“Onu (Kur’ân’ı, kavrayıp
belletmek için) aceleye kapılıp dilini onunla hareket ettirip-durma. Şüphesiz,
onu toplamak ve onu (sana) okutmak bize âit (bir iş)tir.. Şu hâlde, Biz onu
okuduğumuz zaman, sen de okunuşunu izle. Sonra muhakkak onu açıklamak Bize
âit (bir iş)tir” (Kıyâmet 16-19).
Tek “hak din” İslâm’dır.
İslâm, târihin çeşitli zamanlarında, peygamber gönderilen toplumlar tarafından
farklı isimlerle anılmış olsa da, peygamberler tek bir dînin tebliğini
yapmışlardır ki, o dînin adı İslâm’dır. İslâm, Allah’ın kâinâtı yönettiği sistemin
adıdır. Dünyâ-dışı kâinatta her-şey Allah’ın istediği gibi yâni İslâm’a göre
olur. Çünkü kâinatta -insan hâriç- her-şey İslâm’a yâni sünnetullaha uyar. Kâinatta
sâdece insanlar; aralarındaki sosyâl, kültürel, ekonomik ve en önemlisi de
siyâsî alanlarda İslâm’a uymazlar. Zîrâ İslâm, adâlet ve tevhid-merkezli bir din
olduğundan dolayı hiç-bir yolsuzluğa izin vermez ve sıkı bir kontrôl uygular.
İşte bu sıkı kontrôl, nefsini ve çıkarını “din” yapmış olanlar yada İslâm’ın
sıkı kontrôlünden bunalıp da özgürleşmek isteyenler tarafından sürekli olarak
tahrif edilmek istenmiş, bu uğurda İslâm’ı, vahyi, kitabı ve “peygamber örneklikleri”ni
aşırı yoruma tâbi tutarak, bâtıl arzulara uymak ve uyarlamak için saptırmışlardır.
Zâten İslâm’ın “imtihan” dediği şey, işte bu tür şeytânî ayartmalara kanmamak
ve kanmış olanların kurduğu sistemleri yıkıp, yerine hak-hakîkat ve
adâlet-eşitlik yâni tevhid-merkezli İslâm’ı yerleştirmek; küfür, şirk ve
zulümden arındırılmış olan tevhid dînini hâkim kılma gayreti ve mücâdelesidir.
Peygamberler hep bunun için gönderilmişlerdir.
İşte, hak din olan İslâm’ın
bu kontrôlünden kurtulmak isteyenlerin en çok yaptığı şey, İslâm’ın vahyini,
aşırı zorlama yorumlarla anlamından saptırmak, anlamsızlaştırmak, nefse, çıkara
ve mevcut seküler sistemlere uyarlamaktır ki, bu, şeytanın isteği, telkini ve
emri doğrultusunda yapılan yorumlara göre olmuştur-olmaktadır. Vahiy tüm zamanlarda
özünden saptırılmak istenmiştir ve de bunu yapmak isteyenler zaman-zaman
başarılı da olmuşlardır. Zâten bu saptırmalarla yozlaşıp bozulan dînî düşüncenin
yeniden düzeltilmesi için Allah peyderpey peygamberler göndermiş ve dînî
düşünceyi (yâni dîni) düzeltip yoluna koymuştur. En sonunda da Peygamberimiz Hz.
Muhammed’e gönderdiği mücmel kitabı vahyederek dînini tamamlamış ve kıyâmete
kadar geçerli olacak olan Dîn’i ve Kitab’ı ortaya konmuştur. Bu Kitap hem
kağıtlarda hem de zihinlerde kayıt altına da alındığından dolayı tahrif
edilememiştir. Zîrâ tüm Dünyâ’daki Kur’ân metinleri ve kitapları tıpa-tıp aynıdır.
Peki tüm Dünyâ’da harfi-harfine
aynı olan ve hattâ hafızlar tarafından da noktası-virgülüne kadar ezberlenmiş
olan Kur’ân, ona düşman olanlar tarafından nasıl tahrif edilecek ve arzulara
uygun hâle getirilebilecektir?. Böyle bir şey mümkün müdür?. Çünkü Kur’ân’ın içinden
bir harf dâhi alınsa hemen belli oluyor. Yine, içine ilâve bir “nokta” konulsa bile
o nokta sırıtıyor ve hemen belli oluyor. Zîrâ Kur’ân “korunmuş” bir Kitap’tır.
İşte Kur’ân metin olarak tahrife uygun olmadığı için değiştirilemeyince, çâre
olarak, tüm târih boyunca ama özellikle de modern zamanlarda “aşırı yorum” imdâda
yetişmiştir. Artık önüne gelen, Kur’ân’ı, yine Kur’ân’ın kendisinden yâni lâfzından-metninden
kopuk bir şekilde aşırı yorumlamaya tâbi tutmaktadır ki, aşırı yorumu eleştirenler
bile bunu yapıyor. Apaçık olan Kur’ân âyetlerini aşırı yoruma tâbi tutunca,
yeni yorumlarla varılan sonuçlar, Kur’ân’ın apaçık metnine ve sözlerine bile
aykırı olmuştur ve olmaktadır. Fakat insanlar arzularının kontrôlüne
girdiklerinden ve bu nedenle de vahye teslim olamamalarından dolayı bunu görememekte
yada görmek istememektedirler. Bu yüzden de bâtıl teorilere kolayca kapılmakta
ve bu teorileri ısrarla savunmaya devâm edebilmektedirler.
Bu uğurda bir-çok alanda
sonsuz yorumlar yapılmıştır ama biz bu yazıda, Kur’ân’ın yâni vahyin,
Peygamberimiz’e ve diğer peygamberlere “sâdece mânâ ile mi yoksa lafız ve mânâsıyla
birlikte” mi geldiği konusunu işleyeceğiz.
Son 200 yıldır insanları madden
ve mânen aşırı baskı ve kuşatma altına alan modernite, bu kuşatmanın sonunda
kişilerin beyinlerini ve kâlplerini dumura uğratmıştır. Moderniteye meftûn olanlar
ve modernite tarafından savrulanlar, İslâm’ı moderniteye uygun olarak aşırı bir
şekilde yorumlamakta ve savunmaktadırlar. Bu savunucular arasında, eskinin
“mücâhit” müslümanları(!) bile vardır. Üstelik, bu müslümanlar arasında “Kur’ân
âlimi” diye bilinenleri de bulunuyor. İşte mevcut modern baskının ve ağır kuşatmanın
karşısında komplekse kapılanlar ve eziklik hissedenler, bu kompleksten ve eziklikten
kurtulmak için, Kur’ân’ı moderniteye uydurmanın yoluna düşmüşler ve bu uğurda
olmadık sapıklıkları gündem etmişlerdir. Kur’ân’ı târihe hapsetmeler, modernizme
uydurmalar, konjonktüre ve modern bilime göre yorumlamalar hep, “Kur’ân’ı
teslîmiyetsiz okumaların” ve “bâtıl karşısında dik duramayışın” bir sonucudur.
Niceleri bu yolda dökülmüş ve hattâ haysiyetini ve şerefini kaybetmiştir.
İşte bu saptırmalardan ve
tahriflerden biri de, vahyin peygamberlere ve Peygamberimiz’e “sâdece mânâsı ile
geldiği, lafzının ise Peygamber’in kendi derlemesi ve yorumlaması olduğu” sapık
söylemidir. Hemen söyleyelim ki bu, derin bir sapma ve ağır bir küfürdür. Bu bâtıl
düşünceye göre, Allah, Peygamber’e vahyi, “o’nun kâlbini genişletecek şekilde”,
sâdece mânâsıyla göndermiştir. Hattâ bâzıları zıvanadan çıkarak, “Allah’ın
gönderdiği bir şey yoktur, Peygamber derinlikli ve yoğun bir hâldeyken ‘vahyi
alır’ duruma gelmiştir” diyenler de vardır. Diyorlar ki; “Peygamber de içine
doğan bu mânâyı derleyerek ve yorumlayarak kelimelere dökmüş ve halka tebliğ
etmiştir”. Dolayısı ile şu sonuca varıyorlar: “Kur’ân, Peygamber’in içine doğan
mânâları kelimelere dökmesi şeklindedir ki, bu derlemede bir-çok yanlışlar ve
çelişkiler de olabilir ve vardır da. Peygamberin o günkü psikolojik hâli bu
derlemeyi ve yorumu farklılaştırıp çelişkili hâle getirebilmiştir”. Yâni -hâşâ-
Peygamber’in yorumladığı ve derlediği vahiy, o’nun, vahyin geldiği yada
açıldığı günkü psikolojisine göre belirlenmiştir. Sâkin bir gününde ise,
içindeki mânâyı yumuşak ve hoşgörülü olarak yorumlamış ve barıştan, affetmekten
ve cennetten bahsetmiş, fakat öfkeli bir gününde ise, savaşmaktan, öldürmekten
ve cehennemden bahsetmiştir. -Hâşâ- Peygamber’i dengesiz bir insan konumuna
getirmişlerdir böylece. Yâni din ve halk, onun insafına bırakılmıştır bu
mantığa ve düşünceye göre. Bu düşüncenin sonunda söyleyecekleri şey şu
olacaktır: “O hâlde, vahiy târihseldir ve târihsel olduğu için sâdece ahlâkî
ilkelerinden sorumlu oluruz, onun dışındaki âyetler ise târihte kaldığından
dolayı bize hitâp etmemektedir. Buna göre biz de artık bu ahlâkî ilkeleri temel
alarak günümüze göre yorumlamalar ve derlemeler yapabiliriz ve hattâ yeni hükümler
de koyabiliriz, Kur’ân’ı metin olarak değilse bile tefsir ve anlayış olarak ‘çağa
uygun’ hâle getirebiliriz”. Bu düşünce “Kur’ân’ı ahlâkiliğe hapsetmek” demektir
ki, Kur’ân bütünselliğinden bakıldığında Kur’ân’ın salt ahlâkî bir metin ve
İslâm’ın da salt ahlâkî bir din olmadığı görülür.
Vahyi yâni Allah’ın emirlerini-nehiylerini
aşırı yoruma tâbi tutmak şeytan ile başlamıştır ve şeytan, Allah’ın apaçık “secde
et” emrine karşı hemen karşı çıkıp; “ben ondan üstünüm, çünkü beni ateşten,
o’nu ise topraktan yarattın” gibi absürd bir yorum yapmıştır. Absürd bir
yorumdur, zîrâ ateşin topraktan üstün olduğuna dâir bir delil yoktur. Şeytanı
“şeytan” yapan ve onu bulunduğu mevkîden indiren, nihâyetinde de onu ebedi bir
lânete uğratan şeyin sebebi budur. Şeytan bu kovulmanın sonucunda Allah’â; “kullarını
olmadık kuruntulara düşüreceğim” diye söz vererek insana düşman olmuş ve insanı
saptırmayı şiâr edinmiştir. Bu konuda -Allah’ın sâlih kulları hâriç- başarılı
olduğu gün gibi ortadadır. Zîrâ şeytanın başlattığı bu yolda niceleri yoldan
çıkarak sapmış ve ebedî cehennemi hak etmiştir.
Vahyi aşırı yorumlamaya tâbi
tutma tüm peygamberler sonrası zamanlarda yapılmış ve bu yorumlamalar;
dünyevîlik lehine, madde lehine, arzular lehine, sanılar lehine, ve mevcut
sistem ve konjonktür lehine olmuştur. Ahlâk, hak, hakîkat, adâlet, eşitlik ve
tevhid lehine olmamıştır hiç-bir zaman. Çünkü zâten Kur’ân apaçıklığı aşırı
yoruma gerek bırakmamaktadır. Aşırı yorumlama peşinde olanlar hep, “iyi bir şey
yapıyorum” zannına kapılmıştır ve bundan dolayı da çoğu gittiği bâtıl yoldan
dön(e)memiştir.
Târih boyunca mistisizm,
bâtınîlik, düâlizm, çok tanrıcılık, putperestlik, gök-tanrı inancı, tabiata
tapmak, kişilere tapmak merkezli olan bu yorumlamalar, İslâm ile birlikte
bâtınîlik, mistisizm ve genel isimlendirmeyle “tasavvuf” ile yapılmış ve
söylenen şey genel anlamda, “burada söylenmek istenen şey, lafzın dediği değil,
mânânın dediği şekilde şu-şu şekildedir” tarzında olmuştur. Oysa yapılan
yorumlar vahyin apaçık söylemine açıkça aykırıdır ki, bu yorumlar zâten peygamberlerin
sözlerine ve örnek yaşamlarına da aykırılık içermektedir. Tabi aşırı
yorumcular, Peygamber’in sözlerini de tahrif etmiş yada o’nun adına “hadis” adı
altında sonsuz sözler uydurmuşlardır. Tabi bizzat Peygamber de din hakkında konuşmuş
ve vahyi tebliği ederken yorumlarda bulunmuştur. Bu konuşmaları içeren “sahih
hadisler de vardır. Peygamber’e isnât edilen uydurmaların ilhâmını şeytan
verirken, bu sözleri söylemek için alanı açanlar da küresel tâğutlar ve onların
yerel taşeronları olmuştur ve bu bugün de aynen devâm etmektedir.
Târih boyunca aşırı yorumlarla
yapılan vahyin tahrifi, İslâm’ın hâkim bir din ve sistem, İslâm devletinin ise
cihangir bir devlet olma özelliğinin zayıfladığı yada bu özelliğini yitirdiği zamanlarda
yapılmıştır. İslâm târihinde tüm fitneler ve ifsâd, İslâm’ın (daha doğrusu
müslümanların) hâkimiyetini yitirdiği ve bâtılın hâkim olduğu zamanlarda
meydana çıkmıştır.
İşte son 200 yıldır modernite karşısında
hâkimiyetini yitiren ve komplekse kapılıp “ezik” hâle gelen vahyin mensupları,
dîni yâni hakkı-hakîkati, adâleti ve eşitliği ikinci plâna atarak, moderniteyi “din”
edinmişler ve bunun sonucunda, değiştirilemeyecek olan vahyin metnini ve Peygamber’in
“güzel örnekliği”ni de, “vicdanları rahatsız ettiğinden dolayı” aşırı yoruma
boğarak tahrif etmeye ve unutturmaya çalışmaktadırlar. Bu uğurda yapmak
istedikleri şey; vahyin yâni Kur’ân’ın o kendine has özelliğini,
değiştirilemezliğini, “tüm zamanların ve mekânların kitabı” olduğunu, hak ve
hakîkatin biricik kaynağı olduğu gerçeğini baltalamak, gayr-i İslâmî düzenlerin
tek düşmanı olan vahyin-Kur’ân’ın yapısını bozarak, insanların zihinlerindeki
vahiy anlayışını yıkmak ve değiştirmektir. Bu uğurda ilk yapılması gereken şey ise,
vahyin pratikliğini yâni “Peygamber’in güzel örnekliğini” göz-ardı ederek ve
güyâ önemsizleştirip gündem-dışı ederek târihselleştirmek yâni o örnekliği târihe
hapsetmek, (ki bunda başarılı olmuşlardır) ondan sonra da vahyin yapısını
bozmaktır. Tabi bundan sonra da bozulan vahyi, nefislerine, çıkarlarına ve
arzularına göre yeniden ama tam da şeytana, tâğutlara, moderniteye, çağa,
maddeye, Dünyâ’ya uygun olarak yorumlamaktır. Böylece ortaya yeni bir “din”
çıkacaktır ki bu din elbette “insanın kafa ve beden konforunu bozmayacak” bir
din olacaktır.
Şu çok açıktır ki, İslâm ile
modern telâkki birbiriyle aslâ uyuşmaz. Fakat modernite günümüzde tüm Dünyâ’da
hâkim durumdadır ve tüm Dünyâ’yı ağır bir baskı ve kuşatma altına almıştır.
İşte gerek bu kuşatmanın ağır etkisiyle gerekse de modernitenin nefse tam
uygunluğu ve bunun birilerinin çok hoşuna gitmesi nedeniyle, modernitenin tek
yada en güçlü karşıtı olan İslâm’ı ve onun ana-kaynağı olan Kur’ân’ı tahrif
etmek modernler için elzem olmaktadır.
1.400 yıl boyunca âlimler
vahyin “hem mânâ hem de lafız olarak” Peygamberimiz’e vahyedildiğini kabûl
etmişler ve söylemişlerdir. Bu hususta müslümanlar arasında en küçük bir
ihtilâf yoktur. Fakat “modern müslümanlar” arasında vardır. Târih boyunca
müslümanlar ve sözde müslümanlar vahyin nasıl gediği konusunda ve Allah’ın ve
melek Cebrâil’in, Peygamberimiz’le nasıl iletişim kurduğu konusunda farklı
görüşler ortaya koymuşlardır. Bu görüşler iki ana başlık altında şu şekildedir:
1-Cebrâil, vahyi yâni
Kur’ân’ı doğrudan Allah’tan, hem mânâ hem de lafzıyla birlikte almış ve Peygamberimiz’e
de hem mânâ hem de lafzıyla birlikte iletmiştir.
2-Cebrâil, vahyi Peygamberimiz’e
“sâdece mânâ olarak” iletmiştir ve Peygamberimiz de bu mânâyı yorumlayarak ve derleyerek
lafza ve sonra da metne dökmüştür.
Tabî ki doğru olan birinci
yorumdur. İkinci yoruma “kelâm-ı nefsi” denir ki bu; “Allah’ın kelâm sıfatının
harf ve ses içerisine sokulmadan yâni kelâm-ı lafzî hâlini almadan önceki hâli”
demektir. Bu konuda yapılmış diğer yorumlar ise bu iki ana yorumun yorumlarıdır.
Meselâ şöyle derler: “Cebrâil denen şey de zâten, Allah’ın, Peygamber’in gönlünde
açtığı bir ilham merkezidir ve bu merkez mânâlarla dolunca, otomatikman Peygamber’in
‘kâlbinden zihnine doğru’ vahiy gelmeye başlamasıdır”. Diğer yorumlar da benzer
yorumlardır ki bunların sonu gelmez.
Vahiy, hem lafız hem de mâna
ile birlikte iner. Mânâ lafzın içinde mündemiçtir. Samîmi bir şekilde lafzı
okuyanlar mânâyı da lafzın içinde bulurlar. Bu nedenle mânâyı vermek için lafzı
aşırı yorumlamaya gerek yoktur. O mânâ, lafzın sürekli okunmasıyla açığa çıkar
ve kâlbe yerleşir. Ali Akın: “Vahiyle gelen şey, sınırları belli bir mânâ ve
kalıbı belli bir lafız olduğu için, ifâdesi hiç değişiklik kabûl etmez.
Uzunluğuna veyâ kısalığına müdâhale edilemez, olduğu gibi yazılması zorunludur”
der.
Vahyin sâdece mânâ ile
geldiğini, lafızla gelemeyeceğini, çünkü “vahyeden Allah ile vahyi alan
Peygamber arasında ontolojik bakımdan tek bir benzerlik dâhi bulunmaz” denir.
Vahiy mânâ ve lafız olarak birlikte verildiğinde, lafzın ille de dışarıdan
duyulacak şekilde sesli bir şekilde gelmesi gerekmez. Nitekim rûyâlarımızda
bize konuşulduğunda, yanımızda olanlar o sesi duymazlar. Lafzı duymamaları,
rûyâda bir konuşmanın olmadığı anlamına gelmez. Üstelik o konuşma, anlamı ve
mânâsı olan bir konuşmadır.
Modern zamanlarda bu
düşüncenin bayraktarlığını yapan en ünlü kişi, Pakistan’lı yazar Fazlur Rahman
olmuştur. Türkiye’de ise bu düşünce en çok, Fazlur Rahman’ın çıraklığını yapan
Ankara İlâhiyat’ın medyatik hocaları tarafından dile getirilmektedir. Ankara
İlâhiyatın (Ankara Okulu) tezgâhından geçmiş olan medyatik ilâhiyatçıların,
vahyin bütünlüğü merkezinde, “onun bir hayat rehberi, sosyâl, kültürel,
ekonomik ve siyâsi bir kılavuz olduğuna îman edip kabûl etmek” noktasında büyük
sorunları vardır. Belki de bunun nedeni, Ankara Okulu’nun “lâikliğin
bayraktarlığını yapması için kurulmuş ve temelinin bu bilinçle atılmış
olmasından” dolayıdır. Bâtıl sistemin merkezine yakın olmak her zaman “sorun”
olmuştur.
Fazlur Rahman: “Kur’ân hem
tamâmıyla Allah Kelâmı’dır, hem de olağan anlamda tamâmıyla Hz. Muhammed’in
kelâmıdır” der. Hattâ Fazlur Rahman, vahyi getirenin melek Cebrâil olmadığını
söyler ve Hz. Peygamber’e vahiy getirenin melek olmadığını güyâ ispatlamak
amacıyla: “Dediler ki: Bu elçiye ne oluyor ki, yemek yemekte ve pazarlarda
dolaşmaktadır?. Ona, kendisiyle birlikte uyarıcı olacak bir melek indirilmesi
gerekmez miydi?” (Furkân 7) âyetini sözde delil olarak getirir.
Yine; “Hz. Muhammed kendini
-şuurlu olmasa da- peygamber olmak için hazırladı. Çünkü doğuştan onda
insanların karşılaştıkları ahlâkî çöküntülere karşı yüksek bir duyarlılık vardı”
der. Oysa Kur’ân’da açıkça şöyle denir:
“Kitabın sana
ulaştırılacağını umûd etmezdin; (bu,) Rabbinden ancak bir rahmettir. Öyleyse
sakın kâfirlere arka olma!” (Kasas
86).
Abdulkadir Yılan, Fazlur Rahman’ın,
vahyi “dışsal” değil “içsel” kabûl etmesinden şu şekilde söz eder:
“Fazlur Rahman’a
göre bütün vahyî tecrübeler temelde rûhîdir. Peygamber’in ‘beni’, bütün hazır
bulunuşluğuyla genişler ve hakîkati içsel olarak alır. Bu alış ne kendisinin ne
de vahiy temsilcisinin fiziksel bir gidiş-gelişi değildir. Ancak fiziksel bir
gidiş-geliş olmasa da ‘hakîkat’ Peygamber’in öznel hislerinin ötesinde aşkın
bir kaynağa âittir. Böylelikle Peygamber, ilâhi âlem ile kâlbî bir bağlantı
kurmuş ve ‘Emrin Rûhu’nun kendisinde oluşturduğu idrâk ile küllî ahlâkî
buyrukları anlamış olur”.
İyi de bu niye oluyor yada
niye her-an olmuyordu?. Niçin bir “fetret dönemi” oldu da vahiy bir süreliğine
kesildi?. Eğer vahiy, Peygamber’in içinde oluşuveren bir şey yada kurduğu bir
bağlantı ise, Peygamberimiz hayâtı boyunca içinden çıkamadığı konularda neyi
bekledi?. “İçindeki ses” ona tam da çok ihtiyaç olduğunda fısıldamamaya mı
başladı?. Zâten Mekke’nin müşrikleri de böyle demiyor muydu: “Cini onu yalnız
bıraktı”. Çünkü vahiy zaman-zaman kesiliyordu ve tam da bir sorunun sorulduğu
anda yada bir sorunun çıktığı anda gelmeyebiliyordu “imtihan” nedeniyle.
Abdulkadir Yılan da bunu eleştirerek şöyle der:
“Fazlur
Rahman, rûhun, Peygamber’in kâlbinde oluşan ve ihtiyaç olduğu zaman vahiy
şekline dönüşen bir ‘meleke’ olarak yorumlanabileceğini söylemiştir. Ancak
‘Fetret-i vahiy’ sürecindeki Peygamber’in hâlet-i rûhiyesini, İfk Hadisesi
sonrası Peygamber’in vahyi beklemesini ve Peygamber’in hatâlarından dolayı
vahiy yoluyla uyarılmasını bu durumda nasıl açıklarız?”.
Bu düşünceye göre Kur’ân, “Allah’ın
kitabı” değil de “Muhammed’in kitabı” oluyor ki, bunu söyleyenler zımnen şunu
demiş oluyorlar: “Hz. Muhammed de bir insan olduğu için hatâ yapması çok muhtemeldir
ve de bir-çok hâtâ yapmıştır, o hâlde bu hatâları kabûl etmek ve hayâtımızı bu
hatâlara göre şekillendirmek doğru değildir. Artık vahyin temel ilkelerine
uyduktan sonra göre biz de yeni derlemeler ve yorumlar yapabiliriz. Çünkü ne de
olsa Peygamber de, kâlbinde oluşan mânâları lafza ve dile dökmüştür. Vahyin,
kişinin kâlbinde mânâlanması ve dilinde lafza dönmesi konusunda Fazlur Rahman’ın
görüşü özetle şu şekildedir:
“Hz.
Peygamber’le Kur’ân arasındaki ilişki hârici ve mekanik olmayıp ‘kâlp ile anlam
ilişkisi’dir. Bu; ‘vahyin anlam olarak Peygamber’in kâlbine indiği, onun dili
ve kelimeleriyle ifâdeye döküldüğü’ anlamına gelir. Allah, Rûh’ûl Emin’i
yâni Cebrâil’i Peygamber’e gönderip, onda bir ‘meleke’ oluşturmuştur. Bu,
Peygamber’in bilincini, zihnini, kâlbini, iç-benini genişletti. Böylelikle Peygamber,
ilâhi âlem ile kâlbî bir bağlantı kurmuş ve Emrin Rûhu’nun kendisinde
oluşturduğu idrâk ile küllî ahlâkî buyrukları anlamış oldu”.
Böyle olduğunda peygamberlik
bir mesleğe döner. Yeteneği olan herkes, kâlbini mânâ üretimine hazır hâle
getirir ve kâlbindeki mânâyı lafızlara yâni âyetlere dökebilir ki, zâten bu
bâtıl ve sapık düşünceyi savunanlar bunu söylemektedir ve bu, tam da liberâl
modernitenin istediği şeydir. Bu, “modern bâtınîlik”tir. Zâten “klâsik bâtınîlik”
denilen melânet de, vahyin mânâya indirgenmesi nedeniyle ortaya çıkmıştır. Bizim
tasavvufçular da, “tecelli” adı altında, aldıkları vahiyleri “zevk” ile topluma
sunarlar ve peygamberlik taslarlar.
Adam sormaz mı?. Peygamber bunun
için niye kırk yaşını bekledi ki?. Zâten o “el emin” olan biriydi. Kâlbi her
zaman mânâları üretirdi ve bu mânâları da istediği zaman lafza ve dile
dökebilirdi.
Peki “hadis” denen sözleri
de nûr ile aydınlanmış kâlbinden derledikleri midir?. Çünkü gelenekçiler ve
hadisçiler böyle söylüyorlar?. Hadisler niçin o kâlbî açılımın derlemeleri
olmasın ki?. Böyle olunca hadisleri de “mutlak bağlayıcı” kabûl etmemek için
bir nedenimiz kalmaz çünkü.
Niyazi Beki, “vahyi mânâya
indirgemek” konusunda eleştirilerini şu şekilde sıralar:
“Hâkka
Sûresi’nde: ‘Hiç şüphesiz o (Kur’ân), şerefli bir elçinin kesin sözüdür. O, bir
şâirin sözü değildir. Ne kadar az inanıyorsunuz?’ (Hâkka 40-41) ifâdesine yer
verilmesi, âyetin Hz. Muhammed’den (a.s.m.) bahsettiğinin bir delîlidir. Yâni
insan sözü değildir. ‘Ve gerçekten sana daha önceden hikâyelerini anlattığımız
elçilere, anlatmadığımız elçilere (vahyettik). Allah, Mûsâ ile de konuştu’
(Nîsâ 164). (Bu âyet, Allah’ın, peygamberlerle konuştuğunun yâni lafzıyla ve
mânâsıyla vahiy gönderdiğinin delilidir H.G.).
Kur’ân’da
Hz. Peygamber’e (a.s.m.) hitâben ‘de ki’ anlamına gelen ‘kul’ kelimesi 300’den
fazla kullanılmıştır. Bu ifâdede dışarıdan bir emir söz-konusudur. Hâlbuki
elçiler, kendilerini gönderenlerin söylediklerini farklı bir tarzda ifâde ederler.
Meselâ: Biri diğerine, ‘git, filân adama de ki: ‘Allah birdir’ dese, elçi olan
kimse, vardığı yerde herhâlde aynı cümleyi tekrarlamaz; aksine eğer gönderen
kimseyi de işe katarsa, ‘beni gönderen kimse, Allah’ın bir olduğunu size
söylememi istedi’ der.
İbn Muğire’nin,
‘bu Kur’ân, insan sözünden başka bir şey değil’ şeklindeki sözünü hatırlatan
Yüce Allah, böyle söylemenin büyük bir suç unsuru teşkil ettiğini ve büyük bir
iftirâ olduğunu, bu sebeple de dehşet verici bir cezâyı hak ettiğini ifâde
etmek üzere: ‘Ben onu Sakar’a [Cehennem’e] sokacağım’ buyurmuştur. Bu da Kur’ân’ın,
Hz. Muhammed dâhil hiç-bir insanın sözü olmadığını ortaya koymaktadır. Bütün bu
deliller gösteriyor ki: ‘Gerçekten o (Kur’ân), âlemlerin Rabbinin (bir)
indirmesidir. Onu Rûhû'l-emin (Cebrâil) indirdi. Uyarıcılardan olman için,
senin kâlbinin üzerine (indirmiştir). Apaçık Arapça bir dille’ (Şuârâ
192-195)”.
“Ona bir melek indirilseydi
ya” âyetini, “melekle gelmedi”ye yoruyorlar. Zamânında yahudiler de âyetlerin,
nefislerine, çıkarlarına yada statükoya ve konjonktüre uygun olmamasından
dolayı Melek Cebrâil’e düşman olmuşlardı. Çünkü vahyi getiren Cebrâil
işlerini-dümenlerini bozuyordu. Oysa vahiy mânâya indirildiğinde kutsal kitaplar
da peygamberlerin bir yorumu olacaktı ki o zaman da insanlar onu istedikleri
gibi yorumlayabilecek yâni tahrif edebileceklerdi. Zâten yahudilerin yaptıkları
tahrifler bu yolla olmuştur. Cebrâil’e düşmanlıklarının sebebi, vahyin
sağlamlığıdır:
“Her kim Allah’a,
meleklerine, elçilerine, Cibril’e ve Mikâil’e düşman ise, artık şüphesiz Allah
da kâfirlerin düşmanıdır” (Bakara
98).
Şaban Ali Düzgün, Fazlur
Rahman’a özenerek; “Böylece sana emrimizden bir rûh vahyettik” (Şûrâ 52)
âyetini, “biz sana emrimizin rûhunu vahyettik” şeklinde değiştirir. Kur’ân’ın; “Onlardan
öyleleri vardır ki, dillerini kitaba doğru eğip bükerler, siz onu (bu okur
göründüklerini) kitaptan sanasınız diye. Oysa o kitaptan değildir. ‘Bu Allah
katındandır’ derler. Oysa o, Allah katından değildir. Kendileri de bildikleri
hâlde Allah’a karşı (böyle) yalan söylerler” (Âl-i İmran 78) âyeti bu
şekilde tezâhür eder.
Vahiy, Cebrâil’in, Allah’tan
alıp -Peygamberimiz arap olduğu için- arapça bir lafızla Peygamberimiz’e
bildirdiği ve o’nun da kâlbine kazınan bir hitaptır. Kelâm, onu ilk
söyleyenindir; onu tebliğ edenin değil.
Peki Peygamberimiz vahyi
nasıl alırdı?. Bu konuda, konuyla ilgili hadisler bize yardımcı olacaktır..
1-Hz. Âişe (r.a.) şöyle
buyurmuştur: Hâris bin Hişâm (r.a) Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’e: “Yâ Resûlullah,
sana vahiy nasıl gelir?” diye sordu. Resûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle
buyurdular: “Bâzen bana çıngırak sesi gibi gelir ki bana en ağır geleni de
budur. Benden o hâl zâil olur-olmaz (meleğin) bana söylediğini iyice bellemiş
olurum. Bâzen Melek bana bir insan olarak temessül eder. Benimle konuşur. Ben
de söylediğini iyice bellerim”.
2-Hz. Âişe (r.a) şöyle
buyurur: “Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’i soğuğu pek şiddetli bir günde
kendisine vahiy nâzil olurken görmüştüm. (İşte böylesine soğuk bir günde bile)
kendisinden o hâl geçtiği vakit şakaklarından şapır-şapır ter akardı” (Buhârî,
Bed’ü’l-Vahy, 2)
3-Ümmü’l-Mü’minîn Âişe (r.a)
şöyle buyurmuştur: “Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’in ilk vahiy başlangıcı uykuda
sâlih (sâdık) rûyâ görmekle olmuştur. Hiç-bir rûyâ görmezdi ki sabah aydınlığı
gibi vâzıh ve âşikâr zuhûr etmesin. Ondan sonra kâlbine yalnızlık muhabbeti
ilkâ olundu. Artık Hırâ dağındaki mağara içinde halvete çekilip orada ehlinin
yanına gelinceye kadar adedi muayyen günlerde ibâdet ederdi. O günler için
yanına azık da alırdı. Sonra Hz. Hatîce’nin yanına dönüp bir o kadar zaman için
yine azık tedârik ederdi. Nihâyet Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’e birgün Ğâr-ı
Hırâ’da bulunduğu sırada emr-i Hak (yâni vahiy) geldi. Şöyle ki Ona Melek gelip
“Oku!” dedi. O da “Ben okumak bilmem!” cevâbını verdi. Allah Resûlü (s.a.v)
Efendimiz hâdisenin devâmını şöyle anlattılar:
“O zaman Melek beni alıp
tâkâtim kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp yine “Oku!” dedi. Ben
de ona “Okumak bilmem!” dedim. Yine beni alıp ikinci defâ tâkâtim kesilinceye
kadar sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp yine “Oku!” dedi. Ben de “Okumak bilmem!”
dedim. Nihâyet beni yine alıp üçüncü defâ sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp: “Mahlûkâtı
yaratan Rabb-i Celîl’inin ism-i şerifiyle oku!. O Rabb-i Azîm ki insanı bir
alâktan yarattı. Her hâlde oku ki senin Rabbin kalemle yazı yazmayı tâlim eden,
keremine nihâyet olmayan Allahu Zü’l-Celâl’dir” (Alâk Sûresi) dedi.
4-Câbir bin Abdullah
el-Ensârî (r.a) vahyin ilk gelişi ve fetrete girmesiyle alâkalı şöyle demiştir:
“Resûlullâh Efendimiz
(s.a.v) fetret-i vahiyden bahsederken söz arasında buyurdular ki: “Ben bir gün
yürürken birdenbire gökyüzü tarafından bir ses işittim. Başımı kaldırdım. Bir
de baktım ki Hırâ’da bana gelen Melek (yâni Cibrîl aleyhi’s-selâm) semâ ile arz
arasında bir kürsî üzerinde oturmuş. Pek ziyâde korktum. (Evime) dönüp: “Beni
örtün, beni örtün!” dedim. Bunun üzerine Allâh Teâlâ Hazretleri’nin “Ey örtüye
bürünen Resûlüm, kalk da inzâr et!. Rabbinin azâmet ve kibriyâsından bahset.
Elbiseni pâk ve mutahhar tut. Putlara ibâdet necâsetini terk etmende dâim ol!”
âyetlerini inzâl buyurdu. Artık vahiy kızıştı da ardı-arası kesilmedi” (Buhârî,
Bed’ü’l-Vahy, 3).
5-İbn-i Abbâs (r.a); “Sana
nâzil olan Kur’ân âyetlerini nazmı ile unutmayayım diye acele edip Cibrîl
tilâvetini tamamlamadan hemen lisânını ve dudaklarını kımıldatmaya başlama!”
âyet-i kerimesi hakkında şöyle buyurmuştur: “Resûlullah Efendimiz (s.a.v) nâzil
olan âyet-i kerimeleri derhal ezberlemek için kendisini meşakkate sokar ve
bundan dolayı çok kereler mübârek dudaklarını kımıldatırlardı. Bunun üzerine
Allâh Teâlâ Hazretleri O’na: “Sana nâzil olan Kur’ân âyetlerini nazmı ile
unutmayayım diye acele edip Cibrîl daha tilâvetini tamamlamadan hemen lisânını
ve dudaklarını kımıldatmaya başlama!. Kur’ân’ı sadrında cem etmek (toplamak) ve
Sana tilâvet ettirmek Biz’e âittir. Cibrîl’in lisânıyla Kur’ân’ı Sana
okuduğumuzda Sen yalnız dinle!. Ondan sonra onu anlatıp belletmek yine Biz’e
âittir” âyet-i kerimelerini inzâl eyledi.
İşte bundan sonra Resûlullâh
(s.a.v) Efendimiz’e ne zaman Cibrîl (a.s) gelirse sükût buyurup onu
dinlerlerdi. Cibrîl (a.s) gidince getirmiş olduğu âyet-i kerimeleri o nasıl
tilâvet etmişse Nebiyy-i Muhterem (s.a.v) de öylece tilâvet ederlerdi. (Buhârî,
Bed’ü’l-Vahy, 4).
Şu âyetler, vahyin
peygamberlere hem lafızlarıyla hem de mânâlarıyla, melek Cebrâil tarafından
getirildiğinin delilidir..
“Bunlar, gayb
haberlerindendir; bunları sana vahyediyoruz. Onlardan hangisi Meryem’i
sorumluluğuna alacak diye kalemleriyle kur’a atarlarken sen yanlarında
değildin; çekişirlerken de yanlarında değildin” (Âl-i İmran 44).
“Size Allah’ın hazîneleri
yanımdadır demiyorum, gaybı da bilmiyorum ve ben size bir meleğim de demiyorum.
Ben, bana vahyedilenden başkasına uymam. De ki: ‘Kör olanla, gören bir olur mu?.
Yine de düşünmeyecek misiniz?” (En-âm
50).
“Allah’a karşı yalan
uydurup iftira düzenden veyâ kendisine hiç-bir şey vahyolunmamışken ‘bana da
vahy geldi’ diyen ve ‘Allah’ın indirdiğinin bir benzerini de ben indireceğim’
diyenden daha zâlim kimdir?. Sen bu zâlimleri, ölümün ‘şiddetli sarsıntıları’
sırasında meleklerin ellerini uzatarak onlara: ‘Canlarınızı (bu kıskıvrak
yakalanıştan) çıkarın, bugün Allah’a karşı haksız olanı söylediğiniz ve O’nun âyetlerinden
büyüklenerek (yüz çevirmeniz) dolayısıyla alçaltıcı bir azapla karşılık
göreceksiniz’ (dediklerinde) bir görsen” (En-âm 93).
“Rabbinden sana
vahyedilene uy. O’ndan başka İlah yoktur. Ve müşriklerden yüz çevir” (En-âm 106).
“Onlara bir âyet
getirmediğin zaman: ‘Sen onu (inmeyen âyeti) derleyip-toplasana’ derler. De ki:
‘Ben, yalnızca bana Rabbimden vahyolunana uyarım. Bu, Rabbinizden olan basîretlerdir; îman edecek bir
topluluk için bir hidâyet ve bir rahmettir” (A’raf 203).
“İçlerinden bir adama:
‘İnsanları uyar ve îman edenlere, muhakkak kendileri için Rableri Katında ‘gerçek
bir makam’ olduğunu müjde ver’ diye vahyetmemiz, insanlara şaşırtıcı mı geldi?.
İnkâr edenler: ‘Gerçekten bu, açıkça bir büyücüdür’ dediler” Yûnus 2).
“Onlara âyetlerimiz apaçık
belgeler olarak okunduğunda, bizimle karşılaşmayı ummayanlar, derler ki: ‘Bundan
başka bir Kur’ân getir veya onu değiştir’. De ki: ‘Benim onu kendi nefsimin bir
öngörmesi olarak değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, yalnızca bana
vahyolunana uyarım. Eğer Rabbime isyân edersem, gerçekten ben, büyük günün
azâbından korkarım” (Yûnus 15).
“Şimdi onların: ‘Ona bir
hazîne indirilmeli veyâ onunla birlikte bir melek gelmeli değil miydi?’
demeleri dolayısıyla göğsün daralıp sana vahyolunanlardan bir kısmını terk mi
edeceksin?. Sen yalnızca bir uyarıcısın. Allah her-şeye vekildir” (Hûd 12).
“Sana vahyettiğimiz gayb
haberlerindendir. Bunları sen ve kavmin bundan önce bilmiyordun. Şu hâlde
sabret. Şüphesiz (güzel olan) sonuç takvâ sâhiplerinindir” (Hûd 49).
“Onlar neredeyse, sana
vahyettiğimizden başkasını Bize karşı düzüp uydurman için seni fitneye
düşüreceklerdi; o zaman seni dost edineceklerdi” (İsrâ 73).
“Ben seni seçmiş
bulunuyorum; bundan böyle vahyolunanı dinle” (Tâ-hâ 13).
“Hak olan, biricik
hükümdâr olan Allah Yücedir. O’nun vahyi sana gelip-tamamlanmadan evvel, Kur’ân’ı
(okumada) acele etme ve de ki: Rabbim, ilmimi arttır” (Tâ-hâ 114).
“De ki: ‘Eğer ben sapacak olsam, artık kendi
nefsim aleyhine sapmış olurum; eğer hidâyeti bulacak olsam, bu da Rabbimin bana
vahyetmekte olduğu (Kur’ân) sâyesindedir. Şüphesiz O, işitendir, yakın olandır” (Sebe’ 50).
“Kendinden öncekini
doğrulayıcı olarak sana Kitap’tan vahyettiğimiz gerçeğin ta kendisidir.
Şüphesiz Allah, elbette haber alandır, görendir” (Fâtır 31).
“Bana ancak, yalnızca
apaçık bir uyarıcı olduğum vahyolunmaktadır” (Sâd 70).
“Ben ancak sizin
benzeriniz olan bir beşerim. Bana yalnızca, sizin İlahınızın bir tek İlah
olduğu vahyolunur. Öyleyse O’na yönelin ve O’ndan mağfiret dileyin. Vay hâline
o müşriklerin” (Fussilet 6).
“Böylece sana emrimizden
bir rûh vahyettik. Sen, kitap nedir, îman nedir bilmiyordun. Ancak Biz onu bir
nûr kıldık; onunla kullarımızdan dilediklerimizi hidâyete erdiririz. Şüphesiz
sen, dosdoğru olan bir yola yöneltip-iletiyorsun” (Şûrâ 52).
“Ben elçilerden bir
türedi değilim, bana ve size ne yapılacağını da bilemiyorum. Ben, yalnızca bana
vahyedilmekte olana uyuyorum ve ben, apaçık bir uyarıcıdan başkası değilim” (Ahkâf 9).
Rasyonâlizme göre vahiy,
“insanın Tanrı’ya ilişkin arayışının bir sonucu oluşan bilgiler bütünü”dür. Akıl
ile din -sözde- uzlaştırılınca, din ortadan kalkar. Akla bire-bir uygun olan
bir vahiy varsa, vahye gerek yoktur. Çünkü akıl da bire-bir vahye uygun
görülünce, akıldan sâdır olan her-şey de vahiy gibi olur. Varılan yer artık
“deizm”dir. Akıl kullanılarak vahyin yorumu yapılabilir ve vahiy anlamlandırılabilir.
Fakat vahiy, akıl-üstü bir öğretidir. Aksi-hâlde akıl, “vahiyden üstün” yada
“vahiy ile aynı üstünlükte” olsaydı, akıl bir vahiy meydana getirebilirdi. Yâni
insanlar, akıllarını kullanarak gerçek bir peygamber olabilirdi ve hak bir din
kurabilir ve vahiy-merkezli bir kitaba sâhip olabilirdi.
Allah’ın bizden istediği
şey, “gayba îman” ve Dünyâ’da, îmâna taâlluk eden aklın vahiy-merkezli
kullanılarak Dünyâ’yı bu minvâlde inşâ etmemizdir. Sorun; bir kesimin hem gaybı
hem de Dünyâ’yı “salt îman” ile, diğer kesimin ise “salt akılla” idrâk ve idâre
etme düşüncesidir. “Vahye gerek yoktur, akıl en iyi yolu bulur” deniyor. Fakat
vahiy her zaman, aklın ortaya koyduğu kötülükleri düzeltmek için gelmiştir.
Allah’ın dînini hayâta hâkim
kılmak adına vahiy-merkezli amel ve eylemde olunmadıkça, “temiz” kalmak
imkânsızdır. Anlayışı vahiy ile değiştirmek, davranışı da vahiy ile
değiştirmeyi gerektirir. İşte peygamberler bunun için gönderilirler.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Aralık 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder