9 Kasım 2015 Pazartesi

Ben Neremim



“Sana rûh’tan sorarlar; de ki: Rûh, Rabbimin emrindendir, size ilimden yalnızca az bir şey verilmiştir” (İsrâ 85).

İnsanlık târihinde belki de en kadim tartışma; madde-rûh, beden-bilinç konusudur. İnsanın gerçekten de bir rûhu-bilinci var mıdır?, varsa vücûdunun neresidir yada neresindedir?. Yoksa rûh-bilinç-özbenlik denilen şey bedenin bizzat kendisi midir?, bedenin yâni maddî varlığın içinde mündemiç (özdeş) olarak mı vardır?. Yoksa ateist-materyâlistlerin dedikleri gibi öyle bir meta-fizik, madde-ötesi bir varlık yok mudur?. (Epifonomonalizm=rûh maddenin sonucudur diyen felsefe). İnsanlar farklı ve üstün yaratılışlarının bir sonucu olan düşünme-duygu vs. özelliklerinden dolayı mı böyle bir varlık inancını edinmişlerdir?.

Bunların ayrı-ayrı hepsine inananlar vardır. Tabi tatmin edici bir açıklama yoktur. Zâten tatmin edici bir açıklama beklemek de yanlıştır. Çünkü idrâk etmeye çalıştığımız şey maddî bir şey değildir. Aksi-hâlde çoktan bulunurdu. Sâdece hissedilebilen bir şeyden bahsediyoruz. Buna “şudur” denecek bir şey yoktur. Bu nedenle hissettiğimiz o gizemli şeyin ne olduğundan değil, ne olmadığından yola çıkararak belli ve sınırlı bir yere varabiliriz ancak. Şimdi; bedenimizdeki bir organı meselâ kâlbimizi hissettiğimiz gibi bir hissetme değildir rûhumuz-bilincimiz hakkında hissettiğimiz şey. Gözümü kapayıp odaklandığımda karşımda-içimde bir varlık duruyor. O şey sürekli olarak orada. Onu her zaman duyumsayabiliyorum. Fakat insanlık târihinde kimsenin bilemediği gibi biz de onun ne olduğunu bilemiyoruz. Fakat şurası kesin ki, hissettiğimiz bir varlık var. Ve o bizim bedenimizle aynı şey değil. Bu nedenle tasavvuf câmiâsının Peygamberimizin hadisi diye söyledikleri: “Ruhlarınız vücutlarınızdır, vücutlarınız ruhlarınızdır” sözünü hiç kâle bile almıyoruz.

Şimdi onun ne olduğunu değil de ne olmadığını, “soyutlama” yöntemiyle tartışalım.. Bakalım ne çıkacak?..

Bir insanın ayak baş-parmağını kestiğimizde insanda bilinç olarak bir şey eksilmiyor. Hattâ diğer parmaklarını kestiğimizde de bir eksilme olmuyor. Bunu ilerletip o insanın sol ayağını kestiğimizi düşünelim.. kişi yine aynı kişi. Ayağın kesilip atılması yâni kişinin ayaksız kalması onu fizîki olarak etkilese de rûhen, bilinç olarak etkilemiyor. Kişi kendini yine aynı oranda duyumsuyor. Bu insanın diğer ayağını kestiğimizde de, yada sol ve sağ bacaklarını kalçanın olduğu yerden kestiğimizde o kişi artık yürüyemeyebilir ama o gizemli benliğinde bir farklılaşma olmaz ve o kişi meselâ muhteşem fikirler üretmeye devâm edebilir. Hâfızasında da her-hangi bir azalma olmaz. İşi daha da ilerleterek bu kişinin kollarını da omuz başlarından îtibâren keselim ve o insan iki ayak ve iki koldan mahrum kalsın; bu durumda da o kişinin öz-benliğinde bir değişiklik yine olmuyor. Zâten toplumumuzda böyle insanlar var ve onlar gâyet aklı başında insanlar. Yâni henüz o gizemli varlıkta bir azalma ve değişme olmadı. Bu kişinin iki böbreğini alsak ve diyaliz ile böbreğin görevini devâm ettirtsek, toplumda bu şekilde bir-çok insan olduğunu gördüğümüze göre yine değişen bir şey olmayacak. Bu kişinin mîdesini alsak ve farklı bir beslenme şeklinde hayâtına devâm etse de olur. Bedenin dışında yapay karaciğer, kâlp (ki dış kâlpler var), dalak ve diğer iç-organların görevini yapan bir makine bulunduğunu varsaydığımızda, aslında o kişinin kafasından aşağısı olmasa da o kişi yine “o kişi” olacaktır. Yâni kafasına-beynine bir makine vasıtasıyla gerekli kanı-oksijeni vs. göndersek, kişi yine o kişi olarak bizimle konuşabilir.

Tüm bunlardan sonra ilk başta şöyle bir yargıya ulaşabiliyoruz: İnsan, “kafasından aşağısı olan bedeni” değildir. Bu durumda artık aranacak şeyi kafada aramaya devâm etmemiz gerekiyor. Bu kişiyi biçmeye devâm edip iki kulağını, iki gözünü de alsak, o kişi bizimle iletişimi kesilse de kendi iç-âleminde kendini duyumsamaya devâm eder. Nitekim toplumda kör ve sağırlar var ve bu kişiler kendilerini hissediyorlar. “Bu kişinin bundan sonra burnu ve ağzı olsa ne olur, olmasa ne olur” diyerek ağız ve burnunu da keserek onların işini de bir makineye yaptırdığımızı varsayalım. “Oldu-olacak beyni hâriç kafatasını komple atalım” diyerek beyin hâriç kafatasını da atıyoruz ve beyni özel korunma yollarıyla koruyoruz ve canlı tutuyoruz. Beyin, sanki tüm bedeni varmış gibi ihtiyaçları karşılandığında yine bir şey fark etmeyecektir. Kişi kendi içinde özel bir şekilde kendini düşünmeye-hissetmeye-duyumsayabilmeye devâm edecektir. Ve hattâ kendinde bir eksiklik de hissetmeyecektir. O hâlde bizim rûhumuz-bilincimiz-özümüz, beynimiz midir?. Tabî ki de hayır!. Çünkü beyin de kana-oksijene muhtaç ve bunlar makine yardımıyla ona gönderiliyor. O gizemli şeyin “maddî şeylere ihtiyaç duymayan bir şey” olması gerekir. O hâlde o şeyi, beyne de imkân/bilinç sağlayan şeyde aramak gerekir. Buna “kan” diyebilir miyiz?. Bâzılarının dediği gibi “ben” dediğimiz şey “nöronlar” mıdır?. İyi de nöronlar da bilinçli varlıklar değildir ki?. Onlar da başka şeylere bağlı olarak işlevini sürdürüyor. O hâlde anlıyoruz ki biz “kan” da değiliz. Nitekim kan yerine başka bir sıvı ile de süreç devâm ettirilebilir.

Geriye bir tek hava, oksijen kalıyor. “Evet evet; biz oksijeniz o zaman” diyecek oluyoruz ama “hayvanlar ve bitkiler de oksijen almalarına rağmen onlar neden bilinçli değiller” diye düşünerek havanın da “biz” olmadığını anlıyoruz. İyi de geriye bir şey kalmadı. O zaman biz nereye gittik? ve ne zaman gittik?. Bundan ziyâde şu önemlidir: “Biz” yada “ben” dediğimiz o gizemli varlık, bedenimizde artık sığınacağı yer kalmayınca -ki bu bedenin ölümü demek-, bir şekilde çıkıp gidiyor. O hâlde bu varlık madde-ötesi bir varlıktır. Başka türlü açıklayamıyorum/uz. Çünkü ben kendimi bedenimin hiç-bir yeriyle aynılaştıramıyorum. O şeyi bedenimden nasıl ayrıştırabileceğimi de bilmiyorum, fakat ben, et-kemik-kan olan maddî bedenim olmadığını biliyorum ve görüyorum. Kendimin o gizemli varlık olduğumu ve bu varlığın maddî bedenimle aynı olmadığımı sağduyusal olarak ve ispât etmeye gerek olmadan (a-priori) hissediyorum ve kabûl ediyorum. Ne olduğunu-olduğumu bilemeyeceğimi de biliyorum aslında. Ama o orada duruyor ve kendini bana her dâim hissettiriyor.

“İnsan rûhu, gül-suyunun güle sirâyeti gibi bedene sirâyet eden lâtif bir varlıktır” diyen İslâm âlimleri vardır. (Mâturidi, Râzi). Fakat gül başkadır, su başka.

Rûh, “düşünüyorum öyleyse varım” sözündeki “düşünen şey”dir. Descartes bu sözle, kendini o “düşünen varlığı” ile kanıtlamış ve var saymıştır. Hâlbuki bedeni sürekli onunlaydı. O, bedeniyle vâr-olmayı yeterli bulmamış. Tabi Descartes, madde ile rûhu ayırmakla, ileride, madde lehine bir tercih yapılacağını, yâni materyalist felsefeye zemin hazırladığının farkında değildi.

Plâton da sâdece rûha gerçeklik yükler; dolayısıy­la varlığı tek, yâni rûh olarak tanımlar ve açık­lar.

Ruhçuluğun karşısında yer alan maddecilik, rûhun varlığını kesinlikle inkâr eder. Antik Çağda Demokritos, Epikuros, Lucretius her-şeyin madde olduğunu ileri sürmüşlerdi. Bu anlayışı 18. yüzyılda La Metrie, d’Holbach, Helvetius, Diderot, 19. yüzyılda Büchner ve Malcschott savundular.

Bilincin, vücûdun her yerine dağılmış olduğu görüşleri de vardır (panpsişizm). Fizikalizm denen “zihin-maddeden bağımsız değildir” diyen felsefe de aynı şekilde. Fakat bu durumda bir organımız, kolumuz-bacağımız koptuğunda bilincimizde bir eksilme ve bir sorun olması gerekmez mi?. Ayrıca bilinç gibi bir değeri indirgemek anlamına gelmez mi?. Bilinç demek, yağ tabakasından oluşan beynin bir fonksiyonu mudur yâni?.

Bilinci hücresel alanda aramak, bilinci indirgemektir. Zâten bilinç denilen şey bilimin konusu değildir. Bilinç, beyindeki yada kandaki biyo-kimyasal bir yapıya indirgenemeyecek kadar hârika bir şeydir. Maddî yasalardan farklı yasaları vardır. İşleyişi de tabî ki farklıdır bu yüzden. Bilinç, maddenin olası milyonlarca kombinasyonunda ortaya çıkamayacak ve oluşmayacaktır. Ne kadar kompleks bileşikler yaparlarsa yapsınlar, bilinç denen özel şey çıkmaz ortaya. Bilinç, “oluşan” değildir, “verilen”dir. Bilinç, varlığını ortaya koyarak bilinç açığa çıkarması için maddî bir yapıya ihtiyaç duyar ama bilinç bu maddî yapıların bir sonucu değildir. Bu nedenle epifenomenalizm denilen, bilincin bir şeyin neticesi, yan ürünü olduğu fikri yanlıştır. Bilinç, bilinçli bir eylem ortaya koyduğunda görülür ve bilincin vâr-olduğu ispatlanır böylece.

Fonksiyonalizm denilen şey de bilinci açıklamakta sonuca ulaşamaz. Bu düşüncede bir şeyin yapısı değil de fonksiyonlarının sonucunda bilinç açığa çıkar denilir. Bu, bir şeyi hareket ettirdiğimizde bilincin açığa çıkacağını söylemek demektir ki, bir şeyi hareket ettirdiğinizde o şeyden sâdece, harekete bağlı maddî şey (ısı gibi) çıkar. Fakat açığa çıkan o şey bilinç değildir. O yine bilincin ve bilinçli bir eylemin sonucudur sâdece. Bilinçli bir harekettir yâni o hareket.

Ateist ve materyalistlerin söylediği; “bilincin aslî bir varlığının olmadığı ve sâdece bir illüzyon olduğu” fikri de, bu söz de bir bilinçle söylendiğinden dolayı yanlıştır.

Bilinç özneldir. Ve herkeste farklı bilinç durumları olarak görülür. Bu, bilincin madde-dışı bir şey olduğunu gösterir. Aksi-hâlde benzer fizîki yapılara sâhip olanlarda benzer bilinçler olurdu.

Bilinci insan beyniyle alâkalandırırsanız, bir insan beynini yediğinizde o kişinin bilincini de yemiş olursunuz. Böylelikle o kişinin bilincine de erişerek bilincinizi yükseltmiş olursunuz. Hâlbuki bilinçlenmenin ne şekilde artacağı çok açıktır.

Nevzat Tarhan: “İnsan kendini oluşturan parçaların bütününden ibâret değildir. Vücutta dizilen inorganik maddelerimiz var, bunların bütününden fazlasıdır insan. İnsan psişik bir varlıktır. Çünkü zihnî yetilerimizi incelediğimiz zaman, zihinsel olarak çözülemeyen spiritüel bir alan var” der.

İşin ilginç bir yanı da, yaptığımız bu “bilinç arayışı”nı da yine bir bilinç ile yapmakta olduğumuzdur.

Rûh ile Madde arasındaki kadim “bilinmezlik sorunu”, ilk başladığında neredeyse, şimdi de o seviyededir. Bilim ve modernizm ne kadar ilerlediğini söylese ve bilinci-düşünceyi-rûhu maddîleştirmek istese de; o gizemli şey arka-plânda düşünmesini sürdürüyor ve diyor ki: “düşünüyorum, öyleyse varım”. O gizemli şeyin (nesnenin öznesi) maddî olduğunu söyleyenlerin bile arka-plânında o gizemli şey var.

Hiç-bir maddî bileşen, aklı ve duyguları açığa çıkaramaz.

“Rûh, Rabbimin emrindendir, size ilimden yalnızca az bir şey verilmiştir” (İsrâ 85) demekten başka mantıklı bir açıklama yoktur. Evet; demek ki “o şey” bilimin-bilmenin konusu değildir. İnanmanın ve kabûl etmenin konusudur ve onun ne olduğunu âhirette göreceğiz artık..

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Kasım 2015






















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder