“O, iş-başına geçti mi
yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helâk etmeye çaba harcar.
Allah ise, bozgunculuğu sevmez”
(Bakara 205).
İnsanoğlu Hz. Âdem’den bêri
doğaya hiç meydan okumamış, onu mâkûl ölçülerde kullanmış ve böylece doğayla
barışık yaşamıştır. Zâten ne zaman doğaya ve doğala aykırı yaşamışsa azap şeklinde
doğanın sopasını yemiştir. Doğadan yediği sopadan kurtulmak için bâzı çâreler
aramış ama bulduğu çâreler çok da işe yaramamıştır. Zîrâ ne kadar basit ve
yumuşak gibi görünse de doğa-tabiat aslında çok güçlüdür ve yerine göre büyük
tahribat verir. Bu nedenle doğaya kafa tutmak akıl-kârı değildir. O hâlde
doğayla uyum içinde yaşamak şarttır ki bunun da en doğru ve güzel yolu, “doğayı
yaratan Allah’ın emrettiği gibi yaşamak”tır. Bu da vahiy-merkezli yaşamak
demektir.
Doğaya kafa tutmakla doğanın
alt edilebilmesi mümkün değildir. Hattâ akıl bile doğa karşısında belli bir
noktadan sonra çâresiz kalır. Peygamberlerinin uyarılarını dinlemeyen Hicr
Kavmi, ağır bir depremle ve azapla yıkılınca, oranın halkı “yumuşak zemine ev
yaparsanız böyle olur” dediler de azâbı akılsızlığa ve tedbirsizliğe
bağladılar. Sonra da gidip kayalara evler oydular (Semûd). Bu, tedbir açısından
önemlidir fakat Hz. Sâlih’in uyarılarını dikkate almadıklarından,
sapkınlıklarından vazgeçmediklerinden ve zulümlerine devâm ettiklerinden dolayı
yâni Allah’ı hesâba katmayıp da O’na karşı gelmeye devâm edince, onlara da bir
çığlık yetti ve tedbirleri boşa çıktı:
“Çünkü Biz onların
üzerine bir tek çığlık gönderdik. Böylece onlar, ağıldaki çalı-çırpı olan kuru
ot gibi oluverdiler” (Kamer 31).
“Semûd ve Ad
(toplulukları), kâria’yı (ansızın gelen belâ) yalan saydılar. Bu yüzden Semûd
(halkı), korkunç bir sesle helâk edildi” (Hâkka 4-5).
Yâni Hicr Kavmi yapılarını
yumuşak zemine yaptıkları için yıkıldıklarını görmüşler, bu yüzden de yeni
yapılarını-evlerini oydukları kayalara yapmışlardı. Fakat sapkınlıklarına ve
zulümlerine devâm edince yâni vahiy-merkezli yaşamdan koparak doğalarına aykırı
davranınca ve nefislerine zulmedince bu tedbirleri de yetmedi ve Allah da
onlara “başka türlü bir azâb” ile azâb etti. Çünkü Allah’ın azâbından kaçış
mümkün değildir. Azaptan kurtulmanın çâresi, gerekli tedbiri aldıktan sonra
“her-şeyde Allah’ı hesâba katmak ve düşünmeyi, konuşmayı ve hareketi Allah’a
göre yapmak”tır. Allah’ın sünnetullahı böyledir. İnsanlar günaha dönerse Allah
da cezaya döner. Tüm târih boyunca böyle olmuştur:
“Umulur ki, Rabbiniz size
merhâmet eder, fakat siz (bozgunculuğa) dönerseniz biz de (sizi cezâlandırmaya)
döneriz. Biz, cehennemi kâfirler için bir kuşatma yeri kıldık” (İsrâ 8).
Demek ki doğadan kaçmak mümkün
olmuyor. Zîrâ her yanımız doğayla çevrilidir. Bizi doğadan ancak O’nu yaratan
Allah koruyabilir. Bu da, yeterli ve gerekli tedbirleri aldıktan sonra O’nun
emirleri ve nehiyleri doğrultusunda yaşamakla olur.
Târih boyunca modern zamanlara
gelene kadar insanoğlu doğaya bu kadar müdâhalede bulunmamıştı ve doğayı bu
kadar ifsâd etmemişti. Her-şeyini borçlu olduğu doğaya zulmetmektedir. Bunu da,
akıllarını ilahlaştırarak ve tabiatı kontrôl altına alabilecekleri düşüncesiyle
yapmaya çalışırlar. Modern insan tabiatı kontrôl altına aldığını zanneder. Tâ
ki, bir deprem-sel-yangın-heyelan-fırtına-kuraklık vs. patlak verene kadar.
Doğa karşısında yenik düştüğünde ve elinde bir şey gelmediğinde ise apışıp
kalır. Meselâ Titanik gibi devâsâ gemiler yapmışlardır ama o devâsâ gemi bir
buzdağına yenilivermiştir. Tanrı’nın bile batıramayacağını sandıkları gemi bir
buzdağı tarafından alt edilmiştir. Zâten Kur’ân’ın da dediği gibi, denizde
aheste-aheste yol alırken Allah’ı unutanlar, bir fırtına yada başka bir sorunla
karşılaştıklarında yüzlerinin rengi atar ve doğaya hâkim olduklarını(!)
unutarak Allah’a yönelirler. Fakat karaya çıkıp da ayakları yere basınca yine “aynı
tas aynı hamam” olur.
Seküler aklın “tabiatı
hâkimiyeti altına almak” sevdâsı, modern zamanlara kadar tabiatı ilahlaştırarak
kendisine ceberut edinmiş olmasının pişmanlığından dolayıdır. Batı, tabiatla
hiç-bir zaman dengeli bir ilişki kuramamıştır.
Depremler, yangınlar, seller,
heyelanlar ve fırtınalar da gösterdi ki, modern insan, başına gelen bir
musîbeti, (Nûh Tûfânı’nı hiç düşünmeden) “Allah’a ve doğaya aykırı davranma”ya
değil de, “aklı kullanmamaya” ve “alt-yapı eksikliği”ne bağlamaktadır. Bu nedenle
de ha-bire önlem almaktan bahseder durur. Oysa Nûh Tûfânı’nın nedeni alt-yapı
eksikliği ve önlem alınmamasından dolayı değildi. İşte acı azap bunu
anlamamaktan yada kabûl etmek istememekten dolayı gelir. İnsanın bu yanlış
düşünceden kurtulması ya vahiy-merkezli düşünmesiyle ve buna göre amel-eylemde
bulunmasıyla olacaktır, yada -sünnetullahın gereği olarak- Allah bu hakîkati
kafamıza vura-vura öğretecektir. Zîrâ Allah, Kendisi’nin yok sayılmasına aslâ râzı
olmaz.
Depremin, sellerin, yangının,
heyelanların vs. tüm doğa olaylarının zarârı, “doğayı iyi bilip-bilmemek”ten ziyâde,
“doğaya aykırı davranıp-davranmamak” ile alâkalıdır. Doğaya aykırı davranmak,
insanın kendi fıtratına aykırı davranmasıyla başlar. Doğanın doğallığının
bozulması karşısında kendilerini yırtanlar, insanın-toplumun doğallığının
çeşitli şekillerde bozulması karşısında sus-pus oluyorlar. Hâlbuki doğanın
bozulması, insanın bozulmasıyla başlamaktadır. İnsanın doğası bozulmadan tabiatın
doğası da bozulmaz. Bakın göklerdeki o muhteşem düzen ve nizâm hiç bozulmaz. Göklerdeki
mükemmel düzen, insan oraya karışamadığı içindir.
Pozitivist modernite “doğayı
hâkimiyeti altına alma” zannına dayanır. Bu yüzden -insan da doğanın bir
parçası olduğu için- insanı da hâkimiyeti altına alıp sömürmeyi sorun olarak
görmez.
İnsan “İslâm fıtratına
uygun” yaratılmıştır. Doğa da öyle. O yüzden insan doğaya benzer. Bu nedenle müslümanlar
doğayla savaşmazlar. Zîrâ doğa zâten bizim hizmetimize verilerek bize teslim
olmuştur. Bize teslim olanla niye savaşalım ki?. Tabiat, “şuursuz mü’min”dir.
Dolayısı ile tabiat, “mü’minlerin müslüman kardeşi”dir. Bu nedenle ona
zulmetmesi söz-konusu bile olamaz.
Doğa seküler bir yaşama
uygun değildir. Seküler bir hayâtın doğada karşılığı yoktur. Zîrâ Allah’sız bir
doğa var kalamaz. Doğayı Allah’tan ve doğallığından koparmaya çalıştığınızda
çok da uzak olmayan bir vâdede sünnetullah gereğince sizden intikâm alır.
İnsanlar doğaya egemen
olamazlar. Doğaya egemen olma düşüncesi, aslında “insana egemen olma”
isteğidir. Doğaya egemen olma düşüncesi, doğaya kafa tutmak demektir. Doğaya kafa
tutmak için ilk önce insanın Allah’a kafa tutması gerekir. Zîrâ doğayı Allah
yaratmıştır ve yaratılana zulüm için insanın, Allah’ı devre-dışı bırakmış
olması gerekir. Modernizm işte bunu yapmıştır. Allah’tan kopunca onun için
artık bir değer kalmamıştır. Doğa da artık sömürülecek ve hâkim olunacak bir
yer ve şey hâline gelmiştir.
Modern
insan, doğaya kafa tutarak doğanın düzenini bozmaya çalışır ki bu aslında “doğanın
secdesini bozmak” demektir: Kâinâttaki her-şeyin doğal işleyişi, onun
secdesidir.
Modernizm, “dinde birlik ve
uzlaşma”dan vazgeçip “doğa bilgisinde dolayısıyla matematikte uzlaşmak”
düşüncesidir. Hâlbuki dîne sırt çevirerek doğayla uzlaşılamaz. Çünkü insana kırmızı
çizgi belirleyecek bir yüce merci olmayınca doğayı ifsâd etmenin önünde bir
engel kalmaz-kalmamıştır. Doğaya kafa tutmak ve onu hızla ifsâd etmenin nedeni
budur. Modern-bilim, büyük oranda, doğaya meydan okuma küstahlığıdır.
Modernite ve ekonomik büyüme,
doğal düzenin ve dengenin bozulmasına rağmen ortaya çıkarılmıştır. Modernite,
fıtrattan ve doğal olandan bir sapmadır. Doğaldan sapınca sûnî olana yönelinmiş
ama sûnî olan da ayrıca yeni sapıklılar ortaya çıkarmıştır. Modern-bilim,
“doğal bilim”in ifsâd edilmiş şeklidir. Modern-bilim ve teknoloji, doğaya
yapılan ağır saldırının bir sonucudur. Bu saldırı doğanın istikrârını
bozmuştur. Doğal olan istikrarlıdır. Doğal olmayanda istikrar olmaz. Modernizm bir
“istikrarsızlık uygarlığı”dır.
Modernite doğallık ve fıtrî
değince, çıplaklığı ve ilkelliği anlıyor. Zamanla doğayı çırılçıplak bırakması
bu nedenledir. Tabi bunu yapabilmek için insanın ilk önce kendisini çıplak bırakmaktan
utanmayacak duruma gelmesi gerekir.
Modernizm,
Allah’ı hesap-dışı tutarak doğayla baş-başa kalmak ister. Böylece onu istediği
gibi sömürebilecektir. Fakat Allah, yarattığı doğaya karışmaktan vazgeçecek
değildir. Zâten doğanın varlığının devâmı, Allah’ın doğaya sürekli
karışmasından dolayıdır. Modernlerin, Allah’ın doğaya karışmasını istememesinin
nedeni, doğaya karışınca insana da karışma hakkının doğmasından dolayıdır. Allah,
Dünyâ’daki “doğal düzen” dâhil kâinattaki her-şeye, her işleyişe karışacak da;
insanların hangi hükümlerle yönetileceğine mi karışmayacak?. Bu elbette olacak
şey değildir.
Bilim, “eşyâyı
konuşturmak”tır. Fakat eşyâyı doğasına aykırı bir şekilde konuşturmaya
kalktığınızda eşyâ kendisini yanlış tanıtır.
Hiç-bir deney doğal
değildir. Doğada her-şey o kendine has gizemiyle işler. Meselâ deneyde suyun
formülü 2 hidrojen 1 oksijen olarak görülür ama suyun o ilâhiliğini işin içine karıştırmadıkları için, doğanın o gizemini
işe karıştırmadıkları için, 2 hidrojen ve 1 oksijeni laboratuarda birleştirdiklerinde
su oluşmaz. Aynı-şekilde yoğun çabalar sonucunda bir ot taneciğinin yaptığını
yapabilmek için onca paralar ve yoğun emek harcamalarına rağmen bu noktada en
küçük bir adım bile atamamışlardır. Zîrâ doğanın bir gizemi vardır ve bu gizemi
insanın çözebilmesi imkânsızdır. Çünkü doğanın da bir mahremi vardır ve kimseye
dokundurtmaz. Hattâ dokunmaya çalışan olursa onlardan intikâmını çok fecî bir
şekilde alır.
İslâm, doğaya ve fıtrata en
uygun olan din’dir. Onu moderniteye benzetmek ve uyarlamak, İslâm’ı
“laytlaştırmak” anlamına gelir. İslâm’ın isteği şudur: Gökleri, Dünyâ’da
tabiatı, hayvanâtı hattâ insanın fizîki yapısını nasıl ki “sâdece Allah”
düzenleyip idâre ediyorsa; insanlar arasındaki sosyâl hayâtı, ekonomiyi ve
siyâseti de “sâdece O” belirlesin ve düzenlesin”. Bütün gürültü bu istekten
dolayı kopuyor.
Kavimlere
gelen azaplar, “tabiatın devrimleri”dir. Helâk olan kavimlere gelen azaplar, o
sâkin doğanın, Allah’ın emriyle galeyâna gelmesi ve olağan-üstü ve bizim nasıllığını
bilemeyeceğimiz kânunlarla devreye girmesi ve azâbı hak eden kavmi perişân etmesiyle
meydana gelir. Öyle ki hiç-bir önlem de işe yaramaz. Meselâ Nûh Tûfânı’ndan insanı
hiç-bir yüksek dağ bile koruyamamıştır da Gemi’ye binmeyenler boğulanlarla
birlikte boğulur gitmiştir.
Dîni hesâba katmak, “doğal
ve fıtrî olanı hesâba katmak” demektir. Dîne düşmanlık,
doğal-fıtrî olana düşmanlıktır.
İnsanların, “Allah’ın doğal
saati”ne (Güneş) göre değil de, “insanların ürettiği yapay saat”e göre hareket
etmek zorunda kalması zulümdür.
“Yeryüzünde, onları
sarsmasın diye, sâbit dağlar yarattık ve doğru gidebilsinler diye geniş yollar
açtık” (Enbiyâ 31).
Modern insan ise doğayı
alabildiğince tahrif etmiş, dağları, gölleri ve denizleri bile yok edebilmiştir.
Böylece Dünyâ’nın dengesi bozulmuştur. Depremlerin, heyelanların, yangınların
ve sellerin nedeni, tüm bu doğanın ifsâd ve tahrip edilmesinden dolayıdır.
“Sizin için yeryüzüne
boyun eğdiren O’dur. Şu-hâlde omuzlarında (arz üzerinde) yürüyün ve O’nun
rızkından yiyin. Sonunda gidiş O’nadır” (Mülk 15).
Âyetin dediği gibi, doğa zâten
bize boyun eğdirilmiş. Ona niye zulmedelim ve onu kontrôl ve hâkimiyet altına
almaya çalışalım ki?. Doğaya kafa tutarak onu aşırı kontrôl altına almaya
çalışmak ve de ona hâkim olmak, “doğayı kışkırtmak” anlamına gelir. Kışkırtılan
doğa, çok da uzun olmayan bir vâdede insanlardan çok acı intikâm alır. O yüzden
doğayla cedelleşmektense, ona bakarak tefekkür etmek ve ibret almak daha doğru
ve yapıcıdır:
“Şüphesiz, göklerin ve
yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün ard-arda gelişinde, insanlara yararlı
şeyler ile denizde yüzen gemilerde, Allah’ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü
ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında, rüzgârları
estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde
düşünen bir topluluk için gerçekten âyetler vardır” (Bakara 164).
“O, sizin için yeryüzünü
bir döşek, gökyüzünü bir binâ (çadır veyâ çardak) kıldı. Ve gökten yağmur
indirerek bununla sizin için (çeşitli) ürünlerden rızık çıkardı. Öyleyse (bütün
bunları) bile-bile Allah'a eşler koşmayın” (Bakara 22).
Zorluk iki çeşittir. “Doğal
olan zorluklar” (sıcak-soğuk, ağırlık, mesâfe vb.) ve “insanların çıkardığı
zorluklar”. Doğal zorluklar kaderdir. İnsanların çıkardığı zorluklar ise,
cehâlet değilse zulümdür, mazlûmiyettir.
Kevnî âyetler olan tabiatı
sınırsızca yorumlayarak değişikliğe uğratanları alkışlayan müslümanlar; vahyin
âyetlerini de aynı sürece sokmaktan kaçınmazlar. İslâm’a uymak “doğaya uyum
sağlamak” demektir. Doğaya uyum sağlamak, kevnî âyetlere uyum sağlamak, kevnî
âyetlere uyum sağlamak ise vahyî âyetlere uyum sağlamak demektir.
Doğayı ifsâd etmede
kullanılan bilim-dalı matematiktir. Fakat matematiğin sâbiteleri birer
dayatmadır, zîrâ bu sâbitelerin doğada bir karşılığı yoktur.
Krizler çıkıp üretim ve
ekonomi bozuldukça, doğa rahat bir nefes alır. Zîrâ doğal olmayan üretimler
azalınca doğa rahatlar.
Doğal olan ev, “sâhibiyle
birlikte ölen ev”dir.
Doğal sesler bizi rahatsız
etmez, çünkü müslümandırlar.
Doğal ve normâl toplum,
“tarım-hayvancılık ve küçük esnaf şeklindeki toplum”dur.
Doğala, normâle ve fıtrata
aykırı olan her-şeyin bereketi azalır ve bu durum mutlakâ bir sıkıntı yapar. Fıtrata-doğala-normâle
aykırı bir iş yapılacak ve bir sorun çıkmayacak; bu imkânsızdır.
Kafeste
kuş, akvaryumda balık vs. beslemek doğru değildir. Çünkü bu “onların alanlarını
daraltmak ve onları doğal ortamından koparmak” demektir. Buna, saksıda çiçek
yetiştirmek bile dâhildir. Çiçek, saksıdayken alanı daralır ve doğal ortamından
kopmuş olur.
Son 250 yılık târih,
“doğal-fıtrî olan” üzerine, “doğal-fıtrî olmayan”ın tahakkümünün târihidir.
Şu koca
evrende bir tek Dünyâ’da kötülük var. O da doğal değildir. Modern sorun
çözme(!) yöntemleri, doğal çözüm yollarını baltalıyor.
Zorladıkça güzellik bozulur.
“Zorla güzellik olmaz” sözü bu nedenle söylenmiştir. Güzellik “doğal
güzellik”tir.
“De ki: Haber verin; eğer
suyunuz yerin dibine göçüverecek olsa, bu durumda kim size bir akar su kaynağı
getirebilir?” (Mülk 30).
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ağustos 2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder