“O, ‘Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda
ayrılığa düşmeyin’ diye dinden Nûh’a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi,
İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri’ (hukuk)
etti (bir şeriat kıldı). Senin kendilerini çağırdığın şey, müşriklere ağır
geldi. Allah, dilediğini buna seçer ve içten kendisine yöneleni hidâyete
erdirir” (Şûrâ13).
“Sonra seni bu emirden bir şeriat (hukuk)
üzerine kıldık; öyleyse sen ona uy ve bilmeyenlerin hevâ (istek ve tutku)larına
uyma!” (Câsiye 18).
Hukuk lûgatta: “Haklar.
İnsanın cemiyet hayâtında riâyet etmesi lâzım gelen kâideler, esaslar, yâni;
şer’i ve adlî hükümler. Haklıyı haksızdan ayıran kâideler. Şeriat kitaplarında
yazılı olan haklar, kânunlar ve kâideler” anlamındadır. Bu yazıda kânun derken
anlaşılması gereken, “beşerî kânun”lardır.
İslâm’da hukuk, şeriattır. Bu şeriat ise Kur’ân ile belirlenmiş
ve onun pratik uygulaması olan Sünnet ile örneklendirilmiştir. Kur’ân’daki
şeriat, “Allah’ın şeriatı” yâni hukûkudur. Bu hukuk, beşerî olan hukuklara,
daha doğrusu “kânunlara-kurallara karşı olan bir hukuk”tur. Hukuk, “hak”kın çoğuldur
ki her türlü hakkı içerir ve haksızlıkları açığa çıkararak adâleti uygular. Bir
yazıda İslâm hukûkundan şöyle bahsedilir:
“İslâm
Hukûku (fıkıh), müslüman ferdin, doğumundan ölümüne kadar, hayâtının her alanında
kendisinden uyması beklenen tutum ve davranışlarının asgarî ve azâmî
sınırlarını belirleyen bir sistemdir. Bu sistem içerisinde ferdin ibâdet hayâtı
yer aldığı gibi, diğer fertlerle ilişkilerini konu içeren sosyal hayâtı, devletle
ilişkilerini içeren hukûkî hayâtı da girer”.
İnsanlık târihi boyunca “Allah’ın hukûku” karşısına,
şirk koşulan tanrıların kânunları konulmuştur ki bu kânunlar aslında putlar üzerinden,
şeytanın uşaklığını yapan tâğutların, “önde gelenler”in ve kendilerini “özel”
görenlerin kânunlarıdır. İnsanlık târihi, “beşerî kânunlar karşısında, Allah’ın
hukûkunu hâkim kılma” savaşıdır.
Hukuk yâni haklar, Allah-merkezlidir. Zîrâ
hakkı hakkıyla ancak Allah sağlayabilir ki bunu Dünyâ’da tezâhür ettirmenin
yolu da, Allah’ın indirdiği vahiylere ve gönderdiği peygamberlere uymaktan
geçer. Aksi-hâlde, sürekli değişen ve birilerinin ihtiyaçlarına göre şekillenip
yenilenen kânun ve kurallarla kuşatılmak ve dolayısı ile büyük çoğunluk
için “zor bir hayat” yaşamak
kaçınılmazdır. Çünkü kânunları yapanlar, kânunları kendilerine zarar verecek
şekilde yap(a)mazlar. Her zaman kendi çıkarlarını düşünerek kânun ve kurallar
çıkarırlar ki bunları zâten apaçık görüp duruyoruz. Öyle ki insanlar da artık
buna alışmış olmalı ki, kânunları çıkartanlar içinden nefsini-kendisini en az
düşünen kişiyi başa getirmeyi hedeflemeye başlar. Oysa bunların hiç-birinde
huzûra ve rahata kavuşamaz. Bunun açık bir örneği de yoktur.
“O, biri diğeriyle ‘tam bir uyum’ (mutâbakat)
içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahmân (olan Allah)’ın yaratmasında hiç-bir
çelişki ve uygunsuzluk (tefâvüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir;
herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun?. Sonra gözünü iki
kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umûdunu kesmiş bir hâlde
bitkin olarak sana dönecektir” (Mülk 3-4).
Göklerde muhteşem bir âhenk ve düzen vardır
ki bu düzen, mükemmelliğini Allah’ın hukûkuna uymakla sürdürür. Allah’a göre
işleyen (sünnetullah) bir sistemde herhangi bir uygunsuzluğun ve uyumsuzluğun
görülmesi ve olması düşünülemez. İşte Allah, imtihan gereği olarak, irâde
verdiği insanların da, aynen göklerin uyduğu gibi ilâhi hukûka uymasını ve
Dünyâ’da da bir düzene ve huzûra kavuşulmasını ister ki; zulmün, acının,
feryâdın yok olmasının, hakkın gelip bâtılın darmadağın olmasının başka da bir
yolu yoktur.
Peki insanlar Allah’ın hukûkunu neden
tercih etmezler?. Ya cehâletten yada Allah’ın hukûkunun, kişilerin nefislerini sınırlandıracak
olmasındandır. Allah’ın hukûku, bâzı sınırlar koyar ki, bu, rahmetin bir
gereğidir. Bu hukûka karşı çıkanlar, tek ki nefisleri sınırlanmasın ve hazları
kaybolmasın da, “varsın Allah’ın hukûkuyla değil de beşerin kânunları, kuralları
ve yasalarıyla hüküm sürülsün” düşüncesindedirler.
Şirk, “Allah’ın hukûku yâni kânunları yerine,
beşerî kânunların ve kuralların hâkim olması” durumudur. O hâlde beşerî
kânunların ve kânun koyucuların hâkimiyetinin devâm etmesinin nedeni, insanların
nefisleridir. İşte değişmesi gereken şey, insanların bu nefisleridir.
Dünyevîlikten kurtulup da uhrevî bir şekle bürünmeyen nefisler oldukça değişen hiç-bir şey olmayacaktır
Adâlet ancak Allah’ın hukûku ile
sağlanabilir. Adâlet hem insanlık hem de diğer bütün mahlûkat için
olmazsa-olmaz şartlardan biri olarak görülmelidir. Aslında tüm kâinat adâlet
üzere ayakta durur. Adâlet bozulduğu anda kaos başlar. Adâleti sağlayabilecek
olan hukuk İslâm-merkezli olmadığında, Dünyâ’nın çeşitli yerlerinde adâlet,
“söylem olarak” aynı şeyi dile getirmesine rağmen, pratikte hiç de dile
getirdikleri gibi olmaz. Çünkü adâlet, söylem ile değil, amel-eylem ile,
uygulama ile alâkalıdır ve eğer uygulama yoksa adâlet de yoktur. Adâlet, “Yegâne
Adâlet Sâhibi”nin sözü bir kenara atılarak beşer tarafından düzenlendiği için
her zaman bir adâletsizlik vardır Dünyâ’da. Sözde adâletin sağlanması için
çıkarılan kânunlar birilerinin “ekmeğine yağ sürmek” için düzenlenmektedir.
Çıkarılan kânunlar masa-başında üretilmiş kânunlar oldukları için pratikte hep
sorun yaşanır ve adâlet bir türlü görünür olamaz. Adâlet nereden gelirse-gelsin
aslında İslâm’dan yada İslâmî fıtrattan neşet etmesi kaçınılmazdır. Hukuk ve
adâlet sistemi, Kur’ân’ın ön-gördüğü hukuk ve adâlet sisteminden kopuk ve
farklı olmamalıdır. Çünkü adâleti ancak Allah belirlediğinde o şey âdil olur.
Hukuk, “Allah
ile alâkalı olan”, “Allah-merkezli olan” demektir. Zâten Dünyâ’da düzen ve
nizam ancak Allah’ın hukûku ve adâletiyle sağlanabilir. Kendisine itaat edilmesini,
kendisinden korkulmasını istismâr etmeyecek tek varlık Allah’tır. Bu nedenle de
Allah’a sonsuz bir güven duyulur. Oysa insanlar, kendilerine karşı olacak bir
teveccühü mutlakâ istismâr ederler. Zâten bu nedenle beşerî kânunlarla değil de
Allah’ın kânunları yâni hukûku ile hayat düzenlenmelidir.
Hukuk ve kânun
aynı değildir. Çünkü kânun ve kural beşerî olandır ve bu nedenle bu kânun ve kurallarda
mutlakâ hukuksuzluk olur. Hattâ apaçık olan kânun ve kurallar bile askıya alınabilir
yada çiğnenebilir. Oysa Allah’ın kânunları ve hukûku apaçıktır ve değişmezdir.
Bu nedenle de ona uymamak Dünyâ’da rezilliği getireceği gibi, âhirette de ebedî
azâbı getirir. Zîrâ Allah’tan başkalarının kânunlarıyla ve kurallarıyla
hükmetmek şirktir. Şirk ise affedilmez tek günahtır.
“Hukuk önünde
eşit olmak”la “kânun karşısında eşit olmak” aynı şey değildir. Kânun karşısında
eşit olmak sürdürülebilir değildir. O yüzden de “kânun” karşısında eşit
olunmaz. Eşitliği ancak Allah’ın hukûku sağlayabilir ki adâlet ve kıst ile
olacak olan eşitlikten, nefsinin kölesi olmuş olanlardan başka herkes memnun
olur.
Tüm beşerî
sistemlerin kânunlarında “boşluk” varken, bir tek Kur’ân’ın kânunlarında
“boşluk” yoktur. Çünkü Kur’ân’ın kânunları hukuktur ki bu hukuk, Allah’ın
vahiyle gönderdikleri mutlak hükümlerdir.
Allah’ın kânunları
olan hukuk, hayâtın tüm alanlarını kapsar ve kuşatır. Seküler-lâik ülkelerin
kânunları “hukûkî” değil, “siyâsî”dir. Siyâsete göre değişir. Kânunlar “suyun
başını tutmuş” olanların keyiflerine ve çıkarlarına göre sürekli değiştirilir.
Bu durum “mutlu azınlıklar”ı daha da mutlu ederken, halkın geneli ya zor bir
hayat yaşar yada onursuz bir hayâta mecbûr kalır.
Türkler müslüman
olduktan sonra kânunlarını İslâm’a ve töreye göre “ikili hukuk” şeklinde icrâ
etmişlerdir. Zamanla töre, İslâm hukûkunun yâni şeriatın önüne geçmiştir. Fakat
bilinsin ki, “şirk” budur. İslâm yetersiz bir din ve hukuk sistemi değildir ki
“biraz ordan biraz da burdan” düşüncesini onaylasın. Şirk, hukûka karşı kânun
çıkarmaktır. Şirk, “kânuna karşı kânun’dur. Buna “dîne karşı din” de denebilir.
Allah’ın
hukûkuna karşı olan tüm kânunlar ve kurallar şirktir. Bütün Dünyâ eksiksiz
bir-araya gelip Allah’ın kânunlarına aykırı bir kânun ortaya koysa, o kânun
yine de küfürdür, şirktir. O kânunu koyanlar da müşrik, kâfir, fâsık, zâlim ve
câhiliyedir. Çünkü mutlakâ sınırlı akıllarıyla ve çıkarlarını düşünerek kural
çıkaracaklardır. Allah ise “mülkün tek Sâhibi” ve “âlemlerin tek Rabbi”
olduğundan dolayı, -hâşâ- çıkarını düşünmesi söz-konusu değildir. Tam-aksine O,
mü’min kullarının çıkarını düşünerek hukuk belirler.
Allah’ın
hukûkuna karşı hukuk ortaya koymak tüm zamanlarda farklı yollarla olmuştur. Bu,
günümüzde demokrasi denen “şeytan-işi pislik” olan ideoloji ile yapılmaktadır. Demokrasi,
İslâmî/fıtrî kânunların iptâli; şeytânî/tâğûtî/nefsî arzuların ikâmesidir.
Demokrasilerde çıkarılan kânunlar her zaman zenginlerin lehine, fakirlerin ise
aleyhinedir.
Demokrasi
% 49’a karşı % 51’i için bölücüdür ve daha başta tevhide aykırıdır. Tevhide
aykırı olduğu için İslâm’a aykırıdır, İslâm’ın özüne aykırıdır. Fırkalara
ayrılmanın başladığı yer tüm insanlık târihinde budur. Kur’ân, Enbiyâ 159, Rûm
32, Mü’minûn 53-54’te “sakın fırkalaşmayın, yoksa perişân olursunuz” der.
Demokrasi, fırkalaşmanın modern adıdır. Karşıdaki %49 size ânında düşman olur.
Kur’ân buna müşriklik der: “Gönülden katıksız bağlılar” olarak, O’na
yönelin ve O’ndan korkup-sakının, dosdoğru namazı kılın ve müşriklerden
olmayın. Onlardan ki, dinlerini parçalayıp hizipler/fırkalar hâline geldiler.
Her hizip kendi elindekiyle sevinip övünür”
(Rûm 31-32).
Demokrasilere
anayasa dayanmaz. İslâm’da, şûrâ’da ise anayasa değişmez. Çünkü Allah’ın
kânunlarında değişiklik olmaz. Anayasa Kur’ân’dır.
Demokrasinin
ibâdeti olan oy kullanmak; “ben Allah’ın kânunlarını değil, beşerin, keyfine
göre çıkardığı kânunları istiyorum” demektir ki bu şirktir ve kişiyi şirke
düşürür.
Kur’ân’da
demokrasiye işâret eden âyet yoktur ama anti-demokrasiye işâret eden âyetler
bir hayli çoktur:
“Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak
olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar
ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-âm 116).
“Hüküm
vermek yalnızca Allah’a âittir” (Yûsuf 40).
“İyi biliniz ki yaratma ve emir O’nundur.
Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir” (A’raf 54).
“İhtilâfa düştüğünüz her meselede hüküm
verecek olan Allah’tır”
(Şûrâ 10)
“Yalnız Allah’ın hükmüne dâvet
edildiğiniz zaman kabûl etmiyorsunuz. Fakat şirk unsuru olan başka hükümler
bahis konusu olunca kabûl ediyorsunuz. Oysaki hüküm yalnız her-şeye gücü yeten
Allah’ındır” (Mü’min
12).
Kânunları tek
bir kişinin belirlemesi “yanlış” görülürken, tek-tek kişilerden oluşan
çoğunluğun belirlemesi neden “doğru” görülüyor?. Kendi içtihadlarını
yap(a)mayanlar, mecbûren başkalarının içtihadlarını kânun yaparlar. İlginç olan
ise; yaptıkları o kânunlara bir-zaman sonra taparcasına inanmalarıdır. Bilinsin
ki, kimin kânunlarına göre hareket ediyorsanız, onun dînindensiniz. Türkiye’de
Allah’ın kânunlarına göre hareket etmek kânûnen yasak ve suçtur. (Anayasanın
24. maddesi). Fakat Atatürk kânunlarına göre hareket etmek şarttır. Bu durumda
Türkiye’nin ilahı kimdir?. Modern hayâta
uymamak, seküler kânunlara göre suç olsa da, İslâm’a göre günah değildir.
Kur’ân’ın;
etimolojik değerlendirilmesine, kelimelerinin-kavramlarının didiklenmesine, te’viline-yorumuna
gerek bırakmayacak şekilde, “işlendiğinde affedilmeyecek tek günah” olan apaçık
hükmü şudur: “Allah’tan başkalarının hüküm (kânun-yasa) koyması şirktir”.
Mecliste kânun
çıkaran vekiller, “aleyhlerine olacak bir kânun” çıkarırlar mı?. Tabî ki de
çıkarmazlar. O hâlde çıkarılan kânunlar, “vekillerin lehlerine” olan
kânunlardır. Ne ilginçtir ki, müslümanlar da, biz zamanlar “küfür” dedikleri
demokrasiyi şiddetle savunuyorlar. Hattâ Peygamber’in sözlerine uymayı “şirk”
olarak görürlerken, meclisin sözlerini benimsiyorlar. Allah’ın seçtiği
(Peygamber) konuşunca şirk oluyor, insanın seçtikleri (meclis) konuşunca kânun
oluyor.
“Hukûkunuzu
nereden alıyorsanız, dîninizi de oradan alıyorsunuz” demektir.
“Şüphesiz Allah, emânetleri ehline
(sâhiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adâletle
hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu
Allah, işitendir, görendir” (Nîsâ 58).
Bu âyetin tezâhür
etmesi için muhakkak Allah’ın hukûku hâkim olmalıdır.
Kur’ân okumak
demek, “modern kânunlara karşı gelmek”, “modern kânunları çiğnemek” demektir.
Sâdece Allah’a ibâdet etmek, “sâdece O’nun kânunlarıyla hareket etmek”
demektir. “Hükmün sâdece Allah’a âit olması” budur.
Ancak 2 maddeden oluşacak bir anayasa zulmü ber-tarâf edip
adâleti-hukûku sağlayabilir: 1-Anayasa Kur’ân’dır. 2-Kur’ân’ın uygulaması
Peygamber örnekliğine (sünnet) göre olur.
Ey Dünyâ’yı
değiştirmeyi düşünenler ve hukûku hâkim kılmak isteyenler!. Bilin ki,
yaşadığınız ülkenin/Dünyâ’nın kânunlarına ters hareket etmeden yâni “suç
işlemeden” o değişimi gerçekleştiremezsiniz.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Ocak 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder