23 Aralık 2020 Çarşamba

İslâm’ı “Sevgi Dîni”ne Çevirmek

 

“İnsanlar içinde, Allah’tan başkasını ‘eş ve ortak’ tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah’ı sever gibi severler. Îman edenlerin ise Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azâba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vereceği azâbın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi” (Bakara 165).

 

İslâm bir “ölçülü olma dîni”dir. Kâinatta her-şey bir ölçüye göredir ve ölçüye göre hareket eder. Allah bize de ölçülü olmayı emreder. Her-şeyin aşırısı zararlı ve yanlış olduğu gibi, sevginin bile aşırısı yanlıştır. Aşırı ve yoldan çıkmış sevgi, böyle bir sevgiye sâhip olanlarda zamanla “her-şeyi sevmeye ve sevmek gerektiğine inanma, her-şeyi sevgiye bağlama” duygu ve düşüncesi oluşturur. Aslında bu bir “sevgi hastalığı”dır. Bu “hastalık” başladığında kişi, sevilmemesi gereken ve Allah’ın “sevgi beslemeyin” dediklerine ve hattâ nefret edilmesi gereken şeylere karşı bile sevgi duymaya başlar. Bu tür bir sevgi yanlış ve günahtır. Böyle olduğu için, aşırılaşmış ve yoldan çıkmış sevgi bir cezâ olmaya başlar. Günahların cezâsı kendi cinsinden olduğu için, aşırı sevginin cezâsı, “olur-olmaz her-şeye karşı sevgi duymak” olur. Artık nefret edilmesi gerekenlere karşı bile bir tutku ve hayranlık oluşur o kişilerde. En olmadık şeyleri ve iğrençlikleri hattâ zulmü bile sevgi ile yorumlarlar ve sevgiye göre yorumladıkları için yanlış sonuçlara varırlar.

 

Putlar ilk başta; önceki zamanlarda yaşayan hükümdarlar, kahramanlar, bilginler, yöneticiler, âlimler, bilginler ve hattâ bâzen peygamberlerden oluşan insanların taşa-tahtaya sûretlerinin yapılmasıyla oluşmuş şekillerdi. En azından Mekke müşriklerinin putlarının çoğu böyleydi. Zâten onlara, putlara saygı göstermeyi ve tapmayı doğru gösteren şey, direkt olarak onların sûretlerine değil, onları temsil eden şeylere aşırı sevgi ve saygı duyuluyor olmasından dolayı idi. O putlar nasıl ki yaşadıkları zamanlarda insanlara yardım etmişlerse, “Allah’ın sevgili kulları oldukları için” şimdi de yardım edebilirlerdi. Buna göre “onların sûretlerine saygı duyarsak ve taparsak ölümlerinden sonra da bize yardım ve aracılık edebilirler” diye düşünüyorlardı ve bu nedenle de mü’minlerin eleştirilerine karşı; “onlar bizi Allah’a yaklaştırıyorlar” diyorlardı. Bu mantık, tâ Hz. Âdem’in çocukları yada torunları zamânından bêri geçerlidir. Hristiyanlar ise Roma paganizmi ile bir yerden sonra uzlaşmak zorunda kaldı ve tâviz verdi. “Azizlik kültü”nün Hristiyanlık’ta da ortaya çıkması bunun bir örneğidir. Azizler gerçekte, eski Yunan’ın “pagan kahramanları”nın tekrar hayat bulması ve îtibar görmesidir. Yunan-Grek kahramanları, aynen Aziz’ler gibi saygı gören, öldükten sonra kutsallık mertebesine yükseltilen ve mezarları Hac görevi için popüler ziyâretgâh hâline getirilen yerlerdi. Sonradan hristiyanlar’ın, “hristiyan aziz” zannıyla ziyâret ettikleri mezar yerlerinin bir-çoğu, muhtemelen eski Artemis veyâ Yunan Tapınağı ve ziyâret ettikleri kişiler de, eski pagan kahramanlardı. Daha sonra bunlara “hristiyan azizleri” de eklenmiştir.

 

Şu-an îtibârıyla da müslümanlar; evliyâyı, gavsları, kutupları ve ölmüş yada yaşayan imamlarını aşırı saygı ve sevgilerinden dolayı olağan-üstüleştiriyorlar ve “bunlar bize şefaat edecek ve bizi cennete sokacaklar” diyorlar. Onları Allah ile kendileri arasında üstün “aracılar” olarak kabûl ediyorlar ve böylece şirke düşüyorlar. Çünkü şirk denilen şey budur.

 

Putperestler yâni bir-zaman önce yaşamış kahramanlarını, önderlerini ve lîderlerini aşırı sevip putlaştırmış olanlar, bu putların, kendilerine âhirette Allah’a karşı yardım edeceklerini sanıyor ve onlarda en olmadık olağan-üstülükler vehmediyorlardı. Böyle olunca insanlar bu kişilere aşırı bağlanmışlardı. Çünkü onları çok sevmişlerdi. Bu kişilerin ölümlerinden sonra resimleri ve heykelleri yapıldı. Onları ilk başta ölüm yıldönümlerinde, daha sonra ise sık-sık ziyâret ettiler. Zamanla onlara aşırı tâzim gösterilmeye ve en nihâyet de tapılmaya başlandı. Demek ki şirkin kökeni “aşırı bağlılık” ve “aşırı sevgi”dir. Allah’tan başkasına aşırı bağlılık ve sevgi şirk sürecini başlatır. İslâm’da resim ve heykele iyi gözle bakılmamasının nedeni de budur. Evet; putperestlerin put edindiklerine karşı duyduğu aşırı sevgileri onları yoldan çıkarıyordu. Mekke müşrikleri de putlarına aynı duygularla yaklaşıyorlardı. Putları temsil eden kişilere aşırı bağlıydılar. Çünkü onları çok seviyorlardı. Bu aşırı sevgi yanlış yorumlar yapmalarına ve onlarda aşırı bir güç vehmetmelerine sebep olmuştu. Böylece her işlerini Allah’a göre değil de putlarına göre yapmaya başlamışlardı.

 

Şirkin kökünde, “birilerine karşı duyulan aşırı sevgi” vardır. O sevdikleri kişilere sımsıkı bir şekilde bağlandıklarında hem Dünyâ’da hem de âhirette iyi bir yaşama ulaşacaklarını sanıyorlardı. O kişiler târih boyunca yaşamlarında yada ölümlerinden sonra onları aşırı sevenler tarafından putlaştırılmıştır. Bu durum modern zamanlarda da devâm etmektedir. Nice kahramanlar, lîderler, devlet başkanları, bilginler, sanatçılar, sporcular vs. resimleri ve heykelleri yapılarak, aşırı saygı ve sevgi duyularak hattâ karşılarında tâzimde bulunarak putlaştırılmış ve ilahlaştırılmıştır. İşte tüm bunlara neden olan şey “aşırı sevgi”dir. Sevgi yoldan çıkınca, sevileni putlaştırmaya ve ilahlaştırmaya kadar gider.

 

Sevgiyi aşırılaştıranlar, artık her-şeyi o aşırı sevgi duyulan şeye göre yorumlayıp kabûl ederler. Aşırı ve yoldan çıkmış sevgiye aykırı olan şeyi kabûl etmezler ve hattâ düşman olurlar. Fakat böyle olunca vicdansız, merhâmetsiz, zâlim, kâfir, müşrik ve şerefsizlere bile sevgi beslemek düşüncesi açığa çıkar ve normâlleşir. İslâm’ı da bu duyguya göre yorumlarlar. Öyle ki sapıklığı apaçık belli olan Firavun’a ve hattâ insanın baş düşmanı olan şeytana bile sevgi beslerler ve onları savunmaya başlarlar. Oysa Kur’ân-ı Kerîm, insanları bundan şiddetle sakındırır: 

 

“Allah’a ve âhiret gününe îman eden hiç-bir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah’a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşîretleri (soyları) olsun…” (Mücâdile 22).

 

Peki meşrû sevgi kimler arasında olur?. Sevgi, “Allah’tan başkasını daha çok sevmemek koşuluyla” aynı yolda olanlar yâni Allah’a îman edenler ve sâlih amel işleyenler arasında olur:

 

“Îman edenler ve sâlih amellerde bulunanlar ise, Rahmân (olan Allah), onlar için bir sevgi kılacaktır” (Meryem 96).

 

“Allah’tan başkasını Allah gibi sevmemek”, mü’minlerin “bir kardeşlik içinde birbirlerini sevmeleri şeklinde” olur. Bu yolda olmayanlar ve buna göre bir İslâm kardeşliği, kardeşlik bağı ve sevgisi kurmayanlar Allah’ın rızâsını kazanamayacak ve Allah da zamanla onların yerine başkalarını getirecektir:

 

“Ey îman edenler!; içinizden kim dîninden geri döner (irtidât eder)se, Allah (yerine) kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği, mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı ise güçlü ve onurlu, Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir” (Mâide 54).

 

Modern müslümanlar, İslâm’ı “sevgi dîni”ne çevirmek istiyorlar, çünkü İslâm “sevgi dîni” olunca oturdukları yerden her-şeyi sevecekler (aslında sevmedikleri hâlde “seviyorum” diyecekler) ve işleri kolaylaşacaktır. Kur’ân’ın “insanın belini büken” o emir-nehiylerine ve zorluklarına katlanmayacaklar, emir ve yasaklarına titizlenmek zorunda kalmayacaklardır. Çünkü ne de olsa sevgi doludurlar(!) ve güyâ kendilerine yerine getirmesi zor ve imkânsız gelen şeyleri seviverdiler mi kavgalar-dövüşler bitecek ve her-şey düzelip yoluna giriverecektir. Bu bağlamda Kur’ân’ın eleştiri ve îtirâz içeren âyetlerini dile getirmekten kaçınırlar ve onların zinhar sözünü bile etmezler.

 

İslâm’ı sevgi dînine çevirenler, Peygamberimiz’in güzel örnekliğini de görmezden gelmek zorunda kalırlar. Peygamberimiz’in 23 yıl boyunca yaptığı her konudaki cihadını, savaşlarını ve tâvizsizliğini değil de, sevgi ve hoşgörü tarafını aşırı öne çıkarırlar. Hattâ en olmadık şekilde aşırı hoşgörülü bir din ve peygamber tavrı uyduracaklardır. Tabî ki İslâm’da, Kur’ân ve Sünnet’te yâni âyetlerde ve Peygamberimiz’in davranışlarından sevgiyi, merhâmeti, vicdânı ve hoşgörülü olmayı öven sözler, emir ve tavsiye eden âyetler vardır. Fakat İslâm sâdece sevgiden bahseden bir din değildir ki!. İslâm en sonunda sevgiye ulaşmak ve tüm Dünyâ’yı bir “sevgi diyârı”na çevirmek ve sevgi ile donatmak isteyen bir dindir ki zâten adı da “barış” anlamına gelen “İslâm”dır. Fakat bu, İslâm’ın eleştiri, îtirâz ve isyân içeren âyetlerini, yapılan mücâdeleyi, gayretleri ve tâvizsizliği görmezden gelmeyi gerektirmez. Çünkü İslâm bir “sevgi dîni” değildir. Varlığın ve Dünyâ’nın formatı da aslında sevgi-merkezli bir yapının tüm Dünyâ’yı kuşatmasına ve sürekli olarak böyle bir Dünyâ oluşmasına müsâit değildir. “İmtihan dünyâsı” buna sürekli olarak izin vermez. 

 

İslâm’ı sevgi dînine çevirmek isteyenler ve o şekilde gösterenler daha çok mistisizm ve tasavvuf taraftarlarıdırlar. Sürekli olarak sevgiyi öne çıkarıyorlar ve salt sevgiyle her-şeyi hâlledebileceklerini sanıyorlar. “Lâ fâile illallah” yâni “her-şeyi yapan-eden Allah’tır” diyerek meydana gelen her-şeyi meşrûlaştırmak ve kötü, pis, iğrenç ve yanlış olan her-şeyi sevmeye başlıyorlar. Halbuki Kur’ân’da ve güzel örnekliğimiz Peygamberimiz’de böyle bir düşünce ve davranış yoktu ki!. Unuttukları ve hesâba katmadıkları şey şudur; Dünyâ’nın formatı gereği Dünyâ hem cennet değildir ve olamaz hem de insanda “nefs” denen bir şey vardır. Nefs sürekli olarak İslâm’a aykırılık üretir: “Çünkü gerçekten nefis, -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir” (Yûsuf 53). Bu nedenle de her-şey “sürekli olarak” yerli-yerinde ve iyi-güzel olamaz. Târih boyunca Dünyâ’ya nefs hâkim olmuştur yada hâkim olmak istemiştir. Nefsin bu isteği ile meydana çıkan çirkin ve acı sonuçlar da apaçık bir şekilde ortadadır. Mazlumlar ve mâsumlar zulme uğramakta ve feryât-figân etmektedirler. Dünyâ İslâm’ın emrettiği şekilde bir “barış yurdu”na döneceğine “zulüm diyârı”na dönmüştür. Peki bu durumu sâdece sevgi ile nasıl düzelteceksiniz ki?. Buna rağmen (şirk, küfür, ahlâksızlık, adâletsizlik ve zulüm olmak üzere) her-şeyi hak görmek ve bu nedenle her-şeyi sevmek sapıklıktan başka bir şey değildir. Aşırı ve yoldan çıkmış sevgileri onlara ne insanlara ne fenâ şeyler yaptırıyor..  

 

Tasavvuf, İslâm yâni Kur’ân ve Sünnet merkezli değildir. Yunan, Anadolu, Mısır, Arap Yarım-adası, Mezopotamya, Îran, Hint, Çin ve Türk diyarlarının dinlerinin bir sentezi olarak ve Yeni Platonculuk, Hermetizm, Ezoterizm, Okultizm, İnisiyasyon, Mistisizm, Yahudilik, Hristiyanlık, Mecûsilik, Zerdüştlük, Sâbilik, Mezopotamya dinleri, Hinduizm, Budizm, Konfüçyanizm, Şamanlık gibi dinlerin karışımı olarak eklektik ve gayr-ı İslâmî bir din ve şirk felsefesidir. Zâten tasavvufta “lâ fâile illallah” sapık düşüncesinden dolayı yapılan hiç-bir şey yanlış, kötü ve çirkin olmayacağı için, onlar gelmiş-geçmiş tüm küfür ve şirk içeren dinlerin de hak olduğunu söylerler ve İslâm ile aynılaştırırlar. Bâzılarıysa bunların aşırılıklarını reddederek ve İslâm’dan katkılarla bâzı olumlu ve iyi işler de yapmışlardır; Âhiler gibi. Fakat onlar bile, meselâ ticâri konularda adâleti yerine getirmek için îcâbında sert davranmışlardır. Zîrâ ortaya çıkan her davranışın sonucunu hoşgörmek ve sevmek sapıklıktır.

 

Dünyâ’da onca haksızlık, merhâmetsizlik, vicdansızlık, adâletsizlik, küfür, şirk ve zulüm varken ve İslâm bunları ortadan kaldırıp, hakkı-hakîkati, adâleti, merhâmeti, vicdânı ve tevhidi hâkim kılmak isterken ve bu konuda tâvizsizken, İslâm nasıl “sevgi dîni”ne dönüştürülebilir ki?. Meselâ vicdansızca işgâl edilen bir yerde yaşayan hâmile bir annenin karnını yarıp çocuğunu çıkardıktan sonra, babasının gözleri önünde parçalayıp vahşî köpeklere atmak, salt sevgi ile nasıl açıklanacaktır ve sevgi ile nasıl düzeltilecektir?. Böyle bir durumda sevgiden bahsetmek ağır bir sapıklıktan ve şerefsizlikten başka bir şey olmaz. Sâhi, her-şeyde sevgi görenler ve içleri sevgi dolu olanlar(!) şu âyet ve emir karşısında ne diyecekler:

 

“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sâhib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nîsâ 75).

 

Kur’ân bu âyette sanki “niye savaşmıyorsunuz” değil de “niye sevişmiyorsunuz” diyor da, İslâm’ın düşmanlarına, kâfir, müşrik ve zâlimlere sevgi besliyorlar. Modern müslümanlar da öyle; mü’min kardeşleri çeşitli zulümler görürlerken onlarla birlik olmuyorlar ve onlara destek olmuyorlar da, onlara çeşitli şekilde zulmün her türlüsünü revâ görenlere yalakalık yapıyorlar ve onlarla dost oluyorlar. Onlarla müslümanların aleyhine de olacak şekilde her türlü işi yapabiliyorlar. İşte bu, sevgiyi yanlış kullanmanın ve İslâm’ın salt sevgi dîni olduğunu zannetmenin ve kabûl etmenin bir sonucudur.

 

Esâsen târih boyunca hiç-bir şirk, küfür, adâletsizlik ve zulüm, sâdece sevgiyle, güzellikle, patırtı-gürültü çıkarmadan düzeltilememiştir ve bunun bir örneği de yoktur. Belki sâdece Hz. Yûnus’un ikinci görev yeri ile ilgili bir durum olabilir ki biz o kavmin İslâm’ı kabûl etme sürecinde neler olduğunu ve neler yaşandığını bilmiyoruz.

 

Allah; meleklerini, peygamberlerini ve vahiylerini sevgiden ve rahmetinden ziyâde, şirke, küfre, adâletsizliğe ve zulme karşı olan öfkesinden dolayı göndermiştir. Çünkü peygamberler ve vahiy; şirke, küfre, adâletsizliğe ve zulme karşı bir eleştiri, îtirâz ve isyân olarak gönderilmiştir. Allah’ın aslâ râzı olmayacağı şirkin ber-tarâf edilmesi için gönderilmişlerdir. Peygamberler ve onlarla birlikte olanlar da şirke, dolayısıyla da adâletsizliğe ve zulme bir son vermek ve İslâm’ı hayâta hâkim kılmak için, canlarından-mallarından vazgeçerek üstün bir mücâhede ve mücâdele sergilemişlerdir. Yoksa salt sevgiden bahsederek İslâm’ı hayâta hâkim kılmış değillerdir ki zâten bu şekilde bir hâkimiyet mümkün değildir. Çünkü Dünyâ’nın formatı ve imtihan buna izin vermez. Peygamberimiz’in 28 tânesinde başkomutan olarak yaptığı 70 tâne savaş vardır. Bunlar sevginin değil, öfkenin bir sonucudur. Bu öfke elbette “kerîm bir öfke”dir. Kerîm öfke; küfre, şirke, adâletsizliğe ve zulme olan öfkedir.

 

Hz. Zekeriyyâ’nın ve Hz. Yahyâ’nın başlarının testere ile gövdelerinden ayrılması, sevgiyi anlattıklarından ve sevgiden bahsettiklerinden dolayı değildi. Onlar İslâm hakîkatini hakkıyla anlattıkları, şirke, küfre, adâletsizliğe ve zulme apaçık ve güçlü bir ses yükselttikleri için canlarından olmuşlardır. Hz. Îsâ da yine bu nedenle çarmıha gerilmişti.

 

Sevgi bir amaç değil, bir sonuçtur. Biri size gülerse siz de gayr-ı ihtiyâri olarak gülmeye başlarsınız. İyi işler yaparsanız Dünyâ’da bir sevgi doğar ve yayılır. Fakat zulüm içinde olan, perişân olmuş olanlara bütün Dünyâ gülümsese bile onlar yine de gülmezler. Dünyâ’da niceleri çâresizlik, perişanlık ve zulüm altındayken salt sevgiden bahsetmek ne kadar da yanlıştır ve çiğ bir harekettir.

 

Batı Hristiyanlığında Tanrı, “sevgi tanrısı” olduğu için, insanların başına gelen kötülükler için “tanrının bir cezâsıdır” düşüncesi yoktur. Ne de olsa Tanrı onları Îsâ’nın çarmıha gerilmesiyle birlikte ebediyen affetmiştir. Hz. Îsâ -güyâ- sevgiyi o kadar çok yükselmiştir ki, “artık o sevginin üstüne hiç-bir kötülük ve cezâ çıkamaz” düşüncesi oluşmuştur.

 

Tabî ki sevgi, varlığın özgün duygularından biridir ve kanımca sâdece insanlarda değil tüm canlılarda ve belki de cansızlarda bile bir dürtü olarak bulunmaktadır. Atomlar arasında bir yardımlaşma örneği olan “kovalent bağlar”ı yapan atomların bunu yapması, bilinçsiz de olsa bir sevgi gösterisi olarak yorumlanabilir. Zîrâ kendilerinden eksiltip diğerine vermektedirler.

 

Atom boyutunda da görüldüğü gibi sevgi, sâdece “seviyorum” demekle gösterilmiş ve kanıtlanmış olmaz. Sevgi için bir şeyler yapmak önemlidir. Sevgi sâdece söz ile ilgili değildir. Bu bağlamda birine bin kere “seni seviyorum” demektense, susayan birine bir bardak su vermek daha üstün bir sevgi gösterisidir. Birbirlerine sürekli olarak söz ile “seni seviyorum” dedikleri hâlde birbirlerinden bir bardak su istediklerine bile buruşan ve asılan yüzlerin sayısı az değildir. Gerçek sevgi bencil olamaz. Sevgi özveri ister, bedel ister, gayret ister. Sevginin bedeli vardır. Çünkü sevgi boş bir şey değildir ve olmamalıdır. Modern zamanda aşırı öne çıkarılan sevgi, bencil bir sevgidir. Bu nedenle de sağlam olmuyor ve sevgiler kısa zamanda tükenip gidiyor. Ölene kadar sürecek olan “sevgi”ler, bedeli ödenen sevgilerdir ki bu bedeller bâzen çok ağır olabilir ve bâzen de mallarla ve canlarla cihad etmeyi gerektirebilir.  

 

Dînin de bir bedeli vardır. Dîni sevmenin bir bedeli vardır. Öyle din, “inandım” deyivermekle olacak ve bitecek bir şey değildir. Dîni sevmenin bedeli bir ömür-boyu Allah’ın emrettiği gibi ve O’na adanmış olarak yaşamaktır. Eleştiri, îtirâz, isyân, direniş, vazgeçiş, hicret, devlet, mallarla ve canlarla cihad ve şahâdet ile gösterilir dîne olan sevgi ve bağlılık. O hâlde dîni kuru bir sevgiye indirgeyip de zâlimlerin zulümlerine hiç-bir ses çıkarmadan yapılan sevgi gösterileri sahtedir, yalandır. Beşikteki bebeğe bile acımayan zâlimlere sevgi göstermek, ezikliğin ve şerefsizliğin daniskasıdır.

 

İslâm, sevgi gösterilmesi gerekenlere sevgi, öfke gösterilmesi gerekenlere de öfke gösterilmesini emreder. Allah bile böyle yapar. Allah; zâlimleri, kâfirleri ve müşrikleri sevmez. Şu da var ki “sevgi gösterilmesi gerekenler”e sevgi göstermemek, “öfke duyulması gerekenlere sevgi göstermek”le sonuçlanır. Yâni iş tersine döner. Yine Allah’tan başkasına aşırı sevgi göstermek de işi tersine çevirir; Allah yerine o aşırı sevgi gösterdiklerini ilahlaştırmaya başlar.

 

Demek ki sevgiyi “hak edene” göstermek gerekir. Bu ise en başta Allah’a ve sonra da Allah’ın sevdiklerine sevgi göstermekle olur. Aksi-hâlde sevgiyi aşırı öne çıkarma ve her-şeyi sevgi ile açıklama uğruna büyük haksızlıklar ve zulüm yapılmış olunur. Sonuçta da o yanlış ve aşırı sevgi sizi dinden çıkarır maâzallah!..

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mayıs 2020

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder