20 Ağustos 2018 Pazartesi

Kur’ân’ı Hicaz’dan Okumak



“İşte bu (Kur’ân), önündekileri doğrulayıcı ve şehirlerin anası (Mekke) ile çevresindekileri uyarman için indirdiğimiz kutlu Kitaptır. Âhirete îman edenler buna inanırlar. Onlar namazlarını (özenle) koruyanlardır” (En-am 92).

“Kendilerinden önce o yurdu (Medîne’yi) hazırlayıp îmânı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından’ korunmuşsa, işte onlar felah (kurtuluş) bulanlardır” (Haşr 9).

Bu yazıda târihselcilik yapmak gibi bir niyetimiz yok, zîrâ Kur’ân’ın hiç-bir âyeti “belli bir târihe özel” değildir. Kur’ân âyetleri ve hükümleri tüm zamanları ve mekânları kapsar. Tabi her âyet tüm zamanlarda ve mekânlarda, ne olursa-olsun uygulanacak diye bir şey yoktur. Eğer ilgili âyetin ortaya konması ve uygulanması için bir neden yoksa, o âyetle o anda hükmetmenin gereği olmayabilir. Meselâ ortada fiîli bir savaş durumu yoksa, -âyetleri anlamak için okumanın dışında- sanki savaş varmış gibi davranmanın ve âyetleri ortaya dökmenin bir anlamı olmayacağı gibi, savaşla ilgili ayetleri olağan-üstü bir şekilde gündemde tutmanın anlamı da yoktur. Tabi ilgili âyetlerin Dünyâ’da o anda bir karşılığı yok diye ilgili âyetler “nesh edilmiş ve hükmü kaldırılmış” olmayacaktır. Çünkü Dünyâ’nın sonuna gelinmemiştir ve hayâtın ne getireceği bilinmemektedir. Fakat mutlakâ karşılaşılacak sorunlar, Kur’ân’ın âyetleriyle çözümlenebilecek meseleler olacaktır.  Bu nedenle Kur’ân’ın tavsiyeleri-emirleri-hükümleri, tüm zamanlarda ve mekânlarda, gerektiğinde ortaya konacak ve o âyetlerle hükmedilecektir. Modern müslümanların yada İslâm düşmanlarının, “artık Dünyâ çok değişti. Günümüzde o âyetlerin uygulanabilmesi mümkün değil” demesi, “Dünyâ’nın kaderini kendilerinin belirlediğini söylemek” anlamına gelir ki, bu, tanrılaşmak-ilahlaşmak demektir. Bâzı âyetlerin bugün için uygulanmasının gerekli olmaması, hiç-bir zaman da gerekli olmayacağı anlamına gelmez. Nicelerini gördüm ki, meselâ hırsızın elinin kesilmesi hükmünün, “bu zamanda olacak iş olmadığını” söyledikten bir zaman sonra hırsızlığa mâruz kaldıklarında, “el kesme” hükmünü baş-tâcı ederek dile getirmişlerdir.  

Kur’ân, bir boşluğa inmemiştir. Gerçek bir zamâna, gerçek bir târihe, sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik gerçekliğin olduğu bir ortama inmiştir. 23 yıllık örnek ve ideâl bir “yaşanmışlık” vardır. O hâlde Kur’ân’ın ilk indiği târihten, coğrafyadan ve ilk muhâtaplarından kopuk ve bağımsız olarak hakkıyla anlaşılması imkânsız ve de anlamsızdır. Çünkü nübüvvetin ilk zamanlarında Hicaz’da, insanların içinden bir Peygamber seçilmiştir ve bu Peygamber ve sahabe, İslâm’ı Kur’ân-merkezli olarak hayatta tezâhür etmiş ve en ideâl bir şekilde hayâta hâkim kılarak bir örneklik oluşturmuştu ki, Kur’ân’da bu örnekliğe “güzel örneklik” denmiştir:

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

Bu “güzel örneklik”in uygulamasının yapıldığı yer tabî ki Mekke ve Medîne şehirlerini içine alan Hicaz’dır. (Hicaz=Arabistan’da Mekke-i Mükerreme ile Medîne-i Münevvere’nin bulunduğu mıntıka). O hâlde Hicaz’ın bu târihini ve genel durumunu iyi bilmek gerekir ki Kur’ân iyi idrâk edilebilsin ve bu mekânda-dönemde uygulanan “güzel örneklik” üzerinden günümüzde de İslâm’ı hayâta hâkim kılma yoluna girilebilsin. Buna “Kur’ân’ı Hicaz’dan okumak” diyebiliriz. Tabi bu, “Kur’ân’ı Hicaz’a hapsetmek demek” değildir.

Kur’ân’ın indiği coğrafyanın; genel durumunu, sosyo-kültürel ortamını, sosyo-ekonomik seviyesini, siyâsal ve kültürel özelliklerini bilmek, Kur’ân’ı “hakkıyla” anlamaya başlamanın en ideâl yolu olacaktır. Aksi-hâlde 1.400 yıl öncesi Hicaz’ından kopuk olarak Kur’ân’ı okumak ve anlamaya çalışmak, mutlakâ eksik ve yanlış anlamalara yol açacaktır ve bu yanlışlığın telâfisi için de Kur’ân, aşırı yoruma boğulmak zorunda kalacaktır ki, modern dönemde müslümanların büyük çoğunluğunun yaptığı şey budur. Hem Kur’ân, Hicaz-merkezli değil de modern dünyâ-merkezli okunduğunda, mecbûren modern-bilim, modern-siyâset, modern-ekonomi ve modern-kültür üzerinden okunmak zorunda kalınacaktır ki, Kur’ân’ın bu yolla okumasıyla doğru anlaşılıp idrâk edilmesi imkânsızdır. Zîrâ modern zaman ve modern insan, madde ve beşer-merkezli bir düşünme ve amel-eyleme sâhiptir.

İbn Haldûn, bir zamandaki haberin ve olayların doğrusunu-yanlışını ayırmanın en iyi yolunun, o târihteki sosyâl hayâtın nasıllığının bilinmesiyle olacağını söyler ve şunları der:

“Haberlerin doğru ve gerçek olanını yalan olanından ayırmanın en iyi yolu, sosyâl hayâtın karakterini ve doğasını bilmektir. Bu, haberi nakleden râvilerin güvenilir olup-olmadıklarının araştırılmasından daha önemlidir”.

Modernizm, “eski olan”dan nefret eder ve eskiye meydan vermez. Hâlbuki Kur’ân, 1.400 yıl önce inmiştir ve târihsel bir yönü de vardır. Zâten Kur’ân kıssaları da Hicaz’dan çok daha eski zamanlardan örnekler verir ve peygamberlerin mücâdelesi üzerinden verilen bu örnekler, bir idrâk sürecine sokar mü’min kişiyi. O hâlde Kur’ân’ın, indiği târihten ve mekândan yâni Hicaz’dan koparıp, “sâdece modern üzerinden okunması” gerektiğini söylemek, “kıssaların anlaşılamayacağını” yada “anlaşılmasına gerek olmadığı söylemek” anlamına gelecektir ki, bu büyük bir tutarsızlık olur. Zîrâ Kur’ân’da, kıssaların yaşandığı yerlerin gezilip görülmesi ve bu ziyâret ile birlikte bir idrâk sürecine girilmesi ve bundan ibret alınması emri de vardır:

“Gerçek şu ki, sizden önce nice sünnetler (yaşam-tarzları) gelip-geçmiştir. Bundan dolayı yeryüzünde gezip-dolaşın da yalanlayanların sonu (âkibet) nasıl oldu bir görün” (Âl-i İmran 137).

“Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını bir görsünler. Onlar, kendilerinden (sayıca) daha çoktu ve yeryüzünde kuvvet ve eserler bakımından daha üstündüler. Fakat kazandıkları şeyler, (azâba karşı) onlara hiç-bir şey sağlayamadı” (Mü’min 82).

Şimdi; Mekke’yi ve Medîne’yi yâni Hicaz’ı baz almadan, bu âyetleri nasıl anlayacağız ve de anlamdıracağız?. Çünkü burada bahsedilen toplumların ortaya koydukları şeyler, ilk muhâtaplar üzerinden söylenmektedir. Orantı olarak eski kavimlerin yaptıkları işler ve ortaya koydukları ürünler, modern dünyâya göre belki de üstün özellikte ve incelikte olabilir. Fakat artık her şeyin çığırından çıkarcasına çoğaldığı bir zamanda insanlar şöyle diyebilirler: “Eski kavimler bizden daha fazla ve daha çok miktarda ne yapmış olabilirler?”. Tabî ki orantı ve kalite farkından bahsedilebilir ve söylenmek istenen şey de bu olabilir ama bu durumun en açık anlamı, eski kavimlerin ortaya koyduğu çokluğun, Mekke ve Medîne yâni Hicaz’a ve Hicaz’da yaşayanlara göre olduğudur. O hâlde Hicaz’ın genel durumunu, kültürünü, ürünlerini, ekonomik seviyesini vs. anlamadan eski kavimlerin yaptıklarının üstünlüğünü, yaptıklarının ne ve ne kadar olduğu bilinemeyecektir. Bu da, Kur’ân’ı hakkıyla anlamak için Hicaz’ın o günkü genel durumunun bilinmesinin şart olduğunu gösterir. Hicaz’ın genel durumunu bilmeliyiz ki, eski kavimlerin yaptıklarını ve üstün konuma ulaşmalarını sağlayan şeyin de ne olduğunu öğrenelim. Tabi bunu bilmek, eski kavimlerin neden şirke ve küfre düşüp helâke uğradıklarını da anlamamızı sağlayacak ve bizi onlar gibi yapmaktan ve onlar gibi bir âkıbete uğramaktan uzak tutacaktır.  

“Siz o’na (Peygamber’e) yardım etmezseniz, Allah o’na yardım etmiştir. Hani kâfirler ikiden biri olarak o’nu (Mekke’den) çıkarmışlardı; ikisi mağarada olduklarında arkadaşına şöyle diyordu: ‘Hüzne kapılma, elbette Allah bizimle berâberdir’. Böylece Allah o’na ‘huzur ve güvenlik duygusunu’ indirmişti, O’nu sizin görmediğiniz ordularla desteklemiş, inkâr edenlerin de kelimesini (inkâr çağrılarını) alçaltmıştı. Oysa Allah’ın kelimesi, yüce olandır. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Tevbe 40).

Şimdi, Hicret sırasında Hz. Muhammed ile Ebu Bekir’in yolculuk öncesi Sevr Mağarası’nda yaşadıklarını bilmeden bu âyeti nasıl anlamlandıracağız?. O hâlde Hicaz’ın târihini ve bu konuyla ilgili olayı bilmemiz gerekmektedir. Yâni Kur’ân’ı Hicaz’dan okumamız gerekmektedir.  

Kur’ân’ın âyetlerinin büyük çoğunluğu, Hicaz’da yaşayan inanan ve inanmayan insanların bâzı söz ve eylemleri üzerine inmiştir. Yâni Kur’ân âyetlerinin büyük çoğunluğunun inişinde arka-plân Hicaz’dır. O hâlde Kur’ân’ı Hicaz’a hapsetmemek şartıyla “Hicaz-merkezli” okumak çok yararlı ve en doğru yöntem olacaktır.

Hicaz’ı göz-ardı ederek Kur’ân’ın hükmünü aynen tatbik etmeye kalktığımızda, Hicaz’ı yâni 23 yıllık örnek yaşanmışlığı hesâba katmadığımız için, Kur’ân’ın hedeflemediği yanlış sonuçlara varabilir ve yanlışa düşerek zulme varan uygulamalar yapabiliriz. O hâlde Kur’ân’ı Hicaz-merkezli okumalıyız ki bu, “Kur’ân’ı asr-ı saadet merkezli okumak” anlamına gelir.

“Ve şu emin beldeye (güvenilir şehir Mekke’ye) andolsun” (Tîn 3), âyeti de, vahyin Mekke’yi hesâba katarak okunmasını salık verir gibidir.

Kur’ân’ın en doğru çevirisi, Kur’ân’ı Hicaz’dan okumakla yapılabilecektir. Zîrâ Kur’ân’ın örnek yaşanmışlığı oradadır ve bu yaşanmışlık üzerinden Kur’ân’ın en doğru çevirisine ulaşmak mümkün olabilecektir. En azından, Kur’ân’ın çevirisi yapılırken Hicaz da gözetilmelidir. Çünkü Kur’ân’ı modern zamanlardan okuyunca mutlakâ zamânın telâkkisi işe karışmaktadır ve Kur’ân modern zamânın nesnesi yapılmaktadır. Oysa Peygamber’imizin yaşadığı zamân ve mekân olan Hicaz telâkkisinin işe karışması sorun olmaz ve zâten Kur’ân en ideâl bir şekilde o zaman okunup uygulanmıştır.

Kur’ân’ı esbâb-ı nüzûlden kopuk olarak okumak, onu anlayıp idrâk etmeyi zorlaştıracak yada bambaşka bir anlam verilerek okunmasına neden olacaktır ki, bu anlam mecbûren çağın telâkkisine göre olacaktır. Çağın telâkkisi ise modern-seküler-lâik telâkki olduğundan, Kur’ân bu din-dışı ideolojilerin nesnesi durumuna düşecektir. Daha doğrusu modern müslümanlar, Kur’ân’ın sanki, tam da modernizmin istediği şeyi söylediğini zannedeceklerdir.  

Kur’ân’ı Hicaz’dan okumak, Kur’ân’ı kendi târihsel, sosyo-kültürel zamânından, kendi iç-dinamikleriyle okumak demektir. Aksi-hâlde Kur’ân’ın, bir-çok âyeti, anlamlandırılamayacak şekilde boşta kalacaktır.

Tabî ki bu söylediklerimiz “Kur’ân’ı Hicaz’a hapsetmek” anlamına gelmemelidir. Kur’ân tüm zamanların ve tüm mekânların Kitab’ıdır. Hükümleri tüm zamanları ve mekânları kapsar. Muhammed Celil bu bağlamda şöyle der:

“Kur’ân’ın, târihin belirli bir zaman diliminde Arapça konuşan bir kavme inmiş olması, onun diğer zamanlar için bâzı hükümlerinin geçersiz olacağını savunmak, akla ve ilme uygun bir iddia değildir. Beşerî hukuk yapıcıları bile bir kânunun geçerliliğini en uzun zaman-dilimine göre düşünerek yaparlar”.

Târih hesâba katılmadığı için bir konu hakkında çok gereksiz ve uzayıp giden tartışmalar yapılmaktadır. Oysa târihteki (Hicaz’daki) durum ortaya konulsa ve Kur’ân ile ilgili âyet bu merkezde okunsa, mesele kolayca anlaşılabilecektir.

Hz. Muhammed’in Mekke’si ve Medine’sini yâni Hicaz’ı, Kitab’ın hakkıyla anlaşılıp idrâk edildiği ve uygulandığı tek doğru referans yeri olarak kabûl etmek önemlidir.

Kur’ân’ın ilk muhâtaplarının ilk-anda anladığı şey, Kur’ân’ın ilk anlamı ve “Allah kontrôlünde örnek bir yaşanmışlık olduğu” için en doğru anlamıdır. Peygamberimiz ve sahabe, Kur’ân’ı o ilk anlama göre düşündükleri ve o ilk anlama göre amele-eyleme döktükleri için, eğer Allah bu anlayışa ve amel-eyleme bir müdâhalede bulunmadıysa yada yanlışlıkları hemen düzelttiyse, bu, “Peygamber’in ve sahabenin anlayışında ve yaşayışında bir sorun yoktur” demektir. Tabi bu, “o ilk anlamı mutlaklaştırmak” demek değil, “o ilk anlamı da göz-önüne almak” demektir. Çünkü Kur’ân, anlamı tüketilebilecek bir Kitap değildir ve bize her zaman yeni anlamlar verir. Zîrâ bu: Eğer yeryüzündeki ağaçların tümü kalem ve deniz de -onun ardından yedi deniz daha eklenerek- (mürekkep) olsa, yine de Allah’ın kelimeleri (yazmakla) tükenmez. Şüphesiz Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Lokman 27) âyetiyle sâbittir.  

Târihselcilikten bahsetmiyorum tabî ki. Fakat Dünyâ’nın en doğal, normâl ve fıtrî olan durumuna göre yapılacak anlamlandırma en doğru anlamlandırma, yaşama da en doğru yaşama olacaktır. Zîrâ Kur’ân, doğal ve normâl olana göre inmiştir. Meselâ Kur’ân; “onlara karşı savaş atları hazırlayın” demekle, “en doğal, normâl, fıtrî ve dolayısı ile Dünyâ’da olabilecek en doğru yaşam-şeklinden bahsetmekte ve Allahuâlem bunun da; “tarım, hayvancılık ve küçük esnaf” şeklindeki yaşam-şekli” olduğu mesajını vermektedir ki, 1.400 yıl öncesi Hicaz’daki yaşam-şekli tam da böyledir. Modern Dünyâ’daki yaşam-şekli ise bir sapmadır ve büyük bir imtihandır. Modern yaşam-şekli, “küresel bir sapma”nın sonucudur. Fakat Allah bizi, iyiliklerle olduğu gibi, bizim ortaya çıkardığımız kötülükler üzerinden de imtihan eder:

“Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz bize döndürüleceksiniz” (Enbiyâ 35). Tabî ki Allah’tan hep iyilik geleceği ve hiç-bir zaman şer gelmeyeceği için, bahsedilen şer, bizim kendi ellerimizle ortaya çıkarttığımız “şer”dir.

Mesele şu ki, küresel bir sapma olan modernizm, kendini Dünyâ’ya öyle bir dayattı ve insanlar da bunu nefse uygun olduğu için öyle bir benimsediler ki, artık insanlar modernizme uygun olamayan hiç-bir şeyi kabûl etmemektedirler. Bu, Kur’ân’ın, tam da modernizme uygun olarak yorumlanıp uydurulması noktasına kadar da geldi. Artık Kur’ân; sosyâl, siyâsal, ekonomik, ideolojik ve bilimsel anlamda Hicaz’a göre değil; tam da modernizme uygun olarak yorumlanmakta ve modernizme uydurulmaktadır. Fakat bunu yapmak için Kur’ân’ın apaçık âyetlerinin anlam kaymasına uğratılması hattâ âyetin tümden değiştirilmesi bile gerekebilmektedir ki bu, “aşırı yorumlama” ile yapılmaktadır. Çünkü modernizm “eski olan”dan nefret eder ve sürekli olarak “yeni” olanı savunur.

Sonuçta Kur’ân, Hicaz-merkezli okunup amele-eyleme dökülmediği için, modernizm-merkezli yorumlanıp uygulan(ma)makta ve modernizmin nesnesi yapılmaktadır. Böyle olunca da onun en ideâl ve kesin yargıları, tavsiyeleri ve emirleri görmezden gelinmekte yada aşırı yoruma tâbi tutularak saptırılmaktadır. Çünkü vahyin ilk ortamı, mekânı ve kişileri yâni ilk muhâtaplar olan Peygamber ve sahabelerin Kur’ân’dan ne anladıkları ve neyin mücâdelesini verdikleri hesâba katılmamakta ve göz-ardı edilmektedir. Yâni Hicaz göz-ardı edilmektedir.

İslâm ve Kur’ân, 1.400 yıl önce Hicaz’da yaşayan arap ve diğer milletlerin yaşamından ve kültüründen bağımsız olarak okunamaz, okunsa da yeterli bir şekilde anlaşılamaz. Çünkü Kur’ân, târihsel bağlamından kopuk olarak okunarak idrâk edilemez. Zîrâ Kur’ân, o târihi ıskalayan âyetlerden müteşekkil değildir. Bahsedilen târihten kopuk olarak yapılan okuma biçiminde mutlakâ modern ve nefsî yorumlar işe karışacaktır ki, bunların çoğu, vahyin rûhuna aykırı olacaktır.

1.400 yıl önce vahyin indiği Mekke ve çevresinin târihini, sosyo-kültürel ortamını, fakat özellikle de “23 yıllık yaşanmışlık” olan ve “usvetun hasenetun” denilen “güzel örnekliği” (sünnet) bilmeden, Kur’ân’ı hakkıyla öğrenmek, bilmek, anlamak, idrâk etmek ve hayâta uygulayıp hâkim kılmak imkânsızdır.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mayıs 2018



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder