“Peygamber, (en nebiyyu) mü’minler için kendi nefislerinden daha evlâdır ve onun zevceleri de
onların anneleridir. Rahim sâhipleri (akrabalar) de, Allah’ın Kitabı’nda
birbirlerine öteki mü’minlerden ve muhâcirlerden daha yakındır. Ancak dostlarınıza
mâruf üzere yapacaklarınız başka; bunlar Kitap’ta yazılmış bulunmaktadır”
(Ahzâb 6).
“Kitap’ta Mûsâ’yı da an!. Gerçekten o
ihlâs sâhibi idi ve hem resûl hem de nebî (resûlen nebîyyen) idi” (Meryem 51).
Sünnet: “Kânun,
yol, âdet, tarz, tavır, model anlamındadır. Özel anlamda ise, “Hz. Muhammed’in
Kur’ân’ı uygulama yöntemi”dir.
Ali Şeriati, sünnetin
târifini şu şekilde yapar:
“Aslında Peygamber’in sünneti, sâdece sözleri ve hadisleri değildir. Bilakis,
sünnet’in gerçek mânâsı: ‘Metod’, ‘çalışma
yöntemi’, ‘nereden başlamak gerektiği’ ve hedefe ulaşmak için hangi
seyir-çizgisini, hangi stratejiyi tâkip etmek gerektiğidir”.
Kur’ân,
“âlemlerin Rabbi Allah” tarafından, Melek Cebrâil (Cebrâil meleklerden bir
melektir) aracılığı ile “âlemlere rahmet Hz. Muhammed’e” gönderilmiş bir Kitap’tır.
Bu Kitap, bilgi ve bilincin tüm zamanlar ve mekânlar için gönderilmiş
kaynağıdır. Bu Kitab’a bağlananlar, bilgi ve bilincin kaynağı olarak sâdece bu
Kitab’a dayanmak zorundadırlar ki mü’minliğin ölçüsü budur. Bu Kitap yâni
Kur’ân-ı Kerîm, aynı-zamanda bilginin sağlamasını yapan ve sahih olan bilgi ile
sahih olmayan bilgiyi ayıran da bir kitaptır. O hâlde sahih (aslına uygun,
gerçek, doğru) bilginin sağlaması ancak ve ancak Allah’ın kitabı olan Kur’ân
ile yapılabilir. İşte bu nedenle Kur’ân, bilgi ve bilincin kaynağı olduğu gibi,
aynı-zamanda, doğru bilgiyi yanlış bilgiden ayıran da bir Kitap’tır ki
Kur’ân’ın bu bağlamdaki adı Furkân’dır.
Fakat Kur’ân, ne
sâdece raflarda duracak ve arada bir alınıp okunacak salt zihnî gelişmeler için
gönderilmiş bir Kitap’tır, ne de, sâdece pasif bir bilgilenme-bilinçlenme kitabıdır.
Zâten Kur’ân’ın verdiği bilgi ve bilinç, kişinin pasif hâlde kalmasını imkânsızlaştırır.
Zîrâ o, bir “îman kitabı”dır ki îman, kişiyi mutlakâ îmânın gereği olan amel ve
eyleme sevk-eder. O hâlde Kur’ân’ı okuyan kişinin, edindiği bilgi ve bilinci
hayâtın tam merkezinde amel-eylem şeklinde ortaya koymaması düşünülemez. İşte
peygamberler, Kur’ân’ı hayâtın tam merkezinde ortaya koymak üzere seçilmiş ve
gönderilmiş olan “güzel örneklik”i en ideâl bir şekilde sergileyen temsilcilerdir:
“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret
gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir
örnek’ vardır” (Ahzâb
21).
“İbrâhim ve onunla birlikte olanlarda
sizin için ‘güzel bir örnek’ vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: Biz,
sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık)
tanımayıp-inkar ettik. Sizinle aramızda, Allah’a bir olarak îman edinceye kadar
ebedî bir düşmanlık ve bir kin baş-göstermiştir..” (Mümtehine 4).
İşte bu örnek
kişiler, vahyin temsilciliğini en ideâl bir şekilde yapmışlardır ve bu
örneklikleri de, hem Kur’ân’daki kıssalarla hem de “Allah’ın kontrôlündeki
yaşanmışlık”la bizlere ilk başta dilden-dile, sonra da kitaplarla intikâl
etmiştir. Tabi bu intikâl sırasında bu güzel örnekliğe bâzı uydurmalar ve “zırvalık”
derecesinde rivâyetler de karışmıştır ki, karışan uydurmaların, en başta Kur’ân
olmak üzere, İslâm-târihi ve siyer kitaplarıyla ayıklanabilmesi mümkündür.
Çünkü ne de olsa Peygamberimizin ahlâkı Kur’ân idi.
Sünnet,
“nesilden-nesile gelen uygulamalar” iken, hadis, birileri tarafından
Peygamber’in söylediği iddia edilen sözlerdir. İkisi farklı şeylerdir. Sözden
ziyâde “uygulama” önemlidir. Amel içermeyen hadisler şüphelidir. Zîrâ
Peygamberimiz, yapmadığı bir şeyi söylememiştir. O hâlde hadisleri ayıklarken,
sünnete uygun olmayanları ayırabiliriz. İmam Mâliki: “Bir hadis “Medîne
halkının uygulamasına” aykırı ise, ben bunu kabûl etmem” demiştir. Sözü değil
uygulamayı (sünneti) esas almıştır.
“Gözetimimiz altında ve vahyimizle gemiyi îmâl et.
Zulmedenler konusunda bana hitapta bulunma. Çünkü onlar suda boğulacaklardır” (Hûd 37).
Görüldüğü gibi,
Hz. Nûh, gemiyi “Allah’ın gözetiminde” yaptı, zâten peygamberlerin sözleri
olsun, yapıp-ettikleri olsun, hep “Allah’ın kontrôlünde”dir. Allah onların “zelle”
denen sürçmelerini hemen düzeltir. Onlar örnek kişilerdir. Örnek kişiliklerde
hatâ bırakılmaz.
Peygamberimizin
örnekliği, Allah’ın kontrôlünde olmuştur. Çünkü bir hatâ, bir yanılgı olduğunda
(meselâ Tahrîm 1 ve Ahzâb 37. âyetler) Allah hemen gönderdiği vahiy ile o
hatâyı-yanlışı düzeltmiştir. İşte bu düzeltme bile bir örnekliktir. Dolayısı
ile Peygamberimizin “Peygamber” olarak (Resûl, Nebi’ ve diğer sıfatları) ile
yaptıkları, Allah’ın kontrôlünde olarak ve düzeltilerek, “tam bir örneklik”
olarak ortaya konmuştur ki, Ahzâb 21. âyetin dile getirdiği bu örneklik bu
nedenle kıyâmete kadar tüm zamanlarda ve mekânlarda “bağlayıcı” olmuştur. O
hâlde bu örneklik -ki bu örnekliğin adı “sünnet”tir- tüm zamanlar ve mekânlar
için amel ve eylemin kaynağıdır. Kur’ân-ı Kerîm nasıl ki bilgi ve bilincin
kaynağı ve “İslâmî Hareket Metodu”nun ilmî yönü ise, Peygamberimizin örnekliği
olan sünnet de, amel ve eylemin kaynağıdır ve İslâmî Hareket Metodu’nun uygulanma
tarzı ve yöntemidir. Kur’ân “ne yapılacağı”nı söylerken, sünnet, “nasıl
yapılacağını” gösterir.
Sünnet denilen
bu uygulama Peygamberimizin ardından, Hz. Ebubekir ve Ömer zamânında ideâl yada
ideâle yakın bir şekilde uygulandıktan sonra, Hz. Osman’ın halifeliğinin ilk
yarısından sonra sarsılmaya başlamış ve Hz. Ali’nin hilâfetinin sonuyla
birlikte bozulmuştur. Tabi bu güzel örnekliği dirilten ve uygulayan kişiler
(Ömer bin Abdulaziz gibi) de olmuştur zaman-zaman.
Kur’ân’ın
uygulaması olan güzel örneklik yâni sünnet, uygulandığı ölçüde bir adâlet
ortaya konmuş, uygulanmadığı ve yozlaştırıldığı ölçüde de adâletsizlik ve zulüm
ortaya çıkmıştır. Zâten Allah’ın sünnetullahı budur. İnsanlar arasındaki işleyen
sünnetullah yâni Allah’ın yasaları, vahyin doğrultusunda ortaya konan uygulama
tarzı olan sünnet ile ikâme edilmektedir. Sünnetullah Kur’ân ışığında en ideâl
şekilde anlaşılır, insanlar arasında da en ideâl şekilde “sünnet” ile
uygulanabilir. Zâten peygamberlerin gönderilmesinin nedeni de budur. Yoksa
Allah, vahyi farklı yollarla da göndermesini bilir. İşte vahyin kılavuzluğu
olan sünnetin inkâr edilerek ona düşman olunması, tüm İslâm târihinde
görülmekle berâber, günümüzde, modern-seküler-lâik-demokratik-kapitâlist-liberâl
ideoloji ve düşüncelerle birlikte aşırılaşmış ve sünnet târihte hiç olmadığı
kadar yok sayılmaya ve ona düşman olunmaya başlanmıştır. Bu düşmanlık, farklı
şekillerde yapılmaktadır.
Sünnet
düşmanlığı “güzel örneklik düşmanlığı”dır. Târih boyunca peygamberlerin kabûl
edilmemesinin ilk sebebi, onların “insan” olmalarıydı. “İnsan peygamber”i bir
türlü kabûl edemiyorlar. Kabûl etseler bile onu örnek almayı zûl görüyorlar.
Fakat “salt resûllük” sâdece melekler için geçerlidir. Zîrâ melekler insanların
örnek alabileceği varlıklar değildir:
“Kendilerine hidâyet geldiği zaman, insanları inanmaktan
alıkoyan şey, onların: ‘Allah, elçi olarak bir beşeri mi gönderdi?’ demelerinden
başkası değildir. De ki: Eğer yeryüzünde (insan değil de) tatmin bulmuş yürüyen
melekler olsaydı, biz de onlara gökten elçi olarak elbette melek gönderirdik” (İsrâ 94-95).
“Peygamberin
örnekliğinin bize intikâl ediş şekline ve kaynaklarına nasıl güvenelim”
diyorlar. Fakat o zaman Kur’ân’ın gelişi ve bize intikâl edilişi için de -hâşâ-
bir güvensizlik olurdu. Tabî ki sünnetin bize bu intikâl etme sürecinde kaynaklara
bir-çok uydurma rivâyetler ve zırvalıklar da karışmıştır. İşte bunu ayırmak
için ilk kaynağımız Kur’ân’dır. Kur’ân’a uygun olmayan ve aykırı olan rivâyetler
aslâ kabûl edilmeyecek ve aforoz edilecektir. İslâm-târihi ve siyer kitapları
da aynı yöntemle tetkik edilecek ve en doğru olanlar ortaya konulacaktır. Bunun
için İslâm ülkelerinin tamâmından, ehliyet ve liyâkat sâhibi olan “âlimler
birliği”ne ihtiyaç duyulacaktır. Tabi böyle bir şeyin yapılmasından “birileri”
memnun olmayacakları için bu projeyi baltalamaya çalışacaklardır. Zîrâ
ayıklamadan sonra varılacak sonuç ile ortaya konulan gerçek târih ve sünnet,
onların işine gelmeyecek şekilde olacaktır.
Bir
de İslâm Târihini tümden yok sayanlar vardır. Bu nedenle de İslâm Târihinden
faydalanarak “sahih sünnet”i ortaya çıkarmak için çalışma yapmayı kabûl
etmezler. Fakat böyle dedikleri zaman şöyle bir handikap ortaya çıkar. Eğer 1.400 yıllık İslâm Târihinin tamâmını reddedeceksek,
100 yıl sonra yaşayanlar da bu sefer, 1.500 yıllık İslâm târihini tümden
reddedeceklerdir. Yâni bizi reddedeceklerdir. O hâlde, “biz şu-anda hurâfe
üretiyoruz” demektir. Hattâ bu, “insanlar her zaman hurâfe üretmeye mahkûmdur,
hiç-bir zaman hakka ulaşamazlar” anlamına gelir.
Resûl
ve Nebî ayrımı yapılarak; “bizi Peygamber’in sâdece resûl olarak söyledikleri
bağlar, nebî olarak söyledikleri bizi çok da ilgilendirmez” düşüncesi de
vardır. “Resûl olarak söyledikleri sâdece vahiydir, nebî olarak
söyledikleri-yaptıkları ise ‘târihsel Muhammed’ ile ilgilidir” demekle, “biz
sâdece işin teorik ve zihnî yönüyle alâkalıyız. Bu zihnî yön de “sâdece vahiy”
olan Kur’ân’dır. Biz sâdece Kur’ân’dan anladığımız gibi hareket ederiz” demek
istiyorlar. Peki neden?. Çünkü Kur’ân’ı sâdece zihinlere-kâlplere hitâp eden
bir Kitap zannediyorlar yada o şekilde görmek istiyorlar. Oysa Kur’ân, “hayatta
gözükmesin-uygulanmasın” diye gönderilmiş bir kitap değil, “onunla hayâtın tam
ortasında amel edilsin” ve hattâ hayâta hâkim olsun diye gönderilmiş bir
kitaptır.
Peki bu amel
etme örnekliği nedir?. Meselâ ibâdetlerdir. Adamın namaz kılmaya niyeti yoksa
Kur’ân’ı okuyup, “Kur’ân’da namaz yok salât var, salât da duâ demektir” deyip
kurtuluyor bu sorumluluğu yerine getirmekten. Diğer bütün ibâdetler için de
geçerli bu. Târih boyunca dîni işe karıştırmak istemeyen devletler-hükümetler
de “Peygamber’in devlet başkanı örnekliği” ile amel etmek istemiyorlardı. Çünkü
çıkarları ve dümenleri bozuluyordu. Tıpkı şimdi olduğu gibi. Çünkü en ideâl
adâlet ve hakîkat, peygamberlerin örnekliği ile konmuştur ortaya. Yâni resûl ve
nebî ayrımı yapmanın nedeni, peygamberlerin örnekliğini uygulamamak içindir. Çünkü
bu ayrım yapıldığında “nebî’nin Kur’ân’da anlatılan âyetlerdeki örnekliklerini
terk etmekte bir sorun olmaz” düşüncesi ortaya çıkıyor.
Aslında “böyle
düşünmenin nedeni nedir” diye düşündüğümüzde şu sonuç çıkıyor: Peygamber
örnekliğini tâkip etmek istemeyişin arkasında; mevcut ideolojilerin, büyük
lîderlerin, şeyhlerin, partinin, ulusun vs. örnekliklerini zâten tâkip etmekte
olan kişilerin tâkip ettiği örneklik ile Peygamber örnekliğinin çelişmesidir.
Meselâ dînin hayatta somut bir şekilde bulunmamasını ve vicdanlara
hapsedilmesini savunan lâiklik ideolojisini kabûl edip buna göre yaşayan
kişiler, tabî ki de peygamber örnekliğini -sözde- önemsemeyen nebîliği
resûllükten ayıracaklar. Böylece uyguladıkları mevcut modern örnekliklerle, Kur’ân’ı
da istedikleri gibi yorumlayarak mutlu-huzurlu(!) yaşayıp gidecekler.
Peygamberimizin duyarlı davrandığı ve icâbında ağır bedelleri olan hiç-bir şeyi
yapmak zorunda kalmayacaklar. İşin arkasındaki mesele budur.
“Resûllük sâdece
vahyi alırken ve tebliği yaparkenki görevidir, diğer zamanlarda nebîdir” sözünün
kaynağı nedir?. Bu söz neye dayanarak söyleniyor?. Eğer Kur’ân’dan çıkıyor
diyorsanız bunun gösterilmesi gerekir. Yâni bu durumda size sizin yaptığınız
gibi şunu sormak gerekir: Resûl ve Nebînin ayrı olduğu Kur’ân’ın neresinde
yazıyor?. Hadi bir âyet gösterin bakalım..
Fakat asıl sorun
şudur: Deniyor ki; “resûl olarak söylediklerine mutlak olarak itaat etmemiz
gerekir. Çünkü vahiy kusursuzdur, fakat nebî olarak yaptıklarına itaat etmek
zorunda değiliz. Nebî olarak yaptıkları bizi bağlamaz. Çünkü hatâlar yapmıştır
(Tahrîm 1 ve Ahzâb 37). Böyle diyorlar. Hatâlar yapmıştır tabî ki. Çünkü
insandır. Hem resûl hem de nebî iken insandır. Fakat bu hatâlar yine vahiy ile
düzeltilmiş olan hatâlardır. Çünkü Hz. Muhammed insandır. Resûl iken de nebî
iken de insandır. “Resûl olarak yâni vahyin sözlerine inanırız, ama vahyin emirlerini-tavsiyelerini
yâni nebî örnekliği ile -ki bunun adı sünnettir- yaptıkları kendisini bağlar,
bizi bağlamaz” sözleri tam bir küfürdür.
Mekkî sûrelerde,
“Resûl’e-Nebî’ye itaat” şeklinde bir ifâde yoktur. Kur’ân’da, Medîne’ye hicret
edene kadar böyle bir cümle kurulmaz. Mekke’de, kıssalarda peygamberlere itaat
“bana itaat edin” sözüyle ifâde edilir. “Allah’a ve Resûle itaat” ilk defâ,
Medenî bir sûre olan, Muhammed Sûresi 33. âyette geçer. Çünkü artık
devlet-merkezli amel-eylem zamânıdır ve Allah’a ve Resûl-Nebî’ye itaat
zamânıdır. Bu; “Allah’ın indirdiği Kur’ân’a göre bilinçlenip, Peygamber’e göre
amel-eylemde bulunmak” anlamına gelir. Zâten “Peygamber’e göre amel-eylemde
bulunmak”, “Kur’ân’ı hayâta geçirmek” demek olduğundan, “vahiy-merkezli hareket
etmek demek” olacaktır. Medîne’de yine, bilgi-bilinç ve tebliğ-dâvet devâm
edecektir fakat, artık bir devlet ve İslâm toplumu da olduğundan dolayı, resmî
amel-eylem açığa çıkacaktır ki bu, Peygamber örnekliğine göre olacağından
dolayı, “Resûle-Nebî’ye îman ve itaatten bahsedilmeye başlanmıştır. Peygamber
demek amel-eylem demektir çünkü.
Resûl ile nebîyi
ayırdığınızda, îmânın şartlarından olan “peygamberlere îman”, “resûle mi yoksa
nebîye mi îmandır?” sorusu gündeme gelir. Birine yapılıp da diğerine yapılmayan
bir îmandan mı bahsedeceğiz yâni?. Bakara 177. âyette, îman edilecekler
arasında peygamberler de vardır ve bu peygamberler, “nebî” olarak ifâde edilir.
Fakat bu, “resûle de îman etmek” anlamındadır. İtaat îmâna bağlıdır, îman edip
de itaat etmemek olmaz. Zâten Nîsâ 136. âyette de, “resûle îman”dan
bahsediliyor. Bu âyetler şu şekildedir:
“Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz
iyilik değildir. Ama iyilik, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, Kitab’a ve
peygamberlere (ve
en nebîyyine) îman eden;
mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda
kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı
dosdoğru kılan, zekâtı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefâ gösterenler
ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve
davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttakî olanlar da
bunlardır” (Bakara 177).
Âyet, nebî’ye
yapılan îmânın ne şekilde olacağını gösteriyor. Resûle îman ise şu âyette
gösterilir:
“Ey îman edenler, Allah’a, elçisine,
elçisine (resûl) indirdiği kitaba ve bundan önce indirdiği
kitaba îman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını,
elçilerini (ve
resûli-hî) ve âhiret gününü inkâr
ederse, şüphesiz uzak bir sapıklıkla sapıtmıştır” (Nîsâ 136).
Arka-arkaya
gelen âyetlerde de hem nebî, hem de resûl kelimelerinin kullanıldığını da
görürüz. İlginçtir ki aşağıdaki âyette, karşısında seslerin yükseltilmemesi
gereken kişi, ilk âyette “nebî”, ikinci âyette ise “resûl” olarak verilmiştir ve
zımnen, “nebî ve resûl isimleri birbirinden farklı değildir” denmek
istenmiştir:
“Ey îman edenler, seslerinizi Peygamberin
(en nebîyyi) sesi üstünde yükseltmeyin ve birbirinize
bağırdığınız gibi, ona bağırıp-söylemeyin; yoksa şuurunda değilken, amelleriniz
boşa gider. Şüphesiz, Allah’ın Resûlü’nün (resûli) yanında seslerini alçak tutanlar; işte onlar, Allah kâlplerini takvâ
için imtihan etmiştir. Onlar için bir mağfiret ve büyük bir ecir vardır”
(Hucûrat 2-3).
Görüldüğü gibi;
aynı konuda bir uyarı ve öneri yapılırken, arka-arkaya gelen yâni konu
bütünlüğündeki iki ayetten ilkinde “nebî”, ikincisinde ise “resûl” kelimesi
kullanılıyor.
Kur’ân sâdece resûllere
değil, nebîlere de uyulmasını emreder ki, aslında ikisi arasında fark yoktur ve
ikisi de aynı kişidir:
“Bunlar, kendilerine kitap, hikmet ve peygamberlik (nebî)
verdiklerimizdir. Eğer bunları tanımayıp-küfre sapıyorlarsa, andolsun, biz buna
(karşı) inkâra sapmayan bir topluluğu vekil kılmışızdır. İşte o peygamberler,
Allah’ın kendilerini doğru yola eriştirdiği kimselerdir. Sen de onların gittiği
yoldan yürü!. De ki: Ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O Kur’ân
sâdece âlemleri irşâd için ilâhi bir hâtıradır” (En-âm
89-90).
Kur’ân, “bizden olan” yâni
Allah’a ve Peygamber’e uyan, vahye göre hareket eden ulû’l-emre bile itaat
etmemizi ister:
“Ey îman edenler, Allah’a itaat edin; elçiye itaat
edin ve sizden olan emir-sâhiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa
düşerseniz, artık onu Allah’a ve elçisine döndürün. Şâyet Allah’a ve âhiret
gününe îman ediyorsanız. Bu, hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir” (Nîsâ 59).
“Bizden olan
ulû’l-emr”e itaat edeceğiz de, Peygamber’e mi itaat etmeyeceğiz?. Hem zâten Muhammed
Nebî de “ulû’l-emr”dir, hem de ulû’l emr olanların pîridir.
Şunu da söyleyelim
ki, nebî ve resûl, Hz. Muhammed’in sıfatlarından bir sıfattırlar. Peygamberimizin
Kur’ân’da daha bir-çok sıfatı ve isimleri vardır. Bunlardan biri meselâ “nezir”
=”uyarıcı-korkutucu” sıfatıdır. Şimdi, Allah resûl ve nebîyi ayrı-ayrı söyledi
diye bunları “sâdece söz olarak” değil de -çok yanlış olarak- esastan
ayırıyorsak, o zaman “nezir” sıfatını da ayırmamız gerekmez mi?. Hattâ diğer
isimlerini ve sıfatlarını?. İşte bu yapıldığında artık ortada Hz. Muhammed diye
bir peygamber kalmaz.
Peygamberimizin
tüm isimleri kapsamındadır örnekliği. O “Hz. Muhammed” olarak “örnek kişi”dir
ve bu nedenle de Kur’ân’ı uygulama tarzı yâni sünneti bizi bağlar. Peygamber’in
sahih sünnetini kabûl etmemek, onun peygamberliğini; hayattaki önderliğini,
savaştaki komutanlığını, devlet başkanlığını kabûl etmemek gibidir.
Sünnet,
Peygamberimizin Kur’ân’a uyuş tarzıdır. Sünnet, yâni ilk olarak Peygamber
tarafından uygulanan İslâmî hareket-amel-eylem ortaya konmadığında ve tekrâr
edilmediğinde yâni hayatta uygulanmadığında, uydurma hadisler-sözler ortaya
çıkar. İslâm târihinde hadis adı altında
uydurulmuş olan bir-çok söz, rivâyet ve zırvalıkların ortaya çıkmasının nedeni;
Peygamberimizin, Kur’ân’ın pratik temsilciliği olan sahih sünnetinin
yaşanmaması nedeniyledir.
“Hiç şüphesiz, zikri (Kur’ân’ı) biz
indirdik biz; onun koruyucuları da gerçekten biziz” (Hicr 9).
Kur’ân’ın
korunması, lafzının korunmasından çok, misyonunun-mesajının korunmasıdır. Bu
koruma “hareket-eylem-amel” ile, Kur’ân’ın hayatta görünür kılınmasıyla olur ki
bu, Peygamber sünnetidir. Kur’ân’ın korunması, sünnet ile; Peygamberin Kur’ân’ı
yorumlama ve eylem tarzıyla olur. Biz de Peygamberimizin kavrayıp yorumladığı
gibi Kur’ân’ı kavrar ve yorumlarsak ve hayâtta uygulayarak hâkim kılarsak Kur’ân
“korunmuş” olur. Kur’ân’ın korunması, onunla amel edilmesidir. Kur’ân
sünnet ile yâni amel ile korunur. Hristiyanlıkta “sünnet” olmadığı için bir-çok
İncil çıkmıştır ortaya, yâni sünnetin olmaması sebebiyle İncil korunamamış ve
tahrif olmuştur.
Peygamberi örnek
almayanlar yâni onun sünnetini uygulamayanlar, tâğutları örnek alırlar ve
onların emirlerini uygularlar. Hurâfeye; Kur’ân ve Sünnet-merkezli değil de,
modern seküler batı-merkezli eleştiri ve îtirazda bulunmak, tersinden hurâfe
üretmektir. “Klâsik hurâfe” yerine, “modern hurâfe” ortaya çıkar böylece.
Modern müslümanların gittiği yön-yol budur.
Hz. Muhammed’in,
“Kur’ân’ın birebir uygulaması” olan sünnetini (yâni hayat tarzını) inkâr
edenler ve ona düşman olanlar, eski-yeni önderlerinin yada lîderlerinin bâtıl
batı’dan ilhamla ortaya koyduğu sünnetini (yâni hayat tarzını) harfiyen yerine
getirmekten geri durmuyorlar. Zâten resûl-nebî ayrımı yapılıp, “nebînin -güyâ-
örnek alınmasına gerek olmadığı”nı kabûl ederek sünnetinin inkâr edilmesinin
nedeni de budur.
İslâm’ı “İslâm
düşmanları”ndan öğrenenler “İslâm düşmanı” oluyorlar. Oysa İslâm, Kur’ân’la
öğrenilir, Sünnet ile uygulanır.
Kur’ân, yorum
yapılabilen bir kitaptır. Soyut olana yorum yapılır fakat somutun yorumu olmaz.
Eylemin (sünnet) yorumu olmaz. Sünnete bakarak, ona uygun olan ameller yapılır.
Bu nedenle sünnet “birleştirici” bir etkendir. Param-parça olmuş ümmet, sünnet
ile daha kolay birleştirilebilir. O hâlde Kur’ân’a yapılacak en büyük zulüm,
onu sünnetten ayırmakla olur.
“Kur’ân’ı idrâk
etmek için” hadise ve başka bir bilgi kaynağa gerek yoktur. Fakat Kur’ân’ı
“yaşamak için” sünnetin yâni “güzel örneklik”in vahyi hayâta geçirme tarzına
gerek vardır. İşte bu tarz, evrenseldir. Bilgi ve bilincin kaynağı Kur’ân iken,
amel ve eylemin kaynağı sünnettir. Sünnet bu bağlamda bağlayıcıdır.
Kur’ân “norm”
iken, Sünnet ise “form”dur. Yüksel Yılmaz sünnet hakkında şunları söyler:
“Kur’ân (vahiy) “norm”dur. Norm esastır.
Kânunları belirler. Sünnet, vahiy ürünü bir “form”dur. Form “şekillendirme”dir.
Yâni Kur’ân’ın şekillendirmesi ile ortaya çıkan hükümdür. İlk şekillenen
Muhammed (as)’ı bu yönüyle örnek almak zorundayız. Çünkü vahiy ile ilk
şekillenen kişi Muhammed (as)’dır. Ama onun kişisel tercihleri yada coğrafi
yada kültür kaynaklı özellikleri bizim için sünnet değildir. Kur’ân nerede
inerse-insin, insana vereceği şekil bizim için sünnettir. Sünneti bölümlere
ayırdılar, Sünnet bağlayıcıdır. Bağlayıcı olmayan şeyler için kullanılan
“sünnet” ifadesi sözlük anlamındadır. Sünnet, “vahiy ürünü” olduğundan (vahyin
bir ürünü) olduğundan, Kur’ân’a dayanmayan sünnet yoktur. Sünnet,
Kur’ân’ın bir insan üzerinde şekil almasıdır.
Yada Kur’ân’ın bir
insanı şekillendirmesidir. Kur’ân’a dayanmayan
hiç-bir uygulama ve şekil Sünnet değildir”.
Kur’ân’da nebî
isminin geçtiği âyet sayısı 67’dir. Bunların 19’u mekkî âyetler iken, 48’i medenî
âyetlerdir. Buradan çıkan sonuç şudur: Nebî ismi üzerinden verilen mekkî
âyetler “habere yönelik” sözler içeren âyetler iken, medenî âyetler ise “amele-eyleme
yönelik” emirler içeren âyetlerdir. Çünkü Medîne’de artık bir devlet vardır ve
devlet olduğu için de amel-eylem daha çok açığa çıkar. Nebî kelimesinin geçtiği
âyetlerin daha çok medenî âyetler olması, nebînin amel-eylem yönünü gösterir.
İslâm salt bir söz yada ahlâk dîni olmadığından ve mutlakâ amele-eyleme
sevk-ettiğinden dolayı, Medîne’de Peygamber’in amel-eylem yönünün ağır bastığı
nebî ismi kullanılmıştır daha çok. Nebî ismi üzerinden verilen emirler Kur’ân’ın
âyetleri olduğundan ve Kur’ân sâdece Nebî’yi değil bizi de bağladığından, “nebî’ye
gelen âyetler bizi bağlamaz” denilemez.
Allah,
vahiy aracılığı ile peygamberler üzerinden; bir şahsiyet modeli, bir ahlâk
modeli, bir duruş ve direniş modeli, bir İslâmî Hareket metodu-modeli, bir
toplum modeli, bir devlet modeli ve bir medeniyet modeli ortaya koymuştur.
Kıssalar, bu örnek modellerin anlatılarıdır. Bu “örnek model” son olarak Hz.
Muhammed üzerinden ortaya konmuştur. İşte “usvetun hasenetun” yâni “güzel
örneklik” denilen ve adı literatürde “sünnet” olarak bilinen şey, bu örnek
modeldir. Bu “örnek model”, yapılan yanlışların Allah tarafından vahiyle
düzeltilmesiyle meydana gelmiş en ideâl modeldir. “Allah kotrôlünde” ortaya
konmuş bir modeldir. En ideâl örneklik ve “yaşanmışlık”tır (Ahzâb 21). Güzel
örneklik, Kur’ân’ın ete-kemiğe ve söze bürünmüş hâlidir. Kur’ân’ın pratiği
gösterilmiştir bu örneklikle. Bu nedenle bu modelin-örnekliğin göz-ardı
edilmesi yanlıştır. Bu “güzel örneklik”, “amel ve eylemin kaynağı” olmak
bakımından kıyâmete kadar bağlayıcıdır. Kur’ân, “bilgi ve bilincin kaynağı”
iken, sünnet ise, “amel ve eylemin kaynağı”dır.
Sünnet ile
hadisi de ayırmak gerekir. Sünnet bir “yaşanmışlık”tır. S.M. Yûsuf:
“Sünnet, herhangi bir dökümandan ayrı
olarak pratiktir. Sünnet kaydedilmiş hadisin temelini oluşturan normatif bir
harekettir. Sünnet, hadisten bağımsız ve önceliklidir. Pratik ‘en iyi pratik
kanalı’yla nakledilir ve inkitâsız (kesintisiz) olduğu ve bozulmadığı sürece
kendi-kendinin kanıtını oluşturur” der.
“Vahiyden başka
hadis yoktur” diyenlere de şu âyeti hatırlatalım:
“Hani Peygamber, eşlerinden bâzılarına gizli bir söz
(hadîsen=hadis) söylemişti. Derken o (eşlerinden biri), bunu haber verip Allah
da ona bunu açığa vurunca, o da (Peygamber) bir kısmını açıklamış bir kısmını
(söylemekten) vazgeçmişti. Sonunda haberi verince (eşi) demişti ki: ‘Bunu sana
kim haber verdi?’. O da: ‘Bana bilen, (her-şeyden) haberdar olan (Allah) haber
verdi’ demişti” (Tahrîm 23).
Âyette Peygamber
eşlerine gizlice bir söz (hadis) söylemiş. Peki bu söz vahiy midir?. Eğer vahiy
ise, o hâlde Peygamberimiz, eşlerinden birine gizlice bir vahiy mi söyledi ve
dolayısı ile kendisine gelen vahyi sakladı mı yâni?. Bir lafı söylerken
önünü-arkasını düşünmek gerekir.
Mebzûl miktarda
tekrarlanıp duran; “Kur’ân bize yeter” sözü, eğer “salt Kur’ân”dan bahsediliyorsa
yanlıştır. Kur’ân bize yeter ise, neden yetmiyor da perişân ve sefil bir hâlde
yaşıyoruz?. Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı iken, amel ve eylemin kaynağı ise
Sünnet’tir (hadis değil). O hâlde bize yetecek olan ne salt Kur’ân, ne de salt
Sünnet’tir. İkisi birliktedir. Modern zamanlarda müslümanların perişân
hâllerinin nedeni, Kur’ân’ı okuyup da sünnet örnekliği ile amelde-eylemde
bulunmamaktır.
“Sâdece Kur’ân”
söylemi, 19. yüzyılın başına kadar söylenegelen bir şey değildir. Seyyid Ahmed
Han ile başlayan bir sapmadır bu. Danıel Brown şöyle der:
“Şâfî’den sonra ‘Kur’ân’ın yeterliliğini
ve hiç-bir ilâveye ihtiyaç duyulmadığını’ iddiâ edene rastlanmamıştır. Fakat
19. yy’a gelindiğinde Seyyid Ahmet Han, zeki ve aydın bir insanın Kur’ân’ın
bizzat kendisiyle kâim olduğunu anlayabileceğini ifâde etmiştir. Ahmet Han’a
göre, Kur’ân’ın yorumu için akla ve filolojik ilkelerin kullanımına ihtiyaç
vardır. Bu meyanda sünnete ihtiyaç yoktur. Zîrâ ona göre Hadis temelli tefsir,
Kur’ân’ın evrenselliğine aykırıdır. Kur’ân’ın
yeterliliğini savunup sünnete ihtiyaç olmadığını ileri süren Ehl-i Kur’ân,
sâdece bir namaz ibâdetini bile Kur’ân’a bakarak çözememiştir. Namazın günde
kaç vakit olduğu konusunda birbirinden farklı sonuçlara varmalarının yanında
onun şekli târifi konusunda da çıkmaza girmişler ve bu noktada Kur’ân’ın bâzı
âyetlerinin anlamını zorlama te’villerle mecrâsından çıkarmışlardır. Tüm
bunların dışında İslâm’ın temel ibâdetlerinden biri olan namazın sâdece lafzî
târifinin dışında görsel târifi gerekli değil midir?”.
Diyelim ki araba
kullanmayı öğreneceğiz. İlk önce işin teorik yanı olan; motor, trafik, ilk
yardım konularını öğreniyoruz. Yâni ilk önce işin teorisini öğreniyoruz. Fakat
bunları öğrenmekle araba kullanılmıyor ki. “Pratik alıştırma” olmadan, sâdece o
teorik bilgilerle araba kullanılamaz. İşte Kur’ân ve Sünnet ilişkisi de
böyledir. Kur’ân’ı öğrendikten sonra onun amele-eyleme yâni pratiğe de dökmek
gerekir ki bu pratikliğin en ideâl şekli “güzel örneklik” denilen Sünnet ile
gösterilmiştir.
Hristiyanlık,
zamanla tahrifâta uğrayarak bozulmuştur fakat hristiyanlığın “dandikleşmesi”, Luther’ci
“sünnet düşmanlığı”yla yâni dînin devletten koparılması ve amel-eylemin blôke
edilmesiyle başlamıştır. İşte şeytanın uşaklığını yapsan küresel tâğutlar, İslâm’ı
da aynı sürece sokmak istemektedirler. Böylece hristiyanlığı kiliseye
hapsettikleri gibi, İslâm’ı da zihinlere ve kâlplere hapsetmek
istemektedirler.
Modernizm için
en büyük sorun, Kur’ân ve onun pratiği olan Sünnet’tir. Sünnet göz-ardı
edildiği için günümüzde Türkiye’de 300’e yakın meâl var ve bunların içinde
birbirine tam ters çeviriler-yorumlar da bulunuyor. Sünnet yâni uygulama
göz-ardı edildiğinde ihtilâf ve tefrika bitmeyecek, aksine çoğalacaktır. Sünnet
göz-ardı edildiği için, Kur’ân’ın “modern” yorumları, vahyin gerçek yorumları
zannediliyor.
Sünnet, Kur’ân’ı
hayâtın tam merkezinde apaçık bir şekilde okumak ve yaşamaktır. Yâni Sünnet,
Kur’ân’ın hayâta dönük uzantısıdır. Sünnet, Kur’ân’ın usûlüdür. Sünnet,
Peygamberimizin sarık takması, cübbe giymesi, hurma ve kabak yemesi değil,
aşırıya kaçmadan “ortalama bir insan” gibi yiyip-içmesi ve giyinmesidir.
Sünnet, Peygamberimizin Vedâ Haccı’nda, “görevimi tam olarak yerine getirdim
mi” diye sorduğu sorudaki “görev”dir.
Sünnet inkârının
nedeni, “yaşayan sünnet”in olmamasıdır. Sünneti inkâr edenler, tek-tek
peygamberliklerini îlan etmiş olurlar. Artık sünneti inkâr eden yada sünnete
düşman olan herkes kendi sünnetlerini uygulayacaklardır böylece.
“Peygamber’in ne
sünneti ne de hadisi vardır, sâdece vahyi duyurur” diyorlar. Peygamberlerin,
meleklerin konuşturup-susturduğu robot misâli insanlar olduğunu düşünmek son
derece hatâlıdır. Hattâ bu, Peygamber’e ve peygamberliğe yapılmış en büyük
hakârettir.
Yine; “Peygamber
sâdece âyetleri lafzen aktarmıştır, başka da bir şey yapmamıştır” diyorlar.
Yâni Peygamber, âyetleri kendisi yaşamadan ve hayâta aktarmadan başkalarına,
“alın bu âyetleri de kafanıza göre yaşayın” mı demiştir?. Allah; “Ey îman edenler, yapmayacağınız şeyi
neden söylersiniz?. Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında bir gazab
(konusu olması) bakımından büyüdü (büyük bir suç teşkil etti)” (Saff 1-2). âyetine rağmen
mi böyle yapmış ve vahye aykırı mı davranmıştır yâni?.
Sünnet,
akıl-zihin-bilgi işi değil, “yürek” işidir. Zîrâ amel-eylem ile dolayısıyla
“bedel” ile alâkalıdır. O hâlde Sünnet, Kâfirûn Sûresi’ni kâfirlerin-müşriklerin
yüzüne-yüzüne okumaktır. Tüm “Mekke”yle, câhiliyeyle, zâlimlerle mücâdeleyi
göze alabilmektir.
Uygulanmayan
kânun nasıl ki işe yaramazsa, “uygulanmayan Kur’ân” da bir işe yaramaz. Yâni
Kur’ân olmadığında bir peygamber ve sünnet olmayacağı gibi, Kur’ân’ın
pratikliği olan sünnet olmadığında da, Kur’ân sâdece “zihinlerin ve kâlplerin
kitabı” olmaktan öteye gidemez. Müslümanların hâl-i pür melâlinin nedeni,
Kur’ân’ı zihinlere ve kâlplere hapsetmektir.
Kur’ân,
kendisinin apaçık olduğunu ve anlaşılmasının kolay olduğunu söylemesine rağmen,
insanlar Kur’ân’ı aşırı yoruma tâbi tutuyorlar ve sonuçta da bambaşka anlamlar
ortaya çıkıyor. Zîrâ Peygamber’in anlayışı ve uygulamasını yâni sünnetini göz-ardı
ediyorlar. Sünnet göz-ardı edildiğinde, Kur’ân birilerinin elinde, inkârlarının
bir aracı olarak kullanılmaya başlar.
Güzel örneklik
(sünnet), “hayâtı, Allah’ın-Kur’ân’ın boyasıyla boyamak” demektir ki, bu
boyamayı yapmak ustalık ister. İşte bu işin ustası Hz. Muhammed’tir. Bu ustaya
çıraklık yapmadan, “boya(n)manın ustası olmak mümkün değildir.
Eskiden Kur’ân’ın
bir yorumu için “sünnete uygun mu” diye araştırılırken, şimdi ise, “şu hoca
nasıl çevirmiş” diye araştırılıyor. Hocalar Peygamber’in yerine
geçmiş-geçirilmiş.
Halkın
çoğunluğu, zamânın çoğunu nafaka kazanmak için harcadığından, ilim peşinde
yeterince koşamaz ve sonuçta da yeterli ilmî birikime sâhip olamaz. Bu nedenle
halk, dînini, Kur’ân’dan ziyâde sünnet ile öğrenir ve uygular. Çünkü sünnet
“pratiklik” demektir ve pratikle öğrenmek çok daha kolaydır. Kur’ân, yorum
yapılabilen bir kitaptır. Soyut olana yorum yapılır fakat somutun yorumu olmaz.
Eylemin (sünnet) yorumu olmaz. Bu nedenle sünnet birleştirici bir etkendir.
Param-parça olmuş ümmet, sünnet ile daha kolay birleştirilebilir.
Hz. Ali, hâricilere yolladığı elçisine:
“Sakın onlara âyetlerle konuşma, sen iki âyet okusan
onlar sana daha fazlasıyla cevap verirler. Anlaşman
mümkün olmaz. Onlara, Peygamberden örnekler ver. Böyle bir durumda o, şöyle
yaptıydı de” diye tembih etmişti ve sünnetin birleştiriciliğini ve
teskin ediciliğini öğütlemişti.
O hâlde âlimler,
Kur’ân’dan öğrendikleri dîni, sünnet ile pratiğe dökmelidirler -ki aslında
peygamberlerin yaptığı da budur- halk, dînini kolayca öğrenip uygulayabilsin.
Bu nedenle İslâm târihi boyunca müslümanlar, Kur’ân’dan ziyâde sünnetin
rehberliğinde dinlerini yaşamışlardır. Mustafa Öztürk bu konuda şunları söyler:
“Kur’ân Hz. Peygamber’in hayâtında
ete-kemiğe bürünmüş ve dolayısıyla rehberlik misyonunu “sünnet” sâyesinde icrâ
etmiştir. Kısacası, Allah’ın Kur’ân’daki tüm istek ve beklentileri Hz. Peygamber’in güzel
örnekliğinde (üsve-i hasene) gerçekleşmiştir. Bu açıdan bakıldığında sünnet halkın
çoğu için Kur’ân’dan daha önceliklidir. Zîrâ başta sahabe nesli olmak üzere tüm
müslümanlar Kur’ân hitâbına Hz. Peygamber sâyesinde muhâtap oldukları gibi
müslümanlığın pratikte neye tekâbül ettiğini de yine onun sâyesinde öğrenme
imkânı buldular”.
Kur’ân “ne yapılacağı”nı
söylerken, Peygamber (sünnet), “nasıl yapılacağını” gösterir. Dîni hayattan koparmak, “sünneti hayattan koparmak” ile
olu(yo)r.
“Şüphesiz, Allah ve melekleri Peygamber’e (nebî) salât
ederler (destek olurlar). Ey îman
edenler, siz de ona salât edin (destek olun) ve tam bir teslîmiyetle ona selâm verin” (Ahzâb 56). Allah ve melekleri
Peygamber’e salât ediyorlar yâni o’nu destekliyorlar. Bu apaçık emre rağmen
mü’minler, Allah’ın Kur’ân’da; “siz de o’na (nebîye) salât edin yâni o’nu destekleyin”
emrini yerine getirerek nebî’yi desteklemiyorlar. Nebîyi desteklemek, “o’nun
misyonunu desteklemek” yâni “o’nun ‘güzel örnekliği’ni (Ahzâb 21) tâkip etmek”
demektir. Fakat mü’minler bunu yapmıyorlar ve o’nun örnekliğini tâkip
etmiyorlar. Üstelik “biz sâdece Allah’ın hükümlerine uyarız” demelerine rağmen.
Son olarak;
“Kur’ân’da sünnet yoktur” yada, “Kur’ân’da sünnet sâdece “sünnetullah” şeklinde
“Allah’ın sünnetidir” diyenlere, “sünnetûl evvelin” şeklinde geçen “öncekilerin
sünneti”nin geçtiği âyetleri gösterelim:
“Gerçek şu ki, sizden önce nice sünnetler
gelip-geçmiştir. Bundan dolayı yeryüzünde gezip-dolaşın da yalanlayanların sonu
(âkibet) nasıl oldu bir görün” (Âl-i İmran 137).
“Nitekim ona inanmazlar. Kendilerinden
öncekilerin sünneti (âdeti) de böyleydi” (Hicr 13).
“Kendilerine yol gösterici geldiğinde,
halkı inanmaktan ve Rab’lerinden bağışlanma dilemekten alıkoyan şey,
öncekilerin sünnetinin (benzer uygulamanın, örneğin, geçmiş toplumlara verilen
mûcizelerin bir benzerinin) kendilerine de gelmesini veya azâbın açıkça
karşılarına gelmesini dilemeleridir” (Kehf 55). Bu âyette “azap” ile “öncekilerin sünnetleri-âdetleri”
ifâdeleri ayrı-ayrı söylenmiştir.
Kur’ân’da sünnet, her zaman “Allah’ın
kânunları-yasaları” yâni “sünnetullah” anlamında değildir. “Önceki kavimlerin
yaşam-şekli” anlamında gelir ki, şu âyette bu çok net olarak gösterilir:
“Allah, size açıklayarak
anlatmak, sizi sizden öncekilerin sünnetine (sunenellezîne) iletmek ve tevbelerinizi kabûl
etmek ister. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Nîsâ 26).
Bu âyette öncekilerin
sünneti, daha önce gönderilmiş Peygamber’e uyan insanların “İslâmî yaşam
tarzı”dır. İslâmî yaşam tarzı tüm zamanlarda benzerdir. Bu nedenle tüm
peygamberlerin sünneti, İslâmî yaşam tarzına uygundur. Fakat İslâmî yaşam
tarzı, son peygamber olan Hz. Muhammed ile kemâline ermiştir.
“Peygamber’in resûl olarak
yaptıkları bizi bağlar ama nebî yada Muhammed bin Abdullah olarak yaptıkları bizi
bağlamaz” diyorlar fakat şunu unutuyorlar; Allah, “Muhammed bin Abdullah”ı;
yaptıklarını, ahlâkını ve yaşam tarzını beğendiği için” “Peygamber” olarak seçti
ve kendisine Kur’ân’ı vahyetti. Peygamberimiz’in “neden ben” sorusuna Allah şu
şekilde cevap verdi: “Çünkü sen pek büyük (hulûkûl azîm) ahlâka sâhipsin”
(Kalem 4).
Hz. Muhammed’in örnekliği, “Kur’ân,
Sünnet ve sahih hadis bütünlüğü” ile açığa çıkar. birbirinden ayrılmayan bir
bütündür. Üçünün birlikteliği ise “İslâmî örneklik”i açığa çıkarır. Modernler
Peygamberimiz’in misyonunu yok sayarak “peygambersiz bir İslâm” ortaya koymak
isterler de sonuçta “yarım-yamalak bir din” ortaya çıkar. Fazlurrahman:
“Hz.
Muhammed’in İslâm’daki rôlünü doğru anlamamak, İslâm’daki diğer süreçleri
anlamamızın önündeki en büyük engeldir. Hz. Muhammed’in rehberliğinde bire-bir
o’nun eğitimden geçen sahabe, tâbiin ve bâzı ender kişiler, Peygamberimiz’den
aldıkları teorik ve pratik eğitim ve terbiye çerçevesinde hareket etmişler,
hayatta karşılaştıkları sorunlar ve çözüm bulmaları gereken durumlar karşısında
Peygamberimiz’in örnekliğini temel alıp Peygamber’in olaylara bakışını ve çözüm
perspektifini ilke edinmişlerdir. “Nebevî sünnet” yada “yaşayan sünnet” olarak
kavramlaştırılan bu ilke, ‘Peygamberimiz’in yaşamı algılama ve yorumlama
biçimi’ olarak özetlenebilir” der.
Sünnet, Kur’ân ile amel
edilmeye başlandığı anda ortaya çıkan şeydir. Kur’ân’ın kazandırmış olduğu
bilgi ve bilinçle açığa çıkan “yaşayan sünnet” olmadığında, “uydurulan hadisler”
ortaya çıkar ve insanlar o uydurmaları “din” zannederler.
Unutmayalım ki, Mekke
müşrikleri de Allah’a inanıyorlar fakat Peygamber’i kabûl etmiyorlardı. Kâfirliğin
bir görünümü de, Allah îman edilmesine rağmen Peygamber’e itaat edilmemesidir. Bu
durum aynen devâm ediyor. Modern müslümanların sorunu “Allah’a îman sorunu”
değil, “Peygamber’e itaat sorunu”dur.
Ancak 2 maddeden
oluşacak bir anayasa zulmü ber-tarâf edip adâleti sağlayabilir: 1-Anayasa Kur’ân’dır.
2-Kur’ân’ın uygulaması Peygamber örnekliğine (sünnet) göre olur.
Sünnet, “El
Emin” olmaktır vesselam.
“Rabb’in yücedir; vasfettikleri şeylerden
uzak, izzet sâhibidir. Selâm olsun gönderilen(resûl)lere, hamdolsun âlemlerin
Rabb’i Allah’a” (Saffât
180-182).
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Kasım 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder