6 Ağustos 2017 Pazar

Bilgi-Bilinç-Eylem


“Ey îman edenler!, sizi acı bir azaptan kurtaracak bir ticâreti haber vereyim mi?. Allah’a ve Resulü’ne îman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. O da sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte ‘büyük mutluluk ve kurtuluş’ budur” (Saff 10-12).

Âyet bize kurtuluşun kısa-yolunu gösteriyor. Bu yazıda biz bu kısa-yolu biraz genişleterek açıklamak ve bunu da üç aşamada; bilgi-bilinç-eylem süreciyle göstermek istiyoruz. 

Her bilginin içeriğinde bir bilinç vardır aslında. O bilinçtir kişiyi amele-eyleme sevk eden. Bilinç, bilginin içinden, amele-eyleme dönme düşüncesini edindiği ve amele-eyleme dönmeye başladığı zaman çıkar. O bilinç kişiyi mutlakâ eyleme sokar ve o yolda devâm etmesi için gereken îmânı ve enerjiyi sağlar. Zâten ancak bilgi-bilinç-eylem süreciyle yeryüzünden zulümler kalkar ve Dünyâ yaşanılası bir yere döner. Bilgi-bilinç-eylem süreciyle ancak, bir şeyler iyi yönde değişmeye başlar ve değişebilir. O hâlde bilgilenmedikçe, sonra da bilgimiz bilince ve nihâyet de amele-eyleme dönmedikçe hiç-bir şey değişmeyecektir. Salt-bilgiyle, ancak kişisel ve zihnî değişiklikler yapalabilir ki bunun genel anlamda somut bir faydası olmaz.

Bayle: “Aklın kesin bir bilgiye varmadaki yetersizliğinde derin bir anlam vardır” der. Bu, bilince dönüşmeyen bilginin ve aklın yetersizliğini gösterir. Bilinç bilginin, eylem de bilincin sağlamasıdır ve bir düşüncenin ne derece doğru olduğu, hayattaki karşılığı ile belli olur. Bilgi-bilinç-eylem bir süreçtir ve bu süreçlerin açılımını şu şekilde yapabiliriz..

1-Bilgi:

Müslümanlar için “bilgi”nin kaynağı kayıtsız-şartsız Kur’ân-ı Kerim’dir. Kur’ân bilgisini elde etmek için yapılması gereken şey; disiplinli, gayretli, samîmi, ciddî ve hedef-merkezli, zaman açarak/ayırarak ve illâ ki “odaklanarak” yapılacak derin okumalar yapmaktan geçer. Kur’ân bu tarz okumalar/çalışmalar yapan kişilere çok cömert davranacaktır. Kur’ân’ı canlı bir kitap olarak görmek ve kişinin Kur’ân’ın ilk muhâtabının kendisi olduğunu düşünerek okuması elzemdir, çünkü sonuç verir. Kur’ân’da müteşâbih âyetler vardır ve bunların en doğru yorumunu sâdece Allah bilebilir. İlimde derinleşenler ise sâdece “Allah’ın bildirdiği kadarını” bilebilirler. Şunu bilelim ki Kur’ân bir “sırlar kitabı”, “ölüler kitabı”, “şifreler kitabı”, “sonsuz anlamları olan bir kitap” değildir. En âliminden en câhiline kadar herkesin okuyunca yada duyunca ne dediğini idrâk edebileceği bir kitaptır. Tabî ki Kur’ân, okundukça  zihni/kâlbi/rûhu güçlendireceği için daha gayretli olanlara daha fazla şeyler söyler. Kur’ân’ın bir bilinci, bir rûhu, bir bakış-açısı, bir temel-konusu ve bir hedefi vardır ve bu hedef insanlık için kemâl derecede bir hedeftir. Ancak o hedef (İslâm ahlâkı-devleti-medeniyeti) gerçekleşirse, başta insanlar olmak üzere canlı-cansız tüm varlık zulümden kurtularak mutlu olabilir ve fıtratına uygun yaşayabilir. Bilgi konusunda Kur’ân’ın bu hedefini yakalayabilmemiz gerekir.    

Kur’ân okumaları aslında “Kur’ân-merkezli okumalar”dır. Çünkü Kur’ân, insanları çeşitli adreslere gönderir:

“..Hiç yer-yüzünde dolaşmıyorlar mı, ki kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görmüş olsunlar?. Korkup-sakınanlar için âhiret-yurdu elbette daha hayırlıdır. Siz yine de akıl erdirmeyecek misiniz?” (Yûsuf 109) ve;

“Yer-yüzünde gezip dolaşmıyorlar mı?. Böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler. Onlar, güç bakımından kendilerinden daha üstün idiler, toprağı alt-üst etmişler (ekmişler, mâdenler, sular arayıp çıkarmışlar) ve onu, kendilerinin îmar ettiğinden daha çok îmar etmişlerdi. Elçileri de onlara açık delillerle gelmişti. Demek ki Allah onlara zulmetmiyordu, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı” (Rûm 9) diyerek târihe;

“Yer-yüzünde bir bakmadılar mı ki, biz onda her güzel (kerîm) çiftten nice ürünler bitirdik” (Şuârâ 7) diyerek bitki-bilime (botanik);

“Üzerlerindeki göğe bakmıyorlar mı?. Biz, onu nasıl binâ ettik ve onu nasıl süsledik?. Onun hiç bir çatlağı yok” (Kâf 6) ve;

“O, biri diğeriyle tam bir uyum (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiç-bir çelişki ve uygunsuzluk (tefâvüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; her-hangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun?. Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir hâlde bitkin olarak sana dönecektir” (Mülk 3-4) diyerek gök-bilime (astronomi);

“Bakmıyorlar mı o deveye; nasıl yaratıldı?” (Ğaşiye 17) ve;

“Onlar, üstlerinde dizi-dizi kanat açıp-kapayarak uçan kuşları görmüyorlar mı?. Onları Rahmandan başkası (boşlukta) tutmuyor. Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla görendir” (Mülk 19) diyerek hayvan-bilime (zooloji);

“Bakmıyorlar mı dağlara; nasıl oturtulup-kuruldu?. Yere; nasıl yayılıp-döşendi?” (Ğaşiye 19-20) diyerek dağ-bilime (oroloji) ve yer-bilime (jeoloji) adres gösterir ve bu konularda araştırmalar yapılmasını önerir.

Bu âyetlerin gönderdiği adreslerdeki olası modern yanlış bilgiler Kur’ân-merkezli okumalar tarafından açık hâle gelecek, bâtıl olan bilgiler okuyucular tarafından hemen fark edilecektir. Kur’ân’daki bilgiyi almak ve bir sonraki aşamaya geçmek için Kur’ân-bütünselliği çok önemlidir. Çünkü Kur’ân nüzûl olarak, konu-vahyi şeklinde değil, hayâta aktarıla-aktarıla gelmiş ve bu şekilde tamamlanmıştır. Elimizde olan Kur’ân şu-an ”tamamlanmış” bir kitap olarak bulunduğu için bütünsel bilgiyi yakalamaya çalışmalıyız. Bizce bunun en iyi yolu, odaklanarak yapılan günlük okumalardır. Böylece Kur’ân hayat ile birlikte okunmuş olur. Günlük olarak yapılacak yaklaşık 2-3 sayfalık (1-2 konu arası) okumalar bile kişinin (kültürel durumuna ve gayretine/odaklanmasına göre değişir) 4-5 yıl sonra artık Kur’ân’ın rûhunu/bilincini/hedefini/bakış-açısını/temel-konusunu idrâk edebilmesine yetecektir. Bilinmelidir ki bilgilenme hiç-bir zaman bitmez. Çünkü:

“De ki: Rabbimin sözleri(ni yazmak) için deniz mürekkep olsa ve yardım için bir benzerini (bir o kadarını) dâhi getirsek, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, elbette deniz tükeniverirdi” (Kehf 109).

“Eğer yer-yüzündeki ağaçların tümü kalem ve deniz de -onun ardından yedi deniz daha eklenerek- (mürekkep) olsa, yine de Allah’ın kelimeleri (yazmakla) tükenmez. Şüphesiz Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Lokman 27) âyetlerine göre Allah’ın ilmi tükenmez. Bu nedenle “kervan” biraz da yolda düzülür. Bu bir yürüyüştür ve hedefin -çok uzun zamanlar gerektirmeyecek- aşamaları vardır.

2-Bilinç

Bilincin kaynağı da Kur’ân’dır. Ama bilinç, hayâtı da gözeterek yapılan okuma biçimidir. Artık îman desteklenerek bir hayli sağlamlaşmıştır. Okuma-aşamasından sonra artık bilinç-aşaması geliyor ki zâten bilgi-aşamasının bir sonucudur bu. Bu-aşamada kişi hayat ile iç-içedir. Kur’ân okumalarını hayâta, siyâsete, ekonomiye vs. vurarak yapmaya devâm eder. Bu-aşama, Kur’ân’ın önermeleri, söylemleri, tutumları, anlayışları ve ideâlleriyle; mevcut hayattaki önerme, söylem, tutum, anlayış ve ideâller arasındaki derin uçurumun görülmesi aşamasıdır. Bu-aşamada başta insanlar olmak üzere canlı ve cansız tüm varlığın nasıl da bir zulme mâruz kaldığını vahyin kazandırmış olduğu ferâsetle ve “kerim bir öfke” ile bilecek ve görecektir. Kur’ân bu zulümden şu şekilde bahseder:

“O, iş-başına geçti mi (yada sırtını çevirip gitti mi) yer-yüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helâk etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez” (Bakara 205).

Kişi bu âyeti artık çok iyi anlar ve gözlemler. Bu zulmün böyle süremeyeceğini bilir ve görür. Çünkü ortada Allah’ın, Kur’ân’ın, İslâm’ın görüşüne taban-tabana zıt bir durum ve hayat vardır. Kişi; okumalarını, fikirlerini, düşüncelerini, yazılarını, konuşmalarını, eleştirilerini, îtirazlarını, isyanlarını artık bu minvâlde yapar. Bu iş eylem olmadan zinhar düzelmeyeceği (ıslah) için, bir eylem-plânı hazırlamayı düşünmeye başlar. Bu-arada kişi müslümanların söylem/düşünce/davranışlarındaki aykırı tutumları görmeye başlar. Onu en çok da bu üzer ve karamsarlığa düşürür. Çünkü müslümanların geneli İslâm’ın bilinç ve eylem yönünü neredeyse tamâmen unutmuş, sâdece bilgi-edinme peşinde koşturmakta fakat bunu da hakkıyla yerine getirmemektedirler. Bu kişiler Kur’ân’ı bir “sırlar-kitabı” olarak gördükleri için ve (tek bir yer hâriç) Kur’ân’ın bahsetmediği ve çok da önem vermediği “anlama” peşine, “anlam devşirme” peşine düşerek oyalanmaktadırlar.

Hâlbuki buna gerek yoktur. “Îman sâhibi” herkes için açıklanmış ve kolaylaştırılmış bir kitaptır Kur’ân: Kamer: 17, 22, 32 ,40; Duhan 58; Meryem 97. âyetleri bunu çok açık bir şekilde ortaya koyar. Aksi tutumlarda bulunanlar şu âyetlerle mahkûm edilirler:

“Onlar, dinlerini bir eğlence ve oyun (konusu) edinmişlerdi ve dünyâ-hayâtı onları aldatmıştı. Onlar, bu günleriyle karşılaşmayı unuttukları ve bizim âyetlerimizi yok sayarak tanımadıkları gibi, biz de bu-gün onları unutacağız.

Andolsun, biz onlara bir Kitap getirdik; îman edecek bir topluluğa bir hidâyet ve bir rahmet olmak üzere bir bilgiye dayanarak onu çeşitli biçimlerde açıkladık.

Onun te’vilinden başkasına bakmazlar mı?. (Onun yalnız te’vilini gözetirler). Onun te’vilinin geleceği gün, daha önce onu unutanlar, diyecekler ki: Gerçekten Rabbimizin elçileri bize hakkı getirmişlerdi. Şimdi bize şefaat edecek şefaatçiler var mıdır?. Veyâ geri çevrilsek de işlediklerimizden başkasını yapsak. Gerçek şu ki onlar, kendilerini hüsrâna uğratmışlardır, uydurmakta oldukları şeyler de kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuşlardır” (A’raf 51-53).

Evet; bu uyarılara kulak vererek bu tarz davranışlardan uzaklaşmalı ve bilgi ve bilinçten sonra artık eylem-aşamasına geçmek gerekmektedir.

3-Eylem

Bu aşamada cemaatten “hareket”e geçilmiştir artık. İslâm’i bir hareket. Bu-aşamanın kaynağı sünnettir. Eylemin kaynağı sünnettir çünkü. Peygamberin gelen vahiylerden sonra ne yaptığı çok önemlidir. Peygamber yeni gelen vahiyler karşısında nasıl bir tutum benimsemiş, ne yapmış olduğunu bilmek îcab eder. Bu-konuda Peygamberin o zamâna/coğrafyaya/insanlara-has olarak yaptıklarını değil; o âyetler karşısında nasıl bir tavır takındığıdır önemli olan. O tarzı yakalamak önemlidir. Peygamberin sünneti, âyetler karşısında gösterdiği tavır ve tarzlardır. Sünnet budur zâten ve bu evrenseldir. Âyetler karşısında takınılan tavır ve tarz evrenseldir. Sünnet bu demek olduğu için, sünnet evrenseldir.

Sâdece soyut/teorik ilimle mutlak-anlamda bir îman/mutmainlik olmaz. Hz. İbrâhim örneğindeki gibi: “Hani İbrâhim: Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster demişti. (Allah ona:) İnanmıyor musun? deyince, Hayır (inandım), ancak kâlbimin tatmin olması için dedi” (Bakara 260). Hz. İbrâhim inancının sağlam olmasına rağmen eylem olarak da bunu görmek istiyor. Soyut bilgilerle de bir inanç oluşabilir fakat gerçek tatmin/îman, eylem/yaşanmışlık ile birlikte olabilir ancak. İllâ ki yaşanmışlık olması gerekir.

Bu-aşama îmânın artık eyleme zorladığı bir aşamadır. Sabır, sebat ve cesâret aşamasıdır. Artık bu-aşamada “adanmışlık” gerekir. Adanmış şahsiyetlere ihtiyaç vardır. Artık bu aşama “adanma” aşamasıdır: “De ki: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır. O’nun hiç-bir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman olanların ilkiyim” (En-âm 162-163). Bu-aşamada biat edilmiş bir “imam”ın belirlenmesi zarûridir. Fakat eylem de öyle bodoslama olmaz. Eylemin de aşamaları vardır. Kişinin ilk-başta kendine bir çeki-düzen vermesi gerekir. İslâm’a, Kur’ân’a aykırı tüm davranışlarından vazgeçecek, Allah’ın istediği ibâdetleri (başta namaz, oruç, infâk olmak üzere) hakkıyla yerine getirecek, insanlarla yapıcı ilişkiye geçecektir. Bu-aşamada ilk-önce kendini belli bir oranda tezkiye ettikten (temizledikten) sonra, en yakınları ile temâsa geçip onlara bilgi-bilinç-eylem aşamalarını anlatıp bilinçlendirecektir. Âilesini uyarmak ilk-başta yapacağı iştir. Bununla birlikte artık çevresindeki duyarlı arkadaşlarıyla, cemaatlerle ve  kişilerle temâsa geçip bilgi-bilinç paylaşımı yapacaktır. Eyleme geçilmesi ve eylem adına neler yapılmasının konuşulacağı bu toplantılar bir-süre devâm edecek ve bir tarz ortaya çıkacaktır. Ortak-bilinçteki o ortamlarda meydana gelen samîmiyet ve kardeşlik şuuruyla birlikte, neler yapılabileceği kararlaştırılarak uygun adımlar atılacak ve bu çalışma çeşitli kanallarla insanlara duyurulacak ve insanlar da bu eyleme dâvet edilecektir.

Ali Şeriati:

“Ümmetin siyâsî felsefesi ve rejimi, kelle demokrasisi, sorumsuz ve gâyesiz liberâlizm, balçık aristokrasisi, halk düşmanı diktatörlük, oligarşi değil; toplumun dünyâ-görüşü ve ideoloji temelleri üzerinde, insanın yaratılış gâyesine uygun bir şekilde harekete geçirilmesinden sorumlu olan inançlı ve devrimci bir önderliktir. İmâmet’in gerçek anlamı budur” der.

Bilgi-bilinç-dâvet-devlet-medeniyet süreci Fetih 28’de kısaca şu şekilde gösterilir: “Ki O, elçilerini hidâyetle ve hak din ile, diğer bütün dinlere karşı üstün kılmak için gönderdi. Şâhid olarak Allah yeter” (Fetih 28).

İslâm’i olmayan otoriteye îtirâz/eleştiri/isyân şarttır bu aşamada. Hz Mûsâ örneğinde olduğu gibi: Allah Hz. Mûsâ’yı Firavun’a âsâ ile birlikte gönderir. Âsâ “isyân” demektir. “Fe kezzebe ve asâ. Fakat o, yalanladı ve isyân (âsâ) etti” (Nâziat 21).

Bu-aşamada eylemin en bâriz görünümü olan îtirâz, eleştiri ve hattâ isyânî sözler ve davranışlar olabilecektir tabî ki. Siyâsete, ekonomiye, adâlete, eğitime, sağlığa vs. yönelik konularda olan yanlış işlere karşı olan eleştiriler ve îtirazlar yazılı, sesli ve hareket içeren eylemler şeklinde gerçekleştirilecektir. İsyân, insanın özelliklerinden biridir. İnsan isyân eden varlıktır. Hz. Âdem cennette bile isyân etmişti. Fakat “olumlu isyân”, “Allah için yapılan isyân”dır, şeytan için yapılan değil. 

“Allah’ın; samîmi, ciddî ve gayretli olanlara yollarını açacağı inancı”yla yapılan bu işlere Allah da rızâ gösterirse mü’minlerin önleri açılacak ve yeni bir duyarlıklık ve yeni bir çığır açılabilecektir. Allah bize bu-aşamada şu âyetleri öneriyor:

“Biz seni ancak bütün insanlara müjdeci, uyarıcı olarak gönderdik” (Sebe’ 28).

“Rabbine dâvet et” (Kasas 87).

“Hikmetle, güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır” (Nâhl 125).

“Sizin içinizden hayra çağıran iyiliği emredip kötülükten vazgeçiren bir topluluk bulunsun” (Âl-i İmran 104).

“Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Çünkü siz iyiliği emreder ve Allah’a inanırsınız” (Âl-i İmran 110).

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü güzel bir şekilde önle” (Fussilet 34).

“Rabbinin yoluna hikmet ve güzle öğütle çağır ve onlarla en güzel bir şekilde mücâdele et” (Nâhl 125).

“İnsanlara hatırlat. Çünkü hatırlatma îmanlı kimselere fayda verir” (Zâriyât 55).

“Ben mü’minin deyip, sâlih-amel işleyip, insanları Allah’a çağıran kimseden daha güzel sözlü kim vardır” (Fussilet 33).

“Allah’ın dînine yardım ederseniz. O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz” (Muhammed 7).

“Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar. Onun kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. (Şöyle diyerek duâ ediniz): Ey Rabbimiz!. Unutur, yada yanılırsak bizi sorumlu tutma!. Ey Rabbimiz!. Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz!; bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme!. Bizi affet, bizi bağışla, bize acı!. Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et” (Bakara 286).

“Kim güzel bir (işte) aracılık ederse, ona o işin sevâbından bir pay vardır. Kim de kötü bir (işte) aracılık ederse ona da o kötülükten bir pay vardır. Allah’ın her şeye gücü yeter” (Nîsâ 85).

Eylem, hicreti de gerektirebilir. Hicret bir eylemdir çünkü. Bu âyetlerin de yönlendirmesiyle müslümanlar, Mekke müşriklerinin zulmünden kurtularak İslâm’ın ön-gördüğü biçimde özgürce yaşayabilmek amacıyla Habeşistan’a hicret etmişlerdir. Müslümanlar, ilki Hz. Muhammed’in peygamberlikle görevlendirilişinin beşinci yılında (614), ikincisi de altıncı yılın (615) başlarında olmak üzere iki defâ hicret ettiler. Bu hicretler “birinci Habeşistan hicreti” ve “ikinci Habeşistan hicreti” olarak adlandırılır. Daha 5. yılda, İslâm’ın Mekke’nin o zamanki ortamında İslâm’ın hakkıyla yaşanamayacağını gören mü’minler, Peygamberin emri ile Habeşistan’a hicret ederek orada İslâm’ın yaşanmasının mümkün olup-olmadığını denemek ve mü’minlerin en azından bir kısmının rahat bir şekilde inancını yaşayabilmesi için hicret etmişlerdir. Çünkü İslâm, zinhar hayâta aktarılmadan yaşanabilecek bir din değildir. Habeşistan’da rahat bir şekilde hem inançlarını hem de hayatlarını yaşayabilen mü’minler, Habeşistan’ın dâvete karşı olumsuz bir tutum takınmamasına rağmen, oturmuş bir devlet-düzeni olduğunu ve “devlet-içinde bir devlet”in olamayacağını gördükleri için Habeşistan’ın Dâr-ül İslâm olması düşüncesinden/umûdundan vazgeçmişlerdir. Peygamberimiz daha sonra aynı amaç için 10. yılda çok uygun iklimi ve şartları olan Taif’i denedi. Taif daha ilk-başta bu “fırsatı” tepti. Medîne o dönemde Evs ve Hazreç kabîlelerinin arasındaki savaş nedeniyle ilk-başta düşünülmemişti. Daha sonra Allah Medîne’yi nasip etti müslümanlara Dâr-ül İslâm olarak.

“Tarafımdan söyle: Ey îman eden kullarım, Rabbinizden korkun!. Bu dünyâ-hayâtında güzel düşünüp güzel davrananlara güzellik var. Allah’ın toprağı/yer-yüzü geniştir. Sâdece sabredenlere, ücretleri hesapsız ödenecektir” (Zümer 10).

Eyleme kadar îman/inanç ve ahlâkla donanmak şarttır. Eylem ile birlikte artık hicret ve cihad başlar. Evet; çok gayretli çalışmalarla, varını-yoğunu ortaya koyarak gösterilecek çabalarla ve tabî ki Allah’ın izni ile Allah bu işin sonunu “devlet”e çıkaracaktır.

Artık bundan sonra devlet ve medeniyet aşaması gelir ve ne nihâyet bu yolda Allah için çalışanları sonsuz nîmetlerle donanmış ebedî cennetler bekler. İşte en büyük kurtuluş da budur:

“Şüphesiz îman edip (bilgi ve bilince erip) sâlih amellerde bulunanlara gelince; onlar için altından ırmaklar akan cennetler vardır. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur” (Burûc 11).

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Nîsan 2017

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder