26 Aralık 2020 Cumartesi

Dindarlık Üzerine


“Ey insanlar!, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız ve tanışmanız için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucurât 13).

 

Dindar: “Dînî kâidelere hakkıyla riâyet eden, dînin emirlerini yerine getiren, mütedeyyin kişi. Dînin emir ve nehiylerine hakkıyla uyan, dîne kuvvetle bağlı olup dînin gereğini gayretle yerine getiren kimse” demektir.

 

Dindar; “dîni yurt edinmek, dönüp-dönüp ona gelmek” anlamındadır. “Dönmek, dolaşıp hareket ettiği noktaya gelmek” anlamındaki “devr” kökünden türeyen dâr, sözlükte “büyük mesken, konak, şehir, yurt, vatan ve ülke” mânâlarına gelir; en çok kullanılan çoğul şekli “diyâr” ve “dûr”dur. Yine, “dîni taşımak” anlamındadır. Alemdar “bayrak taşıyan”, dindar da “dîni taşıyan” anlamındadır ki bu taşıma üstün-körü bir taşıma değil, “hakkıyla taşıma” şeklindedir.

 

Dindarlık yapıyorum diyerek gösteriş yapan da vardır fakat dindarlıkta “gösteriş yapmak” mânâsı yoktur. Aslında İslâm teslîmiyetten bahseder. Teslîmiyete Osmanlıca’da “dindar” denmiştir ki, Arapça “din” ve Farsça “dâr” kelimelerinin birleşmesiyle oluşur. Dindarlık sonradan başka anlamlar da kazanmış ve “târikata, cemaate ve gösterişe dayanan bir din” şeklinde algılanmaktadır. Fakat dindar, “gereğince teslim olan” anlamındadır. En azından biz bu yazıda bu anlamda kullanıyoruz. Bahsettiğimiz dindarlık zâten ancak vahiy-merkezli olacak bir mü’minlik şeklidir. Bu bağlamda Peygamberimiz en ileri dindardır ve bize güzel bir “dindarlık örneği” bırakmıştır.

 

Dindarlık, Allah korkusu ve kişinin kendine olan saygısıdır. Bu korku ve saygı nedeniyle, dinden tâviz vermeden ve disiplini de elden bırakmadan yaşanan hayat “dindarca yaşanan bir hayat”tır.

 

İki çeşit müslüman vardır: 1-Dindar müslüman/mü’min. 2-Kültürel müslüman. Dindar müslümanlar hayatları boyunca her-şeyde vahyi ölçü alanlardır. Peygamber’in güzel örnekliğini hesâba katanlardır. Dindarlık kişide meleke hâline geldiyse ve takvayla kuşandıysa, o kişi sağlam bir dindar olmuş olur.

 

Bir de “kültürel müslümanlar” vardır. Bunlar anaları-babaları müslüman(!) olduğu için ve müslüman bir âile de doğdukları için “resmen müslüman”dırlar. Aslında müslümanlığın ne olduğunu bile bilmezler ve etraflarından duydukları kadar ama çoğu yalan-yanlış olan şeyleri bilirler ancak. Aslında bu kişiler dindar olmak istemeyenlerdir. Fakat müslümanların arasında bulundukları için bâzı şeyler yer etmiştir ve onlara sıkı-sıkıya bağlıdırlar. Meselâ domuz eti yememek, gusül abdesti almak gibi. Fakat böyle olunca bâzı absürd davranışlar ve sözler de açığa çıkabiliyor. Meselâ içki masasındadırlar fakat garsonun getirdiği ete; “bak domuz eti değil de mi, aman haaa!, biz müslümanız” derler ama sigarayı ve içkiyi “temel ihtiyaç” olarak görenler var içlerinde. Dindar ol(a)mayanlar, dinleri ve dünyâları hakkında yeterli dik duruşu göster(e)mezler.

 

Cumhûriyet târihi, sözde, “dînî olan”dan uzaklaşıp, “uygar olan”a (medenî değil) yönelmenin-yöneltilmenin târihidir. Dindarlıktan vazgeçilmiştir. Cumhûriyet öncesi takvâ ve dindarlık seviyesi de tartışılabilir tabi ama lâik-seküler demokrasinin dindarlığı zayıflattığı kesindir. Üstelik “muâsır medeniyet seviyesine çıkacağız” diye dindarlıktan vazgeçen Türk insanı, uygar (muâsır) olamadığı gibi, dindarlığı da epey bir zayıflamış, hattâ bitme noktasına gelmiştir. Hattâ günümüzde dindarlık çoklarınca “irrite edici bir şey” olarak görülmektedir.  

 

Din, bir disiplindir. Ne kadar disiplinli iseniz, o kadar dindar olursunuz. Disiplinden kopmak dindarlığın zayıflaması demektir. Dindarlığın zayıflamasıyla dînin tahrifi ve tahribi başlar. Çünkü dînin tahrifi, “dindar”ın dönüşümü ve tahrifiyle başlar:

 

“…Gerçekten Allah, kendi nefis (öz)lerinde olanı değiştirip bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip-bozmaz. Allah bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onu geri çevirmeye hiç-bir (biçimde imkân) yoktur; onlar için O’ndan başka bir veli yoktur” (Ra’d 11). 

 

Modernizm, “İslâm’ın-dînin uzaklaştırılması”; post-modernizm, “müslümanların-dindarların muhâfazakârlaştırılması”dır. İkisinde de hedef, “dînin hayattan uzak tutulması”dır. Dindarlık yerine muhâfazakârlık yerleştirilmiştir. Muhâfazakârlıkta asıl olan Dünyâ’dır ve güyâ dindarlık da alttan-alta devâm etmektedir. Zâten din ile Dünyâ ayrılmıştır  ve zinhar birbirine karıştırılmamaktadır. Kof bir müslümanlık şeklidir bu.

 

Dindarlık başkasına karşı değil, insanın Allah’a karşı ve kendine karşı göstermesi gereken bir duruştur. Meselâ dışarıda tesettürlü ama evde aşırı açık giyinmek, dindarlığın oturmadığının göstergesidir. Mü’mine dindar kadın yada mü’min dindar erkek evde de istediği gibi giyinemez, oturup kalkamaz. Bir sınır vardır ve bu sınır evde de geçerlidir. O yüzden meselâ, “evde kimse olmadığında başörtüsüz namaz kılınır mı?” gibi sorular şeytanın sorularıdır. Çünkü takvâlı olanlar ve dindarlığı yerleşmiş olanlar için bu sorun olmaz.  

 

Dindarlık takvânın bir sonucudur, sonucu olmalıdır. Modern müslümanlarda takvâ yok, bu yüzden dindarlık üzerlerinde yâni hâl ve hareketlerinde gözükmüyor. Modern müslümanlar takvâdan koptular ve bu nedenle de dindarlıkları zayıfladı. Dindarlığın vermiş olduğu o duruş, bakış ve hâl-hareket neredeyse kalmadı. Artık dindarlık yerine “dindarlık taklitleri” yapılıyor. Ortalık dîni dar olanlarla doldu.  

 

Kur’ân, dindarlık kelimesini değil takvâ kelimesini kullanır. Aslında samîmi dindarlıktan kasıt “takvâ” olmalıdır. Eleştirilen dindarlık ise, “takvâsız dindarlık”tır. Ferit Aydın, dindarlık ve takvâ ayrımı konusunda şunları söyler:

 

“Dindarlık kavramının, gerek bu kelimenin kalıbı içinde ortaya koyduğu sözlük anlam, gerekse bu anlam çerçevesinde verdiği imaj, İslâm’ın rûhuyla bağdaşmamaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’in bir-çok yerinde geçen ‘takvâ’ sözcüğünün karşılığı da değildir. Bilâkis çağımızın yozlaşmış din anlayışıyla yaratılan tek taraflı, mistik ruhlu, sırf ruhâniyetçi, ruhbâniyetçi ve gelenekçi sofu tipinin niteliğidir. ‘Takvâ’ ise çok orijinâl Kur’ânî bir kavramdır; Dînin genel çerçevesi içinde gerek rûhânî, gerekse seküler yaşam alanlarında mü’min kişinin tüm kurallara uymada gösterdiği titizliktir. Öyle ise İslâm’a gerçek anlamda bağlı olan kimse dindar değil, takvâ-sâhibi bir mü’mindir; Rabbânîdir. Dolayısıyla ‘muttakıy’ yada ‘takvâ sâhibi’ kişi, yalnız rûhânî plânda değil, bununla birlikte hayâtın her alanında Allah’a karşı sorumluluk duygusu içinde kuralların tümüne birden uymaya çalışan ve bu konuda azâmi duyarlılık gösteren mü’mindir”.

 

Görünüşte dindar ama kâlben ve davranış olarak, düşünce olarak dindar değil. Çünkü aslında İslâm’ı sindirme sorunu var. Kadınlar için başörtüsü var, tesettür var ama onları aslında rûhuna tam kabûl ettirememiş, kültürel olarak giyiyor daha çok. Bunun sonucu, “evde açılıp-saçılmak” yada “mü’min gibi davranamamak” olarak gözüküyor. Erkekler için de güzel ve doğru davranmak var, güzel konuşmak var. Fakat bu sâdece belli zamanlar ve mekânlar için geçerli değildir. Dindar samîmi mü’minler bunu her dâim sağlamaya çalışırlar. Dindarın davranışı her yerde ve her zaman aynı ve benzer olmalıdır. Çünkü Allah, insanı sürekli görüyor. Mü’min, eğer takvâyı ve dindarlığı meleke hâline getirirse, dışarıdaki davranışı evde de, başkasının yanında olan davranışı âile içinde hattâ kendi başınayken bile aynı olur. Aksi-hâlde onun müslümanlığı “başkasına karşı müslümanlık” olmuş olur ki bu “gösteriş müslümanlığı”dır. Tabi ev, insanın rahat edeceği yer olduğundan dolayı dışarısı gibi olmaz ve belli ölçüde bir rahatlık evde serbesttir. Zâten Kur’ân da; sabah namazından önce, öğlen saatlerinde ve yatarken odalara izin alarak girilmesini ve izin alınmasını emreder ki, âyetten; “bunun dışındaki saatlerde izne gerek yoktur, çünkü bu saatlerde herkes kendine dikkat eder ve çeki-düzen verir” anlamı çıkar.

 

Kadın olsun erkek olsun, günümüzde hemen her müslüman “müslüman” görünümdedir, ibâdetlerini de yapıyorlar ama dindar olamamışlardır, yâni takvayı kuşanamamışlardır. Din onlarda meleke hâline gelmemiş, din, yüzlerine yansımamış, hâl ve hareketlerine etki etmemiştir. O yüzden, câmiden çıkıp kahveye “okey oyunu” oynamaya gidebilmekte, başörtülü-tesettürlü olmasına rağmen kozmetik dükkanlarını “ikinci adres” edinebilmekte, sosyâl(!) medyada sürekli resim paylaşabilmektedir. Müslüman görünen fakat dindar olmayanlar, kendilerini Allah’a değil de, insanlara ispât etme derdindedirler.  

 

Peki neden böyle oluyor. Çünkü Allah’ın görmesi ve kabûl etmesi yetmiyor. Zîrâ îmanları yeterli değil, takvâları yok ve dindarlık meleke hâline gelmemiş. Düşüncede, davranışta, harcamada vs. seküler olana kayıyorlar. Güçlerini ve tatminlerini îmanlarından değil de imajlarından alıyorlar yada almak istiyorlar. Bu nedenle dinden-dindarlıktan çok imaja yatırım yapıyorlar. Fakat îman yeterken imaj yetmiyor ki!. Çünkü kâlpler ancak Allah’ın zikri ile tatmin bulabilir. Böyle olunca da sürekli sûnî tamponlar kullanıyorlar ruhlarında eksik kalan boşluğu doldurmak için. İmaj îmânın ve takvânı, dolayısı ile dindarlığın önüne geçiyor.

 

Dindarlık öyle bireysel olarak yaşanabilecek bir şey de değildir. Dindar kişi cemaatle berâberdir. Zâten Allah, “bir olun, birlik olun” der. “Allah’ın ipine yâni Kur’ân’a topluca yapışın” der:

 

“Ve topluca Allah’ın ipine yapışın, ayrılmayın..” (Âl-i İmran 103).   

 

Dîni kuru-kuruya; namaz, oruç, hac, kurban, başörtüsü vs. olarak “bireysel dindarlık” şeklinde yaşamak, insanlara, topluma ve Dünyâ’ya bir yarar sağlamamaktadır. “Allah’ın dînini yeryüzünde hâkim kılma” bağlamında, “zulmü ortadan kaldırmak” için yapılmayan ibâdetlerin bireysel dindarlığa bir faydası yoktur. Bireysel dindarlık her ne kadar bu ibâdetleri (ki aslında bunlar ibâdet değil nüsûk ve ritüellerdir, çünkü dış dünyâdan kopuktur), “sevap biriktirme aracı” olarak kullansa da, bu yaptıklarının sonuçları Dünyâ’da kendisine ve insanlığa “bir fark oluşturacak şekilde” fayda sağlamıyorsa, o hâlde bunlar amacına ulaşmamış demektir ki zâten bireysel dindarlığın İslâm’ı Dünyâ’da görünür kılmak gibi bir amacı da yoktur.

 

Bireysel dindarlık, “sorumsuz dindarlık”tır. Çünkü bireyin, ona sorumluluk yükleyen “ahlâkı” yoktur, “etiği” vardır ve bunun kurallarını kendisi çıkarmıştır. Bu kuralları yeri geldiğinde istediği gibi, nefsine-çıkarına uygun olarak değiştirecektir. Üstelik nefsinin güdümünde yaptığı bu değişikliği “aklıyla” ve dînî bilgisiyle yaptığını zannetmektedir.

 

Bireysel dindarlıkta “sâlih amel” yoktur. Hattâ artık amel de yoktur. Çünkü sâlih amel bedel ister ki bireysel dindarlık, “bedel ödemekten kaçmak” demektir. Bireysel dindarlık, Allah ile kul arasında sıkıştırılmış, “lâik dindarlık”tır. Bireysel dindarlık, iç-âleminde sözde Allah’a bağlıyken, dış-âlemde Allah hâriç tüm sistemlere ve kişilere bağlanabilir. İşine gelene bağlanır. Bireysel alan dışındaki hiç-bir alanda Allah’a kulluk yapılmaz bireysel dindarlıkta. Bireysel dindarlık, liberâl kapitâlizmin ortaya çıkardığı ve desteklediği bir dindarlık şeklidir. Bireysel olunca ayartması kolaylaşır. Bu nedenle de şeytan ve yâverleri, bireysel dindarlığı ölümüne savunurlar. Bireysel dindarlık (yada bireysel müslümanlık) sâdece câmide ve seccâde üzerinde yaşanır ve hayatta ise “beşerin dîni” yürürlükte olur. Bireysel dindarlıkta “sorumlu değiliz, bir şeyi bilmek yeter, onu yaşamamıza gerek yok” düşüncesi bârizdir.

 

Kandil, Cum’a ve Ramazan-bayram mesajı atmayı dindarlık zanneden insanların olduğu bir ülkede-dünyâ’da yaşıyoruz. Yine AKP’ye ve sağ muhâfazakâr partilere oy veriyor diye, belli bir cemaate yada târikata bağlı diye kendini “dindar” zannedenler var. Mevlidden-mevlide, bayramdan-bayrama dindarlık gösterisi yaparlar. Ramazan gelince dindarlığı biraz artar gibi olur. Bayram bitince yine bildiği yolda gitmeye devâm eder. Oysa dindar olan kişi sürekli ve her şartta dindardır. Dindarlığı “belli ve kısa süreliğine geçici müslümanlık” şeklinde anlıyorlar. Hâlbuki dindarlık ömür-boyu süren şeydir.

 

Dîni sâdece iç-âlemde yaşayan, Dünyâ’da ise beşerî ideolojilere, düşüncelere bağlı, kazanmaya odaklı, çoğaltmaya ayarlı, bilimin her-şeyi açıklayabileceğini zanneden, teknolojinin bir gün tüm sorunları çözeceğine inanan, takvâdan ve dindarlıktan kopuk bir müslümanlık çeşidi var. Bunların varacağı yer bir süre sonra “deizm” olacaktır. İç-dünyâlarında dindar, kamusal alanda ise lâik olanlar, derin bir cehalet içinde ve bir-çokları da sağlam birer münâfıklık durumundadırlar.

 

“Dindar bir nesil yetiştireceğiz” diye yola çıkanlar, yeni nesli deizme ve ateizme kaptırdılar. Dindar nesil yetiştirmek için yetiştirecek olanların da dindar olması ve dîne göre kurulmuş bir ortamın olması gerekir. Sistemin dindar olmadığı ve tam-aksine şirk içinde olduğu yerde insanlardan dindar olmalarını beklemek çok mantıklı ve doğru değildir. Böyle yetiştiriciler ve öyle bir ortam olmadığı için çoğu gençler dinden soğumuş ve çeşitli şeytânî ve nefsânî akımlara kapılmıştır.

 

İnsan her zaman takvânın görünümü olan dindarlığı elde tutmalı ve tüm hayâtını ona göre düzenlemelidir. Bu evlilik konusunda da böyledir. Peygamberimiz’in bir hadisinde evlilikte seçilecek kadın tavsiyesi şu şekildedir:

 

“Kadın dört şeyi için nikâh edilir; malı, soyu, güzelliği ve dîni. Sen dindar olanını seç ki elin bereket bulsun” -Hz. Muhammed-. (Buharî, Nikâh, 15; Ebu Davud, Nikah, 2; Nesaî, Nikah, 13; ibn Mace, Nikah, 6; Darimi, Nikah, 4; Malik, Nikah, 21; A.b. Hanbel, III, 428).

 

Dindarlık yerine “cool olmak” moda oldu. Cool olmak, “serin-soğuk, iyi ve hârika olmak” demektir. Fakat cool olanlar her-şeye karşı soğuktur. Hiç-bir şeyi takmayan, kapıyı kapatıp cool-serin ortamda kalan. Sorumluluk almayan. Dışarıda ne oluyor bilmeyen ve bakmayan. Öyleyse cool olmaktan ve böyle sorumsuzca yaşamaktan Allah’a sığınırım ve “cool olmak” yerine dindarlığa yapışırım.

 

Kıyısından-köşesinden ve manşetten bir miktar dînî bilgi edinmekle de dindarlık olmaz. Çünkü dîni bilgiye sâhip olmak başka bir şey, dindarlık ise başka bir şeydir. Bir şeyin bilgisi o şeyin kendisi değildir. İslâm, ilim-amel dînidir. Dindarlık ikisinin bir-aradalığı ile olur.   

 

Dînin ve dindarların iyice azaldığı ve darlaştığı zamanlarda takvâyı ve dindarlığı kuşananlar çok kıymetlidir. Din, dindarca yaşandığında ve dindarlıktan tâviz verilmediğinde ancak görünür olacak ve hayâta hâkim olma hedefini sürdürebilecektir.

 

Dindar olmak, Peygamber gibi dindar olmak yâni dîne hem iç-âlemde hem de dış-âlemde Peygamber gibi sâhip çıkmak demektir.  

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2020

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder