“(Gemi) Onlarla dağlar
gibi dalga(lar) içinde yüzüyorken Nûh, bir kenara çekilmiş olan oğluna
seslendi: ‘Ey oğlum, bizimle birlikte bin ve kâfirlerle birlikte olma’. (Oğlu)
Dedi ki: ‘Ben bir dağa sığınacağım, o beni sudan korur’. Dedi ki: ‘Bugün
Allah’ın emrinden, esirgeyen olan (Allah)dan başka bir koruyucu yoktur’. Ve
ikisinin arasına dalga girdi, böylece o da boğulanlardan oldu. Denildi ki: ‘Ey
yer, suyunu yut ve ey gök, sen de tut’. Su çekildi, iş bitiriliverdi, (gemi de)
Cudi (dağı) üstünde durdu ve zâlimler topluluğuna da: ‘Uzak olsunlar’ denildi” (Hûd 42-44).
Hz. Nûh, gemisini tam da
vahyin bildirdiği gibi yapmıştı. Böylece gemi bir “vahiy gemisi” olmuştu. Vahiy,
tahtalara-çivilere bürünmüş ve “gemi” olarak görünmüştü. Vahiy, Nuh’un Gemisi
şeklinde tezâhür etmişti. Bu nedenle aslında -tüm zamanlar için- gemiye binmek,
“Allah’ın çağrısına uymak ve vahye tutunmak” olarak anlaşılmalıdır. Zîrâ her
türlü tuğyandan ve de dolayısıyla tûfândan ancak vahye tutunarak kurtulmak mümkündür.
Zâten âhirette de acı ve sonsuz azaptan kurtulanlar ancak vahye tutunanlar,
vahiy-merkezli yaşayanlar yâni vahyin gemisine binenler ve o gemide olanlar
kurtulacaktır. Çünkü Nûh’un Gemisi’ne binmeyenler vahye tutunmamış olurlar.
Vahye tutunmayanlar ise Nûh’un âilesinden sayılmazlar. Nûh’un âilesinden yâni
“îman âilesi”nden sayılmayanlar ise, hem Dünyâ’da hem de âhirette boğulanlarla
birlikte boğulup giderler.
Hz. Nûh, kavmini uzun yıllar
boyunca tebliğin ve dâvetin her türlüsüyle uyardı ve insanları gemiye yâni
vahye dâvet etti. Onların tuğyanda olduklarını, tuğyânın, kritik eşiği aştığında
-sünnetullah gereğince- mutlakâ tûfânla sonuçlanacağını bildirdi durdu. Bu
görevini büyük bir sebatla ve gayretle yerine getirdi. Fakat tüm zamanlarda
olduğu gibi, peygamberin dâvetine ancak az sayıdaki insan uydu:
“Dedi ki: Rabbim, gerçekten
kavmimi gece ve gündüz dâvet edip-durdum. Fakat dâvet etmem, bir kaçıştan
başkasını arttırmadı” (Nûh 5-6).
“Sonunda emrimiz
geldiğinde ve tandır feverân ettiği zaman, dedik ki: ‘Her birinden ikişer çift
(hayvan) ile aleyhlerinde söz geçmiş olanlar dışında, âileni ve îman edenleri
ona yükle’. Zâten onunla birlikte çok azından başkası îman etmemişti” (Hûd 40).
Onca tebliğ ve dâvete kendi
oğlu bile uymadı da gemiye binmekten imtinâ etti. Tedbirin, kendisini Allah’ın
azâbından kurtarabileceğini sanmıştı. Gözüne kestirdiği yüce bir dağa sığınarak
kurtulabileceğini sandı. Oysa kişiyi Allah’ın azâbından kurtarabilecek hiç-bir
tedbir yoktur. Çünkü Allah’ın, olmasını istediği yada istemediği bir şeyin
önüne kimse geçemez:
“Allah sana bir zarar
dokunduracak olsa, O’ndan başka bunu senden kaldıracak yoktur. Ve eğer sana bir
hayır isterse, O’nun bol fazlını geri çevirecek de yoktur. Kullarından
dilediğine bundan isâbet ettirir. O, bağışlayandır, esirgeyendir” (Yûnus 107).
Çünkü sorun alt-yapı yada
üst-yapı sorunu eksikliği değildir. Sorun; hakkın-hakîkatin, adâletin-eşitliğin,
sünnetullahın ve tevhidin çiğnenmesi, bırakılması ve şirkin, küfrün, adâletsizliğin,
ahlâksızlığın dolayısıyla zulmün ayyuka çıkmış olması ve artık iç-âlemlerde kopan
fırtına ve başlayan tuğyânın taşarak dış-âleme de yayılarak zulme dönüşmüş
olmasıdır. Eğer tuğyân olup taşma başlamışsa, oraya mutlakâ tûfân yetişir. Lâkin
şu da var ki, orada binip kurtulacak bir gemi ve gemiye binmeye dâvet eden bir
dâvetçi mutlakâ vardır.
Karada kendilerine ölüm yok
zannedenler, kaçıp kurtulabilecek bir-çok yer olduğunu sanırlar fakat “gemi”den
başka sığınılacak bir yer yoktur. Gemiye binmek “Allah’a sığınmak” demektir.
Ancak “Allah’a tam bir teslîmiyetle teslîm olanlar” gemiye binebilirler.
Allah’a inanmasına rağmen O’na güvenmeyenler ise, yüce görüp de şirk koştukları
dağlara doğru kaçarak kurtulabileceklerini umarlar. Oysa yüce dağları bile aşan
dalgalar onları da yutuverir de Dünyâ’da rezil oldukları gibi âhirette pişman ve
repişân olanlardan olurlar.
İnsanlar ancak ölüm ve yok
olma korkusu sırasında ve de sığınacak bir yer olmadığında (sığınacak başka da
bir mercî olmadığı için) Allah’a sığınırlar ve sâdece O’na yalvarırlar. Meselâ
denizin ortasında fırtınaya yakalananlar böyledir. Tabi bu, denizin ortasında
başka sığınacak bir yer bulamadıklarından dolayı olan geçici bir sığınmadır:
“Onlar gemiye bindikleri
zaman, dîni yalnızca O’na hâlis kılan gönülden bağlılar olarak, Allah’a
yalvarıp yakarırlar. Ama onları karaya çıkarıp kurtarınca, hemen şirk koşarlar” (Ankebût 65).
“Onları kara gölgeler gibi dalgalar sarıverdiği
zaman, dîni yalnızca O’na hâlis kılan gönülden bağlılar olarak Allah’a
yalvarıp-yakarırlar (duâ ederler). Böylece onları karaya çıkarıp-kurtarınca,
artık onlardan bir kısmı orta yolu tutuyor. Bizim âyetlerimizi gaddar, nankör
olandan başkası inkâr etmez” (Lokmân
32).
Karaya çıkınca çok geçmeden
tekrar sapma başlıyor. Lâkin Allah’ın azâbından emin olunamaz ki!. Eğer
sapkınlık, şirk, küfür, zulüm ve tuğyân kritik eşiği aşmışsa, Allah denizin olmadığı
karaya da denizi getirmesini bilir. “Tandır kaynamaya başladığında” yüce dağlar
bile sular altında kalır. Bu böyledir, çünkü insanlar acı azâbı görmedikçe îman
edip güvenmezler:
“Mûsâ dedi ki: Rabbimiz,
şüphesiz Sen, Firavun’a ve önde gelen çevresine dünyâ-hayâtında bir çekicilik
(güç, ihtişâm) ve mallar verdin. Rabbimiz, Senin yolundan saptırmaları için
(mi?). Rabbimiz, mallarını yerin dibine geçir ve onların kâlplerinin üzerini
şiddetle bağla; (çünkü) onlar acı azâbı görecekleri zamâna kadar îman
etmeyecekler” (Yûnus 88).
İç-âlemlerinde mânevî
anlamda boğulup gidenler, kısa vâdede maddî alanda da boğulmaya başlarlar ve
gemiye binmezlerse yâni vahye sımsıkı tutunmazlarsa mutlakâ boğulurlar. Onları
ne yüce dağlar kurtarır ne de başka türden bir tedbir. O-anda kişiyi kurtaracak
olan yalnızca Allah’tır ve Allah’ın kişiyi kurtarması, “gemiye binmesiyle” yâni
, vahye tutunmakla olacaktır.
Allah’a, peygambere ve vahye
îman edip de güvenmeyenler gemiye bin(e)mezler. Çünkü onlar başka şeylere
güvenmektedirler. Oysa ne yüce dağlar ne de çeşitli çâreler ve tedbirler,
kişiyi sonuna kadar koroyamaz ve kurtaramaz. O-hâlde güvenilmesi gereken tek
sığınak ancak Allah’tır. Allah’ın emri ise gemiye binmektir. Gemi’ye binenler
hem Dünyâ’da cezâdan kurtulur ve sağ-sâlim karaya ulaşırlar hem de âhirette mutlu
sonla karşılaşırlar. Lâkin gemiye binmeyenler çok da uzak olmayan bir vâdede
hem Dünyâ’da rezil olurlar hem de âhirette kaybedenlerden olurlar.
Allah’ın toplumlara uyguladığı
sünnetullahı hesâba katmayanlar, Allah’ın kâinâta ve Dünyâ’ya koyduğu yasaları
ve kânunları olan sünettullah ile karşılaşırlar ve çok pişmân olurlar. O hâlde
aklını vahiy-merkezli olarak kullanmayanları ve Hz. Nûh’u dinlemeyerek şeytana,
nefislerine ve tâğutlara uyanları hem Dünyâ’da hem de âhirette büyük bir azap
ve pişmanlık beklemektedir.
Târih boyunca gemiye binenler
yâni vahye tutunanlar her zaman az olmuştur. Rivâyete göre Hz. Nûh, yağmur, sel
ve fırtına çılgınca Dünyâ’yı kuşatırken bile gemiye bindirmek için kırk kişiden
başkasını iknâ edememişti. Buna oğlu bile dâhildi:
“Sonunda emrimiz
geldiğinde ve tandır feverân ettiği zaman, dedik ki: ‘Her birinden ikişer çift
(hayvan) ile aleyhlerinde söz geçmiş olanlar dışında, âileni ve îman edenleri
ona yükle’. Zâten onunla birlikte çok azından başkası îman etmemişti” (Hûd 40).
Böylece olunca da Hz. Nûh şu
bedduâyı etmişti:
“Nûh; ‘Rabbim, yeryüzünde
kâfirlerden yurt edinen hiç kimseyi bırakma’ dedi. ‘Çünkü Sen onları bırakacak
olursan, Senin kullarını şaşırtıp-saptırırlar ve onlar, kötülükte sınırı aşan
(fâcir’den) kâfirden başkasını doğurmazlar” (Nûh 26-27).
“Yalnız o’nun zürriyetini
kalıcılar yaptık (onlardan başka hepsini helâk ettik)” (Sâffât 77).
Âyet, “insanlardan geriye
bakiye olarak sâdece Nûh’un Gemisi’nde olanlar kaldı” diyor. Bu da insanların
çok azı dışında gemiye binen olmadığını gösterir.
Tûfân tüm Dünyâ’da olmuştur. Zîrâ -aynen
günümüzde olduğu gibi- tüm Dünyâ tuğyân hâlindeydi ve kendilerine yapılan
tebliği, uyarıyı ve dâveti hiç umursamamaktaydılar. Tüm Dünyâ tuğyân edince,
tûfân da tüm Dünyâ’da oldu. Sâdece gemiye binen az sayıdaki kişi kurtulmuş ve
diğerleri boğulup gitmiştir. Üstelik Dünyâ’da su ile yaşanan tûfân, âhirette de
“ateş tûfânı” şeklinde devâm eder. Gemiye binenler ise Dünyâ’da azaptan
kurtulduktan başka, âhirette de cennet ile ödüllendirilip tahtlar üzerine kurulurlar
ve Allah’ın nîmetleriyle sevinç içinde olurlar. Gemiye binenler “îman âilesi”ne
katılmış ve “temiz soylular” ile birlikte yolculuk yapanlardır:
“İşte bunlar; kendilerine
Allah’ın nîmet verdiği peygamberlerdendir; Âdem’in soyundan, Nûh ile birlikte
taşıdıklarımızdan, İbrâhim ve İsrâil (Yâkup)in soyundan, doğru yola
eriştirdiklerimizden ve seçtiklerimizdendirler. Onlara Rahmânın âyetleri
okunduğunda, ağlayarak secdeye kapanırlar” (Meryem 58).
İslâm’da kan-bağı da
önemlidir fakat îman-bağı, îman kardeşliği ve îman âilesi çok daha önemlidir. Nûh’un
gemiye binmeyen ve boğulan oğlu ise Hz. Nûh’un îman âilesinden değildi. Bu
nedenle oğlu için üzülen Hz. Nûh’u, Allah şöyle uyarmıştı:
“Nûh, Rabbine seslendi.
Dedi ki: ‘Rabbim, şüphesiz benim oğlum âilemdendir ve Senin vâadin de doğrusu
haktır. Sen hâkimlerin hâkimisin. Dedi ki: Ey Nûh; kesinlikle o senin âilenden
değildir. Çünkü o, sâlih olmayan bir iş (yapmıştır). Öyleyse hakkında bilgin
olmayan şeyi benden isteme. Gerçekten câhillerden olmayasın diye sana öğüt
veriyorum” (Hûd 45-46).
Maalesef
modern zamanlarda yâni günümüzde de “insanların geneli” diyebileceğimiz orandaki
büyük çoğunluk tuğyân hâlindedir. Küfür, şirk, adâletsizlik, ahlâksızlık, her
türlü çirkinlik-çirkeflik, pislik, doğal, normâl ve fıtrî olmayan durum yâni
kısaca zulmün her türlüsü, insanlık târihinde hiç olmadığı oranda çoğalmış,
taşmış ve tüm Dünyâ’yı sarmıştır. Üstelik -aynen Hz. Nûh zamânında olduğu gibi-
hiç-bir uyarı ve dâvet de kâr etmemektedir. Gerçi yeterli, güçlü ve “apaçık” bir
tebliğ, uyarı ve dâvet de yapıl(a)mamaktadır. Çünkü bunu yapanlar modern insan
ve sistem tarafından iyice bir ötekileştirilmiştir ve yobaz, gerici, ilkel,
hattâ terörist olarak görülmekte ve kabûl edilmektedir. Modern toplum ve modern
sistem; küfrüne, şirkine, adâletsizliğine, ahlâksızlığına, işlediği her türlü
çirkefe ve zulme toz kondurmamaktadır. Seküler sistem kendisine şirk
koşulmasını zinhar kabûl etmemektedir. Mevcut durum, tûfânı çağırmaktadır. Aslında
bâzen “tandır”ın sesi de duyulmasına rağmen yine de insanlar kendilerine
gelmemekte ve yapacaklarını yapmaya devâm etmekte ve de her geçen gün sapkınlıklar
fazlalaşmaktadır. Allah’ın toplumlar için koyduğu kânunlar olan sünnetullahı ve
sonuçlarını bilenler, yaklaşan tûfânın sesini net olarak duymaktadırlar.
Modern
Dünyâ öyle bir yer hâline gelmiştir ki, artık ne resetleme, ne kurtarma, ne de
virüs ve sistem temizleme prgramları işe yaramamakta, hattâ yeni bir format bile
durumu kurtaramamaktadır. Böyle durumlarda olması gereken şey bir devrimle “işletim
sisteminin değiştirilmesi”dir. Çünkü târih boyunca böyle olmuştur. Allah’ın,
yeni işletim sistemini bir devrim ile yürürlüğe koymamasının nedeni ise
-Allâhuâlem- müslümanların bir-çoğu da dâhil, insanların buna lâyık ve hazır olmamalarıdır.
Allah’a değil de
tâğutlara uyanlar mutlakâ tuğyân ederler. Tuğyân edenler ise mutlakâ tûfân ile
karşılaşırlar.
Tuğyân ayyuka
çıktığında azap kaçınılmazdır. Azap, tuğyânın ve tebliğ-dâvetin şiddeti
oranında olur. Günümüzde tuğyânın bu kadar yaygınlaşmasına rağmen bir azâbın
meydana gelmemesinin nedeni, tebliğci ve dâvetçilerin olmaması yada yeterli
oranda ve apaçık şekilde tebliğ ve dâvetin yapılmamasıdır. Yeterli tebliğ ve
dâvet yapıldığında, ya insanlar o dâveti kabûl edip tuğyândan-şirkten vazgeçip
İslâm’a dönecekler, yada günümüze-has bir azapla Dünyâ’ya yeniden “yeni bir
format” atılacak yada işletim sistemi tümden değişecektir.
Nûh’un
Gemisi’ne ancak “dünyâ gemisi”ni yakabilmeyi göze alabilenler binebilirler.
Bunların son durakları cennet olacaktır inşaallah. Allah’ın vahyine sımsıkı
tutunarak vahiy-merkezli yaşayanlar ve ölenler yâni Nûh’un Gemisi’ne binenler,
âhirette cennete demirleyeceklerdir Allah’ın izniyle. Zîrâ “hiç batmayacak” olan gemi Titanik değil, Allah’ın
kontrôlünde yüzen Nûh’un Gemisi’dir.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Eylül 2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder