“De ki:
‘Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrâna uğrayacak olanları size haber
vereyim mi?. “Onların, dünyâ-hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken,
kendilerini gerçekte güzel (doğru) iş yapmakta sanıyorlar” (Kehf 103-104).
Nasreddin Hoca, kadılık yaparken bir gün bir
ahbâbı burnundan soluyarak gelmiş. Hasmı için söylemediğini bırakmamış. Sonra:
“Hocam, ‘Allah aşkına söyle’ demiş,
haklı değil miyim?”. Hoca ne yapsın?. “Haklısın” demiş. Ahbâbı sinirleri yatışmış olarak gitmiş. Onun
hemen arkasından adamın hasmı gelmiş. Bu defâ da o başlamış atıp tutmaya; “yok
bana şöyle, yok böyle yaptı” demeye. O da Hoca’ya sormuş: “Haklı değil miyim?”. Hoca: “Vallâhi çok haklısın” demiş. Adam da
sâkinleşerek gitmiş. Tüm bunlara tanık olan Hoca’nın karısı bu işe şaşırmış
kalmış. “Senin kadılığın da bir garip
Hoca Efendi. İkisine de “sen haklısın dedin. Hiç öyle şey olur mu?”
demiş. Nasreddin Hoca hanımının yüzüne bakıp: “Hâtun sen de haklısın!” demiş.
Nasreddin Hoca, aslında birbirleri
için zıt şeyler söyledikleri hâlde onları sâkinleştirmek
için dâvâlıların ikisinin de doğru söylediğini kabûl ederek her-birine
“haklısın” demiş. Böylece taraflar sâkinleşerek işi daha fazla uzatmamış.
Tabi ki bu bir fıkra ve gerçek dâvâlar bu şekilde
çözümlenmez ve “haklı ve haksız olan ayırt edilerek” dâvâ bir sonuca bağlanır.
Fakat artık modern zamanlarda bu fıkra “gerçek” oldu ve modern-liberâl birey;
düşüncelerinin, sözlerinin, bildiklerinin ve yaptıklarının “doğru” olduğunu
kabûl ediyor. Aslında zannediyor. Birileri onun bu düşünce, söz ve
davranışlarının doğru olmadığını söyleyince de; “o senin doğrun, bu da benim
doğrum” deyiveriyor. Karşı taraf bir şey diyemiyor, zîrâ birey; hem karşı
tarafın söylediğini de “doğru” kabûl ediyor, hem de modern seküler ideoloji
bireyden taraftır. Zîrâ bireyin tasavvurlarını, düşüncelerini, sözlerini ve
davranışlarını seküler, liberâl, kapitâlist sistem empoze etmiştir.
“Herkesin kendi doğrusu var” sözü, ahmakça bir
sözdür. Zîrâ, “herkesin doğrusu var, o da ona göre doğru” demek, “yanlış diye
bir şey yok” demektir. Herkesin düşüncesi, sözü ve davranışı en azından
kendisine göre “doğru” olunca, ortada yanlış diye bir şey olmayacaktır,
kalmayacaktır. Bu durumda da “herkes doğru yapıyor” sonucu çıkacaktır. İyi de;
herkes doğru yapıyorsa Dünyâ’nın bu perişân hâli nedir?. Pratikte durum hiç de
söylendiği gibi değildir. Çünkü birileri acı çekmekte, feryâd-u figân etmekte,
birileri yerken diğerleri bakmakta, “adamına göre muâmele” gırla gitmektedir.
Adâletsizliğin olduğu yerde her-şeye “doğru” demek doğru değildir.
Doğru; “nefse ve zanna göre doğru olan” değildir. Zâten
nefse ve zanna göre bir doğruluk olmaz, yamukluk olur. Doğru “hakka göre olan doğru”dur.
Zannınız, doğrunuz değildir. Doğru zannettiğinizdir. Şeytan, insanı aldatarak
doğru yolda olduğunu zannettiriyor. Bir tek doğru vardır. O da, “Allah’ın gösterdiği”dir.
Bu doğru, “mutlak doğru”dur:
“Rabbinin
sözü, doğruluk bakımından da, adâlet bakımından da tastamamlanmıştır. O’nun
sözlerini değiştirebilecek (kimse) yoktur. O, işitendir, bilendir” (En-âm 115).
İpek böceği-koza-kelebek süreci, farklı doğruları
değil, “kesin doğru”ya giden süreçteki değişimleri gösterir. Doğru, ipek böceği
sürecinin tamâmıdır. Zâten bu her-şeyde böyledir. Demek ki doğru, “tamamlanmış
olan”dır. “Yarım-yamalak doğru” olmaz. Bir şeyin bir-önceki hâli, o şeyin “tam
kendisi” olmadığı için o şeyin “farklı bir doğrusu” değildir.
“Yaklaşık doğru” doğru değildir. İki ayrı noktaya
farklı yerlerden gidilebilir. Fakat bu yolların ikisi de “doğru” değildir.
Doğru olan, “gidilecek yere en kısa yoldan ulaşılan yol”dur. Sağ kulağını sol
elle göstermek de “sağ kulağı göstermektir” ama sağ kulağı sağ elle göstermek
varken sol elle göstermek doğru değildir. Doğru, iki nokta arasındaki en
kısa yoldur.
İki kişi birbirlerine zıt şekilde farklı
düşünüyorlarsa mutlakâ birisi yanlıştır. Zîrâ doğru tektir. Modernizm doğruları
çoğaltmakla ve her-şeye “doğru” demekle doğruyu anlamsızlaştırıyor ve ortada
bir “doğru” bırakmıyor. Birbirine zıt olan doğrular ol(a)maz. Fakat birbirine
aykırı olmayan bir doğrudan “daha doğru” olan doğrular vardır. Meselâ bir
yakınımızı arayıp hâlini-hatırını, bir isteğinin olup-olmadığını sormak doğru
bir şeydir. Fakat kalkıp bizzat yanına gidip yüz-yüze görüşerek genel durumunu
öğrenmek daha doğrudur. O hâlde; doğru tektir, fakat doğrunun dereceleri
vardır. Meselâ pamuğun rengi için söylenecek olan şey “beyaz” olduğudur.
Pamuğun, -olmayacak şekilde- siyah yada daha başka bir renkte olduğunu söylemek
ve “benim doğrum da bu” diyerek -pamuk siyah olmayacağı için- pamuğun renginin
siyah olduğunu söylemek kesin olarak yanlıştır. Fakat bâzı pamuklar diğerlerine
göre daha da bir beyaz olabilir.
Bâzen, ne üşünecek ne de terlenecek bir hava
olmamasına ve insanların geneline göre çok ideâl bir hava olmasına rağmen, bâriz
bir şekilde birisi üşüdüğünü söylerken bir diğeri de çok sıcak olduğunu
söyleyebiliyorsa, bu durumda ikisinden birinin doğru söylediğini değil, fizîki
durumlarından kaynaklanan tıbbî bir sorunun olduğunu düşünmek doğru olur.
Doğru, “doğru yolda olmak ve doğru yolda gitmek”
demektir. Doğru yolda hedefe varılamasa da yine de “doğru yolda gidiliyor”
demektir. O hâlde doğru, “sırât-ı müstakim üzre olmak” demektir. Karınca hac
yoluna çıkıyor ve oraya ulaşması mümkün değildir. Fakat doğru bir istikâmet
tutturduğundan dolayı yaptığı şey doğrudur. Demek ki doğru yolda olmak ilk
başta niyet ile alâkalıdır. Doğru olmak için ilk başta niyetin doğru olması
gerekiyor.
Doğrunun bir bedeli vardır. Bedeli olmayan şeyin
doğruluğu da yoktur ve o şey bâtıldır. Çünkü bedeli olmayan bir doğru, sünnetullaha
(imtihan) terstir. Doğru yolda olmak bâzen mallarla ve canlarla sınanmaya ve bu
uğurda malından ve canından vazgeçmeyi de gerektirebilir.
Yamuklarla birlikte yürüdüğünde sen de yamuk gidersin
ve yamuk olursun. Doğru yolda gitmek için doğrularla yürümek gerekir. Allah bu
nedenle:
“Ey îman
edenler!, Allah’tan sakının ve doğru (sâdık)larla birlikte olun” (Tevbe 119) der.
Kâinatta dosdoğru yolda gitmeyen tek varlık insandır.
İnsan hâriç tüm kâinat dosdoğru bir yolda gittiğinden, yolundan-istikâmetinden
hiç sapmıyor ve dosdoğru yolda kalıyor. Zîrâ Allah’a göre yol alıyor. İnsan ise
nefsine-çıkarına-şeytana-tâğuta göre yâni Allah’tan başkalarına göre yol aldığı
için daha yolun başında sapmış oluyor ve artık zamanla da doğru yoldan daha
fazla uzaklaşıyor. Makas gittikçe açılıyor ve artık geri dönüş ya çok zor yada
imkânsız oluyor.
Bâtıla meftûn olmuş çağımız müslümanı, doğrulardan çok
rahatsız oluyor. Öyle ki, körü-körüne aşırı bağlı olduğu yapıyı, yaptığı çok
açık olan bir yanlışı nedeniyle doğru bir söz ile eleştirince yüzünün rengi
atıyor.
İnsanlar çoğunlukla birilerinin yada bâzı kurumların
söylediklerini-yaptıklarını sorgusuz-suâlsiz doğru kabûl ediyor. Meselâ
Türkiye’de bu, diyânet ve bilim konusunda çok açık şekilde böyledir. İnsanlar
“resmî olan”a çok güveniyor ve söylenenlerin doğru olup-olmadığını hiç
sorgulamadan kabûl ediveriyor. Bu kurumların belirlemelerini hiç sorgulamazken,
diğer birilerinin doğru tespitlerini aşırı sorgulamaya tâbi tutuyor ve kabûl
etmiyor. Zîrâ aşırı sorgulanan şeyi kabûl etmek zor olur. Modern-bilim için de
geçerlidir bu. İnsanlar bilim-adamlarından ne duysa onu “mutlak doğru” olarak
kabûl ediyor ve hiç şüpheye düşüp de sorgulamıyor ve sorgulayamıyor da. Meselâ
bir zamanlar Newton’un yerçekimi kuramı “mutlak doğru” kabûl edilirken,
şimdilerde ise Einstein’in kütle çekimi kuramı “kesin doğru” olarak kabûl ediliyor.
Oysa sürekli olarak döngü ve değişim hâlinde olan evrene bakarak kesin
“doğru”ya ulaşılamaz, ancak “şüphe”ye ulaşılabilir. Doğruyu aramak isteyen,
vahye bakmalıdır. Vahiyden onay alan doğrular “doğru”dur.
Doğru “mutlak doğru” olandır. İslâm “yaklaşık doğrular”a
îtibar etmez ve kesin doğrularla ilgilenir ve kesin doğruları gösterir. Zîrâ
İslâm’da sâdece; siyah (yanlış-bâtıl) ve beyaz (doğru-hak) vardır. Gri renk
yoktur İslâm’da. “Az-biraz doğru” olmaz. Seküler liberâlizm ise, herkese “doğru”
olduğunu söyleyerek onları rahatlatıyor ve bulundukları hâl ve yol üzere devâm
etmelerini istiyor. Zâten o yolu da sistemin kendisi belirlediği için, gittiği
yoldan gâyet emin olan insanlar, o yolda tam da liberâl-kapitâlizmin istediği
gibi giderek bir hayat yaşıyor ve bu şeytâni çarka destek veriyor. Tabi bu-arada
kendisi sürekli “kaybeden taraf” oluyor. Çünkü sistemin târif ettiği yolu “mutlak
doğru yol” olarak gördüğü için, sistemin
kapitâlizm-merkezli yolda önüne koydukları ürünleri de “mutlak iyi” şeyler
olarak görüyor ve onları sâhiplenmek için satın alıyor.
Doğru; “hakka göre doğru olan”dır. “Adamına göre
doğru” olmaz. Dostoyevski: “Ne garip; sevdiğimiz insanın her yalanında bir
doğru, sevmediğimiz insanın her doğrusunda bir yalan ararız” der.
Bir fikrin doğru-olup-olmadığı, hayâta geçirildiğinde
görülüp bilinebilir. Doğrunun sağlaması en iyi şekilde, hayâtın tam
ortasındayken pratik sonuçlarına bakılarak yapılabilir ancak. Kısa-uzun vâdede
kötü sonuçlanan her-şey yanlıştır. Bir zaman önce “en doğru” sanılarak sıkıca
yapışılmış olan “sözde doğru”ların ne kadar da yanlış ve kötü sonuçlara yol
açtığına bir-çok kez şâhit olmuşuzdur. Hâlbuki doğru, bir zarâra yol açmaz.
Bir önermenin “tam” doğruluğu, sâdece akla uygun
olmasıyla değil, akla uygun olduktan sonra kâlbe de uygun olmasıyla belli olur.
Kâlpten onay almayan önermeler eksik yada yanlıştır. Zâten doğru bilgi kendini
belli eder.
Kur’ân’ın ifâdeleri “mutlak doğru” olduğu için genelde
serttir. Çünkü doğrular sert şekilde söylenir. Doğruyu tatlı dilden ziyâde öfke
daha iyi dile getirir. İki kere ikinin dört olduğunu sert bir şekilde söylersiniz
meselâ. Kur’ân sürekli doğruları ifâde ettiği için dili tâvizsizdir. Doğru
olanda tâviz olmaz.
Modern-dünyâda, modern-insanda (artık müslümanların
bir-çoğu da dâhil) şu anlayış var: İslâm/Kur’ân/Sünnet adına yapılan her-şey
yanlış; şeytan, tâğut, kapitâlizm ve demokrasi adına yapılan her-şey doğru ve
güzel. İnsanlar, “modern Dünyâ’nın gösterdiği yamuk yolda gide-gide yamuldular.
O “yamuk yolun yükü”nün ağırlığı altında bitâp düşmüş durumdalar. Bellerini
doğrultamıyorlar. Yamuk gidilen yolda zamanla insanlar da yamuklaşıyor.
İnsanlığın bu çağda en büyük sorunu,
bedeninin=nefsinin hoşuna giden şeylerin “doğru” olduğunu zannetmesidir. Tabi
bedene sıkıntı veren şeylerin de “kötü” olduğunu kabûl ediyor. Modern insan;
“haz alıyorum, o hâlde yaptığım doğrudur ve bu nedenle de haklıyım” diyen
insandır. Modern insan-müslüman aynı-zamanda, “çok” olanın “doğru olduğu”nu
zanneden ahmak kişidir.
Modernizm, doğruların çoğalması ve sonsuzlaşması
ideolojisidir. Oysa “doğru” tektir. Herkesin “kendi doğrusu”nun olduğu bir
toplumda bir doğru olmaz ve hakîkati anlatmak ne kadar da zor olur. Cehenneme
doğru keyifle yol alanlara hiç-bir îkaz tabelası fayda etmez.
Doğru, herkese göre değişen bir değer ölçüsü
değildir. Doğru, “Allah’a göre doğru” olandır. Doğrunun bir ağırlığı ve
dolayısıyla bir yükü vardır. O yükün altına girmek istemeyenler yalanlara
sığınıyorlar ve o yalanları “kendi doğruları” olarak îlan ediyorlar ve bir süre
sonra da kendi doğrularına “mutlak doğru” olarak inanıyorlar. Böylece bencillik
zirve yapıyor.
En doğru bilgi, inancın ışığında ulaşılan bilgidir.
Mutlak bilgi, hem Dünyâ’da hem de âhirette geçerli olan bilgidir. O hâlde
kâinâta âit olan bilgi mutlak değildir. Buna vahiy bilgisi de dâhildir. Vahiy
bilgisi, insanın “kâinatta ulaşabileceği” en doğru bilgidir?.
Doğru, öyle çok zor bulunacak olan değildir. Doğru
apaçıktır zâten. Hattâ bir şeyin doğrusunu öğrenmek için fazla inceleyip
araştırmak, onun rûhunu ve doğal fıtrî yapısını zedeleyip parçalayacağı için
doğrunun bulunması imkânsızlaşır. Parçalandıkça doğru da parçalanır ve artık
parçaların hiç-biri “doğru” değildir. Her-şeyin aşırısı zararlıdır. Buna
“araştırma” da dâhildir. Doğruyu bulmak için yapılan aşırı araştırma (yada
didikleme) yanlış sonuçlar verir. Zîrâ araştırılan şeyin rûhu parçalandığı için
o şey anlamsızlaşmaktadır.
Peygamberimiz: “Kâlbi dürüst olmadıkça kulun îmânı
doğru olmaz” der. Kâlbin doğru olması için, tasavvur, düşünce, söz, amel ve
eylemin de doğru olması gerekir. Meselâ kişinin dili doğru olmazsa kâlbi de doğru
olmaz. Allah bu nedenle Peygamberimize: “Seninle
birlikte tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru davran. Ve
azıtmayın. Çünkü O, yaptıklarınızı görendir” (Hûd 112) der. Peygamberimiz
bu sûre ve âyet için: “Hûd Sûresi beni ihtiyarlattı” demiştir. Doğru olmak o
kadar kolay değildir. Çünkü doğrunun sâdece bilgisi, doğrunun tamâmı değildir.
Hayâtın tam ortasında yaşanmayan doğru, “hakkıyla ortaya konmuş doğru” olmaz. Hakkı
verilen doğru “doğru”dur. O hâlde hiç-bir şey yapmadan doğru olunamaz.
Doğru olmak, “dosdoğru olmak” demektir. Yaşamak,
“doğru-dürüst yaşamak”tır. Doğruluk, hidâyet üzre olmaktır. Çünkü doğru, “%100
doğru” olandır.
Şu-anda insanların “en kesin doğru” sandıkları şeyler,
insanlık târihinin en büyük yalanlarıdır.
“Ve de ki:
‘Rabbim, beni (girilecek yere) doğru bir girdirişle girdir ve (çıkarılacak
yerden) doğru bir çıkarışla çıkar ve katından bana yardımcı bir kuvvet ver” (İsrâ 80).
Sadakallâhü’l-âzim=Allah
doğruyu söyledi.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Hazîran
2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder