26 Haziran 2022 Pazar

Hak ve Hakîkat Üzerine

 

“Onlar, yalnızca zanna uymaktadırlar. Oysa gerçekte zan, haktan (ve hakîkatten) yana hiç-bir yarar sağlamaz” (Necm 28).

 

Hakîkat lûgatta: “Bir şeyin aslı ve esâsı. Mâhiyeti. Gerçek. Doğru. Sahih. Sâbit ve vâki. Sadâkat, doğruluk. Kâinat, tabiat ve ulûhiyet hakkında bütün teşbih ve mecazlardan âri ve zâhir olan gerçek” anlamlarındadır.

 

Hak “tek” olduğu için hakîkat de “tek”tir. Hakka ve hakîkate ulaşmanın yolu da tektir. Hakîkate ulaşmanın yolu Hak’kın gönderdiği Kur’ân ve Peygamber’i tâkip etmekle olur. Kur’ân’ı ve Peygamber’i tâkip etmek ise, Kur’ân ile bilgi ve bilince ulaştıktan sonra, Peygamber örnekliği (Ahzâb 21) ile amel-eyleme geçmektir. Kur’ân âyetlerinin hakîkati ve en doğru anlamı, Peygamber’in pratiğe döktüğü gibidir. Çünkü hakîkat kâlplerde, zihinlerde, dört duvar arasında ve satırlarda duracak ve orada kalacak bir şey değildir. Hakîkat hayâtın tüm alanlarında görünmek ve hayâtın tüm alanlarında hâkim olarak işlevsel olmak ister. Zâten hakîkat hâkim olmadığında bâtıl hâkim olur.

 

Namazlarda okuduğumuz “mâliki yevmiddin” sözü, “din gününün tek mâliki”nin Allah olduğunu söylemektir. Tek Mâlik Allah olunca, artık orada haktan ve hakîkatten başka bir şey olmaz. Bu nedenle âhirette hak ve hakîkat karşısında sesler kısılır ve kimse ağzını bile açamaz. Bâtılın olduğu yerde ise haktan ve hakîkatten iz kalmaz ve bâtıl her tarafı kuşatır. Âhirette söz Allah’ındır artık. (Mâliki yevmiddin). Hak-Hakîkat O’nun elindedir. Âhirette tüm yetki sâdece Allah’ın elindedir. Fakat olması gereken şey, bu Dünyâ’da insanlar arasında da tüm yetkinin ve hâkimiyetin O’na verilmesi ve O’na göre yaşanmasıdır.

 

İnsanlık târihi, bâtılın “hakîkat” diye gösterilmesi ve mü’minlerin buna karşı çıkmasının târihidir. Bu mücâdele modernizm ile birlikte çok farklı bir çatışmaya dönmüştür. Modernizm, bir “kışkırtma uygarlığı”dır. Nefisleri kışkırtır. Kışkırtılmış nefisler, hakîkati idrâk edemezler yada bâtılı hâkikat zannederler. Böylece hakkın ve hakîkatin değil de bâtılın peşine düşerler ve bâtılı izlerler. Şeytanın ve tâğutların kurdukları sistem olan modernizm, hazza ve nefse oynadığı için, insanları kolayca ayartmaktadır.

 

Hakîkati merkeze aldığımızda insanların târih boyunca yaptıkları, arzu ettikleri, hayâlini kurdukları ihtiraslar vs. bütün dünyevî şeyler anlamını ve önemini yitirir. Bu aynen, âhiretten Dünyâ’ya bakmak ve orada geçirilen zamânı düşünmek gibi bir şeydir. Hak ve hakîkat, kişinin ihtiraslarına gem vurmasını sağlar ve onu dünyevileşmekten korur. Bu nedenle tâğutlar, haktan ve hakîkatten nefret ederler. Zîrâ hakkın ve hakîkatin ortaya çıkması ve hayâta hâkim olması, onların bitip-tükenmesi demektir.

 

Târih boyunca dünyevileşmiş olan kitleler, hakkı ve hakîkati hatırlatanlardan nefret etmişler ve onları aşırılıkla yaftalamışlardır. Haktan ve hakîkatten bahsedenleri yobaz, geri, ilkel, bağnaz ve hattâ terörist olarak görmüşlerdir. İnsanları en çok rahatsız eden şey, “hakîkati duymak”tır. Çünkü hakîkat, kafa ve beden konforunu alt-üst eder, haz ve zevk içindeki yaşamı baltalar.

 

Hakîkat ancak ve ancak Kur’ân-merkezli olarak kavranabilir ve Kur’ân-merkezli olarak hayâta hâkim kılınabilir. Zîrâ hakîkat, Hak’tan gelir. Vahiy de Hak’tan geldiği için, vahiy olmadan hakîkatin açığa çıkması mümkün değildir.

 

Hakîkat aşırı bilgiyle ve modern akıl ile perdelenmeye çalışılıyor. Hakîkati mutlak anlamda idrâk etmeye aklın çapı yetmez. Fakat insan akleden bir varlıktır ve hakîkati elbette vahiy-merkezli olan akıl ile idrâk etmeye çalışacaktır. Vahiy, hakîkati “aklın ötesinde” idrâk etme bildirimidir. Modern müslümanlar da dâhil modern insan, o çok güvendiği aklıyla, Kur’ân’ın modern çağ da dâhil tüm zamanlarda bağlayıcı olduğu hakîkatini değiştirmek için kendisini paralıyor. Oysa nefsin güdümünde olmayan akıl, hakkın ve hakîkatin ne olduğunu hemen görür ve kabûl eder.

 

Hakîkat, “apaçık olan”dır. Hakîkat, “bâtın”da falan değildir. Tasavvufta şöyle bir sıralama yapılır; şeriat-târikat-hakîkat-mârifet. Bu sıralamada şeriat en alta konarak hafifletilmektedir. Oysa hakîkat şeriatla ortaya konulup da amel-eylem şeklinde yaşanmadığında göreceli olmaya mahkûm edilmiş olur. Herkesin kendine göre bir hakîkati daha doğrusu hakîkat sandığı bir düşüncesi olur. Oysa Allah, hakîkatin en ideâl şeklini vahiy sözüyle ortaya koyduktan sonra, peygamber göndererek hakkı ve hakîkati pratik olarak da ortaya koymuş ve “güzel örneklik” dediği bu pratikliği “en ideâl pratiklik” olarak ebedileştirmiştir. Bize de bu pratikliği-örnekliği tâkip etmemizi emretmiştir. Mezhepler, târikatlar, cemaatler, hizipler, partiler, ideolojiler vs. hepsi de hakîkat adına farklı şeyler söylerler ve doğrunun kendi söyledikleri gibi olduğunu dayatırlar. Herkesin “kendi doğrusu”nun olduğu bir toplumda hakîkati anlatmak ne kadar da zordur. Aslında hiç-biri de doğru değildir ki zâten doğru tektir ve birden çok doğru olmaz. Hakka ve hakîkate götüren en düzgün yoldur doğru. Diğerleri “tam doğru” değildir. Tam doğru olmayınca da “doğru” olarak kabûl edilmez. “İçinde doğrular olan şey” olarak kabûl edilmelidir. Doğru içinde yaşanmadığında bir yalan içinde yaşamlar olur. Yalan içinde yaşamak kolaydır; hakîkat ise adamın belini büker.

 

Eşyânın hakîkatini araştırmak, eşyâyı olduğu gibi kabûl edememektir. Oysa eşyâyı en ileri seviyede idrâk etmek, onu olduğu gibi görmektir. Böyle yapmayıp da eşyâyı parçalarına ayırarak anlamaya çalışmak, o eşyânın özelliğini kaybetmesine neden olur ve o şey artık başka bir şey olarak görülmeye başlar. Meselâ suyun hakîkati “su”dur. Suyu inceleyip araştırdığınızda ve moleküllerine ayırarak onu formül olarak gösterdiğinizde, o şey su olmaktan çıkar. Su, laboratuvarda araştırılan şey değil, gökten mûcizevî bir şekilde yağan yağmur, kar ve dolu şeklindeki şeydir.   

 

Modern-bilim, hakîkati perdeliyor. Çünkü modern-bilimin hakîkate ulaşmak gibi bir derdi yoktur. Onun derdi, seküler paradigmanın yalakalığını yapmaktan başkası değildir. Sürekli olarak seküler sistemin ihtiyaç duyduğu teorileri ve verileri sağlamak ve teknoloji devlerinin ürünlerinin alt-yapısını hazırlamaktır. Modern-bilimin ve teknolojinin insanlığa ne ve ne kadar yararı oldu ki?. Modern-bilim ve teknoloji -sözde- ilerledikçe insanların en azından yarısı maddî ve mânevî olarak geriliyor.

 

Beşeri-nefsî-şeytânî ideolojilerle ve sistemlerle hakkın ve hakîkatin ortaya konulması mümkün değildir ve hattâ bu ideolojiler hakka ve hakîkate düşmandır ve engeldir. Zâten beşerî sistemler hayâtiyetlerini bu düşmanlığa borçludurlar. Meselâ demokrasi; hakka-hakîkate, adâlete-eşitliğe düşmandır, bu nedenle hakîkatin ortaya çıkmasına engel olur. Bunu, Allah’ın hükümlerine uymak yerine beşerin hükümlerini dinleştirerek yapar. Egemenliğin kayıtsız-şartsız milletin elinde olduğu yalanını söyler. Oysa Allah’ın elinde olmayan egemenlik mutlakâ; şeytanın, nefsin ve tâğutların eline geçer.

 

Hak, “Hak’tan gelen”dir, şeytânî bir ideoloji olan demokrasiden ve beşerî ideolojilerden değil. Hak-dinden sapanlar, Allah’ın da beşerî iktidardan yana olduğunu zannederler. Hak düşünceden sapma, kişilerin yüceltilmesi ve ilahlaştırılmasıyla başlar. Böylece Hak değil, halk desteklenmeye başlar. Lâkin hak olanı “halk” değil, “Hak” belirler. Zîrâ Yaratıcı kim ise, mülk kimin ise, Hak da O’dur ve hakkı ve hakîkati belirlemek O’nun hakkıdır.

 

Kur’ân, Hak-Hakîkat ve adâlet-eşitlik yanındadır. Tevhid ancak bu şekilde ikâme edilir. Bu böyle olduğu için, Kur’ân’ın “birilerinin” tarafında olmadığı ortaya çıkar. Kur’ân hakkın ve hakîkatin tarafındadır. Dünyâ’da hak-hakîkat ve adâlet-eşitlik ancak, Allah’ın kânunları olan Kur’ân ile hükmedildiğinde ve Peygamber örnekliği ile amel edildiğinde gerçekleşir.

 

Hak ile bâtıl arasındaki farkın anlamsızlaşması, bâtıla alan açarken, hakkı blôke eder. Hakkı apaçık bir şekilde ortaya koymadıktan sonra, sürekli olarak bâtıldan bahsetmenin bir yararı olmaz. Bâtıl, onu kötülemekle ortadan kalkmaz. Hakkı bâtılın üzerine atıp da bâtılı darmadağın etmedikçe bâtıl batmaz ve orada durur. 

 

Hak olanı bilip-bilmemekten ziyâde, hak olanın, kişinin işine gelip-gelmemesi önemlidir. Hakîkatin “kuru bilgisi” hakîkat değildir. Zâten hiç-bir şeyin bilgisi o şeyin kendisi değildir. Hakkı hâkim kılmak ve bu uğurda bedel ödemeyi göze alıp-alamamak önemlidir. Eğer göze alamıyorsanız bırak gitsin. En azından hakkı ve hakîkati bulandırmamış olursunuz. Çünkü hâkim kılmak istemediğiniz hakîkatin size hiç-bir yararı olmaz. Hak uğruna gerekirse malından ve canından bile geçmeyi göze alamayanların, hem hakîkati idrâk etmedikleri ortaya çıkar, hem de hakîkatin peşinde olmadıkları ortaya çıkar. İnsanın ciddî, samîmi ve gayretli olup-olmadığı, bu uğurdaki kararlılığına bakarak anlaşılır. Hakîkat “sâdece bilmek” değildir. Hakîkat, “bilmek ve yapmak”la birliktedir. 

 

Hakîkati sâdece bilmek yetmez, onu dile getirmek, sonra da hayâtın tam ortasında hâkim kılmak hedefi üzerinde olmak da şarttır. Hakkı söyleyen 1 kişi, bâtılı söyleyen 1 milyar kişiden üstündür. Hakîkat, “reyting”in gösterdiği değil, Allah’ın bildirdiği ve Peygamber’in örneklendirdiğidir.

 

Hakkın ortaya konması güzellikle mümkün olmayınca (ki bu insanlık târihinde hemen hiç olmamıştır), devreye “Allah’ın bu konudaki kânunları” girer. Hakîkat, bir kenarda duracak bir şey değildir. Hakîkat Allah’tır. Bu nedenle hakîkatin olmadığı yerde Allah bil-fiil yok demektir. Fakat bu yanlış bir şeydir. Zîrâ Allah’ın olmadığı yerde anlam olmaz, adâlet olmaz, ahlâk olmaz, vicdan ve merhâmet olmaz, eşitlik olmaz ve tevhid olmaz. Böylece hem çeşitli çirkeflikler hem de çeşitli zulümler açığa çıkar. O hâlde hakkı ve hakîkati, Dünyâ’nın altını üstüne getirme pahasına da olsa hâkim kılmak için çalışmalıyız. Bu uğurda cihadın her türlüsüyle cihad etmeliyiz.   

 

Hakîkat aşırı bilgiyle perdeleniyor. “Hakîkati ortaya koyacağız” diyerek eşyâya ve Kur’ân’a zulmediliyor. Birileri eşyâyı parçalarken, diğerleri de Kur’ân’ı parçalıyorlar. Böylece hiç-bir şey doğal, normâl ve fıtrî hâlinde kalmamış oluyor. Hak ve hakîkat parçada değil bütündedir. Hakîkat, “Kur’ân’dan ve Kur’ân bütünlüğünden çıkarılan”dır, “Kur’ân’a giydirilen” hakîkat “hakîkat” değildir. Hakkın yolu birdir. Tüm peygamberler o yolu tâkip etmiştir.

 

Hakîkatin tabi bâzı bedelleri vardır. O bedellerden biri de “yalnızlaşmak”tır. Zîrâ imtihanın da bir gereği olarak insanların çoğu hakkın ve hakîkatin yanında olmamışlar ve olmayacaklardır. Hakkın ve hakîkatin yanında olanlar, hakkı ve hakîkati dert edinenlerdir. Hakîki dert, hakîkati dert etmektir. Zâten hakîki dertleri olmayanlar, her-şeyi dert ederler. Hayatları gereksiz şeyleri dert etmekle geçip gider ve heder olur.

 

Hakîkatin deneyi olmaz. Çünkü hakîkat ya vardır yada yoktur. Hakîkat için mücâdele ya vardır yada yoktur. İnsan ya hakîkat üzeredir yada değildir. Ya hak ve hakîkat vardır ve hayâta hâkimdir, yada bâtıl vardır ve hayâta hâkimdir. Târih hak ile bâtılın savaşıdır. Allah’ın emri ve mü’minlerin hedefi, “bâtılı def etmek ve hakîkati hâkim kılmak”tır.  

 

Hakka bâtılın karıştırılması, hakkın hiç olmamasından daha kötü sonuç verir. Çünkü hak ve de hakîkat bâtıl kabûl etmez ve bâtıl ile aslâ senteze girmez. 

 

Hak ve hakîkatin hâkim kılınması için yeryüzünde kurulması şart olan İslâm Devleti, göklerde kurulmuş olan “Kâinat İslâm Devleti”nin bir iz-düşümü olacaktır. Böylece göklerde olduğu gibi yeryüzünde de her-şey yaratılışına uygun olarak hareket edecektir. Zîrâ gökler yâni tüm kâinat, hakka ve hakîkate göre deverân eder. Bir tek insan denen varlık, bâtılın peşinde gider. Mü’minler işte buna karşı durmalı ve bâtılı yok edip hâkkı ve hakîkati hâkim kılmak için çalışmalıdırlar.

 

Hakîkat “mutlak hakîkat”tir. Yarım-yamalak hakîkat olmaz. O yüzden hakîkat Mutlak Olan’dan gelmek zorundadır. “Mutlak olmayan”dan gelen mutlak olmaz. Mutlak olmayınca hakîkat de olmaz. O-hâlde beşerî olan ve hakîkat zannedilenler aslında hakîkat değil, bâtıldır. İnsanlık daha çok bâtıl üzre olmuştur-olmaktadır. Cehennem bu yüzden taşlarla ve insanlarla dolacaktır.

 

Bâtıl, hakkın ve hakîkatin kaybolduğu yerde ortaya çıkar. Fakat hak ve hakîkat gelince bâtıl def olup yok olmaya mecburdur. Zîrâ hakîkat ile bâtıl aynı-anda aynı yerde bulunamaz. Hak geldiğinde bâtıl def olup gider:

 

“Hak geldi, bâtıl yok olup gitti; bâtıl her zaman yok olmaya mahkûmdur” (İsrâ 81).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2020

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder