“O, gökten su indirendir. Bununla her-şeyin bitkisini
bitirdik, ondan bir yeşillik çıkardık, ondan birbiri üstüne bindirilmiş tâneler
türetiyoruz. Ve hurma ağacının tomurcuğundan da yere sarkmış salkımlar,
-birbirine benzeyen ve benzemeyen- üzümlerden, zeytinden ve nardan bahçeler
(kılıyoruz.) Meyvesine, ürün verdiğinde ve olgunluğa eriştiğinde bir bakıverin.
Şüphesiz inanacak bir topluluk için bunda gerçekten âyetler vardır” (En-âm 99).
“Rabbin bal-arısına vahyetti: Dağlarda, ağaçlarda ve
onların kurdukları çardaklarda kendine evler edin. Sonra meyvelerin tümünden
ye, böylece Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda yürü-uçuver. Onların
karınlarından türlü renklerde şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifâ
vardır. Şüphesiz düşünen bir topluluk için gerçekten bunda bir âyet vardır” (Nâhl 68-69).
Görüldüğü gibi, Kur’ân’da
çeşitli bitkilerden bahsedildiği gibi, böcek çeşitlerinden de bahsedilir.
Bitkilerin, yağmuru yiyince nasıl da yeniden yeşerdiğinden ve büyüdüğünden söz edilir
ve bu yolla canlılığın oluşmasından ve hayâtın ortaya çıkmasından bahsedilir.
Bitkiler çok basit varlıklar
gibi görünse de aslında mûcizevî varlıklardır. Zîrâ onların yaptıklarını yapmak
imkansızdır. Meselâ üstüne basıp geçtiğiniz bir ot bile aslında mûcizedir. Onun
fotosentez yoluyla yaptığını insanlar da yapmak istemişler, bu uğurda bir-çok
bilim-adamı bir-araya gelerek yüksek miktarda para ve uzun bir zaman
harcamışlar, fakat çok uğraşlar vermelerine rağmen o beğenmediğiniz otun
yaptığını yapamamışlar ve sürdükleri proje fiyaskoyla sonuçlanarak iflâs
etmiştir.
Çiçeklerin renkleri,
kokuları ve görünüşleri ne kadar muhteşemdir. Çiçeklerin kıyâfetleri
kusursuzdur. Parfümleri mükemmeldir. İncil’de, zambakların giysisi gibi bir
giysinin olmadığı şu şekilde söylenir:
“Giyecek konusunda neden
kaygılanıyorsunuz?. Kır zambaklarının nasıl büyüdüğüne bakın!. Ne çalışırlar,
ne de ipek eğirirler. Size şunu söylüyorum: Bütün görkemine karşın, Süleyman
bile bunlardan birisi gibi giyinmiş değildi” (İncil; Matta; 6/19-34, Luka;
12/12-36).
Kur’ân’da böceklerden de
bahsedilir. Meselâ Ankebût denen dişi örümcekten bahsedilir. Bu örümceğin “işi
bittikten sonra” erkeğini yediği bilinmektedir. Yine sinekten bahsedilirken
şöyle denir:
“Ey insanlar, (size) bir örnek verildi; şimdi onu
dinleyin. Sizin, Allah’ın dışında tapmakta olduklarınız -hepsi bunun için
bir-araya gelseler dâhi- gerçekten bir sinek bile yaratamazlar. Eğer sinek
onlardan bir şey kapacak olsa, bunu da ondan geri alamazlar. İsteyen de güçsüz,
istenen de” (Hacc 73).
Yine, sineğin bir türü olan
sivrisinekten de bahis açılır:
“Şüphesiz Allah, bir sivrisineği de, ondan üstün
olanı da, (herhangi bir şeyi) örnek vermekten çekinmez. Böylece îman edenler,
kuşkusuz bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler; inkâr edenler
ise, ‘Allah, bu örnekle neyi amaçlamış?’ derler. (Oysa Allah,) bununla bir-çoğunu
saptırır, bir-çoğunu da hidâyete erdirir. Ancak O, fâsıklardan başkasını
saptırmaz” (Bakara 26).
Charles Bukowski; “Kelebeklerin
ve arıların arzuladığı bir çiçek olmak varken, sinekleri cezbeden bir bok
parçasıydım” diyerek çiçek gibi olmayı böcek gibi olmaya yeğler.
Bir Çin atasözünde; “Gül
sunan bir elde dâima bir miktar gül kokusu kalır” denerek çiçekten bahsedilir.
Böceklerin kısacık ömürleri
vardır ve çiçekler ise çabucak soluverirler. Çiçek-böcek ile ilgili olan
yazılar da aynen çiçek-böcek gibi olur. Ya ömürleri bir günde bitiverir, yada
bir karşı-teoriyle soluverirler.
…
“Yav kardeşim sen ne
anlatıyorsun” mu diyorsunuz?. Söyleyeyim; çiçekten-böcekten konuşuyorum. Öyle tatlı-tatlı
çiçek-böcek muhabbeti yapıyorum. Ya neyden bahsedecektim ki!. Dünyâ’nın ve
insanların perişanlığından mı bahsedecektim?. Bir yanlışı eleştirip, bir
adâletsizliğe îtiraz edip, bir isyân mı yükseltecektim?. Ne yâni; adâletsizlikten,
açlıktan-susuzluktan, müslümanların hâl-i pür melâlinden, sefâletinden,
perişanlığından, müslümanların “yeryüzünün lânetlileri” olarak görülmesinden,
müslüman kardeşlerimizin açlık-susuzluktan öldüğünden, bacılarımıza tecâvüz
edildiğinden, küresel güçlerin kuklası, taşeronu, maşası ve şamar-oğlanı
olduğumuzdan, modern-seküler her türlü ideolojinin ve yaşam-tarzının bize
dayatıldığından, bu duruma îtirâz-isyân etmekten ve sonra da; bir inkılaptan,
ihtilâlden, devrimden mi bahsedecektim?.. Niye?. Çiçekten-böcekten bahsetmek
varken bunlardan bahsedip de insanları rahatsız etmenin, kafa ve beden
konforlarını bozmanın bir anlamı var mı?.
Hayır; çiçekten-böcekten
bahsetmeyecektim de ne diyecektim ki?. Müslümanların-mazlumların feryatlarının
arşa değdiğinden mi bahsedecektim ve bunları çok sert sözlerle mi dile
getirecektim?. İyi ama “şu çok zor ve kritik zamanlarda” sırası mı bunun?.
Şimdi sırası mı?. “Çok zor dönemlerden geçtiğimiz günlerde” bu konuların sırası
mı şimdi?. Kendimizi tehlikeye atmamalıyız. Allah muhâfaza; işten çıkarılma,
şiddet yanlısı olarak bilinme, terörist îlân edilme, hapsedilme ve hele
vatandaşlıktan atılma riskinki niye göze alalım değil mi?. Üstelik FETÖ’cü
olarak suçlanmak da çok olası. Hem Allah ne de olsa affedicidir. Allah bize
gücümüzün üstünde yük yüklemez. Peki gücümüzün yettiği yük nedir?. “Kıytırık”
bir namaz ile söylene-söylene tuttuğumuz oruç mu?. Sahi; “dinde zorluk da
yoktur” zâten değil mi?. O hâlde biz en iyisi mi çiçek-böcekten bahsedelim. Ne
de olsa Kur’ân’da da çiçek-böcekten bahsediliyor ve bize “örnekler” veriliyor.
…
Peki bu çiçeklerin hiç
dikeni olmayacak mıdır?. Gülü seven dikenine katlanmayacak mı?. Yine bu böceklerin
sokması ve zehirlisi yok mudur?. Çiçek-böcekler çizgi-flimlerdeki kadar mâsum
ve masallardaki gibi zararsız mıdır?. Kur’ân’da çiçekten-böcekten bahsediliyor
da; eleştiriden, îtirazdan, isyandan, inkılaptan, ihtilâlden, devrimden,
adâletsizlikten ve canlardan-mallardan kısarak ve vazgeçerek cihad etmekten
bahsetmiyor mu?. Şu âyet Kur’ân’ın âyeti değil midir?.
“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi
halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sâhib)
gönder, bize katından bir yardım eden yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve
çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz? (tukâtilûne)” (Nîsâ 75).
Yine Allah bize bir sabır ve
mücâdele sürecinden sonra hicretle devâm eden ve devletle sonuçlanan, daha
sonra da cihad ile yapılacak fetihlerden bahsetmiyor mu ve bunun aynısının bu zamanda
da olabileceğini şu âyetle açıklamıyor mu?:
“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde
bulunanlara vâdetmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl “güç ve iktidâr
sâhibi” kıldıysa, onları da yeryüzünde “güç ve iktidâr sâhibi” kılacak,
kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp
sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar,
yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan
sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).
Dünyâ bir “imtihan dünyâsı” değil
mi ve tüm imtihanlar zorluk içermez mi?. Doğruyu haykırmak kısık sesle mi olur
yoksa sert ve yüksek bir sesle mi?. Zorluklar içinde olan ezilenlerin sesi hep
kısık mı çıkacak?. Sesini-sözünü kısık sesle mi dile getirecek her zaman?.
Mazlumun isyân etme hakkı yok mudur?.
Kur’ân’ın tatlı dille
konuştuğu yerler de vardır tabî ki. Fakat Kur’ân genelde sert konuşur. Çünkü hem
Dünyâ bir imtihan alanıdır ve bu imtihan çok çetindir, hem de mazlumların
iniltileri karşısında yumuşak ve kısık sesle konuşacak değildir. Zîrâ Kur’ân,
zâlimlere ve zulme bir îtirâz ve isyân olarak gelmiştir.
İslâm Dîni, çeşitli
zorlukları içinde taşıyan bir “hayat dîni”dir. Hayattan kopuk değildir ki
zorluktan kopuk olsun. Zîrâ hayâtın doğal bir zorluğu vardır. En azından
Dünyâ’nın doğal zorluklarıyla karşılaşacaktır îman edip bu dîne girmiş olan
kişi. Zâten Kur’ân’da anlatılan peygamberlerin yaşadığı zorluklar, mücâhedeler
ve gayretler, kıssalarda net bir şekilde görülüyor. Hiç-bir peygamber, göbeğini
kaşıya-kaşıya peygamberlik yapmamıştır. Böyle bir tebliğ ve örneklik
sergilememişlerdir. Zâten Kur’ân, Dünyâ’da olan zulüm ve zorbalıklara karşı
gönderilmiş bir dindir ve bir zorbalığın bir zorluğa girmeden ber-tarâf
edildiği vâki değildir. İnsanlık târihinde bir kötülüğün, pisliğin ve zulmün
çok kolay bir şekilde, sâdece söz ile, tatlı dille, ricâ ile giderildiği ve
düzeltildiğinin bir örneği yoktur. (Belki sâdece Hz. Yûnus’un ikinci
görev-yeri için geçerli olabilir bu durum). Çeşitli zorluklar sonucunda, büyük
gayretlerle ve bunun biraz da sert bir dille ifâde edilişiyle ortaya konmalıdır
hakîkat. Ancak bu şekilde adâletsizlikten, çirkefliklerden kurtulunabilir.
Zâten âlemlere rahmet Peygamberimiz, o kadar dürüst ve merhâmetli bir insan
olmasına rağmen, dâvâsı uğruna tüm malını-mülkünü bu yolda fedâ ettiği gibi,
70’e yakın seriye, gazve ve savaş yapmış ve bunların bâzılarında bizzat
baş-komutan olarak bulunmuştur. Bu yolda niceleri canlarını vermişlerdir. Bu nedenle
bu iş çiçekle-böcekle olacak yada tamamlanacak bir iş değildir. Çiçek-böcek
muhabbetiyle bir zulmün ber-tarâf edilmesi zinhar mümkün değildir.
Bir devrimden, bir değişimden
bahsedeceksek, bunun gül ile değil de kılıçla olacağı âşikardır. Bu değişim
İslâmî bir değişim olsa da fark etmez. Zâten Peygamber örnekliğinde de
değişimin, tatlı sözün yanında kılıç ile de yapıldığını görürüz. Adâletsizliğe,
eşitsizliğe, şirke, zulme, her türlü pisliğe ancak sert ve öfkeli sözlerle
karşı çıkılır. Modern müslümanlar “kâfirlere karşı hoşgörülü, mü’minlere karşı
ise gaddar” bir hâle gelmişlerdir. Oysa Kur’ân’da bunun tam tersi söylenir:
“Muhammed, Allah’ın elçisidir. Ve onunla birlikte
olanlar “kâfirlere karşı zorlu, kendi aralarında merhâmetlidirler”. Onları,
rükû edenler, secde edenler olarak görürsün; onlar, Allah'tan bir fazl (lütuf
ve ihsân) ve hoşnutluk arayıp-isterler. Belirtileri, secde izinden yüzlerindedir.
İşte onların Tevrat’taki vasıfları budur: İncil’deki vasıfları ise: Sanki bir
ekin; filizini çıkarmış, derken onu kuvvetlendirmiş, derken kalınlaşmış, sonra
sapları üzerinde doğrulup-boy atmış (ki bu,) ekicilerin hoşuna gider. (Bu
örnek,) Onunla kâfirleri öfkelendirmek içindir. Allah, içlerinden îman edip sâlih
amellerde bulunanlara bir mağfiret ve büyük bir ecir vaât etmiştir” (Fetih 29).
Evet; modern müslümanlar
zulme ve şirke karşı sert ve öfkeli sözler söylenmesini yanlış buluyorlar.
Sözlerin-yazıların, tatlı-dille söylenmesi ve yazılması gerektiğini dile getiriyorlar.
Hz. Mûsâ ve Hârûn’un, Firavun’a “yumuşak söylemesi” örneği de vardır tabi. Elbette
söze yumuşak ve tatlı bir dille başlamak gerekir. Fakat bu, İslâm’ın
samîmiyetini ve iyiliğe yönlendirici bir din olduğunu göstermek içindir. Fakat
ne yazık ki bu tarz söylemler târih boyunca işe yaramamıştır. Biz de zâten,
zulmün ayyuka çıktığı yerlerde bile, peygamberlerin örnekliğini tâkip ederek
uyarıya, dâvete, tebliğe yumuşak sözle başlamalı, fakat zulmün devâm edip
şiddetlendiği yerlerde de sert ve öfkeli konuşmak ve sert sözler etmek
gerektiğini hatırlatıyoruz. Yoksa dâvet ve tebliğ yumuşak ve tatlı dille
yapılacak şeydir. Fakat diyoruz ki, “bize zulmedenlere karşı uyarı ve tebliğimizi
usturuplu bir dille yaptıktan sonra, zulümden dönmeyenlere karşı sert sözler
edilmesi gerektiği gibi, onlara karşı sert davranmak da îcap eder”.
Çiçek ve böceklerin kılıçla
kesilip kanla yıkandığı bir Dünyâ’da, tatlı sözlerle çiçek-böcek muhabbetinin
yapılmasının çok da bir anlamı yoktur vesselam.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Eylül 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder