“Sana rûh’tan sorarlar; de ki: Rûh,
Rabbimin emrindendir, size ilimden yalnızca az bir şey verilmiştir” (İsrâ 85).
İnsanlık târihinde
belki de en kadim tartışma; madde-rûh, beden-bilinç konusudur. İnsanın gerçekten
de bir rûhu-bilinci var mıdır?, varsa vücûdunun neresidir yada neresindedir?. Yoksa
rûh-bilinç-özbenlik denilen şey bedenin bizzat kendisi midir?, bedenin yâni
maddî varlığın içinde mündemiç (özdeş) olarak mı vardır?. Yoksa ateist-materyâlistlerin
dedikleri gibi öyle bir meta-fizik, madde-ötesi bir varlık yok mudur?. (Epifonomonalizm=rûh
maddenin sonucudur diyen felsefe). İnsanlar farklı ve üstün yaratılışlarının
bir sonucu olan düşünme-duygu vs. özelliklerinden dolayı mı böyle bir varlık
inancını edinmişlerdir?.
Bunların ayrı-ayrı
hepsine inananlar vardır. Tabi tatmin edici bir açıklama yoktur. Zâten tatmin
edici bir açıklama beklemek de yanlıştır. Çünkü idrâk etmeye çalıştığımız şey
maddî bir şey değildir. Aksi-hâlde çoktan bulunurdu. Sâdece hissedilebilen bir
şeyden bahsediyoruz. Buna “şudur” denecek bir şey yoktur. Bu nedenle hissettiğimiz
o gizemli şeyin ne olduğundan değil, ne olmadığından yola çıkararak belli ve
sınırlı bir yere varabiliriz ancak. Şimdi; bedenimizdeki bir organı meselâ kâlbimizi
hissettiğimiz gibi bir hissetme değildir rûhumuz-bilincimiz hakkında hissettiğimiz
şey. Gözümü kapayıp odaklandığımda karşımda-içimde bir varlık duruyor. O şey sürekli
olarak orada. Onu her zaman duyumsayabiliyorum. Fakat insanlık târihinde
kimsenin bilemediği gibi biz de onun ne olduğunu bilemiyoruz. Fakat şurası
kesin ki, hissettiğimiz bir varlık var. Ve o bizim bedenimizle aynı şey
değil. Bu nedenle tasavvuf câmiâsının
Peygamberimizin hadisi diye söyledikleri: “Ruhlarınız vücutlarınızdır,
vücutlarınız ruhlarınızdır” sözünü hiç kâle bile almıyoruz.
Şimdi onun ne
olduğunu değil de ne olmadığını, “soyutlama” yöntemiyle tartışalım.. Bakalım ne
çıkacak?..
Bir insanın ayak
baş-parmağını kestiğimizde insanda bilinç olarak bir şey eksilmiyor. Hattâ
diğer parmaklarını kestiğimizde de bir eksilme olmuyor. Bunu ilerletip o
insanın sol ayağını kestiğimizi düşünelim.. kişi yine aynı kişi. Ayağın kesilip
atılması yâni kişinin ayaksız kalması onu fizîki olarak etkilese de rûhen,
bilinç olarak etkilemiyor. Kişi kendini yine aynı oranda duyumsuyor. Bu insanın
diğer ayağını kestiğimizde de, yada sol ve sağ bacaklarını kalçanın olduğu
yerden kestiğimizde o kişi artık yürüyemeyebilir ama o gizemli benliğinde bir
farklılaşma olmaz ve o kişi meselâ muhteşem fikirler üretmeye devâm edebilir.
Hâfızasında da her-hangi bir azalma olmaz. İşi daha da ilerleterek bu kişinin
kollarını da omuz başlarından îtibâren keselim ve o insan iki ayak ve iki
koldan mahrum kalsın; bu durumda da o kişinin öz-benliğinde bir değişiklik yine
olmuyor. Zâten toplumumuzda böyle insanlar var ve onlar gâyet aklı başında
insanlar. Yâni henüz o gizemli varlıkta bir azalma ve değişme olmadı. Bu
kişinin iki böbreğini alsak ve diyaliz ile böbreğin görevini devâm ettirtsek,
toplumda bu şekilde bir-çok insan olduğunu gördüğümüze göre yine değişen bir
şey olmayacak. Bu kişinin mîdesini alsak ve farklı bir beslenme şeklinde
hayâtına devâm etse de olur. Bedenin dışında yapay karaciğer, kâlp (ki dış
kâlpler var), dalak ve diğer iç-organların görevini yapan bir makine bulunduğunu
varsaydığımızda, aslında o kişinin kafasından aşağısı olmasa da o kişi yine “o
kişi” olacaktır. Yâni kafasına-beynine bir makine vasıtasıyla gerekli kanı-oksijeni
vs. göndersek, kişi yine o kişi olarak bizimle konuşabilir.
Tüm bunlardan
sonra ilk başta şöyle bir yargıya ulaşabiliyoruz: İnsan, “kafasından aşağısı
olan bedeni” değildir. Bu durumda artık aranacak şeyi kafada aramaya devâm
etmemiz gerekiyor. Bu kişiyi biçmeye devâm edip iki kulağını, iki gözünü de
alsak, o kişi bizimle iletişimi kesilse de kendi iç-âleminde kendini
duyumsamaya devâm eder. Nitekim toplumda kör ve sağırlar var ve bu kişiler
kendilerini hissediyorlar. “Bu kişinin bundan sonra burnu ve ağzı olsa ne olur,
olmasa ne olur” diyerek ağız ve burnunu da keserek onların işini de bir makineye
yaptırdığımızı varsayalım. “Oldu-olacak beyni hâriç kafatasını komple atalım”
diyerek beyin hâriç kafatasını da atıyoruz ve beyni özel korunma yollarıyla koruyoruz
ve canlı tutuyoruz. Beyin, sanki tüm bedeni varmış gibi ihtiyaçları karşılandığında
yine bir şey fark etmeyecektir. Kişi kendi içinde özel bir şekilde kendini
düşünmeye-hissetmeye-duyumsayabilmeye devâm edecektir. Ve hattâ kendinde bir
eksiklik de hissetmeyecektir. O hâlde bizim rûhumuz-bilincimiz-özümüz,
beynimiz midir?. Tabî ki de hayır!. Çünkü beyin de kana-oksijene muhtaç ve
bunlar makine yardımıyla ona gönderiliyor. O gizemli şeyin “maddî şeylere
ihtiyaç duymayan bir şey” olması gerekir. O hâlde o şeyi, beyne de imkân/bilinç
sağlayan şeyde aramak gerekir. Buna “kan” diyebilir miyiz?. Bâzılarının dediği
gibi “ben” dediğimiz şey “nöronlar” mıdır?. İyi de nöronlar da bilinçli
varlıklar değildir ki?. Onlar da başka şeylere bağlı olarak işlevini
sürdürüyor. O hâlde anlıyoruz ki biz “kan” da değiliz. Nitekim kan yerine başka
bir sıvı ile de süreç devâm ettirilebilir.
Geriye bir tek
hava, oksijen kalıyor. “Evet evet; biz oksijeniz o zaman” diyecek oluyoruz ama “hayvanlar
ve bitkiler de oksijen almalarına rağmen onlar neden bilinçli değiller” diye
düşünerek havanın da “biz” olmadığını anlıyoruz. İyi de geriye bir şey
kalmadı. O zaman biz nereye gittik? ve ne zaman gittik?. Bundan ziyâde şu önemlidir:
“Biz” yada “ben” dediğimiz o gizemli varlık, bedenimizde artık sığınacağı yer
kalmayınca -ki bu bedenin ölümü demek-, bir şekilde çıkıp gidiyor. O hâlde bu
varlık madde-ötesi bir varlıktır. Başka türlü açıklayamıyorum/uz. Çünkü ben
kendimi bedenimin hiç-bir yeriyle aynılaştıramıyorum. O şeyi bedenimden nasıl
ayrıştırabileceğimi de bilmiyorum, fakat ben, et-kemik-kan olan maddî bedenim
olmadığını biliyorum ve görüyorum. Kendimin o gizemli varlık olduğumu ve bu
varlığın maddî bedenimle aynı olmadığımı sağduyusal olarak ve ispât etmeye
gerek olmadan (a-priori) hissediyorum ve kabûl ediyorum. Ne olduğunu-olduğumu
bilemeyeceğimi de biliyorum aslında. Ama o orada duruyor ve kendini bana her
dâim hissettiriyor.
“İnsan rûhu, gül-suyunun
güle sirâyeti gibi bedene sirâyet eden lâtif bir varlıktır” diyen İslâm âlimleri
vardır. (Mâturidi, Râzi). Fakat gül başkadır, su başka.
Rûh, “düşünüyorum
öyleyse varım” sözündeki “düşünen şey”dir. Descartes bu sözle, kendini o “düşünen
varlığı” ile kanıtlamış ve var saymıştır. Hâlbuki bedeni sürekli onunlaydı. O,
bedeniyle vâr-olmayı yeterli bulmamış. Tabi Descartes, madde ile rûhu
ayırmakla, ileride, madde lehine bir tercih yapılacağını, yâni materyalist
felsefeye zemin hazırladığının farkında değildi.
Plâton da sâdece
rûha gerçeklik yükler; dolayısıyla varlığı tek, yâni rûh olarak tanımlar ve
açıklar.
Ruhçuluğun
karşısında yer alan maddecilik, rûhun varlığını kesinlikle inkâr eder. Antik
Çağda Demokritos, Epikuros, Lucretius her-şeyin madde olduğunu ileri
sürmüşlerdi. Bu anlayışı 18. yüzyılda La Metrie, d’Holbach, Helvetius, Diderot,
19. yüzyılda Büchner ve Malcschott savundular.
Bilincin, vücûdun her yerine
dağılmış olduğu görüşleri de vardır (panpsişizm). Fizikalizm denen “zihin-maddeden
bağımsız değildir” diyen felsefe de aynı şekilde. Fakat bu durumda bir
organımız, kolumuz-bacağımız koptuğunda bilincimizde bir eksilme ve bir sorun olması
gerekmez mi?. Ayrıca bilinç gibi bir değeri indirgemek anlamına gelmez mi?.
Bilinç demek, yağ tabakasından oluşan beynin bir fonksiyonu mudur yâni?.
Bilinci hücresel alanda
aramak, bilinci indirgemektir. Zâten bilinç denilen şey bilimin konusu
değildir. Bilinç, beyindeki yada kandaki biyo-kimyasal bir yapıya
indirgenemeyecek kadar hârika bir şeydir. Maddî yasalardan farklı yasaları
vardır. İşleyişi de tabî ki farklıdır bu yüzden. Bilinç, maddenin olası
milyonlarca kombinasyonunda ortaya çıkamayacak ve oluşmayacaktır. Ne kadar
kompleks bileşikler yaparlarsa yapsınlar, bilinç denen özel şey çıkmaz ortaya. Bilinç,
“oluşan” değildir, “verilen”dir. Bilinç, varlığını ortaya koyarak bilinç
açığa çıkarması için maddî bir yapıya ihtiyaç duyar ama bilinç bu maddî
yapıların bir sonucu değildir. Bu nedenle epifenomenalizm denilen, bilincin bir
şeyin neticesi, yan ürünü olduğu fikri yanlıştır. Bilinç, bilinçli bir eylem
ortaya koyduğunda görülür ve bilincin vâr-olduğu ispatlanır böylece.
Fonksiyonalizm denilen şey
de bilinci açıklamakta sonuca ulaşamaz. Bu düşüncede bir şeyin yapısı değil de
fonksiyonlarının sonucunda bilinç açığa çıkar denilir. Bu, bir şeyi hareket
ettirdiğimizde bilincin açığa çıkacağını söylemek demektir ki, bir şeyi hareket
ettirdiğinizde o şeyden sâdece, harekete bağlı maddî şey (ısı gibi) çıkar. Fakat
açığa çıkan o şey bilinç değildir. O yine bilincin ve bilinçli bir eylemin sonucudur
sâdece. Bilinçli bir harekettir yâni o hareket.
Ateist ve materyalistlerin
söylediği; “bilincin aslî bir varlığının olmadığı ve sâdece bir illüzyon olduğu”
fikri de, bu söz de bir bilinçle söylendiğinden dolayı yanlıştır.
Bilinç özneldir. Ve herkeste
farklı bilinç durumları olarak görülür. Bu, bilincin madde-dışı bir şey
olduğunu gösterir. Aksi-hâlde benzer fizîki yapılara sâhip olanlarda benzer
bilinçler olurdu.
Bilinci insan beyniyle
alâkalandırırsanız, bir insan beynini yediğinizde o kişinin bilincini de yemiş
olursunuz. Böylelikle o kişinin bilincine de erişerek bilincinizi yükseltmiş
olursunuz. Hâlbuki bilinçlenmenin ne şekilde artacağı çok açıktır.
Nevzat Tarhan: “İnsan
kendini oluşturan parçaların bütününden ibâret değildir. Vücutta dizilen
inorganik maddelerimiz var, bunların bütününden fazlasıdır insan. İnsan psişik
bir varlıktır. Çünkü zihnî yetilerimizi incelediğimiz zaman, zihinsel olarak
çözülemeyen spiritüel bir alan var” der.
İşin ilginç bir yanı da, yaptığımız
bu “bilinç arayışı”nı da yine bir bilinç ile yapmakta olduğumuzdur.
Rûh ile Madde arasındaki
kadim “bilinmezlik sorunu”, ilk başladığında neredeyse, şimdi de o seviyededir.
Bilim ve modernizm ne kadar ilerlediğini söylese ve bilinci-düşünceyi-rûhu
maddîleştirmek istese de; o gizemli şey arka-plânda düşünmesini sürdürüyor ve
diyor ki: “düşünüyorum, öyleyse varım”. O gizemli şeyin (nesnenin öznesi) maddî
olduğunu söyleyenlerin bile arka-plânında o gizemli şey var.
Hiç-bir maddî bileşen, aklı
ve duyguları açığa çıkaramaz.
“Rûh, Rabbimin emrindendir, size ilimden
yalnızca az bir şey verilmiştir” (İsrâ 85) demekten başka mantıklı bir açıklama yoktur. Evet; demek
ki “o şey” bilimin-bilmenin konusu değildir. İnanmanın ve kabûl etmenin
konusudur ve onun ne olduğunu âhirette göreceğiz artık..
En doğrusunu sâdece
Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Kasım 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder