“Ey insanlar!,
gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız
ve tanışmanız için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah
katında sizin en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil)
takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucurât 13).
Dindar: “Dînî kâidelere
hakkıyla riâyet eden, dînin emirlerini yerine getiren, mütedeyyin kişi. Dînin
emir ve nehiylerine hakkıyla uyan, dîne kuvvetle bağlı olup dînin gereğini
gayretle yerine getiren kimse” demektir.
Dindar; “dîni yurt edinmek,
dönüp-dönüp ona gelmek” anlamındadır. “Dönmek,
dolaşıp hareket ettiği noktaya gelmek” anlamındaki “devr” kökünden
türeyen dâr, sözlükte “büyük mesken, konak, şehir, yurt, vatan ve
ülke” mânâlarına gelir; en çok kullanılan çoğul şekli “diyâr” ve “dûr”dur.
Yine, “dîni taşımak” anlamındadır. Alemdar “bayrak taşıyan”, dindar da “dîni
taşıyan” anlamındadır ki bu taşıma üstün-körü bir taşıma değil, “hakkıyla
taşıma” şeklindedir.
Dindarlık
yapıyorum diyerek gösteriş yapan da vardır fakat dindarlıkta “gösteriş yapmak”
mânâsı yoktur. Aslında İslâm teslîmiyetten bahseder. Teslîmiyete Osmanlıca’da “dindar”
denmiştir ki, Arapça “din” ve Farsça “dâr” kelimelerinin birleşmesiyle oluşur. Dindarlık
sonradan başka anlamlar da kazanmış ve “târikata, cemaate ve gösterişe dayanan
bir din” şeklinde algılanmaktadır. Fakat dindar, “gereğince teslim olan” anlamındadır.
En azından biz bu yazıda bu anlamda kullanıyoruz. Bahsettiğimiz dindarlık zâten
ancak vahiy-merkezli olacak bir mü’minlik şeklidir. Bu bağlamda Peygamberimiz
en ileri dindardır ve bize güzel bir “dindarlık örneği” bırakmıştır.
Dindarlık, Allah korkusu ve
kişinin kendine olan saygısıdır. Bu korku ve saygı nedeniyle, dinden tâviz
vermeden ve disiplini de elden bırakmadan yaşanan hayat “dindarca yaşanan bir
hayat”tır.
İki çeşit müslüman vardır:
1-Dindar müslüman/mü’min. 2-Kültürel müslüman. Dindar müslümanlar hayatları
boyunca her-şeyde vahyi ölçü alanlardır. Peygamber’in güzel örnekliğini hesâba
katanlardır. Dindarlık kişide meleke hâline geldiyse ve takvayla kuşandıysa, o
kişi sağlam bir dindar olmuş olur.
Bir de “kültürel müslümanlar”
vardır. Bunlar anaları-babaları müslüman(!) olduğu için ve müslüman bir âile de
doğdukları için “resmen müslüman”dırlar. Aslında müslümanlığın ne olduğunu bile
bilmezler ve etraflarından duydukları kadar ama çoğu yalan-yanlış olan şeyleri
bilirler ancak. Aslında bu kişiler dindar olmak istemeyenlerdir. Fakat
müslümanların arasında bulundukları için bâzı şeyler yer etmiştir ve onlara
sıkı-sıkıya bağlıdırlar. Meselâ domuz eti yememek, gusül abdesti almak gibi.
Fakat böyle olunca bâzı absürd davranışlar ve sözler de açığa çıkabiliyor. Meselâ
içki masasındadırlar fakat garsonun getirdiği ete; “bak domuz eti değil de mi,
aman haaa!, biz müslümanız” derler ama sigarayı ve içkiyi “temel ihtiyaç” olarak
görenler var içlerinde. Dindar ol(a)mayanlar, dinleri ve dünyâları hakkında
yeterli dik duruşu göster(e)mezler.
Cumhûriyet târihi, sözde, “dînî
olan”dan uzaklaşıp, “uygar olan”a (medenî değil) yönelmenin-yöneltilmenin
târihidir. Dindarlıktan vazgeçilmiştir. Cumhûriyet öncesi takvâ ve dindarlık
seviyesi de tartışılabilir tabi ama lâik-seküler demokrasinin dindarlığı
zayıflattığı kesindir. Üstelik “muâsır medeniyet seviyesine çıkacağız” diye dindarlıktan
vazgeçen Türk insanı, uygar (muâsır) olamadığı gibi, dindarlığı da epey bir
zayıflamış, hattâ bitme noktasına gelmiştir. Hattâ günümüzde dindarlık çoklarınca
“irrite edici bir şey” olarak görülmektedir.
Din, bir disiplindir. Ne kadar disiplinli iseniz, o
kadar dindar olursunuz. Disiplinden kopmak dindarlığın zayıflaması demektir. Dindarlığın
zayıflamasıyla dînin tahrifi ve tahribi başlar. Çünkü dînin tahrifi, “dindar”ın
dönüşümü ve tahrifiyle başlar:
“…Gerçekten Allah, kendi nefis (öz)lerinde olanı değiştirip
bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip-bozmaz. Allah bir topluluğa
kötülük istedi mi, artık onu geri çevirmeye hiç-bir (biçimde imkân) yoktur;
onlar için O’ndan başka bir veli yoktur” (Ra’d 11).
Modernizm, “İslâm’ın-dînin
uzaklaştırılması”; post-modernizm, “müslümanların-dindarların
muhâfazakârlaştırılması”dır. İkisinde de hedef, “dînin hayattan uzak
tutulması”dır. Dindarlık yerine muhâfazakârlık yerleştirilmiştir. Muhâfazakârlıkta
asıl olan Dünyâ’dır ve güyâ dindarlık da alttan-alta devâm etmektedir. Zâten
din ile Dünyâ ayrılmıştır ve zinhar birbirine
karıştırılmamaktadır. Kof bir müslümanlık şeklidir bu.
Dindarlık başkasına karşı
değil, insanın Allah’a karşı ve kendine karşı göstermesi gereken bir duruştur.
Meselâ dışarıda tesettürlü ama evde aşırı açık giyinmek, dindarlığın
oturmadığının göstergesidir. Mü’mine dindar kadın yada mü’min dindar erkek evde
de istediği gibi giyinemez, oturup kalkamaz. Bir sınır vardır ve bu sınır evde de
geçerlidir. O yüzden meselâ, “evde kimse olmadığında başörtüsüz namaz kılınır
mı?” gibi sorular şeytanın sorularıdır. Çünkü takvâlı olanlar ve dindarlığı
yerleşmiş olanlar için bu sorun olmaz.
Dindarlık takvânın bir
sonucudur, sonucu olmalıdır. Modern müslümanlarda takvâ yok, bu yüzden dindarlık
üzerlerinde yâni hâl ve hareketlerinde gözükmüyor. Modern müslümanlar takvâdan
koptular ve bu nedenle de dindarlıkları zayıfladı. Dindarlığın vermiş olduğu o duruş,
bakış ve hâl-hareket neredeyse kalmadı. Artık dindarlık yerine “dindarlık
taklitleri” yapılıyor. Ortalık dîni dar olanlarla doldu.
Kur’ân, dindarlık kelimesini
değil takvâ kelimesini kullanır. Aslında samîmi dindarlıktan kasıt “takvâ”
olmalıdır. Eleştirilen dindarlık ise, “takvâsız dindarlık”tır. Ferit Aydın,
dindarlık ve takvâ ayrımı konusunda şunları söyler:
“Dindarlık
kavramının, gerek bu kelimenin kalıbı içinde ortaya koyduğu sözlük anlam,
gerekse bu anlam çerçevesinde verdiği imaj, İslâm’ın rûhuyla bağdaşmamaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’in bir-çok yerinde geçen ‘takvâ’ sözcüğünün karşılığı da
değildir. Bilâkis çağımızın yozlaşmış din anlayışıyla yaratılan tek taraflı,
mistik ruhlu, sırf ruhâniyetçi, ruhbâniyetçi ve gelenekçi sofu tipinin
niteliğidir. ‘Takvâ’ ise çok orijinâl Kur’ânî bir kavramdır; Dînin genel
çerçevesi içinde gerek rûhânî, gerekse seküler yaşam alanlarında mü’min kişinin
tüm kurallara uymada gösterdiği titizliktir. Öyle ise İslâm’a gerçek anlamda
bağlı olan kimse dindar değil, takvâ-sâhibi bir mü’mindir; Rabbânîdir.
Dolayısıyla ‘muttakıy’ yada ‘takvâ sâhibi’ kişi, yalnız rûhânî plânda değil,
bununla birlikte hayâtın her alanında Allah’a karşı sorumluluk duygusu içinde
kuralların tümüne birden uymaya çalışan ve bu konuda azâmi duyarlılık gösteren
mü’mindir”.
Görünüşte dindar ama kâlben
ve davranış olarak, düşünce olarak dindar değil. Çünkü aslında İslâm’ı sindirme
sorunu var. Kadınlar için başörtüsü var, tesettür var ama onları aslında rûhuna
tam kabûl ettirememiş, kültürel olarak giyiyor daha çok. Bunun sonucu, “evde
açılıp-saçılmak” yada “mü’min gibi davranamamak” olarak gözüküyor. Erkekler
için de güzel ve doğru davranmak var, güzel konuşmak var. Fakat bu sâdece belli
zamanlar ve mekânlar için geçerli değildir. Dindar samîmi mü’minler bunu her
dâim sağlamaya çalışırlar. Dindarın davranışı her yerde ve her zaman aynı ve
benzer olmalıdır. Çünkü Allah, insanı sürekli görüyor. Mü’min, eğer takvâyı ve
dindarlığı meleke hâline getirirse, dışarıdaki davranışı evde de, başkasının yanında
olan davranışı âile içinde hattâ kendi başınayken bile aynı olur. Aksi-hâlde
onun müslümanlığı “başkasına karşı müslümanlık” olmuş olur ki bu “gösteriş
müslümanlığı”dır. Tabi ev, insanın rahat edeceği yer olduğundan dolayı dışarısı
gibi olmaz ve belli ölçüde bir rahatlık evde serbesttir. Zâten Kur’ân da; sabah
namazından önce, öğlen saatlerinde ve yatarken odalara izin alarak girilmesini
ve izin alınmasını emreder ki, âyetten; “bunun dışındaki saatlerde izne gerek
yoktur, çünkü bu saatlerde herkes kendine dikkat eder ve çeki-düzen verir”
anlamı çıkar.
Kadın olsun erkek olsun,
günümüzde hemen her müslüman “müslüman” görünümdedir, ibâdetlerini de
yapıyorlar ama dindar olamamışlardır, yâni takvayı kuşanamamışlardır. Din
onlarda meleke hâline gelmemiş, din, yüzlerine yansımamış, hâl ve hareketlerine
etki etmemiştir. O yüzden, câmiden çıkıp kahveye “okey oyunu” oynamaya
gidebilmekte, başörtülü-tesettürlü olmasına rağmen kozmetik dükkanlarını “ikinci
adres” edinebilmekte, sosyâl(!) medyada sürekli resim paylaşabilmektedir. Müslüman
görünen fakat dindar olmayanlar, kendilerini Allah’a değil de, insanlara ispât
etme derdindedirler.
Peki neden böyle oluyor.
Çünkü Allah’ın görmesi ve kabûl etmesi yetmiyor. Zîrâ îmanları yeterli değil,
takvâları yok ve dindarlık meleke hâline gelmemiş. Düşüncede, davranışta, harcamada
vs. seküler olana kayıyorlar. Güçlerini ve tatminlerini îmanlarından değil de imajlarından
alıyorlar yada almak istiyorlar. Bu nedenle dinden-dindarlıktan çok imaja
yatırım yapıyorlar. Fakat îman yeterken imaj yetmiyor ki!. Çünkü kâlpler ancak
Allah’ın zikri ile tatmin bulabilir. Böyle olunca da sürekli sûnî tamponlar
kullanıyorlar ruhlarında eksik kalan boşluğu doldurmak için. İmaj îmânın ve
takvânı, dolayısı ile dindarlığın önüne geçiyor.
Dindarlık öyle bireysel
olarak yaşanabilecek bir şey de değildir. Dindar kişi cemaatle berâberdir. Zâten
Allah, “bir olun, birlik olun” der. “Allah’ın ipine yâni Kur’ân’a topluca
yapışın” der:
“Ve topluca
Allah’ın ipine yapışın, ayrılmayın..” (Âl-i
İmran 103).
Dîni kuru-kuruya; namaz, oruç,
hac, kurban, başörtüsü vs. olarak “bireysel dindarlık” şeklinde yaşamak,
insanlara, topluma ve Dünyâ’ya bir yarar sağlamamaktadır. “Allah’ın dînini
yeryüzünde hâkim kılma” bağlamında, “zulmü ortadan kaldırmak” için yapılmayan
ibâdetlerin bireysel dindarlığa bir faydası yoktur. Bireysel dindarlık her ne
kadar bu ibâdetleri (ki aslında bunlar ibâdet değil nüsûk ve ritüellerdir,
çünkü dış dünyâdan kopuktur), “sevap biriktirme aracı” olarak kullansa da, bu
yaptıklarının sonuçları Dünyâ’da kendisine ve insanlığa “bir fark oluşturacak
şekilde” fayda sağlamıyorsa, o hâlde bunlar amacına ulaşmamış demektir ki zâten
bireysel dindarlığın İslâm’ı Dünyâ’da görünür kılmak gibi bir amacı da yoktur.
Bireysel dindarlık,
“sorumsuz dindarlık”tır. Çünkü bireyin, ona sorumluluk yükleyen “ahlâkı”
yoktur, “etiği” vardır ve bunun kurallarını kendisi çıkarmıştır. Bu kuralları
yeri geldiğinde istediği gibi, nefsine-çıkarına uygun olarak değiştirecektir.
Üstelik nefsinin güdümünde yaptığı bu değişikliği “aklıyla” ve dînî bilgisiyle yaptığını
zannetmektedir.
Bireysel dindarlıkta “sâlih
amel” yoktur. Hattâ artık amel de yoktur. Çünkü sâlih amel bedel ister ki
bireysel dindarlık, “bedel ödemekten kaçmak” demektir. Bireysel dindarlık,
Allah ile kul arasında sıkıştırılmış, “lâik dindarlık”tır. Bireysel dindarlık,
iç-âleminde sözde Allah’a bağlıyken, dış-âlemde Allah hâriç tüm sistemlere ve
kişilere bağlanabilir. İşine gelene bağlanır. Bireysel alan dışındaki hiç-bir
alanda Allah’a kulluk yapılmaz bireysel dindarlıkta. Bireysel dindarlık,
liberâl kapitâlizmin ortaya çıkardığı ve desteklediği bir dindarlık şeklidir.
Bireysel olunca ayartması kolaylaşır. Bu nedenle de şeytan ve yâverleri,
bireysel dindarlığı ölümüne savunurlar. Bireysel dindarlık (yada bireysel
müslümanlık) sâdece câmide ve seccâde üzerinde yaşanır ve hayatta ise “beşerin
dîni” yürürlükte olur. Bireysel dindarlıkta “sorumlu değiliz, bir şeyi bilmek
yeter, onu yaşamamıza gerek yok” düşüncesi bârizdir.
Kandil, Cum’a ve Ramazan-bayram
mesajı atmayı dindarlık zanneden insanların olduğu bir ülkede-dünyâ’da
yaşıyoruz. Yine AKP’ye ve sağ muhâfazakâr partilere oy veriyor diye, belli bir
cemaate yada târikata bağlı diye kendini “dindar” zannedenler var. Mevlidden-mevlide,
bayramdan-bayrama dindarlık gösterisi yaparlar. Ramazan gelince dindarlığı biraz
artar gibi olur. Bayram bitince yine bildiği yolda gitmeye devâm eder. Oysa
dindar olan kişi sürekli ve her şartta dindardır. Dindarlığı “belli ve kısa
süreliğine geçici müslümanlık” şeklinde anlıyorlar. Hâlbuki dindarlık ömür-boyu
süren şeydir.
Dîni sâdece
iç-âlemde yaşayan, Dünyâ’da ise beşerî ideolojilere, düşüncelere bağlı,
kazanmaya odaklı, çoğaltmaya ayarlı, bilimin her-şeyi açıklayabileceğini
zanneden, teknolojinin bir gün tüm sorunları çözeceğine inanan, takvâdan ve
dindarlıktan kopuk bir müslümanlık çeşidi var. Bunların varacağı yer bir süre
sonra “deizm” olacaktır. İç-dünyâlarında
dindar, kamusal alanda ise lâik olanlar, derin bir cehalet içinde ve bir-çokları
da sağlam birer münâfıklık durumundadırlar.
“Dindar bir nesil yetiştireceğiz”
diye yola çıkanlar, yeni nesli deizme ve ateizme kaptırdılar. Dindar nesil
yetiştirmek için yetiştirecek olanların da dindar olması ve dîne göre kurulmuş
bir ortamın olması gerekir. Sistemin dindar olmadığı ve tam-aksine şirk içinde
olduğu yerde insanlardan dindar olmalarını beklemek çok mantıklı ve doğru
değildir. Böyle yetiştiriciler ve öyle bir ortam olmadığı için çoğu gençler
dinden soğumuş ve çeşitli şeytânî ve nefsânî akımlara kapılmıştır.
İnsan her zaman takvânın
görünümü olan dindarlığı elde tutmalı ve tüm hayâtını ona göre düzenlemelidir.
Bu evlilik konusunda da böyledir. Peygamberimiz’in bir hadisinde evlilikte
seçilecek kadın tavsiyesi şu şekildedir:
“Kadın dört şeyi için nikâh
edilir; malı, soyu, güzelliği ve dîni. Sen dindar olanını seç ki elin bereket
bulsun” -Hz. Muhammed-. (Buharî, Nikâh, 15; Ebu Davud, Nikah, 2; Nesaî, Nikah,
13; ibn Mace, Nikah, 6; Darimi, Nikah, 4; Malik, Nikah, 21; A.b. Hanbel, III,
428).
Dindarlık yerine “cool olmak”
moda oldu. Cool olmak, “serin-soğuk, iyi ve hârika olmak” demektir. Fakat cool
olanlar her-şeye karşı soğuktur. Hiç-bir şeyi takmayan, kapıyı kapatıp
cool-serin ortamda kalan. Sorumluluk almayan. Dışarıda ne oluyor bilmeyen ve
bakmayan. Öyleyse cool olmaktan ve böyle sorumsuzca yaşamaktan Allah’a
sığınırım ve “cool olmak” yerine dindarlığa yapışırım.
Kıyısından-köşesinden ve
manşetten bir miktar dînî bilgi edinmekle de dindarlık olmaz. Çünkü dîni
bilgiye sâhip olmak başka bir şey, dindarlık ise başka bir şeydir. Bir şeyin
bilgisi o şeyin kendisi değildir. İslâm, ilim-amel dînidir. Dindarlık ikisinin
bir-aradalığı ile olur.
Dînin ve dindarların iyice
azaldığı ve darlaştığı zamanlarda takvâyı ve dindarlığı kuşananlar çok kıymetlidir.
Din, dindarca yaşandığında ve dindarlıktan tâviz verilmediğinde ancak görünür
olacak ve hayâta hâkim olma hedefini sürdürebilecektir.
Dindar olmak, Peygamber gibi
dindar olmak yâni dîne hem iç-âlemde hem de dış-âlemde Peygamber gibi sâhip
çıkmak demektir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Hazîran 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder