“Ey Âdemoğulları,
her mescid yanında ziynetlerinizi takının. Yiyin, için ve isrâf etmeyin. Çünkü
O, isrâf edenleri sevmez” (Â’raf 31).
Şahsiyet kelimesi bir “değer” ifâde eder ve
şahsiyetli kişinin aynı-zamanda prensipli, ahlâklı, irâdeli bir kişi olduğunu
anlarız. Şahsiyetli kişiler şahsiyetlerini maddî-mânevi üretimlerinden alırlar,
tüketimlerinden değil. Bu kişilerinin “birey”lere göre ayırıcı özelliği, ciddî
olmaları ve derin bir perspektife sâhip oluşlarıdır. Îtibarlarını bilgiden,
bilinçten ve bu bilince uygun olan eylemlerinden alırlar, diğerleri gibi
tüketimden almazlar. Tüketerek sözde îtibar kazananlar, değer-merkezli bir
derinlikten yoksun olduklarından yada buna emek harcama zahmetine katlan(a)madıklarından
dolayı açıklarını sürekli “alarak” ve “tüketerek” kazanmaya çalışırlar. Ne
kadar çok tüketirlerse kendilerini o derece üstün ve değerli hissederler.
Kapitâlist-liberâl sistem bu hissi sürekli pompalar
ve çeşitli kanallarla insanlara bunu dikte ederler. Derler ki: “Sınırsızca
harca, kendini iyi hisset, sen buna değersin vs.”. Buna göre davranan ve sürekli
“alan ve tüketen” kişiler böyle davranmakla kendilerini üstün görürler. Bâzıları
bu kadar harcama ve tüketimi imkânları olmamasına rağmen, kredi kartı yada
farklı şekilde ille de tüketim yapabilmek için çabalar dururlar. Tabi
tüketemediklerinde kendilerini ezik ve zavallı gibi hissedeceklerinden, bundan
vazgeç(e)mezler. Çünkü tüketemediklerinde kendilerini üstün göremezler.
İslâm’da üstünlüğün tek ölçüsü takvâdır. Kişilerin ne
kadar kazandığı, ne kadar harcadığına bakılmaz ve zâten aşırı kazanca ve
harcamaya da izin verilmez. Güzel örnekliğimiz Peygamberimiz de bu tarz
aşırılıklardan uzak durmuştur. Aslında şahsiyetli olmak aşırı tüketimle değil,
ölçülü harcamakla olur. “Sınırsız tüketmemek”le. Şahsiyetli olanlar
şahsiyetlerini bencil tüketimlerle değil, paylaşımlarla kazanırlar.
Kapitâlist modern sistemde “ne kadar alırsan yâni harcarsan
o kadar üstün insan” olunur. Bu nedenle kişiler psikolojik olarak sürekli alma
peşinde koşturur durur. Reklâmlar ve bilinç-altına söylenen sözler bunu
emreder. Davranışlar bu “emre” göre olur. Bu yüzden dünyâ-insanlarının çok
büyük çoğunluğu şahsiyet sâhibi değillerdir. Fakat insan yaratılışında
şahsiyetli olarak yaratılmış ve bu fıtratına işlemiştir. Gerçek hayatta bu
fıtrî şahsiyete göre eylemde bulunulmadığı zaman vicdan bundan rahatsız olur ve
bulunduğu kişiyi de rahatsız eder. Bu rahatsızlığı hissedenler şahsiyet
eksikliğini baskılamak için sürekli harcama yapmaktadırlar.
Kapitâlist-liberâl sistemlerde insanlara sâdece “harcarlarken”
değer verilir. Meselâ bir alış-veriş yaparken satıcı müşteriye gâyet nâzik
davranır, güzel konuşur ve hattâ olmadık yalanlar bile söylerler. Alış-veriş
tamamlandığı anda ise, satıcı için müşterinin artık hiç-bir değeri kalmaz. Ne
de olsa malı satmıştır, iş bitmiştir. Sanki onu hiç tanımıyormuş gibi davranır.
Bu durum özellikle büyük alış-veriş mağazalarında ve AVM’lerde olur. Alış-veriş
yapılırken hâriç, müşteriyle fazla muhâtap olunmamalıdır Yâni köprüyü geçene
kadar, malı satana kadar. Çünkü bu nefsî sistemde değerli olan insan değil,
yapılan harcama ver kazançtır.
Ürünlerin ne işe yaradığını ve nerede kullanıldığı
bilmek, markalı ürünlerin fiyatlarını bilmek, modernizmde “bilgili insan olmak”
demektir. Meselâ teknolojik cihazları almakla teknolojiyi tâkip ettiğini ve bilimden-teknolojiden
anladığını zanneden ahmaklar var. Bu ahmakların kendilerini başkalarından üstün
görmeleri, düşük gördükleri kişilerin kendilerini kadar harcama yap(a)mamalarından
dolayıdır. Hâlbuki üstünlük, dengeli harcamaktır. En azında dengeli harcayanlar
dengesiz harcama yapanlara göre daha akıllıdır.
Bir de; “ayranı yok içmeye, tahtırevanla gider büyük
abdestini yapmaya” sözünde olduğu gibi; evdeki zor maddî geçim nedeniyle evinden
uzaklara çalışmaya gidenlerin çocuklarının “marka takılma”ları ve beş para
etmez şeylere bir asgâri ücretlinin 10-15 günde kazanabileceği paraları
vermeleri yok mu?. Bu kişiler vicdansız ahmaklardır. Babası evden uzak yerlere
evin durumunu iyileştirmek için çalışmaya gidiyor. Üstelik bu kişi meselâ hem
emekli olmuş, hem de rahatsızlıkları var. Fakat gel gör ki çocuğu kapitâlizme
kölelik yapmakta. Bu durum kapitâlist sömürünün ne boyutlara geldiğinin
delilidir.
Bu “marka manyakları”, markaları tanımayanları zır câhil
olarak görüyorlar. Sanki o markaları tanımak ve isimlerini doğru telâfuz etmek çok
matah bir şeymiş gibi. Asıl o markaların kölesi olanlar ve o markaların
isimlerini dilerlerinde geveleyip duranlar câhillerin önde gidenleridir. Zîrâ
cehâlet, bir “kendini bilmeme” durumudur ki bu kendini bilmezler, markaları her
zaman iyi bilirler. Zâten markaları iyi bildiklerinden dolayı kendilerini
bilememektedirler.
Şahsiyeti tüketimde arayanlar için tükettikleri
şeylerin lüks olması zorunludur. Ayrıcalıklarını bu şekilde göstermek isterler.
Bir şahsiyet dîni olan İslâm’da ise lüks yoktur. Gerçek bir İslâm ülkesinde lüks
mal hem yoktur hem de yasaktır. Zâten dînen de haram olarak görülür lüks
tüketim. Bir mal lüks ise, demek ki büyük bir çoğunluk o mala ulaşamıyor, eeee,
kime lüks ki o zaman?. Bir nîmetten her zaman sâdece belli bir kesimin
faydalanması İslâm’da kabûl edilemez. Allah nîmetini tüm kullarının üzerinde
görmek ister, sâdece bâzı kulların değil. Lüks demek isrâf demektir. Lüksün
isrâf olmaktan çıkması için herkesin ona zorlanmadan ulaşabilmesi gerekir.
Zâten o zaman ortada “lüks” diye bir şey kalmaz. Kur’ân isrâfı yasakladığı için
lüksü de yasaklamıştır.
“Akrabaya
hakkını ver, yoksula ve yolda kalmışa da. İsrâf ederek saçıp-savurma. Çünkü
saçıp-savuranlar, şeytanın kardeşleri olmuşlardır; şeytan ise Rabbine karşı
nankördür” (İsrâ 26-27).
“Onlar,
harcadıkları zaman, ne isrâf ederler, ne kısarlar; (harcamaları,) ikisi
arasında orta bir yoldur” (Furkân
67).
Tüketim kelimesi yok etmeyi de çağrıştırıyor. “Alınan
her şey tüketilmelidir” emrini içinde taşır bu kelime. Bir şeyi tükettiğinizde
yok etmiş olursunuz ve yok etmekle alâkalı olduğundan, tüketilen şey kişinin
kendisine ve topluma bir fayda olarak dönmez. Çünkü tükenmiş gitmiştir. Hiç
gerekli olmadığı hâlde gösterişli yapılar yapmak da isrâftır. Bu yapıları
yapanlar böylece kendilerine bir îtibar kazanacaklar ve birilerinin eleştirisi
ve îtirazlarından da kurtulmuş olacaklardır. Gereksiz yere yapılan harcamalar,
dînî olsa bile yine de isrâf sınıfına girer. Meselâ gerekli olmadığı hâlde yada
çok lüks olmasına gerek olmadığı hâlde aşırı paralar harcanarak yapılan câmiler
bile isrâf sınıfına girer.
Hz. Hûd, kavmini şöyle eleştirmişti:
“Her tepeye
cehâlet eseri anıtlar, gösterişli tapınaklar mı yükseltiyor; sonsuza kadar
yaşayacakmışsınız gibi, gökdelenler, sapasağlam mâlikâneler/saraylar inşâ
ediyor; yakaladığınızda veyâ yönettiğinizde zorbalık yaparak mı bunu
yapıyorsunuz?” (Şuârâ 128-130).
İlhâmi Güler:
“Bu uyarıların, insanın aklına Çamlıca Tepesi’ne câmi yapmayı;
İstanbul’u gökdelenler ile doldurmayı veya -modası geçtiği hâlde- Beştepe’ye
Saray yapmayı; Gezi ve benzeri olaylarında polisin sert tutumunu
hatırlatmadığını söylemek yalan olur” der.
İslâm’da “ihtiyaçta zarûret fıkhı” vardır. Müslümanlar,
bir şeyi almada “ihtiyaçta zarûret” prensibini uygulamalıdır. “Üretim-merkezli
tüketim” değil; “tüketim-merkezli bir üretim” anlayışı olmalıdır. Bu nedenle
haddinden fazla üretim yapılmamalıdır. Çünkü “fazla tüketim” aslında “aşırı
üretim” yüzündendir. İhtiyaç kadar üretim yapılmalıdır. İç ve dış pazarın
talebi kadar üretim olmalıdır. Böylece stokçuluğun önüne geçilmiş ve şeytanın kullanabileceği
bir kapı daha kapanmış olur. Haciyyat ve tahsiniyyat denen “gerekli olan” ve
sâdece “güzel olduğu ve beğenildiği için” alınması meşrû olan ürünlerin de
alım-satımı yapılabilir tabî ki. Fakat bu konuda haddi aşmamaya özen göstermek
gerekir.
Mü’min, şahsiyetini tüketimden değil, îmânından alır.
“Tüketiyorum, öyleyse varım” sözünü değil, “inanıyorum öyleyse varım” sözünü
söyler. Şahsiyetini, satın aldığı imajından değil de îmânından alanlara selâm
olsun.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ağustos
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder