şems’in
ayartmasıyla Moğolların ajanlığını yapmış
ve onlara umduklarından çok daha geniş bir alan açmakla uğraşmıştır. Tabî
ki bunun ödülünü de fazlasıyla almıştır.
Celâlaeddin Rûmi
ve Yûnus Emre zamânında ortaya çıkan ve Haçlı Seferleri’yle yıpranan Anadolu ve
İslam coğrafyasının batı ucu, Moğol işgâline dayanamamış ve devlet ve medeniyet
olarak çökmüştür. Bu işgâllere karşı direnen gerçek âlimler ve mücâhitlerle
aynı zamanda yaşayan tasavvufun büyükleri(!), sapık kitaplarını yazmakla,
şiirlerini söylemekle ve Moğollara ajanlık yaparak onlara alan açmakla
meşgûldüler. Memleket-memleket gezip şiirler söyleyerek halka sabır diliyorlardı.
Oysa yapmaları gereken şey, zulme ve işgâle karşı hem kendileri direnişe geçmeleri,
hem de halka bunu aşılamalarıydı. Bakın, tasavvufçuların “düşman” olarak
gördüğü İbn-i
Teymiye’ye (1263-1328), Moğolların saldırıları karşısında, “âlimliğin bir
gereği olarak” kalemi ve kâğıdı bırakıp, kılıcını kuşanmış ve yalın-kılıç
savaşmak için yola düşmüştür. Yine âhiler de Moğollara karşı direnmişler ve
savaşmışlardır ki bu direnişe Bacıyân-i Rûm denilen kadınlar bile katılmıştır. Başta
Peygamberimiz olmak üzere, tüm peygamberler dâhi kendi zamanlarındaki küfre,
şirke, adâletsizliğe, zulme ve şer güçlere karşı “var güçleriyle”
savaşmışlardır da, tasavvufun bu sözde büyükleri(!)ni niye hiç savaşırken
görmüyoruz?. Bir zâlime-zulme karşı çıktıkları ve kılıç salladıkları görülmüş
müdür?. Tabî ki de hayır!. Çünkü onlar hep işgâlciler için çalışmışlardır.
Zamânında halk,
Haçlıların, Moğolların işgâlleri altındayken ve çeşitli şekillerde zulüm
görürlerken; herkesin “büyük âlim” zannettiği tasavvuf büyükleri(!), sapık
düşünceler üretiyor, zulmü yapan zâlimleri; velî, kutlu kişi ve hattâ peygamber
îlan ediyorlardı. İbn-i Teymiye gibi âlimler ise, yalın-kılıç savaş
meydanlarında cenk ediyorlardı. Moğolların-Haçlıların işgâllerini, yıkımlarını,
tecâvüzlerini; “kader”, “Allah’ın sopası” vs. olarak görenler, onları
“potansiyel müslümanlar olarak değerlendirip, lîderlerini velilik ve hattâ
peygamberlik konumuna sokuyorlardı. Bu hâl el-an devâm etmektedir.
Entelektüeller zâlimlere alan açıp uşaklık yaparken, gerçek âlimler ise, mallarıyla
ve canlarıyla cihad etmişlerdir-etmektedirler tüm zamanlarda. Celâleddin Rûmi,
müslüman halkı kırıp geçiren ve onlara her türlü zulmü yapan Moğolların
komutanı Baycu Noyan’ı “ulu kişi”; Cengiz Han’ı da “peygamber” olarak
göstermiştir. Bu bir hastalıktır, cehâlettir, sapıklıktır, yalakalıktır. O
hâlde Celâleddin Rûmi’yi Moğol, İbn-i Arâbi’yi “haçlı ajanı” olarak suçlayanların
haklılık payları vardır.
Tasavvuf, düşüncede mânâ-değer-hiçlik iddiâsındayken,
amel-eylemde, modern ve konjonktüreldir. İşte tasavvufun ana sorunu ve
sapmasının nedeni budur. Celâleddin Rûmi, “ne olursan ol gel” diyor ama,
Moğollardan başkasını da çağırmıyor ve destek olmuyor bu yüzden. Böylece
düşüncesi ve ameli de, konjonktüre ve güce göre şekillenmiş oluyor.
Tasavvufta
bir -sözde- hoşgörü vardır. Her türlü zulmü “lâ fâile illallah” ile
hoşgörürler. Ne de olsa “yapan-eden Allah” ya; bu nedenle kim ne yaparsa-yapsın
hoşgörülmelidir. Böyle düşünüverdiğinizde hoşgörüverirsiniz. Hâlbuki
tasavvufçular, kendisine yapılan en küçük bir hatâyı bile affetmezler ve
kendilerine gelen bir sıkıntı için “bu da Allah’tan” demezler. Dosta düşmanlık,
düşmana dostluk yapmak tasavvufun alâmet-i fârikasıdır. Celâleddin Rûmi’nin hoşgörüsü, sâdece
Moğollara karşı gösterdiği bir hoşgörüdür, yâni egemenlere gösterdiği hoşgörü.
Hümanizmin
ve hoşgörünün sözde büyük temsilcilerinden Celâleddin Rûmi’nin hoşgörüsü,
sâdece Moğollara ve onların uşaklarına karşı gösterdiği bir hoşgörüdür.
Kâfirlere ve zâlimlere gösterdiği hoşgörü. Moğollara karşı savaşan müslümanlara
ise, hoşgörü göstermesi şöyle dursun, onları düşman bellemiştir. Bu nedenle de
Moğol emperyâlistlerine ajanlık yapmıştır. Zâten küresel emperyâlistlerin
Celâleddin’i bu kadar sevmelerinin nedeni de, işgâlcilere karşı gösterilen bu
hoşgörüdür. Zîrâ bu hoşgörünün özelliği, emperyâl siyâsete geniş alanlar
açabilme düşüncesi ve özelliği taşımasıdır. Celâleddin işte bu nedenle
sevilmektedir. Yoksa onun kara-kaşına kara gözüne hevesli değillerdir. “Mevlâna
yılı”, “Yesevi yılı” îlan etmeleri, paraların önüne-arkasına Yûnus’un resmini
koyarak onları öne çıkarmaları ve gündeme getirmeleri, halkın onlara teveccüh
etmesi ve böylece tasavvufun ulularının emperyâlizme alan açan düşüncelerini
benimsemelerini sağlamak içindir. Onları hoşgörünün yıldızları olarak
göstermişlerdir. Oysa hoş(t)görülü Celâleddin, oğlu Alâaddin’e bile hiç hoşgörü
göstermemiş ve onu sevdiği kızdan ayırmıştır. Güyâ “aşk adamı” olan Celâleddin,
Kimyâ Hâtun ile oğlu Alâaddin arasındaki sevgiyi-aşkı görmezden gelerek, Kimyâ
Hâtun’u, Şems’e vermiştir. Şems ise Kimyâ hâtunu döve-döve öldürmüştür. Hay
böyle hoşgörünün…!.
Emperyâlist
işgâlcilere yapmadıkları yalakalıkları bırakmayan tasavvufun uluları, Allah’ın
bu konudaki âyetlerini dikkate almamışlardır tabî ki. Çünkü Allah, mü’minleri
bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin der:
“Ey îman edenler, mü’minleri bırakıp kâfirleri
veliler (dostlar) edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah’a apaçık olan kesin bir
delil vermek ister misiniz?” (Nîsâ
144).
Tasavvufun bu ulularını
tâkip edenler de bunlar kadar suçludurlar. Çünkü onların tabanlarını
oluşturmakta ve misyonlarını devâm ettirmektedirler. Bu durum belki de bir cezâ
olarak onları ilah edinmeye kadar da varmıştır:
“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve
râhiplerini rabler (ilahlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih'i de.. Oysa onlar,
tek olan bir ilah’a ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan
başka ilah yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir” (Tevbe 31).
Heterodoks
düşüncede bir ihtilâl geleneği vardır. Fakat heterodoksinin ihtilâlciliği hep
“kitap-merkezliliğe” karşıdır. İslâm düşmanı zâlimlere karşı yaptıkları bir
darbe ve ihtilâlleri yoktur. Zîrâ onlara sürekli olarak hoşgörü gösterirler.
Mağlûplar ve ezikler düşmanlarına hoşgörü gösterirlerken, dostlarına ise
düşmanlık gösterirler. Stockholm Sendromu “hoşgörü” konusunda da açığa
çıkmaktadır. Kendisini öldürmeye geleni gülle karşılamak, hoşgörücülerin normâl
ve doğal işleridir.
Hoşgörmeye
bir başladınız mı hoşgörülmeyecek bir şey kalmaz ve “kaliteli bir münâfık” olur
çıkarsınız. Zîrâ hoşgörü, dinden tâviz vermeden olmaz.
Evet;
tasavvuf bir “tâviz verme dîni”dir ve zâten sapması da böyle başlamış ve devâm
etmektedir.
“..Allah kimi saptırırsa, artık onun için
bir yol gösterici yoktur”
(Zümer 23).
En doğrusunu
sadece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Şubat 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder