“İnsanlar içinde,
Allah’tan başkasını ‘eş ve ortak’ tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah’ı
sever gibi severler. Îman edenlerin ise Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür. O
zulmedenler, azâba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle
Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vereceği azâbın gerçekten şiddetli olduğunu bir
bilselerdi” (Bakara 165).
İslâm bir
“ölçülü olma dîni”dir. Kâinatta her-şey bir ölçüye göredir ve ölçüye göre
hareket eder. Allah bize de ölçülü olmayı emreder. Her-şeyin aşırısı zararlı ve
yanlış olduğu gibi, sevginin bile aşırısı yanlıştır. Aşırı ve yoldan çıkmış
sevgi, böyle bir sevgiye sâhip olanlarda zamanla “her-şeyi sevmeye ve sevmek
gerektiğine inanma, her-şeyi sevgiye bağlama” duygu ve düşüncesi oluşturur.
Aslında bu bir “sevgi hastalığı”dır. Bu “hastalık” başladığında kişi,
sevilmemesi gereken ve Allah’ın “sevgi beslemeyin” dediklerine ve hattâ nefret
edilmesi gereken şeylere karşı bile sevgi duymaya başlar. Bu tür bir sevgi
yanlış ve günahtır. Böyle olduğu için, aşırılaşmış ve yoldan çıkmış sevgi bir
cezâ olmaya başlar. Günahların cezâsı kendi cinsinden olduğu için, aşırı
sevginin cezâsı, “olur-olmaz her-şeye karşı sevgi duymak” olur. Artık nefret
edilmesi gerekenlere karşı bile bir tutku ve hayranlık oluşur o kişilerde. En
olmadık şeyleri ve iğrençlikleri hattâ zulmü bile sevgi ile yorumlarlar ve
sevgiye göre yorumladıkları için yanlış sonuçlara varırlar.
Putlar ilk başta; önceki zamanlarda yaşayan hükümdarlar,
kahramanlar, bilginler, yöneticiler, âlimler, bilginler ve hattâ bâzen
peygamberlerden oluşan insanların taşa-tahtaya sûretlerinin yapılmasıyla
oluşmuş şekillerdi. En azından Mekke müşriklerinin putlarının çoğu böyleydi.
Zâten onlara, putlara saygı göstermeyi ve tapmayı doğru gösteren şey, direkt
olarak onların sûretlerine değil, onları temsil eden şeylere aşırı sevgi ve
saygı duyuluyor olmasından dolayı idi. O putlar nasıl ki yaşadıkları zamanlarda
insanlara yardım etmişlerse, “Allah’ın sevgili kulları oldukları için” şimdi de
yardım edebilirlerdi. Buna göre “onların sûretlerine saygı duyarsak ve taparsak
ölümlerinden sonra da bize yardım ve aracılık edebilirler” diye düşünüyorlardı
ve bu nedenle de mü’minlerin eleştirilerine karşı; “onlar bizi Allah’a
yaklaştırıyorlar” diyorlardı. Bu mantık, tâ Hz. Âdem’in çocukları yada
torunları zamânından bêri geçerlidir. Hristiyanlar ise Roma paganizmi ile bir yerden sonra uzlaşmak
zorunda kaldı ve tâviz verdi. “Azizlik kültü”nün Hristiyanlık’ta da ortaya çıkması
bunun bir örneğidir. Azizler gerçekte, eski Yunan’ın “pagan kahramanları”nın
tekrar hayat bulması ve îtibar görmesidir. Yunan-Grek kahramanları, aynen
Aziz’ler gibi saygı gören, öldükten sonra kutsallık mertebesine yükseltilen ve
mezarları Hac görevi için popüler ziyâretgâh hâline getirilen yerlerdi.
Sonradan hristiyanlar’ın, “hristiyan aziz” zannıyla ziyâret ettikleri mezar
yerlerinin bir-çoğu, muhtemelen eski Artemis veyâ Yunan Tapınağı ve ziyâret
ettikleri kişiler de, eski pagan kahramanlardı. Daha sonra bunlara “hristiyan
azizleri” de eklenmiştir.
Şu-an îtibârıyla da müslümanlar;
evliyâyı, gavsları, kutupları ve ölmüş yada yaşayan imamlarını aşırı saygı ve
sevgilerinden dolayı olağan-üstüleştiriyorlar ve “bunlar bize şefaat edecek ve
bizi cennete sokacaklar” diyorlar. Onları Allah ile kendileri arasında üstün
“aracılar” olarak kabûl ediyorlar ve böylece şirke düşüyorlar. Çünkü şirk denilen
şey budur.
Putperestler yâni bir-zaman
önce yaşamış kahramanlarını, önderlerini ve lîderlerini aşırı sevip
putlaştırmış olanlar, bu putların, kendilerine âhirette Allah’a karşı yardım
edeceklerini sanıyor ve onlarda en olmadık olağan-üstülükler vehmediyorlardı. Böyle
olunca insanlar bu kişilere aşırı bağlanmışlardı. Çünkü onları çok sevmişlerdi.
Bu kişilerin ölümlerinden sonra resimleri ve heykelleri yapıldı. Onları ilk
başta ölüm yıldönümlerinde, daha sonra ise sık-sık ziyâret ettiler. Zamanla
onlara aşırı tâzim gösterilmeye ve en nihâyet de tapılmaya başlandı. Demek ki
şirkin kökeni “aşırı bağlılık” ve “aşırı sevgi”dir. Allah’tan başkasına aşırı
bağlılık ve sevgi şirk sürecini başlatır. İslâm’da resim ve heykele iyi gözle
bakılmamasının nedeni de budur. Evet; putperestlerin put edindiklerine karşı
duyduğu aşırı sevgileri onları yoldan çıkarıyordu. Mekke müşrikleri de
putlarına aynı duygularla yaklaşıyorlardı. Putları temsil eden kişilere aşırı
bağlıydılar. Çünkü onları çok seviyorlardı. Bu aşırı sevgi yanlış yorumlar
yapmalarına ve onlarda aşırı bir güç vehmetmelerine sebep olmuştu. Böylece her
işlerini Allah’a göre değil de putlarına göre yapmaya başlamışlardı.
Şirkin kökünde, “birilerine
karşı duyulan aşırı sevgi” vardır. O sevdikleri kişilere sımsıkı bir şekilde
bağlandıklarında hem Dünyâ’da hem de âhirette iyi bir yaşama ulaşacaklarını
sanıyorlardı. O kişiler târih boyunca yaşamlarında yada ölümlerinden sonra
onları aşırı sevenler tarafından putlaştırılmıştır. Bu durum modern zamanlarda
da devâm etmektedir. Nice kahramanlar, lîderler, devlet başkanları, bilginler,
sanatçılar, sporcular vs. resimleri ve heykelleri yapılarak, aşırı saygı ve
sevgi duyularak hattâ karşılarında tâzimde bulunarak putlaştırılmış ve ilahlaştırılmıştır.
İşte tüm bunlara neden olan şey “aşırı sevgi”dir. Sevgi yoldan çıkınca, sevileni
putlaştırmaya ve ilahlaştırmaya kadar gider.
Sevgiyi aşırılaştıranlar,
artık her-şeyi o aşırı sevgi duyulan şeye göre yorumlayıp kabûl ederler. Aşırı
ve yoldan çıkmış sevgiye aykırı olan şeyi kabûl etmezler ve hattâ düşman
olurlar. Fakat böyle olunca vicdansız, merhâmetsiz, zâlim, kâfir, müşrik ve
şerefsizlere bile sevgi beslemek düşüncesi açığa çıkar ve normâlleşir. İslâm’ı
da bu duyguya göre yorumlarlar. Öyle ki sapıklığı apaçık belli olan Firavun’a
ve hattâ insanın baş düşmanı olan şeytana bile sevgi beslerler ve onları
savunmaya başlarlar. Oysa Kur’ân-ı Kerîm, insanları bundan şiddetle sakındırır:
“Allah’a ve âhiret gününe
îman eden hiç-bir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah’a ve elçisine
başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar,
ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşîretleri (soyları)
olsun…” (Mücâdile 22).
Peki meşrû sevgi kimler arasında
olur?. Sevgi, “Allah’tan başkasını daha çok sevmemek koşuluyla” aynı yolda olanlar
yâni Allah’a îman edenler ve sâlih amel işleyenler arasında olur:
“Îman edenler ve sâlih
amellerde bulunanlar ise, Rahmân (olan Allah), onlar için bir sevgi kılacaktır” (Meryem 96).
“Allah’tan başkasını Allah
gibi sevmemek”, mü’minlerin “bir kardeşlik içinde birbirlerini sevmeleri
şeklinde” olur. Bu yolda olmayanlar ve buna göre bir İslâm kardeşliği,
kardeşlik bağı ve sevgisi kurmayanlar Allah’ın rızâsını kazanamayacak ve Allah
da zamanla onların yerine başkalarını getirecektir:
“Ey îman
edenler!; içinizden kim dîninden geri döner (irtidât eder)se, Allah (yerine)
kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği, mü’minlere karşı alçak
gönüllü, kâfirlere karşı ise güçlü ve onurlu, Allah yolunda cihad eden ve
kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah’ın bir
fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir” (Mâide 54).
Modern müslümanlar, İslâm’ı “sevgi
dîni”ne çevirmek istiyorlar, çünkü İslâm “sevgi dîni” olunca oturdukları yerden
her-şeyi sevecekler (aslında sevmedikleri hâlde “seviyorum” diyecekler) ve işleri
kolaylaşacaktır. Kur’ân’ın “insanın belini büken” o emir-nehiylerine ve
zorluklarına katlanmayacaklar, emir ve yasaklarına titizlenmek zorunda kalmayacaklardır.
Çünkü ne de olsa sevgi doludurlar(!) ve güyâ kendilerine yerine getirmesi zor ve
imkânsız gelen şeyleri seviverdiler mi kavgalar-dövüşler bitecek ve her-şey
düzelip yoluna giriverecektir. Bu bağlamda Kur’ân’ın eleştiri ve îtirâz içeren
âyetlerini dile getirmekten kaçınırlar ve onların zinhar sözünü bile etmezler.
İslâm’ı sevgi dînine
çevirenler, Peygamberimiz’in güzel örnekliğini de görmezden gelmek zorunda
kalırlar. Peygamberimiz’in 23 yıl boyunca yaptığı her konudaki cihadını, savaşlarını
ve tâvizsizliğini değil de, sevgi ve hoşgörü tarafını aşırı öne çıkarırlar.
Hattâ en olmadık şekilde aşırı hoşgörülü bir din ve peygamber tavrı uyduracaklardır.
Tabî ki İslâm’da, Kur’ân ve Sünnet’te yâni âyetlerde ve Peygamberimiz’in
davranışlarından sevgiyi, merhâmeti, vicdânı ve hoşgörülü olmayı öven sözler,
emir ve tavsiye eden âyetler vardır. Fakat İslâm sâdece sevgiden bahseden bir
din değildir ki!. İslâm en sonunda sevgiye ulaşmak ve tüm Dünyâ’yı bir “sevgi
diyârı”na çevirmek ve sevgi ile donatmak isteyen bir dindir ki zâten adı da “barış”
anlamına gelen “İslâm”dır. Fakat bu, İslâm’ın eleştiri, îtirâz ve isyân içeren
âyetlerini, yapılan mücâdeleyi, gayretleri ve tâvizsizliği görmezden gelmeyi
gerektirmez. Çünkü İslâm bir “sevgi dîni” değildir. Varlığın ve Dünyâ’nın
formatı da aslında sevgi-merkezli bir yapının tüm Dünyâ’yı kuşatmasına ve
sürekli olarak böyle bir Dünyâ oluşmasına müsâit değildir. “İmtihan dünyâsı”
buna sürekli olarak izin vermez.
İslâm’ı sevgi dînine
çevirmek isteyenler ve o şekilde gösterenler daha çok mistisizm ve tasavvuf
taraftarlarıdırlar. Sürekli olarak sevgiyi öne çıkarıyorlar ve salt sevgiyle
her-şeyi hâlledebileceklerini sanıyorlar. “Lâ fâile illallah” yâni “her-şeyi
yapan-eden Allah’tır” diyerek meydana gelen her-şeyi meşrûlaştırmak ve kötü,
pis, iğrenç ve yanlış olan her-şeyi sevmeye başlıyorlar. Halbuki Kur’ân’da ve
güzel örnekliğimiz Peygamberimiz’de böyle bir düşünce ve davranış yoktu ki!.
Unuttukları ve hesâba katmadıkları şey şudur; Dünyâ’nın formatı gereği Dünyâ
hem cennet değildir ve olamaz hem de insanda “nefs” denen bir şey vardır. Nefs
sürekli olarak İslâm’a aykırılık üretir: “Çünkü gerçekten nefis, -Rabbimin
kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir” (Yûsuf 53). Bu
nedenle de her-şey “sürekli olarak” yerli-yerinde ve iyi-güzel olamaz. Târih
boyunca Dünyâ’ya nefs hâkim olmuştur yada hâkim olmak istemiştir. Nefsin bu
isteği ile meydana çıkan çirkin ve acı sonuçlar da apaçık bir şekilde ortadadır.
Mazlumlar ve mâsumlar zulme uğramakta ve feryât-figân etmektedirler. Dünyâ
İslâm’ın emrettiği şekilde bir “barış yurdu”na döneceğine “zulüm diyârı”na
dönmüştür. Peki bu durumu sâdece sevgi ile nasıl düzelteceksiniz ki?. Buna
rağmen (şirk, küfür, ahlâksızlık, adâletsizlik ve zulüm olmak üzere) her-şeyi
hak görmek ve bu nedenle her-şeyi sevmek sapıklıktan başka bir şey değildir.
Aşırı ve yoldan çıkmış sevgileri onlara ne insanlara ne fenâ şeyler yaptırıyor..
Tasavvuf, İslâm yâni Kur’ân
ve Sünnet merkezli değildir. Yunan, Anadolu, Mısır, Arap Yarım-adası,
Mezopotamya, Îran, Hint, Çin ve Türk diyarlarının dinlerinin bir sentezi olarak
ve Yeni Platonculuk, Hermetizm, Ezoterizm, Okultizm, İnisiyasyon, Mistisizm, Yahudilik,
Hristiyanlık, Mecûsilik, Zerdüştlük, Sâbilik, Mezopotamya dinleri, Hinduizm,
Budizm, Konfüçyanizm, Şamanlık gibi dinlerin karışımı olarak eklektik ve gayr-ı
İslâmî bir din ve şirk felsefesidir. Zâten tasavvufta “lâ fâile illallah” sapık
düşüncesinden dolayı yapılan hiç-bir şey yanlış, kötü ve çirkin olmayacağı
için, onlar gelmiş-geçmiş tüm küfür ve şirk içeren dinlerin de hak olduğunu
söylerler ve İslâm ile aynılaştırırlar. Bâzılarıysa bunların aşırılıklarını reddederek
ve İslâm’dan katkılarla bâzı olumlu ve iyi işler de yapmışlardır; Âhiler gibi. Fakat
onlar bile, meselâ ticâri konularda adâleti yerine getirmek için îcâbında sert
davranmışlardır. Zîrâ ortaya çıkan her davranışın sonucunu hoşgörmek ve sevmek
sapıklıktır.
Dünyâ’da onca haksızlık,
merhâmetsizlik, vicdansızlık, adâletsizlik, küfür, şirk ve zulüm varken ve
İslâm bunları ortadan kaldırıp, hakkı-hakîkati, adâleti, merhâmeti, vicdânı ve
tevhidi hâkim kılmak isterken ve bu konuda tâvizsizken, İslâm nasıl “sevgi
dîni”ne dönüştürülebilir ki?. Meselâ vicdansızca işgâl edilen bir yerde yaşayan
hâmile bir annenin karnını yarıp çocuğunu çıkardıktan sonra, babasının gözleri
önünde parçalayıp vahşî köpeklere atmak, salt sevgi ile nasıl açıklanacaktır ve
sevgi ile nasıl düzeltilecektir?. Böyle bir durumda sevgiden bahsetmek ağır bir
sapıklıktan ve şerefsizlikten başka bir şey olmaz. Sâhi, her-şeyde sevgi
görenler ve içleri sevgi dolu olanlar(!) şu âyet ve emir karşısında ne
diyecekler:
“Size ne oluyor ki, Allah
yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar, bize katından
bir veli (koruyucu sâhib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla’ diyen
erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nîsâ 75).
Kur’ân bu âyette sanki “niye
savaşmıyorsunuz” değil de “niye sevişmiyorsunuz” diyor da, İslâm’ın düşmanlarına,
kâfir, müşrik ve zâlimlere sevgi besliyorlar. Modern müslümanlar da öyle;
mü’min kardeşleri çeşitli zulümler görürlerken onlarla birlik olmuyorlar ve
onlara destek olmuyorlar da, onlara çeşitli şekilde zulmün her türlüsünü revâ
görenlere yalakalık yapıyorlar ve onlarla dost oluyorlar. Onlarla müslümanların
aleyhine de olacak şekilde her türlü işi yapabiliyorlar. İşte bu, sevgiyi
yanlış kullanmanın ve İslâm’ın salt sevgi dîni olduğunu zannetmenin ve kabûl
etmenin bir sonucudur.
Esâsen târih boyunca hiç-bir
şirk, küfür, adâletsizlik ve zulüm, sâdece sevgiyle, güzellikle,
patırtı-gürültü çıkarmadan düzeltilememiştir ve bunun bir örneği de yoktur.
Belki sâdece Hz. Yûnus’un ikinci görev yeri ile ilgili bir durum olabilir ki
biz o kavmin İslâm’ı kabûl etme sürecinde neler olduğunu ve neler yaşandığını
bilmiyoruz.
Allah; meleklerini, peygamberlerini
ve vahiylerini sevgiden ve rahmetinden ziyâde, şirke, küfre, adâletsizliğe ve
zulme karşı olan öfkesinden dolayı göndermiştir. Çünkü peygamberler ve vahiy; şirke,
küfre, adâletsizliğe ve zulme karşı bir eleştiri, îtirâz ve isyân olarak
gönderilmiştir. Allah’ın aslâ râzı olmayacağı şirkin ber-tarâf edilmesi için
gönderilmişlerdir. Peygamberler ve onlarla birlikte olanlar da şirke,
dolayısıyla da adâletsizliğe ve zulme bir son vermek ve İslâm’ı hayâta hâkim
kılmak için, canlarından-mallarından vazgeçerek üstün bir mücâhede ve mücâdele
sergilemişlerdir. Yoksa salt sevgiden bahsederek İslâm’ı hayâta hâkim kılmış
değillerdir ki zâten bu şekilde bir hâkimiyet mümkün değildir. Çünkü Dünyâ’nın
formatı ve imtihan buna izin vermez. Peygamberimiz’in 28 tânesinde başkomutan
olarak yaptığı 70 tâne savaş vardır. Bunlar sevginin değil, öfkenin bir sonucudur.
Bu öfke elbette “kerîm bir öfke”dir. Kerîm öfke; küfre, şirke, adâletsizliğe ve
zulme olan öfkedir.
Hz. Zekeriyyâ’nın ve Hz.
Yahyâ’nın başlarının testere ile gövdelerinden ayrılması, sevgiyi anlattıklarından
ve sevgiden bahsettiklerinden dolayı değildi. Onlar İslâm hakîkatini hakkıyla
anlattıkları, şirke, küfre, adâletsizliğe ve zulme apaçık ve güçlü bir ses yükselttikleri
için canlarından olmuşlardır. Hz. Îsâ da yine bu nedenle çarmıha gerilmişti.
Sevgi bir amaç değil, bir
sonuçtur. Biri size gülerse siz de gayr-ı ihtiyâri olarak gülmeye başlarsınız. İyi
işler yaparsanız Dünyâ’da bir sevgi doğar ve yayılır. Fakat zulüm içinde olan,
perişân olmuş olanlara bütün Dünyâ gülümsese bile onlar yine de gülmezler.
Dünyâ’da niceleri çâresizlik, perişanlık ve zulüm altındayken salt sevgiden bahsetmek
ne kadar da yanlıştır ve çiğ bir harekettir.
Batı Hristiyanlığında Tanrı,
“sevgi tanrısı” olduğu için, insanların başına gelen kötülükler için “tanrının
bir cezâsıdır” düşüncesi yoktur. Ne de olsa Tanrı onları Îsâ’nın çarmıha gerilmesiyle
birlikte ebediyen affetmiştir. Hz. Îsâ -güyâ- sevgiyi o kadar çok yükselmiştir
ki, “artık o sevginin üstüne hiç-bir kötülük ve cezâ çıkamaz” düşüncesi
oluşmuştur.
Tabî ki sevgi, varlığın
özgün duygularından biridir ve kanımca sâdece insanlarda değil tüm canlılarda
ve belki de cansızlarda bile bir dürtü olarak bulunmaktadır. Atomlar arasında
bir yardımlaşma örneği olan “kovalent bağlar”ı yapan atomların bunu yapması,
bilinçsiz de olsa bir sevgi gösterisi olarak yorumlanabilir. Zîrâ kendilerinden
eksiltip diğerine vermektedirler.
Atom boyutunda da görüldüğü
gibi sevgi, sâdece “seviyorum” demekle gösterilmiş ve kanıtlanmış olmaz. Sevgi
için bir şeyler yapmak önemlidir. Sevgi sâdece söz ile ilgili değildir. Bu
bağlamda birine bin kere “seni seviyorum” demektense, susayan birine bir bardak
su vermek daha üstün bir sevgi gösterisidir. Birbirlerine sürekli olarak söz
ile “seni seviyorum” dedikleri hâlde birbirlerinden bir bardak su istediklerine
bile buruşan ve asılan yüzlerin sayısı az değildir. Gerçek sevgi bencil olamaz. Sevgi özveri ister, bedel ister, gayret
ister. Sevginin bedeli vardır. Çünkü sevgi boş bir şey değildir ve olmamalıdır.
Modern zamanda aşırı öne çıkarılan sevgi, bencil bir sevgidir. Bu nedenle de
sağlam olmuyor ve sevgiler kısa zamanda tükenip gidiyor. Ölene kadar sürecek
olan “sevgi”ler, bedeli ödenen sevgilerdir ki bu bedeller bâzen çok ağır
olabilir ve bâzen de mallarla ve canlarla cihad etmeyi gerektirebilir.
Dînin de bir bedeli vardır.
Dîni sevmenin bir bedeli vardır. Öyle din, “inandım” deyivermekle olacak ve
bitecek bir şey değildir. Dîni sevmenin bedeli bir ömür-boyu Allah’ın emrettiği
gibi ve O’na adanmış olarak yaşamaktır. Eleştiri, îtirâz, isyân, direniş,
vazgeçiş, hicret, devlet, mallarla ve canlarla cihad ve şahâdet ile gösterilir
dîne olan sevgi ve bağlılık. O hâlde dîni kuru bir sevgiye indirgeyip de zâlimlerin
zulümlerine hiç-bir ses çıkarmadan yapılan sevgi gösterileri sahtedir,
yalandır. Beşikteki bebeğe bile acımayan zâlimlere sevgi göstermek, ezikliğin ve
şerefsizliğin daniskasıdır.
İslâm, sevgi gösterilmesi
gerekenlere sevgi, öfke gösterilmesi gerekenlere de öfke gösterilmesini
emreder. Allah bile böyle yapar. Allah; zâlimleri, kâfirleri ve müşrikleri sevmez.
Şu da var ki “sevgi gösterilmesi gerekenler”e sevgi göstermemek, “öfke
duyulması gerekenlere sevgi göstermek”le sonuçlanır. Yâni iş tersine döner.
Yine Allah’tan başkasına aşırı sevgi göstermek de işi tersine çevirir; Allah
yerine o aşırı sevgi gösterdiklerini ilahlaştırmaya başlar.
Demek ki sevgiyi “hak edene”
göstermek gerekir. Bu ise en başta Allah’a ve sonra da Allah’ın sevdiklerine
sevgi göstermekle olur. Aksi-hâlde sevgiyi aşırı öne çıkarma ve her-şeyi sevgi
ile açıklama uğruna büyük haksızlıklar ve zulüm yapılmış olunur. Sonuçta da o
yanlış ve aşırı sevgi sizi dinden çıkarır maâzallah!..
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Mayıs 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder