“Kendi istek ve tutkularını (hevâsını) ilah edineni gördün mü?. Şimdi ona
karşı sen mi vekil olacaksın?”
(Furkân 43).
Yok-yok;
yanlış yazmadım. Hava durumundan değil, hevâ durumundan bahsedeceğim. Hava
durumu tüm kanallardan, internetten, cep telefonlarından, gazetelerden vs. her
yerden gözümüze-gözümüze sokulup duruyor zaten. İyi de ne bekleniyor ki?. Zâten
belli değil mi?. Dört tâne mevsim ve yağmur, kar, dolu şeklinde üç tâne yağış
şekli var. Dünyâ kurulalıdan bêri insanlar yazı da biliyorlar kışı da, ilkbaharı
da biliyorlar sonbaharı da. Sıcağı, soğuğu, fırtınayı, heyelanı, seli vs.
biliyorlar. Âfetlere zâten yeterli önlem alınamıyor. Meselâ teknoloji, olacak
âfetleri önceden bilse ve -Allah korusun- “yarın şurada 7-8 büyüklüğünde bir deprem
olacak” yada “şurayı sel basacak” veyâ çok soğuk-sıcak olacak vs. dese bile ne
kadar önlem alınabilir ki!. Hava durumunu tâkip etmek herhâlde en fazla, eksik
yada fazla eşyâ bulundurmaktan kurtarır insanı. Bunun için de hava durumunu çok
fazla tâkip etmeye gerek yok. Zâten hava tahminlerinin tutma olasılığı da
aslında sanıldığı kadar yüksek değildir ve sanıldığından çok daha düşüktür. Hem
“havalar nasıl olursa-olsun sizin havanız iyi olsun” diyorlar ya..
Sözlükte; “istek, heves, meyil, sevme, düşme” gibi anlamlara
gelen hevâ kelimesi terim olarak “nefsin, akıl ve din tarafından
yasaklanan kötü arzulara karşı olan eğilimi” yahut “doğruluk, hak ve fazîletten
saparak haz ve menfaatlere yönelen nefis” mânâsında kullanılmıştır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât).
Büyük
insanların ideâlleri, sıradan insanların hevâ ve hevesleri vardır.
Hevâ ve de illâ ki birlikte söylenen heves, büyük oranda
şeytan ve nefs-merkezlidir. Şeytan ve nefs, insanı hep hevâ ve hevesinden yakalar
ve vurur. Niceleri hevâsının peşinden gitmiş ve hem Dünyâ’da hem de âhirette
pişmanlıklar yaşamıştır-yaşayacaktır.
Bu
nedenle asıl önemli olan hava durumu değil hevâ durumudur. Zîrâ hevâlar her
geçen gün fazlalaşıyor, sağanak, sel, fırtına, heyelan, kar, dolu, tipi,
tsunami, deprem, yangın vs. şeklinde büyüyerek tüm Dünyâ’ya yayılıyor. Artık Dünyâ,
hevâya bakmadan ve basmadan yürünemeyecek bir yer hâline gelmiştir. Bu yüzden
artık “havalar nasıl” sözü yerine “hevâlar nasıl” sözü kullanılmalıdır ve
hevânın önüne geçilebildiği kadar geçilmelidir. Bu bağlamda mü’minlerin
birbirlerini “hevâlar nasıl” sözüyle uyarması etkili olabilir. Hava durumundan
çok hevâ durumunu gözetmemiz ve onun için önlem almaya çalışmamız bizi hem
Dünyâ’da hem de âhirette daha fazla koruyacaktır. Çünkü aslında bize havaların
ağırlaşmasından ziyâde hevâların ağırlaşması zarar vermektedir. Zîrâ hevâ ve de
hevesler tüm Dünyâ’yı kuşatmıştır ve sağanak-sağanak inmektedir herkesin ve
her-şeyin üstüne.
Artık
her-şeye heves ediliyor ve hevâ duyuluyor. Bir şey aynı-anda Dünyâ’nın her
yerinden görülebiliyor ve insanların ona heves ve hevâ duymaları sağlanıyor.
Bunu sağlamak çok da zor olmuyor. Çünkü hevâ ürünü olan şeyler tam da nefse
nişan alıyor ve ona yönelik oluyor. Bu da nefste hevâ nesnesine bir-an önce
sâhip olmak arzusu doğruyor. Zâten sâhip olamadıkça hevâ ve heves daha fazla
artıyor.
Havalar
kendi-kendine ve mevsime göre, Allah’ın plânına göre değişip dururken ve en
sonunda durgunluğa kavuşurken, hevâlardan ne haber?. Hevâlar yazın daha da bir
fazlalaşsa da tüm Dünyâ’yı saran hevâlar için artık mevsim fark etmiyor. Hevâ
çok çabuk yayıldığı için Dünyâ’yı yaşanmaz ve çekilmez bir yer hâline getirmiştir-getirmektedir.
Hevâların yayılmasının bedelleri de olmasına rağmen yine de insanlar hevâ ve de
heveslerinin peşinden olanca hızla koşmaya devâm ediyorlar. Çünkü hevâlarını
ilahlaştırmış durumdadırlar.
Dünyâ’da
her zaman “Allah’ı ilah edinenler” ve “hevâsını ilah edinenler” olarak iki
çeşit insan olmuştur ve vardır. Tüm zamanlarda hevâsına uyanlar “Allah’a
uyanlar”dan her zaman fazla olmuşsa da modern zamanlarda ortaya çıkan hevâ ve
heves nesneleri, önceki zamanlar gibi değildir ve hevâ-sâhibi modern insan
hevâsına her zamankinden çok daha fazla düşkündür, çok daha fazla bağlıdır.
Zîrâ hevâ duyulacak çok fazla şey vardır. Üstelik Allahsızlık, hevâ ve hevesi
çok fazla arttırmaktadır. Bu nedenle Allah’a uymayanlar mutlakâ hevâlarına uymaya
ve onu ilahlaştırmaya başlarlar.
Hava ağırlaşınca gökten yağmur, kar ve dolu yağar; fakat hevâ
ağırlaşınca gökten taş yağar, belâ yağar, azap yağar. Helâk olan kavimler hep
hevâlarını ilah edinmeleri nedeniyle belâya ve azâba uğramışlardır. Belâ da
yağan bir şeydir ve gökten taş, ateş ve azap olarak yağar.
İslâm’ın hakim olmadığı Dünyâ, “hevâ ve heves alanı”dır. Hevâ ve heves
orada hâkimiyetini çok sağlam bir şekilde kurmuş demektir. Çünkü îmâna taâlluk
etmeyen akıl ve mantık, mecbûren hevâ ve heves üretmek zorunda kalacaktır.
Bir insanın düşüncesini, zihniyetini ve inanışını; arzuları, istekleri,
hevâ ve hevesleri belirler ve belli eder. Böylece “bana hevâ ve hevesini söyle
sana kim olduğunu söyleyeyim” sözü anlam kazanır.
Kendi hevâ ve hevesleriyle
savaşamayan bir topluluğun düşmanlarıyla savaşması beklenemez. Zîrâ hevâsını
ilahlaştırmış bir toplumun içi geçmiştir ve yüreklerinde dermân olmadığı için
dizlerinde de dermân kalmamıştır. Artık onlara düşen “oturanlarla birlikte
oturmak”tan başkası değildir.
Peygamberler
ve onların samîmi tâkipçileri târih boyunca hevâ, heves ve dolayısıyla zulme
dayalı rejimleri telâşa düşürmüştür, korkutmuştur. Çünkü onlar sâdece Allah’a
uymaktadırlar ve hevâ ve heveslerinin esiri değildirler. Böyle olunca hevâ ve
hevese düşman olurlar ve onu ortadan kaldırmaya yada en azından minimuma
indirmeye çalışırlar.
Kıblenin ve istikâmetin yâni kâlbin olmaması hevâyı ve de hevesi doğurur.
Böylece hevâ ve heves kişinin alâmet-i fârikası olur. Fakat kıblesini ve
istikâmetini bilenler sağlam adımlarla yürürler ve menzile doğru gayretle yol
alırlar.
Nefis, hevâ ve hevesini tatmin etmek için her zaman “seküler aklı”
kullanır. Zîrâ hak ile bâtılın karışmadığı yada bâtılın hâkim olmadığı yerde
hevâ ve hevese uymak çok kolay olmayacaktır. Çünkü fazla fırsat olmayacaktır.
Şeytan denilen şey bir anlamda, insanın arzuları, hevâ ve hevesleri, iç-güdüleri
ve tutkularıdır. Nefs sürekli olarak ve günden-güne artarak bu güdüleri tatmin
etmek ister. Böyle olunca en nihâyetinde hevâsını ilah edinmekten
kurtulamayacaktır.
Putperestlerin
putları aracı yapmasının nedeni, o putlara istediklerini yaptırabilmeleri yada
o putlar aracılığı ile istediklerini yapabilmeleriydi. Bu bakımdan aslında
kendi hevâ ve heveslerini putlaştırıyorlardı. Put demek hevâların
kışkırtılmasının bir sonucudur. Putlar, hevâ ve heveslerin şekilleridirler.
Peygamberler
ise hevâlarından konuşmazlar ve Allah’ın kendilerine bildirdiklerinden
başkasını söylemezler:
“O, hevâdan (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz. O
(söyledikleri), yalnızca vahyolunmakta olan bir vahiydir” (Necm 3-4).
Peygamberler hep hakkı ve hakîkati söylemişlerdir, hevâya uymanın insanı
saptırdığından bahsetmişlerdir. Fakat bu söylenenler hevâlarına uyanların bir
kulağından girmiş, diğer kulaklarından çıkmıştır:
“Yalanladılar ve kendi hevâ (istek ve tutku)larına uydular; oysa her iş sonunda
kendi amacına varıp karar kılacaktır”
(Kamer 3).
Havalar nasıl olursa-olsun, hevâ içinde olmamaya çalışın. Zîrâ hevâsını
ilah edinenlerin havası hem Dünyâ’da hem de âhirette “yoğun dumanlı bir gök” şeklinde
olacaktır:
“Öyleyse sen, göğün açıkça bir duman getireceği günü gözle” (Duhân 10).
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Mayıs 2022
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder