“Ey îman
edenler!, sizi acı bir azaptan kurtaracak bir ticâreti haber vereyim mi?.
Allah’a ve Resulü’ne îman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda
cihad edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. O da sizin
günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn
cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte ‘büyük mutluluk ve kurtuluş’
budur” (Saff 10-12).
Âyet bize kurtuluşun kısa-yolunu gösteriyor. Bu
yazıda biz bu kısa-yolu biraz genişleterek açıklamak ve bunu da üç aşamada;
bilgi-bilinç-eylem süreciyle göstermek istiyoruz.
Her bilginin içeriğinde bir bilinç
vardır aslında. O bilinçtir kişiyi amele-eyleme sevk eden. Bilinç, bilginin
içinden, amele-eyleme dönme düşüncesini edindiği ve amele-eyleme dönmeye
başladığı zaman çıkar. O bilinç kişiyi mutlakâ eyleme sokar ve o yolda devâm
etmesi için gereken îmânı ve enerjiyi sağlar. Zâten ancak bilgi-bilinç-eylem
süreciyle yeryüzünden zulümler kalkar ve Dünyâ yaşanılası bir yere döner. Bilgi-bilinç-eylem
süreciyle ancak, bir şeyler iyi yönde değişmeye başlar ve değişebilir. O hâlde
bilgilenmedikçe, sonra da bilgimiz bilince ve nihâyet de amele-eyleme
dönmedikçe hiç-bir şey değişmeyecektir. Salt-bilgiyle, ancak kişisel ve zihnî
değişiklikler yapalabilir ki bunun genel anlamda somut bir faydası olmaz.
Bayle: “Aklın kesin bir bilgiye varmadaki yetersizliğinde
derin bir anlam vardır” der. Bu, bilince dönüşmeyen bilginin ve aklın
yetersizliğini gösterir. Bilinç bilginin, eylem de bilincin sağlamasıdır ve bir
düşüncenin ne derece doğru olduğu, hayattaki karşılığı ile belli olur.
Bilgi-bilinç-eylem bir süreçtir ve bu süreçlerin açılımını şu şekilde
yapabiliriz..
1-Bilgi:
Müslümanlar için “bilgi”nin kaynağı kayıtsız-şartsız Kur’ân-ı
Kerim’dir. Kur’ân bilgisini elde etmek için yapılması gereken şey; disiplinli,
gayretli, samîmi, ciddî ve hedef-merkezli, zaman açarak/ayırarak ve illâ ki “odaklanarak”
yapılacak derin okumalar yapmaktan geçer. Kur’ân bu tarz okumalar/çalışmalar
yapan kişilere çok cömert davranacaktır. Kur’ân’ı canlı bir kitap olarak görmek
ve kişinin Kur’ân’ın ilk muhâtabının kendisi olduğunu düşünerek okuması
elzemdir, çünkü sonuç verir. Kur’ân’da müteşâbih âyetler vardır ve bunların en
doğru yorumunu sâdece Allah bilebilir. İlimde derinleşenler ise sâdece “Allah’ın
bildirdiği kadarını” bilebilirler. Şunu bilelim ki Kur’ân bir “sırlar kitabı”, “ölüler
kitabı”, “şifreler kitabı”, “sonsuz anlamları olan bir kitap” değildir. En
âliminden en câhiline kadar herkesin okuyunca yada duyunca ne dediğini idrâk
edebileceği bir kitaptır. Tabî ki Kur’ân, okundukça zihni/kâlbi/rûhu güçlendireceği için daha
gayretli olanlara daha fazla şeyler söyler. Kur’ân’ın bir bilinci, bir rûhu,
bir bakış-açısı, bir temel-konusu ve bir hedefi vardır ve bu hedef insanlık
için kemâl derecede bir hedeftir. Ancak o hedef (İslâm ahlâkı-devleti-medeniyeti)
gerçekleşirse, başta insanlar olmak üzere canlı-cansız tüm varlık zulümden
kurtularak mutlu olabilir ve fıtratına uygun yaşayabilir. Bilgi konusunda Kur’ân’ın
bu hedefini yakalayabilmemiz gerekir.
Kur’ân okumaları aslında “Kur’ân-merkezli
okumalar”dır. Çünkü Kur’ân, insanları çeşitli adreslere gönderir:
“..Hiç
yer-yüzünde dolaşmıyorlar mı, ki kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona
uğradıklarını görmüş olsunlar?. Korkup-sakınanlar için âhiret-yurdu elbette
daha hayırlıdır. Siz yine de akıl erdirmeyecek misiniz?” (Yûsuf 109) ve;
“Yer-yüzünde
gezip dolaşmıyorlar mı?. Böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona
uğradıklarını görsünler. Onlar, güç bakımından kendilerinden daha üstün idiler,
toprağı alt-üst etmişler (ekmişler, mâdenler, sular arayıp çıkarmışlar) ve onu,
kendilerinin îmar ettiğinden daha çok îmar etmişlerdi. Elçileri de onlara açık
delillerle gelmişti. Demek ki Allah onlara zulmetmiyordu, ancak onlar kendi
nefislerine zulmediyorlardı” (Rûm 9)
diyerek târihe;
“Yer-yüzünde
bir bakmadılar mı ki, biz onda her güzel (kerîm) çiftten nice ürünler bitirdik” (Şuârâ 7) diyerek bitki-bilime (botanik);
“Üzerlerindeki
göğe bakmıyorlar mı?. Biz, onu nasıl binâ ettik ve onu nasıl süsledik?. Onun
hiç bir çatlağı yok” (Kâf 6) ve;
“O, biri
diğeriyle tam bir uyum (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman
(olan Allah)ın yaratmasında hiç-bir çelişki ve uygunsuzluk (tefâvüt)
göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; her-hangi bir çatlaklık (bozukluk ve
çarpıklık) görüyor musun?. Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz
(uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir hâlde bitkin olarak sana dönecektir” (Mülk 3-4) diyerek gök-bilime (astronomi);
“Bakmıyorlar
mı o deveye; nasıl yaratıldı?”
(Ğaşiye 17) ve;
“Onlar,
üstlerinde dizi-dizi kanat açıp-kapayarak uçan kuşları görmüyorlar mı?. Onları
Rahmandan başkası (boşlukta) tutmuyor. Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla görendir” (Mülk 19) diyerek hayvan-bilime (zooloji);
“Bakmıyorlar
mı dağlara; nasıl oturtulup-kuruldu?. Yere; nasıl yayılıp-döşendi?” (Ğaşiye 19-20) diyerek dağ-bilime (oroloji) ve
yer-bilime (jeoloji) adres gösterir ve bu konularda araştırmalar yapılmasını
önerir.
Bu âyetlerin gönderdiği adreslerdeki olası modern yanlış
bilgiler Kur’ân-merkezli okumalar tarafından açık hâle gelecek, bâtıl olan
bilgiler okuyucular tarafından hemen fark edilecektir. Kur’ân’daki bilgiyi
almak ve bir sonraki aşamaya geçmek için Kur’ân-bütünselliği çok önemlidir.
Çünkü Kur’ân nüzûl olarak, konu-vahyi şeklinde değil, hayâta aktarıla-aktarıla
gelmiş ve bu şekilde tamamlanmıştır. Elimizde olan Kur’ân şu-an ”tamamlanmış”
bir kitap olarak bulunduğu için bütünsel bilgiyi yakalamaya çalışmalıyız. Bizce
bunun en iyi yolu, odaklanarak yapılan günlük okumalardır. Böylece Kur’ân hayat
ile birlikte okunmuş olur. Günlük olarak yapılacak yaklaşık 2-3 sayfalık (1-2
konu arası) okumalar bile kişinin (kültürel durumuna ve gayretine/odaklanmasına
göre değişir) 4-5 yıl sonra artık Kur’ân’ın rûhunu/bilincini/hedefini/bakış-açısını/temel-konusunu
idrâk edebilmesine yetecektir. Bilinmelidir ki bilgilenme hiç-bir zaman bitmez.
Çünkü:
“De ki:
Rabbimin sözleri(ni yazmak) için deniz mürekkep olsa ve yardım için bir
benzerini (bir o kadarını) dâhi getirsek, Rabbimin sözleri tükenmeden önce,
elbette deniz tükeniverirdi” (Kehf
109).
“Eğer
yer-yüzündeki ağaçların tümü kalem ve deniz de -onun ardından yedi deniz daha
eklenerek- (mürekkep) olsa, yine de Allah’ın kelimeleri (yazmakla) tükenmez.
Şüphesiz Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Lokman 27) âyetlerine göre Allah’ın ilmi tükenmez.
Bu nedenle “kervan” biraz da yolda düzülür. Bu bir yürüyüştür ve hedefin -çok
uzun zamanlar gerektirmeyecek- aşamaları vardır.
2-Bilinç
Bilincin kaynağı da Kur’ân’dır. Ama bilinç, hayâtı da
gözeterek yapılan okuma biçimidir. Artık îman desteklenerek bir hayli
sağlamlaşmıştır. Okuma-aşamasından sonra artık bilinç-aşaması geliyor ki zâten
bilgi-aşamasının bir sonucudur bu. Bu-aşamada kişi hayat ile iç-içedir. Kur’ân
okumalarını hayâta, siyâsete, ekonomiye vs. vurarak yapmaya devâm eder. Bu-aşama,
Kur’ân’ın önermeleri, söylemleri, tutumları, anlayışları ve ideâlleriyle;
mevcut hayattaki önerme, söylem, tutum, anlayış ve ideâller arasındaki derin
uçurumun görülmesi aşamasıdır. Bu-aşamada başta insanlar olmak üzere canlı ve
cansız tüm varlığın nasıl da bir zulme mâruz kaldığını vahyin kazandırmış
olduğu ferâsetle ve “kerim bir öfke” ile bilecek ve görecektir. Kur’ân bu
zulümden şu şekilde bahseder:
“O, iş-başına
geçti mi (yada sırtını çevirip gitti mi) yer-yüzünde bozgunculuk çıkarmaya,
ekini ve nesli helâk etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez” (Bakara 205).
Kişi bu âyeti artık çok iyi anlar ve gözlemler. Bu
zulmün böyle süremeyeceğini bilir ve görür. Çünkü ortada Allah’ın, Kur’ân’ın,
İslâm’ın görüşüne taban-tabana zıt bir durum ve hayat vardır. Kişi; okumalarını,
fikirlerini, düşüncelerini, yazılarını, konuşmalarını, eleştirilerini, îtirazlarını,
isyanlarını artık bu minvâlde yapar. Bu iş eylem olmadan zinhar düzelmeyeceği
(ıslah) için, bir eylem-plânı hazırlamayı düşünmeye başlar. Bu-arada kişi
müslümanların söylem/düşünce/davranışlarındaki aykırı tutumları görmeye başlar.
Onu en çok da bu üzer ve karamsarlığa düşürür. Çünkü müslümanların geneli İslâm’ın
bilinç ve eylem yönünü neredeyse tamâmen unutmuş, sâdece bilgi-edinme peşinde
koşturmakta fakat bunu da hakkıyla yerine getirmemektedirler. Bu kişiler Kur’ân’ı
bir “sırlar-kitabı” olarak gördükleri için ve (tek bir yer hâriç) Kur’ân’ın
bahsetmediği ve çok da önem vermediği “anlama” peşine, “anlam devşirme” peşine
düşerek oyalanmaktadırlar.
Hâlbuki buna gerek yoktur. “Îman sâhibi” herkes için
açıklanmış ve kolaylaştırılmış bir kitaptır Kur’ân: Kamer: 17, 22, 32 ,40;
Duhan 58; Meryem 97. âyetleri bunu çok açık bir şekilde ortaya koyar. Aksi
tutumlarda bulunanlar şu âyetlerle mahkûm edilirler:
“Onlar,
dinlerini bir eğlence ve oyun (konusu) edinmişlerdi ve dünyâ-hayâtı onları
aldatmıştı. Onlar, bu günleriyle karşılaşmayı unuttukları ve bizim âyetlerimizi
yok sayarak tanımadıkları gibi, biz de bu-gün onları unutacağız.
Andolsun,
biz onlara bir Kitap getirdik; îman edecek bir topluluğa bir hidâyet ve bir
rahmet olmak üzere bir bilgiye dayanarak onu çeşitli biçimlerde açıkladık.
Onun te’vilinden
başkasına bakmazlar mı?. (Onun yalnız te’vilini gözetirler). Onun te’vilinin
geleceği gün, daha önce onu unutanlar, diyecekler ki: Gerçekten Rabbimizin
elçileri bize hakkı getirmişlerdi. Şimdi bize şefaat edecek şefaatçiler var
mıdır?. Veyâ geri çevrilsek de işlediklerimizden başkasını yapsak.
Gerçek şu ki onlar, kendilerini hüsrâna uğratmışlardır, uydurmakta oldukları
şeyler de kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuşlardır” (A’raf 51-53).
Evet; bu uyarılara kulak vererek bu tarz
davranışlardan uzaklaşmalı ve bilgi ve bilinçten sonra artık eylem-aşamasına
geçmek gerekmektedir.
3-Eylem
Bu aşamada
cemaatten “hareket”e geçilmiştir artık. İslâm’i bir hareket. Bu-aşamanın
kaynağı sünnettir. Eylemin kaynağı sünnettir çünkü. Peygamberin gelen
vahiylerden sonra ne yaptığı çok önemlidir. Peygamber yeni gelen vahiyler
karşısında nasıl bir tutum benimsemiş, ne yapmış olduğunu bilmek îcab eder.
Bu-konuda Peygamberin o zamâna/coğrafyaya/insanlara-has olarak yaptıklarını
değil; o âyetler karşısında nasıl bir tavır takındığıdır önemli olan. O tarzı
yakalamak önemlidir. Peygamberin sünneti, âyetler karşısında gösterdiği tavır
ve tarzlardır. Sünnet budur zâten ve bu evrenseldir. Âyetler karşısında
takınılan tavır ve tarz evrenseldir. Sünnet bu demek olduğu için, sünnet evrenseldir.
Sâdece soyut/teorik ilimle
mutlak-anlamda bir îman/mutmainlik olmaz. Hz. İbrâhim örneğindeki gibi: “Hani İbrâhim: Rabbim, bana ölüleri nasıl
dirilttiğini göster demişti. (Allah ona:) İnanmıyor musun? deyince,
Hayır (inandım), ancak kâlbimin tatmin olması için dedi” (Bakara 260). Hz.
İbrâhim inancının sağlam olmasına rağmen eylem olarak da bunu görmek istiyor.
Soyut bilgilerle de bir inanç oluşabilir fakat gerçek tatmin/îman,
eylem/yaşanmışlık ile birlikte olabilir ancak. İllâ ki yaşanmışlık olması
gerekir.
Bu-aşama îmânın artık eyleme zorladığı bir aşamadır. Sabır,
sebat ve cesâret aşamasıdır. Artık bu-aşamada “adanmışlık” gerekir. Adanmış
şahsiyetlere ihtiyaç vardır. Artık bu aşama “adanma” aşamasıdır: “De ki: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim,
dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır. O’nun hiç-bir ortağı
yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman olanların ilkiyim” (En-âm 162-163).
Bu-aşamada biat edilmiş bir “imam”ın belirlenmesi zarûridir. Fakat eylem de
öyle bodoslama olmaz. Eylemin de aşamaları vardır. Kişinin ilk-başta kendine
bir çeki-düzen vermesi gerekir. İslâm’a, Kur’ân’a aykırı tüm davranışlarından
vazgeçecek, Allah’ın istediği ibâdetleri (başta namaz, oruç, infâk olmak üzere)
hakkıyla yerine getirecek, insanlarla yapıcı ilişkiye geçecektir. Bu-aşamada
ilk-önce kendini belli bir oranda tezkiye ettikten (temizledikten) sonra, en
yakınları ile temâsa geçip onlara bilgi-bilinç-eylem aşamalarını anlatıp
bilinçlendirecektir. Âilesini uyarmak ilk-başta yapacağı iştir. Bununla birlikte
artık çevresindeki duyarlı arkadaşlarıyla, cemaatlerle ve kişilerle temâsa geçip bilgi-bilinç paylaşımı
yapacaktır. Eyleme geçilmesi ve eylem adına neler yapılmasının konuşulacağı
bu toplantılar bir-süre devâm edecek ve bir tarz ortaya çıkacaktır. Ortak-bilinçteki
o ortamlarda meydana gelen samîmiyet ve kardeşlik şuuruyla birlikte, neler
yapılabileceği kararlaştırılarak uygun adımlar atılacak ve bu çalışma çeşitli
kanallarla insanlara duyurulacak ve insanlar da bu eyleme dâvet edilecektir.
Ali Şeriati:
“Ümmetin siyâsî felsefesi ve rejimi, kelle demokrasisi, sorumsuz ve
gâyesiz liberâlizm, balçık aristokrasisi, halk düşmanı diktatörlük, oligarşi
değil; toplumun dünyâ-görüşü ve ideoloji temelleri üzerinde, insanın yaratılış
gâyesine uygun bir şekilde harekete geçirilmesinden sorumlu olan inançlı ve
devrimci bir önderliktir. İmâmet’in gerçek anlamı budur” der.
Bilgi-bilinç-dâvet-devlet-medeniyet
süreci Fetih 28’de kısaca şu şekilde gösterilir: “Ki O, elçilerini hidâyetle ve hak din ile, diğer bütün dinlere karşı
üstün kılmak için gönderdi. Şâhid olarak Allah yeter” (Fetih 28).
İslâm’i olmayan otoriteye
îtirâz/eleştiri/isyân şarttır bu aşamada. Hz Mûsâ örneğinde olduğu gibi: Allah
Hz. Mûsâ’yı Firavun’a âsâ ile birlikte gönderir. Âsâ “isyân” demektir. “Fe kezzebe ve
asâ. Fakat o,
yalanladı ve isyân (âsâ) etti” (Nâziat 21).
Bu-aşamada eylemin en bâriz görünümü olan îtirâz,
eleştiri ve hattâ isyânî sözler ve davranışlar olabilecektir tabî ki. Siyâsete,
ekonomiye, adâlete, eğitime, sağlığa vs. yönelik konularda olan yanlış işlere
karşı olan eleştiriler ve îtirazlar yazılı, sesli ve hareket içeren eylemler
şeklinde gerçekleştirilecektir. İsyân, insanın özelliklerinden biridir. İnsan
isyân eden varlıktır. Hz. Âdem cennette bile isyân etmişti. Fakat “olumlu
isyân”, “Allah için yapılan isyân”dır, şeytan için yapılan değil.
“Allah’ın; samîmi, ciddî ve gayretli olanlara
yollarını açacağı inancı”yla yapılan bu işlere Allah da rızâ gösterirse mü’minlerin
önleri açılacak ve yeni bir duyarlıklık ve yeni bir çığır açılabilecektir.
Allah bize bu-aşamada şu âyetleri öneriyor:
“Biz seni
ancak bütün insanlara müjdeci, uyarıcı olarak gönderdik” (Sebe’ 28).
“Rabbine
dâvet et” (Kasas 87).
“Hikmetle,
güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır”
(Nâhl 125).
“Sizin
içinizden hayra çağıran iyiliği emredip kötülükten vazgeçiren bir topluluk
bulunsun” (Âl-i İmran 104).
“Siz
insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Çünkü siz
iyiliği emreder ve Allah’a inanırsınız” (Âl-i İmran 110).
“İyilikle
kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü güzel bir şekilde önle” (Fussilet 34).
“Rabbinin
yoluna hikmet ve güzle öğütle çağır ve onlarla en güzel bir şekilde mücâdele
et” (Nâhl 125).
“İnsanlara
hatırlat. Çünkü hatırlatma îmanlı kimselere fayda verir” (Zâriyât 55).
“Ben mü’minin
deyip, sâlih-amel işleyip, insanları Allah’a çağıran kimseden daha güzel sözlü
kim vardır” (Fussilet 33).
“Allah’ın
dînine yardım ederseniz. O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz” (Muhammed 7).
“Allah bir
kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar. Onun kazandığı iyilik kendi
yararına, kötülük de kendi zararınadır. (Şöyle diyerek duâ ediniz): Ey Rabbimiz!.
Unutur, yada yanılırsak bizi sorumlu tutma!. Ey Rabbimiz!. Bize, bizden
öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz!; bize gücümüzün
yetmediği şeyleri yükleme!. Bizi affet, bizi bağışla, bize acı!. Sen bizim
Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et” (Bakara 286).
“Kim güzel
bir (işte) aracılık ederse, ona o işin sevâbından bir pay vardır. Kim de kötü
bir (işte) aracılık ederse ona da o kötülükten bir pay vardır. Allah’ın her
şeye gücü yeter” (Nîsâ 85).
Eylem, hicreti de gerektirebilir. Hicret bir eylemdir çünkü. Bu âyetlerin
de yönlendirmesiyle müslümanlar, Mekke müşriklerinin zulmünden kurtularak İslâm’ın
ön-gördüğü biçimde özgürce yaşayabilmek amacıyla Habeşistan’a hicret
etmişlerdir. Müslümanlar, ilki Hz. Muhammed’in peygamberlikle
görevlendirilişinin beşinci yılında (614), ikincisi de altıncı yılın (615)
başlarında olmak üzere iki defâ hicret ettiler. Bu hicretler “birinci
Habeşistan hicreti” ve “ikinci Habeşistan hicreti” olarak adlandırılır. Daha 5.
yılda, İslâm’ın Mekke’nin o zamanki ortamında İslâm’ın hakkıyla
yaşanamayacağını gören mü’minler, Peygamberin emri ile Habeşistan’a hicret
ederek orada İslâm’ın yaşanmasının mümkün olup-olmadığını denemek ve
mü’minlerin en azından bir kısmının rahat bir şekilde inancını yaşayabilmesi
için hicret etmişlerdir. Çünkü İslâm, zinhar hayâta aktarılmadan yaşanabilecek
bir din değildir. Habeşistan’da rahat bir şekilde hem inançlarını hem de
hayatlarını yaşayabilen mü’minler, Habeşistan’ın dâvete karşı olumsuz bir tutum
takınmamasına rağmen, oturmuş bir devlet-düzeni olduğunu ve “devlet-içinde bir
devlet”in olamayacağını gördükleri için Habeşistan’ın Dâr-ül İslâm olması
düşüncesinden/umûdundan vazgeçmişlerdir. Peygamberimiz daha sonra aynı amaç
için 10. yılda çok uygun iklimi ve şartları olan Taif’i denedi. Taif daha
ilk-başta bu “fırsatı” tepti. Medîne o dönemde Evs ve Hazreç kabîlelerinin
arasındaki savaş nedeniyle ilk-başta düşünülmemişti. Daha sonra Allah Medîne’yi
nasip etti müslümanlara Dâr-ül İslâm olarak.
“Tarafımdan söyle: Ey îman eden kullarım, Rabbinizden
korkun!. Bu dünyâ-hayâtında güzel düşünüp güzel davrananlara güzellik var.
Allah’ın toprağı/yer-yüzü geniştir. Sâdece sabredenlere, ücretleri hesapsız
ödenecektir” (Zümer 10).
Eyleme kadar îman/inanç ve ahlâkla donanmak şarttır.
Eylem ile birlikte artık hicret ve cihad başlar. Evet; çok gayretli
çalışmalarla, varını-yoğunu ortaya koyarak gösterilecek çabalarla ve tabî ki
Allah’ın izni ile Allah bu işin sonunu “devlet”e çıkaracaktır.
Artık bundan sonra devlet ve medeniyet aşaması gelir
ve ne nihâyet bu yolda Allah için çalışanları sonsuz nîmetlerle donanmış ebedî
cennetler bekler. İşte en büyük kurtuluş da budur:
“Şüphesiz
îman edip (bilgi ve bilince erip) sâlih amellerde bulunanlara gelince; onlar
için altından ırmaklar akan cennetler vardır. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk
budur” (Burûc 11).
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Nîsan
2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder