“Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip
bir-birinize düşmeyin, yoksa çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin.
Şüphesiz Allah, sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 46).
“Kim zulme uğradıktan sonra nusret bulur (hakkını
alır)sa, artık onlar için aleyhlerinde bir yol yoktur” (Şûrâ 41).
Gandi, mistik dînine uygun
olarak pasif bir direnişten bahsetse ve bu yolda bâzı olumlu sonuçlara varılsa
da kesin bir sonuca ulaşmak için sivil itaatsizlikten sonra pasif değil de
aktif bir direnişin olması gerekir. Peygamberimiz ve sahabe Mekke’de sivil itaatsizlikten
sonra pasif kalmamış ve bir direniş göstermişledir. Bir-kaç mü’min ile birlikte
Kâbe’ye yürümek ve geçerli olan düzeni sorgulayıp eleştirmek ve îtiraz etmek
pasif bir direniş değil, aktif bir direniştir. Pasiflik müslümanlar için
geçerli olamaz. İslâm dîni, pasifliği sembolize eden bir felsefe değildir çünkü.
Hem îman edip de hem da pasif davranmak olmaz. “Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) îman etmişseniz en üstün olan
sizlersiniz” (Âl-i İmran 139) der Kur’ân. Îman, pasif bir kabûlden ibâret
bir şey değildir çünkü. Kur’ân’da “pasif anlamlar” yoktur ki müslümanlar da bu
doğrultuda pasiflikler göstersinler. Peygamberimiz, itaat etmediği hiç-bir
merciye karşı pasif durmamıştır. Pasif direnişlerin bâzı yararları olsa da
bunlar hem daha az etkili hem de kısa süreli olur. İslâm’da tâviz olmadığı için
pasifliğin tezâhürü olan pazarlık olmaz. Ancak Allah ve mü’minler birbirlerini
dostudurlar. İslâm’da “vazgeçme” vardır ama bu nefse karşı yapılan aktif
vazgeçmeyle ilgilidir ve nefse karşı pasif değil de aktif bir direniştir bu.
Nefse karşı aktif bir direniş göstermek, “şeytana karşı aktif bir direniş
göstermek” demektir. Zîrâ şeytana karşı pasif durulamaz: “Gerçek şu ki, şeytan sizin düşmanınızdır, öyleyse siz de onu düşman
edinin. O, kendi grubunu, ancak çılgınca yanan ateşin halkından olmaya çağırır”
(Fâtır 6).
Sivil
itaâtsizlik ve ‘pasif’ direniş İslâm’a uygun değildir. Zîrâ İslâm’da pasifliğe
yer yoktur. Üstelik pasif direnişte tâviz vardır, çünkü pasiflik tâvize, tâviz
de pasifliğe yol açar. Pasiflik Hinduizm’de ve Budizm’de belki kabûl edilebilir
ama İslâm’ da aslâ!. Pasiflikte tâviz vere-vere bir uzlaşmaya gidilmek istenir.
Oysa İslâm tâvizsiz bir din’dir Çünkü Allah’ın dînidir. Allah’ın dîni pasif bir
“zihin ve kâlp dîni” değildir. Her-şeye karışır ve hattâ hâkim olmak ister.
Siyâsete karışır, ekonomiye karışır, sosyâl hayâta karışır vs. O yüzden pasif
olamaz. Bu nedenle Gandi’nin eylemi modernite tarafından alkışlanır ama İslâm
dışlanır ve benimsenmez. Hüseyin Alan bu konuda şunları söyler:
“Orada
Gandi’yi çok meşhûr ettiler, kitaplarını çok dillere çevirdiler, filmlerini
defâlarca yaptılar. Ne zaman?. Post-modern çağa geçişte. Niye?. Gandi gibi
sivil inisiyatifçiye, sivil isyancıya, sivil tepkiciye can kurban!. Sivil
toplumların veyâ Gandici Hilfü’l-Fudûl’cuların derdi siyâset değil ki,
siyâsetle dertleri yok, devletle dertleri yok. Dertleri, o siyâsetin, o
devletin hangi grupsa, alanı neyse, sanat, müzik, dînî alan vs. onlar da
Hilfü’l-Fudûl’cu yâni, kendi özgürlüklerine müdâhale edildiğini düşünüyorlar ve
hak istiyorlar. Hilfü’l-Fudûl’cu bunlar, Hilfü’l-Fudûl bu zâten, sivil toplum
bu. O gün İngiliz işgâline karşı çıkmayan Gandi’yi tabî ki İngiltere yayar
Dünyâ’ya. Mevlana’nın Moğollar karşısında uzlaşması gibidir. Ama İbn Teymiye
uzlaşmadı”.
Henry David Thoreau’nun
sivil itaatsizliği, “şiddet içermeme” dışında olumlu eylem şekilleridir. İslâm-merkezli
itaatsizlik ve direnişte ise, kendini tehlikeye atmamakla birlikte, gerekirse
şiddet de olur. Zîrâ İslâm’da kısasa-kısas vardır. Batı ve hristiyan
düşüncesinde “bir yanağına vurana öbürünü de uzat” emri, şiddetsizliği
oluşturmada etkili olmuştur. İslâm’da ise, güç oranında, el ile dil ile ve kâlp
ile direniş vardır.
Peygamberimiz; “Sizden biri
herhangi bir kötülük ve çirkinliğe tanık olursa onu eliyle, olmadı diliyle
düzeltsin; buna da gücü yetmezse buğz etsin ki bu da (mü’min için)
olmazsa-olmaz mesabesindedir”. İşte bu, eliyle ve diliyle düzelmekten çok korkan,
çekinen ve gücü olmayanlara, hiç olmazsa “kâlbinizle buğz edin” denir ama bunun
da îmânın en zayıf derecesi olduğu söylenir ki, çok riskli bir noktadır burası
ve bu pasif süreç sürekli devâm ederse ayakların kayması çok muhtemeldir.
Sürekli pasiflikte kalmak bir gün mutlakâ şiddete mâruz kalmayla sonuçlanır.
İslâm “pasif iyileri” “aktif
iyi” olmaya dâvet eder. Pasiflikle “nesne” olmak arasında sıkı bir ilişki
vardır. Özne olmak için aktif olmak gerekir. İnsan için pasiflik ölümle ilgilidir.
Pasiflik, kötülüğü savmak şöyle dursun, kötülüğü ve belâyı celbeder. Pasif
iyiler zamanla “aktif kötü” olurlar. Aslında “pasif iyi” diye bir şey yoktur,
“pasif kötü” diye bir şey vardır ve “pasif iyi”ler, aslında “pasif kötü”lerdir.
İyiliğe pasiflikle ulaşılamaz çünkü. İyiliğin diğer adı aktifliktir. Vâr-olmak
eylem hâlinde (aktif) olmak demektir. “Eylem gösterebiliyorum, öyleyse varım”.
Fakat bu sözün daha da doğrusu şu şekildedir: “Ümmetçe aktifiz ve eylemdeyiz,
öyleyse varız”.
Sivil itaatsizlikte, eğer
anlaşma yine bâtıl yollardan olursa eylemin ömrü çok da uzun sürmez. Sivil
itaatsizlikten sonraki aktif direniş, eski şartların yerine İslâm’i şartları
koymakla anlam kazanır ve amacına ulaşır. İtaatsizlik, İslâm’i olmayan, adâletsiz
durumlara karşı itaatsizliktir ve adâletsizliğe karşı “daha az adaletsizlik” demek
değil, tam bir adâlet olan ve zâten sâdece İslâm’ın sağlayabildiği adâletin
ikâme edilmesiyle amacına ulaşabilir. Bu bağlamda aslında kalabalık bir
toplumla birlikte daha etkili olacak olan direnişi bir-kaç örnekle göstermeye
çalışalım:
Alış-veriş yapmamak: Çarşı ve pazardaki ürünlerin çoğu aslında
gereksizdir. Sokrates, tâ o zamanlar pazarda dolaşırken: “İşime yaramayacak ne kadar
çok şey var” demişti. Gerçekten de aslında ürünlerin %90’ı gereksizdir ve
bunları almamak sivil itaatsizlik ve direnişin başlangıç aşaması olabilir.
İnadına almamak, “gerçekten ihtiyaç olan”ı almak. Zâten İslâm’da “ihtiyaçta
zarûret fıkhı” vardır. Kapitâlizme karşı direniş, gerçekten ihtiyaç olanları
almak yada onları bile almamakla olur. Zarûriyyat, haciyyat ve tahsiniyyat
denilenlerden sâdece zarûriyyatı tercih etmek bu işin başlangıcı olabilir.
Faturaları ödememek: Karanlıkta kalmayı, bir yerlerden su taşımayı,
telefondan, internetten, doğalgazdan vazgeçmeyi göze alarak faturaları blôke
etmek. Zâten bunlar bir-süre önce yoktu ve insanlar bundan dolayı perişân da olmuyorlardı.
Zîrâ bunlar “temel ihtiyaçlar” da değildir.
Saldırıya aynısıyla karşılık vermek: Bu daha çok devlet bazında olabilir. Küresel güçlere
itaat etmeyip onlara karşı aktif bir direnişe geçmek sivil itaatsizliğin bir
üst boyutu olmalıdır ve sivil itaatsizlik kurumsal ve devletsel itaatsizliğe
doğru evrilmelidir. Çünkü Kur’ân, en alttan en üste kadar itaat edilmeyecek
olanı belirlemiştir:
“Sen de sabah akşam O’nun rızâsını isteyerek
Rablerine duâ edenlerle birlikte sabret. Dünyâ-hayâtının (aldatıcı) süsünü
isteyerek gözlerini onlardan kaydırma. Kâlbini bizi zikretmekten gaflete
düşürdüğümüz, kendi istek ve tutkularına (hevâsına) uyan ve işinde aşırılığa
gidene itaat etme!” (Kehf 28).
İtaatsizlik, “Allah’tan
başkalarına ve Allah’ın itaat etme! dediklerine olan itaatsizlik”tir. Sivil
itaatsizlik dediğimiz, Allah’a itaat oluyor. Şeytan gibi “Allah’a itaatsizlik
etmek” değildir bu. Allah’a itaatsizlik kişiyi ebedî cehennemlik ve ebedî lânetli
yapar çünkü.
“Ey îman edenler, Allah’a itaat edin; elçiye itaat
edin ve sizden olan emir-sâhiplerine de” (Nîsâ 59). Demek ki yöneticiler arasında, Allah ve Peygamber yolunda
olanlara itaat edilecek, bu yola aykırı davrananlara itaat edilmeyecek.
Emir-sâhiplerine itaat, ancak bizden yâni İslâm’dan yana olursa mümkündür.
Peygamberimiz de: “Allah’a isyanda yaratılmışa itaat yoktur, itaat sâdece
mâruftadır” der. Zâten aksi bir tutum takınıp da zâlime itaat edildiğinde sonucun
çok kötü olacağını söyler Kur’ân:
“Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan (tutı’=itaat edersen), seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar
ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-âm 116).
Evet; Müslümanlar, her-şeyde
olduğu gibi sivil itaatsizlik ve aktif direnişte de ilhâmını İslâm ve
Kur’ân’dan alır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Nîsan 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder