“Çünkü,
o, büyük olan Allah’a îman etmiyordu” (Hâkka 33).
“İnsanlardan
kimi, Allah’a bir ucundan ibâdet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa,
bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isâbet edecek olursa yüzü-üstü
dönüverir. O, Dünyâ’yı kaybetmiştir, âhireti de. İşte bu, apaçık bir
kayıptır” (Hac 11).
Tüm zamanlarda “ateizm” olmuştur fakat aslında
ateizm, modern döneme gelinceye kadar çok da yaygınlaşmamıştır. Çünkü târih
boyunca insanlar çeşitli inanış şekillerine sâhipti ve bu durum tüm insanlığa
yayılmıştı. Zâten “şirk” ve “küfür” denen şey de, “sahih dîn”e dayalı olan
inancın, zamanla ifsâd olup sapıklaşmasıdır. İslâm, bu sapıklığı düzeltmek ve aslına
çevirmek için vardır.
Aslında insan, İslâm fıtratına göre yaratıldığı için
“mutlak ateizm olmaz” denir ve gerçekten de ateistler zor duruma düştüklerinde,
fıtratlarından gelen bir dürtü ile duâ etmeye başlarlar. Kendisini ateist
olarak tanıtan bir tanıdığım, dedesinin ölümü ve gömülmesi sırasında, başını
yukarıya doğru kaldırıp; “eğer orada birileri varsa, dedeme iyi bakın” demişti.
Yâni içindeki “îman kırıntısı”nı ortaya koyuvermişti. Demek ki %100 bir îmansızlık
olmuyor. Zâten ateizm bile bir dindir ve bu dînin de kuralları vardır. Bu
kurallara en çok riâyet edenlerdir “en sıkı ateist” olanlar. Buna göre, ateist
kişinin îmânı %100 yok olmasa da, etkinliğini kaybedebilir. Zîrâ o fıtrî
etkenin üzeri sürekli günah ve küfür ile kapatıldığından, tam olarak yok olmasa
da işlevsiz kalır. Yâni kâlp zamanla küfür ve şirk kiriyle paslanır ve kararır.
Buna Kur’ân “rân” der. Bir hadiste bu konuda şunlar söylenir:
Peygamberimize “ran” nedir diye
sorduklarında, Peygamberimiz şöyle cevap veriyor: “Mü’min bir günah işlediği
zaman kâlbinde siyah bir nokta oluşur. Eğer bu günaha tevbe edip terk eder ve
Allah’tan af ve bağış dilerse, kâlbi temizlenip parlar. Eğer günaha devâm
ederse kâlbi daha da kararır”. Bu durum Kur’ân’da şöyle geçer:
“Aslâ!,
hayır!; onların kazandıkları, kâlpleri üzerinde pas (rân)
tutmuştur” (Mutafifîn 14).
Kur’ân, insanlara, “bakın; âlemi yaratan ve adına “Allah”
denen bir kudret var, bu kudrete inanın” demez. Çünkü Kur’ân zâten Allah’ın
varlığına inananlara gelmiştir. Ateistlerden-dehrîlerden bahsedilse de,
bunların sözlerine o kadar da îtibâr edilmez ve zâten Allah ve Kur’ân, ateistleri
“adam” yerine koyup da muhâtap almaz. Yâni Kur’ân, Allah diye bir varlık
tanımayanlara ve onu inkâr edenlere değil, Allah’ı tanıyıp kabûl etmesine
rağmen, O’na, -başka şeylerde güç vehmederek- ortak koşanlara gelmiştir. Zâten
İslâm tâ Hz. Âdem’den yâni ilk insan ve ilk peygamberden bêri, Allah’ı “tek
ilah” olarak haykıran bir dindir. Ateistlere de Kur’ân ile tebliğ yapılabilir
tabi. Ateist olduklarını söyleyenlerin, ama aslında içten-içe inanan ve
gerçekten de inkâr etmeyenler içinden, inatlarından vazgeçenler ve İslâm’ı-dîni
kabûl edecek olanlar da olabilecektir.
Ateizm de, Allah’ın ve gaybın varlığını kabûl etmeyerek
“üstünü örtmek” anlamında küfürdür ve her ateist de bu bağlamda kâfirdir. Tabi
her kâfir ateist değildir fakat her ateist kâfirdir. Fakat Kur’ân’ın bahsettiği ve üzerinde önemle durduğu
küfür ve şirk, inanç sâhibi olanların işledikleri küfür ve şirktir.
Kur’ân’ın ana-konusu; Allah’a ortak koşanların,
ortak koştukları şeylerin bir “ilah” olmadığını söylemek ve gerçekten “tek ilah”ın
Allah olduğu gerçeğini haykırmaktır. Zâten kişilerin kâfir ve şirk üzre olmaları
için Allah inancını kabûl etmiş olmaları gerekmektedir. Kâfir ve müşrikler,
“müslüman” olanların içinden çıkar. “Müslüman” olmayanlar, kâfir ve müşrik de
olamazlar. Öyle ya; neyin küfrünü ve şirkini yapacaklardır ki!.
Bu tevhid-şirk sürecinde îmânın farklı şekilleri
vardır ki, bu îmanlardan sahih olanı sâdece bir tânesidir. O hâlde Kur’ân; “dîne
karşı din” ve “îmâna karşı îman” yâni “bâtıl dîn”e karşı “hak din”, “bâtıl îmân”a
karşı “sahih îman” mücâdelesinin bir kılavuzudur.
Tüm zamanlarda îman olmuştur. Fakat bu îmânın her
zaman üç görünümü olmuştur. Bunlar; “lâik îman”, “felsefî îman” ve “sahih îman”
şeklindedir. Bunların açılımı şu şekildedir…
1-Lâik Îman
“Göklerde
ilah ve yerde ilah O’dur. O, hüküm ve hikmet sâhibidir, bilendir” (Zuhrûf 84).
Lâik îman, dîni ve Dünyâ’yı ayrı konumlandıran
ama aslında dîni, Dünyâ’nın güdümüne alan beşerî bir ideolojidir. Lâik îman
sâhiplerinin aslında çok da dinle-îmanla alâkası yoktur ve dîni, “kültürel” ve “folklorik”
bir şekilde anlayan yada anlamak ve yaşamak isteyen kişilerdir. Bu kişiler: Cum’adan
Cum’aya namaz kılan, yada daha önemli veyâ zevkli bir iş-uğraş-eğlence varsa,
daha nâdir olarak Cum’alara giden, hattâ namazı bayramdan-bayrama kılan; orucu
sâdece kış mevsiminin kısa günlerinde tutan ve bir çeşit zayıflama yöntemi
sayan; hacca zinhar gitmeyen ve onu “Araplara para yedirmek” olarak sayan;
kurbanı dinden dolayı değil de, Türk kültüründe yoğun olarak yapılan “alışılmış
kurban” alışkanlığı yüzünden kesen yada kesmeyen; zekâtı ve infâkı, “zâten burs
veriyorum”, “vergi veriyorum”, “yardım yapıyorum” diyerek vermeyen; başörtüsünü
“arap kıyâfeti” olarak gören ve dinde böyle bir şey olmadığını zanneden; müslümanları
“muhâfazakâr” olarak niteleyen (ki aslında muhâfazakârlık ilk başta bir
suçlamaydı, sonradan kavram farklılaşıp kabûl edildi müslümanlar tarafından.
Oysa İslâm ile muhâfazakârlık kelimeleri yan-yana bile gelemez. Çünkü
muhâfazakârlık, adı üstünde, muhâfaza eder. İslâm ise devrimcidir); vs. kısaca
dîni, kültürel ve folklorik bir etkinlik olarak kabûl etmek isteyen zümredir.
Lâik îmânın alâmet-i fârikası, “dînin
görünürlüğü”nü zinhar kabûl etmemektir. Lâiklik, “dînin zihinlere ve kâlplere
hapsedilerek görünürlüğünü iptâl etmek ve onun yerine, lâikliğin, lâik
kişilerin ve onların kurallarının ve uygulamalarının görünürlüğünü öne
çıkarmak” demektir. Bu nedenle de lâikler görünürlüğe-görüntüye çok önem
verirler. Oysa İslâm, kişinin görünürlüğünü kısar ve “dînin görünürlüğü”nü
ortaya çıkarır. Yada insan, dîni ile görünmeye başlar. Lâikler bunu zinhar
kabûl edemezler. Zâten bâzı lâikler, namazı kılıp orucu tutmasına rağmen, bir
“görünürlük aracı” olan başörtüsünü kullanmazlar ve hattâ başörtüsüne düşmanlık
derecesinde karşıdırlar. Zîrâ lâik ideoloji buna aslâ katlanamaz. Çünkü kamusal
alanda dînin bir sembôlünü değil de, kendi beşerî îcatlarını hâkim kılmak ve
göstermek isterler.
Bu zümreye mensup olan kişiler İslâm’ı;
“hayatlarına, zevklerine, konforlarına, düşüncelerine, inançlarına dokunmadığı
oranda kabûl edecekler ve uygulayacaklardır. Şöyle düşünürler: “İslâm’ın şu
kuralı bana zarar veriyor mu?. Hayır. O zaman bunu kabûl edebilirim ve ara-ara uygulayabilirim.
Çünkü bunu yapmak beni yormaz, hayâtımdan çalmaz, Dünyâ’yı ıskalamama neden
olmaz, düşünceme ve kafa konforuma da aykırı değildir. Yâni keyfime uygundur. Hem
dînin söyledikleri her ne kadar modern bilime, akla ve mantığa ters olsa da,
doğru da olabilir. Bu nedenle; ne olur ne olmaz, beni zorlamayacak ve
hayâtımdan çalmayacak şeyleri yapsam zarar etmem”. Fakat ne zaman ki iş, Allah
için, İslâm için ferâgat etmeye gelir, işte o zaman da yan çizerek onu yapmaya
zinhar yanaşmazlar. Çünkü ne kadar “kabûl ettim” deseler de “yine de belli
olmaz” düşüncesi vardır içlerinde. Bu nedenle de dîne-âhirete-Kitab’a,
hayatlarını kısacak ve yönlendirecek kadar îman etmezler, edemezler. “Tamam;
Allah, Peygamber, Kur’ân falan ama, bunlar modern zamanlara, akla, mantığa ve
bilime çok da uygun değildir, bu nedenle ben hayâtımı da en iyi şekilde
yaşamaya bakmalıyım ve buna engel olacak şeylerden uzak durmalıyım” düşüncesi
dinleri olmuştur. Hattâ bu yüzden dînin gereklerini yapmadıkları gibi, bunun muhabbetinden
bile sıkılırlar da hemen îtirâz ederler yada kalkıp giderler. Oysa İslâm, bir
mücâhede ve mücâdele dînidir. Salt zihinsel, felsefî, kültürel ve folklorik bir
din olmadığı gibi, -hâşâ- “olmasa da olur”u kabûl edecek bir din de değildir.
Dünyâ’ya olan bağlılıkları, lâikliği iyi bildiklerinden değil, lâikliğin, ıskalamak
istemedikleri Dünyâ yaşamını serbest bıraktığından ve seküler yaşama tarzına
çanak tuttuğundan dolayıdır. Lâikliği genelde bu sebeple kabûl edip
savunmaktadırlar. Böyle olunca da ister-istemez bir “gösteriş dindarlığı”
sergileyeceklerdir tabî ki:
“Onlar,
mallarını insanlara gösteriş olsun diye harcarlar, Allah’a ve âhiret gününe
inanmazlar. Şeytan, kime arkadaş olursa, artık ne kötü bir arkadaştır o” (Nîsâ 33).
Lâiklik bir dindir ve İslâm’a da sâdece
kültürel ve folklorik olarak yer verir ki, aslında buna bile râzı değildir. Bu
nedenle de lâik anayasada şöyle yazılmıştır:
“Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzûru,
millî dayanışma ve adâlet anlayışı içinde, insan-haklarına saygılı, Atatürk
milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan,
demokratik, lâik ve sosyâl bir hukuk devletidir” (Anayasanın 2.
maddesi).
“Kimse,
Devletin sosyâl, ekonomik, siyâsi veya hukûki temel düzenini kısmen de olsa,
din-kurallarına dayandırmaz…” (Anayasanın 24. maddesi).
Lâkin, Allah, âyette dendiği gibi; “gökte ilah
olduğu gibi yeryüzünde de ilahtır” ve bu nedenle de O’nun yeryüzünde de hâkim
olması ve O’nun kânunlarıyla hareket edilmesi şarttır. İşte lâik îman, bunu
zinhar kabûl etmemekte ve karşı çıkmaktadır. Fakat böyle yapmakla şirk
işleyerek küfre düşmektedir ki, şirk, “Allah’a yeryüzünde hâkimiyet vermemek”
demektir.
2-Felsefî Îman
“İnsanlardan
kimi, Allah hakkında bilgisi olmaksızın tartışır durur ve her azgın-kaypak
şeytanının peşine düşer”
(Hac 3).
Bu îman-şekli de aslında beşerî modern ideolojilerin
güdümünde olan bir îmandır. Bu nedenle de Kur’ân’ı, ona azap edercesine aşırı
didikleyerek, aşırı bir araştırmaya-incelemeye tâbi tutarak beşerî olana
uydurmaya çalışırlar. “Tek kaynak Kur’ân”, “sâdece Kur’ân”, “sâdece Allah’ın
hükümleri ve Kur’ân’ın kânunları” demelerine rağmen, bu sâdece sözde kalır ve
iş, İslâm’ı-Kur’ân’ı hayâta uygulamaya ve hâkim kılmaya gelince apışıp
kalırlar. Kur’ân’dan anlamlar ve hükümler çıkarmaya çalışırlar ki, bunların
çok-çok büyük çoğunluğunun yaptığı şey, aslında Kur’ân’ın söylemediğini
Kur’ân’a söyletmektir. İslâm’a birebir aykırı olan modern yorumlar, Kur’ân’a
“etimolojik işkence” altında söylettirilen sapık sözlerden oluşur.
Kur’ân’ı okuyup, “işittik ve itaat ettik”
diyorlar ama, itaat ettikleri şey Kur’ân’dan ziyâde nefisleridir, beşerî
ideolojiler ve uygulamalardır. Zîrâ Kur’ân’ı okuduklarını ve en doğru şekilde
anladığını söyleyen bu kişiler, iş Kur’ân’ı hayâta hâkim kılmaya ve bunu yapmak
için sünnete sarılmaya gelince çark ediyorlar ve “Kur’ân’dan başka kaynak
aramayız” ve “Kur’ân’da var mı?” gibi eksik-yanlış düşüncelere yöneliyorlar.
Hayatta “gerçek bir kişi” olarak yaşamış Peygamber’in, Allah’ın kontrôlünde
uyguladıkları şeyler için “Kur’ân’da var mı” demek, bir akıl zâfiyeti değilse,
sapıklıktan başka bir şey değildir. Bu sapıklık da, “ılımlı İslâm”, “modern
İslâm”, “demokratik İslâm”, “protestan İslâm” şeklinde, “İslâm’ı hayattan
uzaklaştırıp onu gönüllere ve zihinlere hapsederek işlevsiz bırakmak”
projesinin bir sonucudur. Bu projenin tutmasının nedendi ise, nefse oynaması ve
“modern İslâm düşüncesine paralel olarak yapılan modern yorumlarla sorumluluktan
kurtulmaktır. Öyle ki, Kur’ân’ın pratik bir uygulamasının olmadığını
söyleyerek; Peygamber’in vahyin sözlerini iletmekten başka bir şey yapmadığını,
hattâ Kur’ân’da namaz, oruç, zekât, hac, kurban, baş-örtüsü gibi dînin ana uygulamalarının
olmadığını bile söyleyebilmektedirler. Bunu yapmak “modern-felsefî îman” için
sorun olmamaktadır. Çünkü şeytan onları saptırmıştır ve Allah’a, Peygamber’e ve
Kur’ân’a uymaktan daha çok, modernizmin ortaya koyduğu şeylere uymalarının
nedeni, insanlık târihinde ağır bir sapma olan lâik-seküler uygarlığın büyüsü
altında olmalarıdır.
Bu îman mensupları, modernizmin ortaya
koyduğu her-şeye hayrandırlar genelde. Modernizm bir batı ürünü olduğu için de
batı gibi olmak ana ilkeleridir. Sürekli olarak “batı gibi olmak”, “batı’nın
izinde gitmek”, “batı’nın izinde giden lîderleri örnek almak”, “modern
ideolojileri din edinmek” söylemlerini tekrarlayıp dururlar. Batı’nın
hırsızlıkla ulaştığı uygarlığı överek, kendilerinin de onlar gibi ol(a)madıklarına
yanıp dururlar.
Felsefî îman mensupları Kur’ân’ı okur ve
modernizme zinhar aykırı olmayacak şekilde yorumlar. Klâsik olandan nefret ederler.
Zîrâ modernizm klâsik olandan nefret etmektedir ve modernizm hayâtiyetini bu
nefretten alır. Bu nedenle Kur’ân’ı okuyan modern müslümanlar, onu
zorlaya-zorlaya tam da modernizme uygun olacak hâle gelinceye kadar aşırı
yorumlamaya tâbi tutarlar ve en sonunda da, modernizme uygun fakat İslâm’a aykırı
bir yoruma ulaşırlar ki aslında bu yorumun müellifi şeytandır ve bu yorum
şeytanın bir telkinidir.
Şeytan insana düşman olduğundan,
peygamberlere de düşmandır. Modernizm de “eski” olana düşman olduğundan dolayı
peygamberlere de düşmandır. Modernizmi din edinmiş olan modern müslümanlar da Peygamber’i
yâni Kur’ân’ın pratiğini, dîni hayâta hâkim kılma şeklini, “sünnet” denilen
tarzı, “usvetun hasenetun” denilen “güzel örnekliği” (Ahzâb 21), İslâm târihi
boyunca uydurulmuş olan zırvalıklarla bir tutarak tümden yok sayar ve Peygamberi
de sâdece vahyin tebliğini-aktarmasını yapan bir ara-kablosuna ve postacıya
çevirirler. Zîrâ Peygamber’i de kabûl ettiklerinde, o’nun uygulamasını da kabûl
etmek zorunda kalacaklar ve bu durum modern ideolojilerle Kur’ân’ın pratik
örnekliği olan sünnet arasında bir tezat ortaya çıkaracaktır. Peki hangi tarz
uygulama seçilecektir bu durumda?. Sünnetin yüklediği sorumluluktan kaynaklanan
zorluğa tabî ki katlanamazlar ve bu nedenle de sünneti yok sayarlar. İşte bu
zorluktan kurtulmanın yolu olarak modern îmânın sâhipleri, sürekli olarak Kur’ân’ın
modern yorumlarını yapmak zorunda hissederler kendilerini. Sürekli güncelleme
yaparlar modernizme uygun olarak. Buna çanak tutan tâğutlar da, bu işin
profesyonelce yapılmasına katkıda bulunurlar ve bu sapıklık profesyonelce
yapıldığı için, insanlar buna kolayca aldanırlar.
Evet; Târih boyunca bu hep böyle olmuştur
ve “bu zamanda mı?” soruları sorulup durmuştur. Çünkü sahih din, moderne ve
felsefî olana aykırıdır. Uzak-yakın ataların sapık dinleri her zaman İslâm’a
üstün tutulmuştur ki felsefî îmâna sâhip olan modern müslümanlar da, İslâm’a
Kur’ân ile düşmanlık etmekteler ve bunun ya farkında değillerdir yada bile-isteye
düşmanlık yapmaktadırlar. Bu bağlamda çok açık delilleri görseler bile yine de
inkârlarında direnirler. Zâten inanacak olana hurâfe yetmeyeceği gibi, inanmayacak
olana da delil yetmez:
“Eğer
gökten bir parçanın düşmekte olduğunu görseler bile: ‘Üst-üste yığılmış bir
buluttur’ derler” (Tûr
44).
Evet; felsefî îman mensupları, apaçık
olan bir şey için bile, âyette söylendiği gibi alâkasız yorumlar
yapabiliyorlar. Tabî ki, “acı azâb”ı görene kadar.
3-Sahih Îman
“Ancak
îman edip sâlih amellerde bulunanlar, bir-birlerine hakkı tavsiye edenler ve
bir-birlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr 3).
Sahih îman, Allah’ın emrettiği, Kur’ân’ın
gösterdiği ve Peygamber’in güzel bir örneklikle uygulayıp ortaya koyduğu îman
ve amel şeklindeki îmandır. Bu îman sâdece bilgide kalmaz ve bir bilinç açığa
çıkarır. Bu bilinç mutlakâ amele-eyleme zorlar ve ancak, amel-eylem ortaya
konduğunda yâni İslâm hayâta hâkim olduğunda ve sâdece Allah’ın sözü Dünyâ’yı
kuşatıp tevhid sağlandığında ispât edilmiş olur. Tabi hâkimiyet sağlanana kadar
bu yolda yapılanlar da sahih îmânın bir göstergesidir.
Kur’ân; “ey îman edenler ve sâlih amel
işleyenler” der ve sonra ekler; “bir-birlerine sabrı ve hakkı tavsiye edenler”.
Yâni, “îman edip sâlih amel yolunda giderken sabırlı olup hakka uygun yol
alınması tavsiye edilerek destekleşenler”. Demek ki sâdece “îman ettim” demekle
olmuyor. Sonra sâlih amel işlenilmeli ve bu yolda giderken “sabır ve hakkı
tavsiye” unutulmamalıdır. Bir âyette:
“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek,
sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2) denir.
Bu nedenle âyetin de dediği gibi, sâdece
“elhamdulillah müslümanım” demenin öyle çok da önemli bir yanı yoktur. Hele ki
bunu son nefeste söylemek anlamsız ve yararsızdır. Müslüman olunduğu söz ile
olmaktan çok eylem ile gösterilmelidir ve dîne ucundan-kıyısından bağlı olanlar
için bu çok büyük zorluktur. Sahih îman sâhipleri ise, “bu bize Allah’ın vâd
ettiği şeydir” diyerek îmanlarını güçlendirirler.
Din eylem ile ortaya konulmuşsa söz ile
söylenmese de olur. İslâmî eylemde bulunan kişilerin bir de “müslümanım”
demesine gerek yoktur. Namaz kılan, oruç tutan, zekât veren insanın
“müslümanım” demesine gerek yoktur aslında. Dilsiz olan yâni konuşamayan biri
bunu yapamaz meselâ. Zâten “müslümanım” demek bir iddiâdır ve tüm iddiâlar
ispat ister. İspâtın kendisi delile gerek bırakmaz. Bu ispâtın nasıl olacağını
Kur’ân şöyle târif eder:
“Yüzlerinizi
doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah’a, âhiret
gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere îman eden; mala olan sevgisine
rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene
ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve
ahidleştiklerinde ahidlerine vefâ gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın
kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar,
doğru olanlardır ve müttakî olanlar da bunlardır” (Bakara 177).
Sahih îman, “o belini kıran yükü omuzlamak”tır:
“Ancak
o, sarp yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir?. Bir
boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir; Yada açlık gününde doyurmaktır,
Yakın olan bir yetimi, veyâ sürünen bir yoksulu. Sonra îman edenlerden, sabrı
bir-birlerine tavsiye edenlerden, merhâmeti bir-birlerine tavsiye edenlerden
olmak. İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meymene)”
(Beled 11-18).
Sahih îman, bu îman uğrunda “saçların
ağarması”dır:
Hz. Ebû Bekir, Allah Resûlü’ne
sorar: “Yâ Resûlullah!. Saçınızda ak görüyorum. Birden-bire ihtiyarladınız; bir
derdiniz mi var?”. Ve iki cihan serveri cevap verir: “Beni Hûd, Vâkıa, Mürselât
Sûreleri ihtiyarlattı” (Tirmizî, Tefsir 57).
Sahih îman, neyin söylendiğinden sonra,
neyin göze alındığı ile de ilgilenir.
Ölmeyi bile göze almış birine kimse bir
şey yapamaz. Onu hiç-bir şeyle korkutamaz. Hak olanı bilip-bilmemekten ziyâde,
hak olanın, kişinin işine gelip-gelmemesi önemlidir. Hakkı göze alıp-alamama
önemlidir. Hak uğruna ödenecek bedelleri göze almak önemlidir. Eğer göze
alamıyorsanız, sahih îman hakkıyla tezâhür etmez.
Tabi biz burada, îmanları değerlendirip
kişileri cennetlik-cehennemlik yapmaya çalışmıyoruz ve insanların îmanlarını
değersizleştirmiyoruz. Îmânın değerlendirmesini ve ödülünü verecek olan sâdece
Allah’tır. Zâten Allah îmanları zâyi etmeyeceğini söylüyor:
“…Allah,
îmânınızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz, Allah, insanlara şefkat edendir,
esirgeyendir” (Bakara 143).
O hâlde yapılmaya çalışılan şey, “sahih îmân”ın
târifidir. Ey müslümanlık iddiâsında bulunanlar!;
İslâm, imtihanın bir gereği olarak, “işinize gelmeyen” şeylerle çevrilidir; İslâm,
göze alamadığınız şeylerin toplamıdır.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ocak 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder