“Onlar, bollukta da, darlıkta da infâk edenler, öfkelerini
yenenler ve insanlar(daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir. Allah,
iyilik yapanları sever” (Âl-i İmran
134).
“Ey Peygamber, kâfirlerle ve münâfıklarla cihad et ve
onlara karşı sert ve caydırıcı davran. Onların barınma yerleri cehennemdir, ne
kötü bir yataktır o!..” (Tevbe 73).
Hoşgörü: “Kendine
aykırı gelse de her-şeyi anlayışla karşılayarak olabildiğince hoşgörme durumu.
Tolerans. Kendisininkilerle çelişse bile, başkalarının düşünce ve kanılarını
özgürce dile getirmelerinden rahatsız olmama, onların geçerliliklerine karşı
tepki göstermeme tutumu” anlamlarına gelir.
“Müsâmaha,
tahammül, katlanma, görmezden gelme veya göz yumma, başkalarını eylem ve
yargılarında serbest bırakma, kendi görüşümüze ve çoğunluğun görüş biçimine
aykırı düşen görüşlere sabırla, hem de yan tutmadan katlanma” demektir. “İzin
verme, aldırmama, iyi karşılama” anlamlarına da gelir. Sosyâl ilişkilerde bir
tarafın, bâzen farkında olmadan, kasıtlı olmayarak, bâzen de kasıtla diğer
tarafa (maddî-mânevi) zarar verebilecek bir sahne yaratması durumunda, diğer
tarafın bunu görmezden gelerek veya cevâbından vazgeçerek ödün vermek
tahammülünü (erdem) gösterebilmesidir”. (Vikipedi).
İlber
Ortaylı, hoşgörü ile toleransın aynı şey olmadığını söyler ve şöyle der:
“Toleransın karşılığı hoşgörü değildir. Onu daha çok “tesâmuh” karşılar.
Hoşgörüde bir “hafiflik” vardır, “hoş gör, tahammül et” gibi. Toleransta çok
açık bir şekilde her-şeyden evvel, “iyi niyetli bir sabır” söz-konusudur. Bu
sabrı göstermek zorundasın”.
Hoşgörmek, hem
insan fıtratında, hem de dinlerde yer alır. Fakat hoşgörünün de bir sınırı
olmalıdır. Hoşgörü yada hoşgörülü deyince “her-şeyi hoşgörmek” anlaşılıyor.
Oysa hoşgörülebilecek bâzı şeyler olduğu gibi, kesinlikle hoşgörülmeyecek olan
şeyler de vardır ve modern zamanların Dünyâ’sında hoş-görülemeyecek olanlar
daha fazladır. Hoşgörü en etkin kaynağını hristiyanlıkta ve İncil’de bulur.
Matta’nın şu âyetleri bunun göstergesidir:
“Göze göz, dişe diş dendiğini duydunuz. Ama
ben size diyorum ki, kötüye karşı direnmeyin. Sağ yanağınıza bir tokat
atana öbür yanağınızı da çevirin. Size karşı dâvâcı olup mintanınızı almak
isteyene abanızı da verin. Sizi bin adım yol yürümeye zorlayanla iki bin adım
yürüyün. Sizden bir şey dileyene verin, sizden ödünç isteyeni geri çevirmeyin. ‘Komşunu
seveceksin, düşmanından nefret edeceksin’ dendiğini duydunuz. Ama ben size
diyorum ki, düşmanlarınızı sevin, size zulmedenler için duâ edin. Öyle ki,
göklerdeki Babanız’ın oğulları olasınız. Çünkü O, Güneş’ini hem kötülerin hem
iyilerin üzerine doğdurur; yağmurunu hem doğruların hem eğrilerin üzerine
yağdırır. Eğer yalnız sizi sevenleri severseniz, ne ödülünüz olur?. Vergi
görevlileri de öyle yapmıyor mu?. Yalnız kardeşlerinize selam verirseniz,
fazladan ne yapmış olursunuz?. Putperestler de öyle yapmıyor mu?. Bu nedenle,
göksel Babanız yetkin olduğu gibi, siz de yetkin olun” (Matta 5: 38-48)
Görüldüğü
gibi, bu sözler pasif bir din ve insan ortaya koymaya yönelik. Bu sözlerde
sanki başka kaynaklardan bir karışma var gibidir. Zîrâ İncil’de şunlar da
yazılıdır:
“Yeryüzüne barış getirmeye geldiğimi
sanmayın!. Barış değil, kılıç getirmeye geldim. Çünkü ben babayla oğulun,
anneyle kızın, gelinle kaynananın arasına ayrılık sokmaya geldim” (Matta 10: 34-35) der.
Bir de
İslâm, Allah katında tek bir din olduğu, Hz. Îsâ da bir “İslâm peygamberi”
olduğu için, ona gelen vahiyler diğer vahiylerle çelişemez. Göze-göz, dişe-diş
yâni kısas, hem Tevrat’ta, hem de Kur’ân’da vardır ve kısas bir haktır ve kişi
eğer isterse affedip kısas hakkından vazgeçebilir fakat bu, kısas’ın hak olduğu
gerçeğini değiştirmez. Yukarıdaki sözler ise kısas ile açıkça çelişmektedir.
Tasavvufta
da bir -sözde- hoşgörü vardır. Her türlü zulmü “lâ fâile illallah” ile
hoşgörürler. Ne de olsa yapan-eden Allah ya; bu nedenle hoşgörülmelidir. Böyle
düşünüverdiğinizde hoşgörüverirsiniz. Hâlbuki tasavvufçular, kendisine yapılan
en küçük bir hatâyı bile affetmezler ve “bu da Allah’tan” demezler. Dosta
düşmanlık, düşmana dostluk yapmak tasavvufun alâmet-i fârikasıdır. Hümanizmin
ve hoşgörünün sözde büyük temsilcilerinden Celâleddin Rûmi’nin hoşgörüsü,
sâdece moğollara karşı gösterdiği bir hoşgörüdür. Egemenlere gösterdiği
hoşgörü. Moğollara karşı savaşan müslümanlara hoşgörü göstermesi şöyle dursun,
onları düşman bellemiştir. Bu nedenle de Moğol emperyâlistlerine ajanlık
yapmıştır. Zâten küresel emperyâlistlerin Celâleddin’i bu kadar sevmelerinin
nedeni de, emperyâl siyâsete geniş alanlar açabilme özelliğidir. Yoksa onun kara
kaşına kara gözüne hevesli değillerdir. Bu hoş(t)görülü Celâleddin, oğlu
Alâaddin’e hiç hoşgörü göstermemiş ve onu sevdiği kızdan ayırmıştır. Güyâ “aşk
adamı” olan Celâleddin, Kimyâ Hâtun ile oğlu Alâaddin arasındaki sevgiyi-aşkı
görmezden gelerek, Kimyâ Hâtun’u, Şems’e vermiştir. O da onu döverek
öldürmüştür. Hay böyle hoşgörünün…!.
Heterodoks
düşüncede bir ihtilâl geleneği vardır. Fakat heterodoksinin ihtilâlciliği hep
sünniliğe karşıdır. İslâm düşmanlarına karşı yaptıkları ihtilâlleri yoktur.
Zîrâ onlara sürekli olarak hoşgörü gösterirler. Mağlûplar ve ezikler
düşmanlarına hoşgörü gösterirlerken, dostlarına ise düşmanlık gösterirler.
Stockholm Sendromu hoşgörü konusunda da açığa çıkmaktadır. Kendisini öldürmeye
geleni gülle karşılamak, hoşgörücülerin normâl hâlleridir.
Paganizm temelde hoş-görülü bir
inançtır. Yeni bir tanrının gelişi eski kültler için bir tehdit oluşturmadıkça,
mevcut panteonda her zaman başka bir tanrıya yer vardır.
Hoşgörmeye
bir başladınız mı hoşgörülmeyecek bir şey kalmaz ve “kaliteli bir yavşak” olur
çıkarsınız. Hoşgörü, dinden tâviz vermeden olmaz. Hoşgörü yapılacak diye
aslında Allah katında tek hak din olan İslâm’ı, hristiyanlık yahudilik
müslümanlık diye ayırıp da sonra yeniden birleştirmeye çalışmak yanlıştır.
Bizim(!) hoşgörücüler
de ancak ABD ile İsrâil’i hoş görüyorlar. Piramidik yapıda bir hoşgörüden bahsedilemez.
Piramidik yapıda hoşgörü olmaz. Hoşgörü “saf düzeni”nde olur ancak. İlk saf
uzar gider. Mustafa İslamoğlu: “Piramidin tepesinden bakana her-şey hoş görünür”
der. Plâzalardan, fildişi kulelerden bakınca birilerine her-şey hoş görünür. Buradaki
kişiler ne kadar da hoşgörülüdür!. Peki ya acı çekenler?; açlık ve susuzluktan
ölenler, ağlayan, inleyen, ölen, feryât edenler?. Onların durumu böyle iken,
yine de onları o durumda bırakanları hoşgörebiliyor musunuz?.
Parayı hoşgörüyorlar
ama paylaşmayı hoşgörmüyorlar. Zengini hoşgörüyorlar ama fakiri hoşgörmüyorlar.
Sâdece kendi efendilerinin sözlerini ve fikirlerini hoşgörüyorlar ama diğerlerini
hoşgörmüyorlar. Hoşgörü, münâfıklığı da içinde taşır. Hoşgörüde takıyye de
vardır ve bu takıyye zirveleşir. Hoşgörücülerin mâsum insanları hiç de
hoşgörmediğini 15 Temmuz’da çok net gördük. Onlar tüm zâlimleri hoş
görebilirken, bir tek mazlumu bile hoş gör(e)mezler.
Bu
hoşgörücüler aslında ilk baştan bêri hoşgörülü değillerdi. Okullarında,
hasta-hânelerinde, ders-hânelerinde, borcunu ödeyemeyen niceleriyle mahkemelik
idiler. Bir de “hizmet” diye zırvalıyorlar. Bunların kime hizmet ettikleri besbelli.
Bu borçlu insanları neden hoşgöremediler de affetmediler?. Hizmet ediyorlar ya!.
Ümmet coğrafyasında ölen binlerce mâsum çocuklara üzülmeyenler, İsrâil’in çocukları
için gözyaşı dökebiliyorlar. Diğerleri de çocuk değil mi?. Çocukları öldürürken
İsrâil’i hoşgörenler, Müslüman ülkelerin haklı şiddetini bile hoşgörmüyorlar. Hoşgörü
adı altında yapılan sömürünün haddi-hesâbı yok. Açıkçası hoşgörü sözünden
nefret ediyorum. Münâfıklığın her türlüsünü içinde saklayan bir söz çünkü.
Müslümanlara
saldıranları ve onları öldürenleri hoşgörüyor şerefsizler. Filistin’de, Gazze’de,
Îrak’ta, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da, Bangladeş’te, Myanmar’da ve ümmet
coğrafyasının her tarafındaki mazlumları hoşgörmüyor da, onları öldüren
şerefsizleri hoşgörüyorlar. Zîrâ kendileri de şerefsizlerden yana. Mazlumlardan,
müslümanlardan yana olması gerekirken her türlü zulmü ve şerefsizliği
yapanlarla iş tutuyorlar. Onlara alan açıyorlar. Diğer dinlere gösterdikleri hoşgörüyü bir-tek İslâm’a göstermiyorlar. Çünkü
zâlimlerin ekmeğini yiyorlar. Çünkü İslâm’ı bütünüyle kabûl edemiyorlar. Bunun
nedeni, İslâm’ın, çıkarlarına çomak sokmasıdır.
Sözde barış
ve hoşgörü getirenler bunu 2.000-
Îmânı
hoşgörmezlerken küfrü hoşgörüyorlar. Çocukları öldüren şeyi,
Hoşgörü gösterilecek yerler
başkadır ve Kur’ân bunları göstermiştir:
“Sizden, fazîletli ve varlıklı olanlar, yakınlara,
yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte eksiltme yapmasınlar,
affetsinler ve hoşgörsünler. Allah’ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz?.
Allah, bağışlayandır, esirgeyendir”
(Nûr 22).
“Kötülüğün karşılığı, onun misli (benzeri) olan
kötülüktür. Ama kim affeder ve ıslah ederse (dirliği kurup-sağlarsa) artık onun
ecri Allah’a âittir. Gerçekten O, zâlimleri sevmez” (Şûrâ 40).
“Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse, örf ile emret
ve câhillerden yüz çevir” (A’raf 199).
Hoşgörmek çok
zor bir şey değildir, zekâ bile istemez. Çıkarına aykırı değilse
hoşgörüverirsin. Fakat çıkarına aykırı olan şeyi hoşgörmek, kendisine zarar
vereni affetmek o kadar kolay değildir.
Hoşgörü güçsüzlükle
alâkalı değildir. Sâdece zayıf durumda olunduğu zamanlarda hoşgörü göstermek
dirâyetsizliktir. Peygamberimiz ve sahabe, ilk başta güçsüzken de, hoşgördükleri
yer olmuştur, hoşgörmedikleri yer olmuştur, Bu, güçlüyken de aynıdır:
“Allah’tan bir rahmet dolayısıyla, onlara yumuşak
davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi.
Öyleyse onları bağışla, onlar için bağışlanma dile ve iş konusunda onlarla müşâvere
et. Eğer azmedersen artık Allah’a tevekkül et. Şüphesiz Allah, tevekkül
edenleri sever” (Âl-i İmran 159).
Peygamberimiz
de hoşgörülü ve affedici olmayı tavsiye etmiştir:
“Hoşgörünüz ki hoşgörülesiniz, bir hatayla
adam asanlardan olmayın. Kim bu Dünyâ’da bir kulun ayıbını örterse Allah da
onun ayıbını kıyâmette örter. (Müslim, Birr, 12; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI,
145).
Fakat Peygamberimiz,
zulmü, küfrü, şirki, zâlimi, kâfiri ve müşriği hiç-bir zaman hoşgörmemiştir. 67
tâne savaş organize eden biri “salt hoşgörülü” olabilir mi?. İslâm’da hoşgörü
ve affedicilik, körü-körüne olan bir hoşgörü ve affedicilik değildir. Zâten
peygamberler, “Allah’ın hoşgörmediği bir toplum”a gönderilmişlerdir. Peygamberler,
gönderildikleri yerin zulmüne hoşgörüsüz davranmışlar ve baş kaldırmışlardır.
Peygamberler ve onların tâkipçileri, zâlimlere sert bir “lâ” çekerek
hoşgörmediklerini haykıran kişilerdir.
Birileri de
eş-cinselleri, çıplakları, homoseksüelleri, lezbiyenleri, gayleri vs. her türlü
ahlâksızlıları hoşgörebiliyor fakat, başörtüsünü hoşgöremiyor. Tesettürü hoşgöremiyor.
Birilerinin keyfine göre çıkardıkları kânunları hoşgörenler ve başlarının
üstünde taşıyıp ölümüne savunanlar, Kur’ân’ın, Allah’ın hükümlerini hoşgöremiyorlar
ve saldırıp küçük düşürmeye çalışıyor. Üstelik buna bâzı “müslümanım” diyenler
de dâhildir.
Bir de insanlar
küçük çocuklarının yaptıklarını hoşgörebiliyorlar. Meselâ yemeği üstüne-başına
dökmelerini hoşgörebiliyorlar. Fakat “öf” bile dememeleri gereken ana-babaları
aynısını yapınca hoşgörmüyorlar. Oysa ana-babaları onları hâlen hoşgörüyor ve
bağışlıyor. Aslında bu, çok acı bir şeydir ve ileride pişmanlık kaynağı
olacaktır. Hem ölümlerinde, hem de âhirette.
Mü’minler, mü’minleri kardeş
ve dost olarak görürüler ve onlara karşı affedicidirler. Fakat kâfirlere karşı
hoşgörüsüzdürler:
“Muhammed, Allah’ın elçisidir. Ve onunla birlikte olanlar
kâfirlere karşı zorlu, kendi aralarında merhâmetlidirler…” (Fetih 29).
İslâm hoşgörü dîni değildir.
Allah, helâkı hak eden kavimleri hoş görmemiştir, meselâ Lût Kavmi’nin sapkınlığını
hoş görmemiştir ve başlarına taş yağdırmıştır. İslâm, hakkı-hakîkati hoş görür
ama bâtılı, câhiliyeyi, sapkınlığı ve zulmü zinhar hoş görmez.
İslâm’da
hoşgörünün olduğu yerler vardır. Affetmenin olduğu yerler vardır. Lâkin İslâm, salt
bir hoşgörü dîni değildir. İslâm, salt tevhid dînidir.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Nîsan 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder