11 Mayıs 2018 Cuma

Çiçek-Böcek Üzerine



“O, gökten su indirendir. Bununla her-şeyin bitkisini bitirdik, ondan bir yeşillik çıkardık, ondan birbiri üstüne bindirilmiş tâneler türetiyoruz. Ve hurma ağacının tomurcuğundan da yere sarkmış salkımlar, -birbirine benzeyen ve benzemeyen- üzümlerden, zeytinden ve nardan bahçeler (kılıyoruz.) Meyvesine, ürün verdiğinde ve olgunluğa eriştiğinde bir bakıverin. Şüphesiz inanacak bir topluluk için bunda gerçekten âyetler vardır” (En-âm 99).

“Rabbin bal-arısına vahyetti: Dağlarda, ağaçlarda ve onların kurdukları çardaklarda kendine evler edin. Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda yürü-uçuver. Onların karınlarından türlü renklerde şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifâ vardır. Şüphesiz düşünen bir topluluk için gerçekten bunda bir âyet vardır” (Nâhl 68-69).   

Görüldüğü gibi, Kur’ân’da çeşitli bitkilerden bahsedildiği gibi, böcek çeşitlerinden de bahsedilir. Bitkilerin, yağmuru yiyince nasıl da yeniden yeşerdiğinden ve büyüdüğünden söz edilir ve bu yolla canlılığın oluşmasından ve hayâtın ortaya çıkmasından bahsedilir.

Bitkiler çok basit varlıklar gibi görünse de aslında mûcizevî varlıklardır. Zîrâ onların yaptıklarını yapmak imkansızdır. Meselâ üstüne basıp geçtiğiniz bir ot bile aslında mûcizedir. Onun fotosentez yoluyla yaptığını insanlar da yapmak istemişler, bu uğurda bir-çok bilim-adamı bir-araya gelerek yüksek miktarda para ve uzun bir zaman harcamışlar, fakat çok uğraşlar vermelerine rağmen o beğenmediğiniz otun yaptığını yapamamışlar ve sürdükleri proje fiyaskoyla sonuçlanarak iflâs etmiştir.

Çiçeklerin renkleri, kokuları ve görünüşleri ne kadar muhteşemdir. Çiçeklerin kıyâfetleri kusursuzdur. Parfümleri mükemmeldir. İncil’de, zambakların giysisi gibi bir giysinin olmadığı şu şekilde söylenir:

“Giyecek konusunda neden kaygılanıyorsunuz?. Kır zambaklarının nasıl büyüdüğüne bakın!. Ne çalışırlar, ne de ipek eğirirler. Size şunu söylüyorum: Bütün görkemine karşın, Süleyman bile bunlardan birisi gibi giyinmiş değildi” (İncil; Matta; 6/19-34, Luka; 12/12-36).

Kur’ân’da böceklerden de bahsedilir. Meselâ Ankebût denen dişi örümcekten bahsedilir. Bu örümceğin “işi bittikten sonra” erkeğini yediği bilinmektedir. Yine sinekten bahsedilirken şöyle denir:

“Ey insanlar, (size) bir örnek verildi; şimdi onu dinleyin. Sizin, Allah’ın dışında tapmakta olduklarınız -hepsi bunun için bir-araya gelseler dâhi- gerçekten bir sinek bile yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey kapacak olsa, bunu da ondan geri alamazlar. İsteyen de güçsüz, istenen de” (Hacc 73).

Yine, sineğin bir türü olan sivrisinekten de bahis açılır:

“Şüphesiz Allah, bir sivrisineği de, ondan üstün olanı da, (herhangi bir şeyi) örnek vermekten çekinmez. Böylece îman edenler, kuşkusuz bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler; inkâr edenler ise, ‘Allah, bu örnekle neyi amaçlamış?’ derler. (Oysa Allah,) bununla bir-çoğunu saptırır, bir-çoğunu da hidâyete erdirir. Ancak O, fâsıklardan başkasını saptırmaz” (Bakara 26).

Charles Bukowski; “Kelebeklerin ve arıların arzuladığı bir çiçek olmak varken, sinekleri cezbeden bir bok parçasıydım” diyerek çiçek gibi olmayı böcek gibi olmaya yeğler.

Bir Çin atasözünde; “Gül sunan bir elde dâima bir miktar gül kokusu kalır” denerek çiçekten bahsedilir.

Böceklerin kısacık ömürleri vardır ve çiçekler ise çabucak soluverirler. Çiçek-böcek ile ilgili olan yazılar da aynen çiçek-böcek gibi olur. Ya ömürleri bir günde bitiverir, yada bir karşı-teoriyle soluverirler.


“Yav kardeşim sen ne anlatıyorsun” mu diyorsunuz?. Söyleyeyim; çiçekten-böcekten konuşuyorum. Öyle tatlı-tatlı çiçek-böcek muhabbeti yapıyorum. Ya neyden bahsedecektim ki!. Dünyâ’nın ve insanların perişanlığından mı bahsedecektim?. Bir yanlışı eleştirip, bir adâletsizliğe îtiraz edip, bir isyân mı yükseltecektim?. Ne yâni; adâletsizlikten, açlıktan-susuzluktan, müslümanların hâl-i pür melâlinden, sefâletinden, perişanlığından, müslümanların “yeryüzünün lânetlileri” olarak görülmesinden, müslüman kardeşlerimizin açlık-susuzluktan öldüğünden, bacılarımıza tecâvüz edildiğinden, küresel güçlerin kuklası, taşeronu, maşası ve şamar-oğlanı olduğumuzdan, modern-seküler her türlü ideolojinin ve yaşam-tarzının bize dayatıldığından, bu duruma îtirâz-isyân etmekten ve sonra da; bir inkılaptan, ihtilâlden, devrimden mi bahsedecektim?.. Niye?. Çiçekten-böcekten bahsetmek varken bunlardan bahsedip de insanları rahatsız etmenin, kafa ve beden konforlarını bozmanın bir anlamı var mı?.

Hayır; çiçekten-böcekten bahsetmeyecektim de ne diyecektim ki?. Müslümanların-mazlumların feryatlarının arşa değdiğinden mi bahsedecektim ve bunları çok sert sözlerle mi dile getirecektim?. İyi ama “şu çok zor ve kritik zamanlarda” sırası mı bunun?. Şimdi sırası mı?. “Çok zor dönemlerden geçtiğimiz günlerde” bu konuların sırası mı şimdi?. Kendimizi tehlikeye atmamalıyız. Allah muhâfaza; işten çıkarılma, şiddet yanlısı olarak bilinme, terörist îlân edilme, hapsedilme ve hele vatandaşlıktan atılma riskinki niye göze alalım değil mi?. Üstelik FETÖ’cü olarak suçlanmak da çok olası. Hem Allah ne de olsa affedicidir. Allah bize gücümüzün üstünde yük yüklemez. Peki gücümüzün yettiği yük nedir?. “Kıytırık” bir namaz ile söylene-söylene tuttuğumuz oruç mu?. Sahi; “dinde zorluk da yoktur” zâten değil mi?. O hâlde biz en iyisi mi çiçek-böcekten bahsedelim. Ne de olsa Kur’ân’da da çiçek-böcekten bahsediliyor ve bize “örnekler” veriliyor.


Peki bu çiçeklerin hiç dikeni olmayacak mıdır?. Gülü seven dikenine katlanmayacak mı?. Yine bu böceklerin sokması ve zehirlisi yok mudur?. Çiçek-böcekler çizgi-flimlerdeki kadar mâsum ve masallardaki gibi zararsız mıdır?. Kur’ân’da çiçekten-böcekten bahsediliyor da; eleştiriden, îtirazdan, isyandan, inkılaptan, ihtilâlden, devrimden, adâletsizlikten ve canlardan-mallardan kısarak ve vazgeçerek cihad etmekten bahsetmiyor mu?. Şu âyet Kur’ân’ın âyeti değil midir?.

“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sâhib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz? (tukâtilûne) (Nîsâ 75).

Yine Allah bize bir sabır ve mücâdele sürecinden sonra hicretle devâm eden ve devletle sonuçlanan, daha sonra da cihad ile yapılacak fetihlerden bahsetmiyor mu ve bunun aynısının bu zamanda da olabileceğini şu âyetle açıklamıyor mu?:

“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl “güç ve iktidâr sâhibi” kıldıysa, onları da yeryüzünde “güç ve iktidâr sâhibi” kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

Dünyâ bir “imtihan dünyâsı” değil mi ve tüm imtihanlar zorluk içermez mi?. Doğruyu haykırmak kısık sesle mi olur yoksa sert ve yüksek bir sesle mi?. Zorluklar içinde olan ezilenlerin sesi hep kısık mı çıkacak?. Sesini-sözünü kısık sesle mi dile getirecek her zaman?. Mazlumun isyân etme hakkı yok mudur?.

Kur’ân’ın tatlı dille konuştuğu yerler de vardır tabî ki. Fakat Kur’ân genelde sert konuşur. Çünkü hem Dünyâ bir imtihan alanıdır ve bu imtihan çok çetindir, hem de mazlumların iniltileri karşısında yumuşak ve kısık sesle konuşacak değildir. Zîrâ Kur’ân, zâlimlere ve zulme bir îtirâz ve isyân olarak gelmiştir.  

İslâm Dîni, çeşitli zorlukları içinde taşıyan bir “hayat dîni”dir. Hayattan kopuk değildir ki zorluktan kopuk olsun. Zîrâ hayâtın doğal bir zorluğu vardır. En azından Dünyâ’nın doğal zorluklarıyla karşılaşacaktır îman edip bu dîne girmiş olan kişi. Zâten Kur’ân’da anlatılan peygamberlerin yaşadığı zorluklar, mücâhedeler ve gayretler, kıssalarda net bir şekilde görülüyor. Hiç-bir peygamber, göbeğini kaşıya-kaşıya peygamberlik yapmamıştır. Böyle bir tebliğ ve örneklik sergilememişlerdir. Zâten Kur’ân, Dünyâ’da olan zulüm ve zorbalıklara karşı gönderilmiş bir dindir ve bir zorbalığın bir zorluğa girmeden ber-tarâf edildiği vâki değildir. İnsanlık târihinde bir kötülüğün, pisliğin ve zulmün çok kolay bir şekilde, sâdece söz ile, tatlı dille, ricâ ile giderildiği ve düzeltildiğinin bir örneği yoktur. (Belki sâdece Hz. Yûnus’un ikinci görev-yeri için geçerli olabilir bu durum). Çeşitli zorluklar sonucunda, büyük gayretlerle ve bunun biraz da sert bir dille ifâde edilişiyle ortaya konmalıdır hakîkat. Ancak bu şekilde adâletsizlikten, çirkefliklerden kurtulunabilir. Zâten âlemlere rahmet Peygamberimiz, o kadar dürüst ve merhâmetli bir insan olmasına rağmen, dâvâsı uğruna tüm malını-mülkünü bu yolda fedâ ettiği gibi, 70’e yakın seriye, gazve ve savaş yapmış ve bunların bâzılarında bizzat baş-komutan olarak bulunmuştur. Bu yolda niceleri canlarını vermişlerdir. Bu nedenle bu iş çiçekle-böcekle olacak yada tamamlanacak bir iş değildir. Çiçek-böcek muhabbetiyle bir zulmün ber-tarâf edilmesi zinhar mümkün değildir.  

Bir devrimden, bir değişimden bahsedeceksek, bunun gül ile değil de kılıçla olacağı âşikardır. Bu değişim İslâmî bir değişim olsa da fark etmez. Zâten Peygamber örnekliğinde de değişimin, tatlı sözün yanında kılıç ile de yapıldığını görürüz. Adâletsizliğe, eşitsizliğe, şirke, zulme, her türlü pisliğe ancak sert ve öfkeli sözlerle karşı çıkılır. Modern müslümanlar “kâfirlere karşı hoşgörülü, mü’minlere karşı ise gaddar” bir hâle gelmişlerdir. Oysa Kur’ân’da bunun tam tersi söylenir:

“Muhammed, Allah’ın elçisidir. Ve onunla birlikte olanlar “kâfirlere karşı zorlu, kendi aralarında merhâmetlidirler”. Onları, rükû edenler, secde edenler olarak görürsün; onlar, Allah'tan bir fazl (lütuf ve ihsân) ve hoşnutluk arayıp-isterler. Belirtileri, secde izinden yüzlerindedir. İşte onların Tevrat’taki vasıfları budur: İncil’deki vasıfları ise: Sanki bir ekin; filizini çıkarmış, derken onu kuvvetlendirmiş, derken kalınlaşmış, sonra sapları üzerinde doğrulup-boy atmış (ki bu,) ekicilerin hoşuna gider. (Bu örnek,) Onunla kâfirleri öfkelendirmek içindir. Allah, içlerinden îman edip sâlih amellerde bulunanlara bir mağfiret ve büyük bir ecir vaât etmiştir” (Fetih 29).

Evet; modern müslümanlar zulme ve şirke karşı sert ve öfkeli sözler söylenmesini yanlış buluyorlar. Sözlerin-yazıların, tatlı-dille söylenmesi ve yazılması gerektiğini dile getiriyorlar. Hz. Mûsâ ve Hârûn’un, Firavun’a “yumuşak söylemesi” örneği de vardır tabi. Elbette söze yumuşak ve tatlı bir dille başlamak gerekir. Fakat bu, İslâm’ın samîmiyetini ve iyiliğe yönlendirici bir din olduğunu göstermek içindir. Fakat ne yazık ki bu tarz söylemler târih boyunca işe yaramamıştır. Biz de zâten, zulmün ayyuka çıktığı yerlerde bile, peygamberlerin örnekliğini tâkip ederek uyarıya, dâvete, tebliğe yumuşak sözle başlamalı, fakat zulmün devâm edip şiddetlendiği yerlerde de sert ve öfkeli konuşmak ve sert sözler etmek gerektiğini hatırlatıyoruz. Yoksa dâvet ve tebliğ yumuşak ve tatlı dille yapılacak şeydir. Fakat diyoruz ki, “bize zulmedenlere karşı uyarı ve tebliğimizi usturuplu bir dille yaptıktan sonra, zulümden dönmeyenlere karşı sert sözler edilmesi gerektiği gibi, onlara karşı sert davranmak da îcap eder”.

Çiçek ve böceklerin kılıçla kesilip kanla yıkandığı bir Dünyâ’da, tatlı sözlerle çiçek-böcek muhabbetinin yapılmasının çok da bir anlamı yoktur vesselam.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Eylül 2017

















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder